Vaybee!
  |   Mitglied werden   |   Hilfe   |   Login
 
Sie sind hier: Startseite > Vaybee! Forum > Gesellschaft & Soziales


Hilfe Kalender Heutige Beiträge

Antwort
 
Themen-Optionen Thema durchsuchen
  #20611  
Alt 25.06.2005, 18:42
eniskaya
 
Beiträge: n/a
Standard Bana sor sen yaw... kimse benden baska

sana medeni cevap veremez burada... cünkü hemen hemen hepsi IDEOLOJI kurbanlaridir...

Ben sana Seriati aciklayayim... asli olarak tabi...

Seriat... en kisa sekliyle

Dinin hedefi olan gayeye ulasmak icin gerekli olan sartlardir.....
Bir baska terimle... Tüm seva DINLERIN temelinde yatan EVRENSEL DIN aciklamalaridir...

Veya bir sistemin adlandirilmasidir.. yani DINI HUKUGUN... ki su aniyle zaten DINI HUKUGA en cok yakin olan sistem ise DEMOKRASIDIR...

DEMOKRASI DISINDA tüm sistemler.... su aniyle daha cok SEYTANI sistemler denilebilir ki bunlarin TÜMÜ... hakla degil.. bastakilere hizmet eden sistem... ve resmen SERIAT disi...

Iran olsun, Arap Alemi olsun TR haric tüm Islami devletler olsun... remsne Seriat disi sistemlerdir... cünkü hic biri ISLAM HUKUGUNU devlet hukugu olarak yerlestirmemisler... onun yerine kendi SAHSI hukugunu koymuslar
  #20612  
Alt 25.06.2005, 18:44
Benutzerbild von doenertier
doenertier doenertier ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard SIILIK ve OSMANLI - IRAN OLAYLARI

“Şia” Arapça bir kelimedir. Birine uyan, birinden yana olan, birinin tarafını tutan, bölük, fıka v.b. anlamlarına gelir. Şia, Hz. Muhammed tarafından, Hz. Ali’ye uyanlara veilen isimdir. Hz. Peygamber bu sözcüğü “Ali’nin Şiası”, “Sen ve Şian”, “Şiamız” şeklinde kullanmıştır.

Şia, İslam tarihindeki hilafet tartışmaları sırasında Hz. Ali’yi tutanların aldıkları isimdir. Ali yanlıları, Ali’yi tutanlar anlamına gelir. Yani Şia, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ali’yi halifelik için en uygun kişi olarak gören, onu “meşru halife” kabul eden, ondan sonra gelecek halifelerin de, onun soyundan olması gerektiğine inanan topluluğa verilen isimdir.

Şiilik denince akla İran gelir. Dünyada İran’ın dışında da Şii vardır ama, anayasasında resmi devlet dininin Şii, yani Caferi olduğunu kabul eden tek ülke İran’dır. Son İran anayasasının 12. maddesi bunu anayasa maddesi yapmıştır.

Şimdi Şiiliğin İran’daki doğuşunu, gelişimini ve iktidar mezhebi oluşunu tarihsel süreç içinde kısaca inceleyelim.

Hz. Muhammed ile Arap Yarımadası’nda başlayan ideal düzen yerini giderek servet ihtirasına kapılan zengin bir zümreye bıraktı. Arap çöllerinin yoksul bedevileri İslamiyetin yayılması için yapılan fetihler sonucu büyük servet sahibi oldular.

Halife Osman, büyük bir ordu ile Türk illerinin fethine girişti. O zaman Türk illeri Çin-Bizans ticaret oylları üstünde kuruluydu. Küçük beyliklerden oluşan Türk illeri Arapların büyük ordularına karşı koyamadı. Türklerin büyük serveleri yağma edilerek Arabistan’a göürüldü.

Araplar, İran ve Türk illerinde yaşayan halklara zulmetmeye başladılar. Bu ülkeler Arap saltanatının arka bahçesi gibiydi. Arapların amacı bu arka bahçeyi Müslümanlaştırmaktı.

Türkler Şaman dininde, İranlılar ise, Zerdüşt idi. Araplar Zerdüşt mabetlerini kapadılar, içlerindeki tüm kıymetli eyalara el koydular.

İran’da, İslamiyetin doğuşundan 1100 yıl önce (İ.Ö.535) kurulmuş bir imparatorluk vardı. İran ulusu, Asya’dan Yunanistan’a kadar uzanan (Anadolu, Akdeniz, Mezopotamya) bir uygarlığın yaratıcısıydı. İranlıların kendi topraklarında doğup biçimlenen bir dinleriyle, inanç kavramları vardı. Bu nedenle, ortaya çıkan ve küçük bir bölgeye egemen olan İslam toplumunun görüşlerini kolayca benimsemeleri mümkün değildi.

Yeni doğup gelişen ve bütün gücünü yeni bir dinden alan Arap egemenliğine, İran’ın hoşgörüyle yakaşması beklenemezdi. Çünkü, İslam dininin tutunması ve yayılması, İran ve Bizans İmparatorluklarının sarsılmasına, yıkılmasına bağlıydı.

İran gelişip büyümesi artık son sınırların avaran çok eski bir devletti. İran ordusunun gücü ayaklanmalar, saldırılar karşısında giderek zayıflamaktaydı. Yeni kurulmuş islam devleti ise, yeni inancın verdiği dinamizmle umutlu ve atılgandı. Din için savaşmak, dini yaymak için ölmek mutluluk sayılmaktaydı.

Duraklama dönemine girmiş İran’ın bu yeni güç karşısında bütünlüğünü koruyabilmesi için kendine yeni bir direnme kaynağı bulması gerekiyordu.

İşte, Arap saldırıları karşısında gerileyen İran’ın islamiyetin “hilafet” sorununa Ali ve Ehlibeyti savunması rastgele bir olgu değildir.(16)

Ali sevgisinin İran’da yayılmasında giderek ayrı bir mezhep olmasında bu çelişkinin de payı vardır. Yani Şiiliği, bir anlamla Emevilerin Arap ırkçılığı ve özellikle İran düşmanlığı doğurmuştur denebilir.

Şiilik, İranlıların İslam dinini kendi kültürlerine göre yorumlamalarıdır. Kur’an’a inanan Şiiler, Sünni inancına göre hazırlanan fıkıh, kelam, tefsir gibi konularda farklı görüşler savunurlar.

Bir başka deyişle Arap-İran olayı bir yanı ile inanç olayı olmaktan çıkıp, egemenlik sorununa dönüşmüştür. bu çok eski ve köklü uygarlığa sahip olan Acemlerin çölden gelen Bedevilere boyun eğmeyi reddetmelerinden kaynaklanan bir olaydır.

Üç asırlık bir direnmeden sonra Oğuz Türkleri 10. asırda kitleler halinde İslamiyeti kabul etmeye başladılar. Fakat amanlıklarını da bırakmadılar. Bu arada İranlılar da İslamiyeti kabul etmeye başlamakla birlikte Şiiliği seçtiler. Onlar gibi İran Azerbaycan’ında bulunan Türkler de Şiiliği benimsediler.

İran ülkesi Şiiliği kabul etmekte huzura kavuşmadı. İran Arap mücadelesi sürüp gitti.

Şiiler, İran’da Büveyhoğulları adıyla bir devlet kurdular. Büveyhoğulları, Ebu Süca Büveyh tarafından kurulmuş bir hanedanlıktı. Büveyhilerin hakimiyeti miladi 1055 tarihinde Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in Bağdat’ı alışıyla sona erdi.

Müslümanlığı kabul eden Oğuz Türkleri ise, Arap nüfuzundan kurtularak ilk Müslüman Türk devleti olan Samanoğulları devletini, sonra da Karahanlılar devletini kurdular. Oğuz Türkleri bu devletlerin yıkılmasından sonra İran’da Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu kurdular. Bu Şiiliğe büyük bir darbe oldu.

Büyük Selçuklu Devleti, İran’da Rey şehrini merkez yaparak bütün İran’a hakim oldu. İranlılar Araplardan sonra bu kez de Türklerin hakimiyeti altına girdiler ve Şiilik bir dönem için sindi.

Selçuk Sultan ölünce yerine 1040 tarihinde Tuğrul hükümdar oldu. Bu Şiiliğin karşısına artık Sünni Türklerin çıkmaya başladığı anlamına geliyordu. Tuğrul’un ölümünden sonra tahta Alp geçti. Alp Aslan’ın veziri Nizamülmülk koyu Sünni bir yönetim kurdu.

İran’da bu kez de Hasan Sabah’ın kurduğu Batınilik kuvvet buldu. Batınilerle çok uğraşan Nizamülmülk bu tarikat mensuları tarafından öldürüldü.

Selçuklu sultanlarından Tuğrul, Alp Aslan, Melikşah ve Sencer koyu birer Sünnilik savunusuydular. İran’da Büyük Selçuklu Devleti Moğolların işgali ile yıkılınca, Moğollar Irak’ı işgal ettiler. İran’da İlhanlılar devletini (miladi 1265-1337) kurdular, İlhanlı hükümdarı Gazan Han İslamiyeti kabul etti.(17) Bu devirde birçok şii bilim adamı Şii mezhebinin inanç ve fıkıh esasları hakkında önemli eserler verdiler.

Gazan Han’dan sonra hükümdar olan kardeşi Olcayto Şii oldu. Şii şeyhleri Olcayto’nun sarayına doldu. Hükümdar Olcayto Şiiliğin yayılması için çok çaba harcadı; bu dönemde Şiiliği tanıtan eserler yazılıp İmparatorluğun her yanına gönderildi. Olcayto, Hz. Ali adına para bastırdı ve üstlerine “Ali Veliyyullah” ibaresini yazdırdı. Hükümdar Olcayto Ebubekir, Ömer ve Osman’ın isimlerinin anılmasını da yasakladı.(18)

İlhanlılar devletini Timurlenk ortadan kaldırdı. Timurlenk’ten sonra kurulan Akkoyunlu devleti Doğu Anadolu ve İran’a hakim oldu. Akkoyunlular Şiiliği devlet dini olarak kabul etti. İran’da Akkoyunlu devletini gene Şii olan Safeviler ortadan kaldırdı. Şiilik, Safeviler döneminde, özellikle de Şeyh Safiyüddin’in hükümdarlığı döneminde güçlendi.

Safiyüddin, 1252 yılında Hazer denizinin Güneybatı sahilinde Erdebil civarında doğdu. Dedesi Firüz Şah, Sincarlı bir Kürdün soyundan gelmektedir.(19)

Safiyüddin çocukluğunu doğduğu şehirde geçirdikten sonra, Hazer denizi kıyısındaki Ceylan şehrine gitti. Bu şehirde Şeyh Zahidi’nin yanına mürid olarak girdi. O sırada şeyh 60, kendisi 25 yaşındaydı. Şeyh Zahid vefat edince Safiyüddin, onun kızı Bibi Fatma ile evlenerek Şeyhin postuna oturdu. O sırada İran’da İlhanlı egemenliği hüküm sürüyordu. ilhanlıların veziri şehre büyük saygı gösteriyordu.

Bir gün Emir Çoban şeyhe; “Bizim askerlerimiz mi çoktur, yoksa sizin müridleriniz mi” diye sorar. Şeyh de; “Sizin askerlerinizin cümlesi benim müridimdir” diye cevap verir.

Şeyh Safiyüddin 1335 tarihinde öldü. Yerine oğlu Bedrettin posta oturdu. Torunu Hoca Ali onun oğlu da Seyit İbrahim’dir.(20)

Şiilik, Anadolu’ya Hoca Ali zamanında girmiştir. Osmanlılar bu şeyhlere “Çerağ akçesi” adı altında değerli hediyeler gönderirlerdi.

Timurlenk, Ankara savaşının galibi olarak Semerkant’a dönünce Erdebil tekkesine uğrayarak Şeyh Hoca Ali’yi ziyaret etti, ona birçok vakıf bağışladı.

Yıldırım Bayezıt’la Timurlenk arasındaki savaş Şiiliğin zaferi zaferi şeklinde yorumlanmıştır. Timur, esir aldığı 30.000 Türkü Şii şeyhi Hoca Ali’nin isteği üzerine serbest bıraktı.

ŞEYH CÜNEYT

Babası Şeyh İbrahim’in yerine 1447’de posta oturdu. Babasının 6. oğluydu. Tekke postuna çok genç yaşta geçen Cüneyt, Şii tarikatını yeniden düzenledi. Şeyhlik kıyafetin ibırakarak, hükümdar gibi giyindi.

O sırada Ortadoğu’da üç büyük devlet vardı:Anadolu’da Osmanlı İmparatorluğu, Mısır’da Memluk Devleti ve İran’da Akkoyunlu Devleti.

Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah Şeyh Cüneyt’den korktuğu için O’nu Erdebil’e sürdü. Cüneyt Anadolu’ya geldi. O tarihte Osmanlı tahtında 2. Murat bulunuyordu. 2. Murat’a değerli hediyelerle gelen Şeyh Cüneyt, padişahtan Kurtbeli’nde oturma izni istedi. 2. Murat Şeyhin bu talebini veziri Halil Paşa’ya iletti. Vezir şu cevabı verdi “Padişahım, bana göre yedi derviş bir postta oturabilir. Fakat iki hükümdar bir tahta sığmaz.”

2. Murat, şeyhe 200 duka altın, gelen dervişlere de 100’er akçe verdi ama, isteklerini kabul etmedi.

Şeyh Cüneyt bu kez Karaman Beyliğine gitti. Konya’da Şeyh Sadrettin tekkesine misafir oldu. Ne var ki Şiilik fikirlerini yayıyor gerekçesiyle buradan da kovuldu. Şeyh Cüneyt dah asonra Toroslar’da yaşayan Varsak Türkmenlerinin arasına girdi. Varsaklar, Şeyhi himaye ettikleri gibi kendileri de Şii oldular. Fakat Karaman Beyi İbrahim Bey, Varsak Türkmenlerine haber göndererek Şeyhi tutuklamalarını istedi.

Türkmenler emri dinlemeyip şeyhi kaçırdılar. O da İskenderun’daki Arus Dağı üzerinde bir mağaraya çekildi. Bir tekke kurarak Şiiliği yaymaya çalıştı, kısa zamanda çok sayıda taraftar topladı.

Bölgede bazı karışıklıkların ortaya çıkması üzerine şeyh buradan ayrılarak Karadeniz’deki Canik dağlarına gitti. Samsun’a yerleştikten kısa bir zaman sonra çevresine birkaç bin silahlı mürit topladı. Kuvvetleriyle 1456 yılında Trabzon Rum İmparatorluğu’na bir akın düzenledi. Bu savaş sırasında birçok Rum prensi öldü. Rumlar Trabzon kalesine kaçtı. Şeyh Cüneyt bu kaleyi üç gün boyunca kuşatma altında tuttu. Ancak, Fatih Sultan Mehmet, Hızır Bey ile Trabzon’a kuvvet gönderince geri çekildi.

Trabzon’dan gelen Şeyh Cüneyt’i ihtişamlı bir törenle karşılayan Uzun Hasan, Karakoyunlulara düşman olan Şeyh Cüneyt’ten yararlanmak istiyordu. Şeyh diyarbakır’da üç yıl boyunca misafir kaldı. Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Begüm ile evlendikten sonra ise, serbest olarak Şiilik propagandası yapmaya başladı.

Şeyh Cüneyt bir kısım müridi ile birlikte uzun yıllar kaldığı Anadolu’dan Erdebil’e döndü. Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah, O’nu ikinci kez memleketinden kovdu, Şeyh Cüneyt, yolda Cihanşah’ın askerleri ile tutuştuğu savaşta bir ok yarası ile öldü. (1460) Cesedini müridleri kaçırarak Erdebil’e götürdüler. Türbesi, şimdi Şiilerin ziyaretgahı haline gelmiştir.

ŞEYH HAYDAR

Şeyh Cüneyt’le eşi Hatice Begüm’ün çocuğudur. Haydar (ya da Arslan) 9 yaşına gelince babasının yerine halife olmak için Erdebil’e gitti. Bu arada Uzun Hasan 1473 Otlukbeli Savaşı’nda Fatih Sultan Mehmet’e yenilmiş, hükümet merkezini de Tebriz’e taşımıştı. Bu yenilgiden 5 yıl sonra da Uzun Hasan ölmüştü.

Haydar, Uzun Hasan’ın eşi Despina Hatun’un kızı Marta ile evlendi. Bu evlilikten doğan üç çocuktan biri İran’da Safevi devletinin kurucusu olan ŞAH İSMAİL’dir.

Şeyh Haydar derviş hırkası giyer, başına sofu takkesi takardı. Müridleri ise derviş entarisi giyer, başlarına sürahi şeklinde Haydari denilen bir külah takarlardı. Kırmızı renkli bu külah 12 dilimliydi. 12 dilim 12 İmamı, kırmızı ise Ehlibeyt ile kan kardeşliği anlamına geliyordu. Bu kızıl renk aynı zamanda Hz. Ali’ye bağlılığın da simgesiydi.

İşte bu kırmızı külahlı haydari dervişleri gören Sünniler bunlara Kızılbaş dediler. Bu tabir daha sonra bütün Şii ve Aleviler için kullanılır oldu.

Bu kızıl Haydari külahı, Şah İsmail de kullanmıştır. Bu külah bir tarikat tacının ötesinde siyasi bir fırkanın askeri serpuşunu ifade ediyordu.

Anadolu Alevilerinde ayrıca Şamanlıktan gelen kırmızı keçe külah giyme alışkanlığı da vardır.

Şeyh Haydar, 1488 yılında Şirvan’a üçüncü seferini yaptı. Şirvan Şahı Feruh Yesar, çok iyi hazırlanmış olduğu halde Haydar ile mücadele edemeyeceğini anladı ve kaleye kapandı. Bir yandan Haydar’ı oyalarken, bir yandan da akrabası Akkoyunlu Yakup Bey’den yardım istedi.

Şeyh Haydar ve adamları bütün güçleriyle savaştılar. Fakat Şeyh aldığı ok yarası ile ölünce ordu yenildi. (Ağustos 1488)

Şeyh Haydar öldürülünce, müridler bu kez onun büyük oğlu Ali’nin etrafında toplandılar. Babalarını da öldüren Yakup Bey, tehlikeyi anlayınca üç yeğenini (Ali, İsmail, İbrahim) anneleri ile birlikte kaleye hapsetti. Onlar burada dört buçuk yıl hapis kaldı.

Şeyh Haydar’ın büyük oğlu Ali düşmanlarıyla savaşırken bir tuzağa düşürülüp öldürüldü. İsmail’i annesi Marta Hatun’un, Erdebil tekkesinde gizlediği söylenir. Aba ya da Ebe adlı bir kadının İsmail’i Erdebil’de Anadolulular (Rum) mahallesindeki evinde sakladığı rivayet edilir.

İsmail bir süre sonra Reşt’e, oradan da Lehistan’a gitti. On üç yaşındayken Erdebil’e döndü. Bu sırada Akkoyunlu devleti sarsıntı geçirmekteydi.

ŞAH İSMAİL (1486-1524)

Genç Şah ismail, artık yeni bir devlet kurmaya adaydı. Şiiler Şah İsmail’in etrafında bir araya geldiler. İsmail, babası Şeyh Haydar’ın yerine şeyhliğini ilan etti. Büyük dedesi Şeyh Safiyüddin’den dolayı devlete Safevi Devleti adını verdi. Şiiliği de bu devletin resmi dini olarak kabul etti.

Şah İsmail’in yönetimine Anadolu’dan büyük sempati besleniyordu. Anadolu’nun her yanından bölük bölük Türkler şahı ziyaret için Erdebil’e dolup taşıyorlardı.

Şahı ziyarete gelenler, “Ustacalu, Rumlu, Şamlu, Sivas, Amasya, Tokat bölgelerinin yerleşik Türk halkı, Tekeli (Antakya Bölgesi); Zülkadir (Dülkadir), Anadolu’daki Karaman bölgesi, başta Turgutlular olmak üzere, Varsaklar (Tarsus bölgesi) vs. idi.”(21)

Ustacalu Mirza Beg, oğlu Muhammed Beg, Şamlu abdi Beg de kalabalık maiyetleri ile gelenler arasında bulunuyordu.

Şah İsmail’in 1501 yılında Erzincan’a gelmesini ve müridlerinin etrafında toplanmalarını tarihçiler, “Artık baş ile gövde birleşmiştir” şeklinde yorumlarlar.

Şah İsmail 1501 yılında Şirvan ülkesine gitmek üzere Erzincan’dan ayrıldığı zaman, buyruğunda yedi bin kişilik bir kuvvet bulunuyordu. Şirvan ülkesine sefere giderken hem babasının öcünü almayı, hem de bu zengin ülkeden elde edeceği ganimetleri yoksul müridlerine dağıtmayı planlıyordu.

Şirvan ordusunu ağır bir yenilgiye uğratan Şah İsmail’in ordusu, kaçan Ferruh Yesar’ı da öldürdü.

Daha sonra Şurür savaşı ile Azarbeycan’ı alan Şah İsmail, Tebriz’de şahlık tahtına oturdu. 12 İmam adına hutbe okutup para bastırdı. İsmail bu sırada 15 yaşında idi.

Şah İsmail önderliğinde bu derece kuvvetlenen Şiilik, Osmanlı İmparatorluğu’nu da tehdit etmeye başlamıştı. Anadolu Alevileri ve Türkmen aşiretleri Şah İsmail’in etkisi altındaydı artık. Üstelik Şah İsmail ordusu ile Mazenderan ve Şirvan’ı aldığı gibi Dulkadir beyini, Akkoyunluları, KArakoyunluları ve Özbek beylerini de mağlup etmişti. Bunlar, Şah İsmail’in savaş meydanlarında kaldığı 14 yıl boyunca mağlup ettiği 14 hükümdardan yalnızca birkaçıydı. Şii Şah İsmail’in bu zaferden zafere koşuşu Anadolu Alevileri’nin Şah’a göçünü hızlandırdı. Bunu engellemeye çalışan 2. Beyazıd birçok Aleviyi Mora’ya, Girit’e Modon ve Koron’a sürdü.

YAVUZ SULTAN SELİM’İN İRAN SEFERİ

Osmanlı İmparatorluğu’nun dokuzuncu padişahı Yavuz Sultan 1512 tarihinde tahta geçti. Babası 2. Bayezıd’in son döneminde memlekette düzen bozulmuştu. Yavuz için en büyük tehlike de Anadolu’daki Şii-kızılbaş varlığı idi.

Hatta, Amasya’daki Osmanlı şehzadesi Murat bile Kızılbaş olmuş ve törenle taç giymişti. Bu dönemin bu açıdan öteki önemli olayları; Tokat Şehri ileri gelenlerinin Şah İsmail adına hutbe okutması, Şehzade Murat’ın 10 bin Kızılbaş ile Kazova’da Nur Halife (Kızılbaş dedesi) ile birleşmesi ve Nur Halife’nin Sivas, Tokat ve Amasya Kızılbaşlarından çok önemli bir kitleyi İran’a götürmesiydi.

O sıralarda Osmanlı-Safevi sınırı Sivas’a bağlı Suşehri kazasından geçiyor. buradan Fırat nehri izlenerek Memluk-Safevi sınırına varılıyordu. Divriği, Darende, Malatya ve Ayıntap Memluklerin; Kemah Kalesi, Harput ve Urfa da Safevilerin sınır kentlerini meydana getiriyordu.

Zaten Safevi devletinin kuruluşunda Türk öğesi ağırlıktaydı.

II. Bayezıd’in Anadolu’da Şiiliğe karşı Bektaşiliği tuttuğu Balım Sultan’dan el aldığı, Bektaşi olduğu iddia edilir, buna örnek olarak da onun Hacı Bektaş-i Veli türbesini yaptırdığı ve bu tarikat mensuplarına çok iyi davrandığı gösterilir.

Yavuz, tahttan indirdiği babası 2. Bayezıd’i Bektaşilerin merkezi olan Dimetoka’ya sürgüne gönderir. Tahta geçmek için kardeşlerini ve babasını öldürdükten sonra, Şiilik meselesini ele alır.

Yavuz, Şiiliği ve Bektaşiliği kendisi için büyük tehlike olarak görüyordu. Özellikle Safevi Devleti ve Anadolu’da çok sayıda taraftarı olan Şah İsmail’in varlığı onu rahatsız ediyordu. Böyle devam ederse Şah İsmail ve Safevi devleti Anadolu’ya hakim olabilirdi. Anadolu’da Safevi devleti ve Şah İsmail’e sempati besleyen önemli bir Alevi kitle vardı. Anadolu’nun Safevi devletinin bir parçası, vilayeti vb. olması hiç de uzak bir ihtimal değildi.

Sünni Sultan Yavuz Selim bu tehlikeyi ortadan kaldırmak istiyordu. Ona göre bunun yolu da önce Şah İsmail’in Anadolu bağlantısı olan Alevi halka bir ders vermek, sonra da Şah İsmail’in kendisiyle hesaplaşmaktı.

Yavuz Sultan Selim, İran seferinden önce, Anadolu’ya adamlarını göndererek Anadolu’daki Alevilerin sayısını ve gücünü belirlemelerini istedi. Yapılan sayımda Anadolu’da resmi olarak 40.000 Alevi olduğu saptandı.

Yavuz, İran seferine Anadolu’dan başladı. Önce bu deftere geçen 40.000 Alevinin katledilmesi emrini verdi. Bu emirle o güne kadar Anadolu’da eşi görülmemiş büyük bir katliam başladı. Alevi yerleşmelerinde taş taş üstünde kalmadı. Alevi inançtaki insanlar en ücra Alevi köylerinde bile yediden yetmişe katledildi, kaçanların aylarca dağlarda izi sürüldü. Bu kıyımdan yalnızca kuş uçmaz kervan geçme yerlere kaçan Aleviler kurtulabildi.

Anadolu’da Alevilerin hayatlarını bugün de en ücra köy ve mezralarda; susuz, yolsuz, yüksek karlı dağların arkasındaki yerleşmelerde sürdürmelerinin sebebi budur. Onları o yüksek dağların görünmeyen yamaçlarına işte bu can korkusu atmıştır. Bu korku verme yöntemi Osmanlıların resmi politikası olarak varlığını asırlar boyunca sürdürmüştür.

Bu yüzden Alevi insanı şehre ve onun nimetlerine asırlarca muhtaç kalmış, yeni yen imağarasından, mezrasından çıkıp insanlığa elini uzatmıştır.

Yavuz’un İran öncesi Anadolu’da giriştiği bu katliamdan Bektaşi geleneğine göre yetiştirilen ve bir anlamda “Bektaşi” de denebilecek Yeniçeriler rahatsız oldu. Yavuz, bu kez farklı bir siyaset izleyerek kendisinin; Şah İsmail’in adamlarına karşı olduğu Bektaşiliğe karşı olmadığı imajını vermeye çalıştı. Hatta kulağını Bektaşi usulü deldirerek balım Sultan küpesi taktırdı. Bu çabalarının sonucunda da Yeniçeri Bektaşilerin ve Türk Alevilerin bir kısmını ikna etti.

Yavuz’un çok hırslı bir devlet adamı olduğu, dünya haritasını önüne açarak, “Bu dünya bir padişaha az gelir” dediği söylenir.

Yavuz’un İran Seferi’nde iki amacı vardı:Bunlardan biri, doğuda Şiiliği temizleyip Horasan ile birleşmek, ikincisi ise, Mısır’ı fethederek dünya ticaret yollarını ve hilafeti elde etmekti. Yavuz böylece bütündünya Müslümanlarının halifesi olduktan sonra Hz. Ali’den bu yana devam eden hilafet sorununu da halletmeyi umuyordu.

Yavuz, İran Seferi’ne 20 Nisan 1514 tarihinde başladı. Yolda kıtlık başgösterdi. Yeniçeriler bu sefere karşı çıktılar ve isyan çıkardılar. Yavuz, seferden vazgeçilmesini isteyen çocukluk arkadaşı Karaman Beylerbeyi Hemdem Paşa’yı derhal başından vurdurup öldürttü.

Erzincan’ın Tercan bölgesine geldiğinde askerler açıkça itaatsizliğe başladı. Yeniçeriler parçalanmış çarıklarını mızraklara takarak “istemezük” diye bağırıp kazan kaldırdılar. Hatta Yavuz’u öldürmek için çadırına kurşun atıldı.

Bütün bu karşı koymalara rağmen, Yavuz planından vazgeçmedi. Hatta askerin karşısına çıkarak şöyle konuştu:“...Düşmana yaklaştığımız şu anda alçakça bir tavırla geri dönmeyi istemek, kahramanlık azmine yakışır mı?Kahramanlık göstermekten korkanlar karılarının yanına dönsünler siz harbe gitmezseniz ben yalnız başıma giderim.”(22)

Bu ateşli konuşma bir kısım askeri coşturdu. Bu coşkuyla yola devam ediydiyse de, yolda bir yeniçeri, Yavuz’un yolunu keserek öldürmek istedi. Ama asker yakalanarak derhal öldürüldü.

Yavuz’un İran Seferi’ne ordunun özellikle yeniçerilerin karşı koyduğu kesindir. Buna karşılık Yavuz’u destekleyenlerin de bulunduğunu gösteren herhangi bir belge ele geçmiş değildir. Örneğin, ulema bile bir hamiyyet gösterisi yapıp Yavuz’u desteklediğine ait bir tutum içine girmez. Bu konuda Yavuz’un lehinde bir delil olmamasına Prof. Dr. Faruk Sümer oldukça üzülüyor. Bu duruma “hayret verici” bir gerçeklik diyor.(23)

Defterdar Piri Mehmet Paşa ise taarruzla ilgili olarak şöyle diyor:

“Akıncıların büyük bir kısmı Alevidir. İhtimal bunlar gizlice düşmanın Şiilik mezhebine inandırılmış olabilirler. Bunlara düşünme vakti bırakıldığı takdirde onların tarafına geçmeleri ve hiç olmazsa isteksiz ve gevşek hücum etmeleri ihtimali vardır. Bu sebeple muharebenin tehiri tehlikeli olabilir. Şafakta taarruza geçilmesi doğru olur.”(24)

Bu savaşta Osmanlı ordusunun mevcudu 120 bindi. Bunun 80 bini sipahi, 10 bini de yeniçeriydi. Şah İsmail’in kuvveti ise sayıca bunun yarısı kadardı. Üstelik Safevi ordusu ateşli silahlardan da mahrumdu.

Çaldıran Savaşı’nı Osmanlı ordusu kazandı. Şah İsmail’in ordusundan 14 Han, Yavuz’un ordusundan 10 Sancak beyi öldürüldü.

Şah İsmail’in bütün mal varlığı, hazineleri Osmanlı’nın eline geçti. Şah İsmail’in eşi Taçlı Hatun’un esir düştüğü savaşta çok sayıda asker öldürüldü.

Çaldıran mağlubiyeti zaferden zafere koşan Safevi hükümdarında derin bir manevi çöküntü yarattı ve Şah İsmail kendini içkiye verdi.

Yavuz, Çaldıran dönüşünde de Anadolu’nun kilidi olan erzincan-Kemah kalesini fethetti. Şah İsmail’in Erzincan Valisi Rumlu Nur Ali Halife’yi de, Dersim Ovacık’ta Tekir Yaylası denilen yerde ağır bir yenilgiye uğrattı.

Böylece Safevi devletinin Anadolu’daki genişlemesi kesinlikle engellendi. Çaldıran zaferi Doğu Anadolu’yu Osmanlı’ya açmıştı ama, bu Osmanlı-İran savaşlarının bittiği anlamına gelmiyordu. Ayrıca bu seferlerin sonucu olarak Celali ayaklanmaları da tarih sahnesinde baş göstermişti.

Böylece kuruluşunda önemli ölçüde Türk, Türkmen, Kürt ve Şii nüfusun olduğu Safevi devletini gene Türk ama Sünni Osmanlı devleti yenilgiye uğratmış oldu.

Çaldıran’da karşılaşan iki ordunun askerlerinin çoğunluğunun aynı dili (Türkçeyi) konuştuğunu birçok tarihçi yazar.

Gene çoksayıda tarihçi Safevi devletinin hem dayandığı kitle açısından hem devlet teşkilatı v ekültür bakımından tarihte Türk devleti olarak geçen birçok devletten daha çok Türk özellikleri taşıdığını öne sürer. Safevi devletinin resmi dili de Türkçeydi.

Doğan Avcıoğlu bu konuda, “Safevi devleti, onaltı Türk devleti arasında yer alan Gazne ve Hindistan Babür İmparatorluklarından, hatta İran Büyük Selçuklu Devletinden daha çok Türk devletidir” diye yazar.(25)

Yavuz Sultan Selim, Çaldıran zaferinden sonra, 1517 yılında Mısır’ı fethederek Şii İsmaililerin devletine de son verdi. Yani Yavuz’un doğu seferi Şii savaşıydı. Mısır’ı fetheden Yavuz, Mısırlıların elinden hilafet makamını da aldı. Asırlardır birçok savaşa ve müslüman kanının dökülmesine sebep olan hilafet artık Osmanlı’daydı.

Yavuz Sultan Selim, koyu Sünnilik taraftarı idi. Hilafet makamını elde ederek üç yüz milyon Müslümanın halifesi olmak O’nun en büyük ideallerinden biriydi.

ŞAH İSMAİL’DEN HUMEYNİ’YE

Şah İsmail, yalnızca Safevi devletini kurup geliştiren başarılı bir hükümdar değil, aynı zamanda Şii-Alevi inançtaki kitlenin ruhani lideriydi. Bu kitle, Şah’a büyük saygı ve muhabbetle bağlıydı. Şah İsmail, Emevilerin İslamiyet anlayışına karşı Hz. Ali ve Ehlibeytin başlattığı mücadeleyi tavizsiz bir şekilde sürdürüyordu.

Şah İsmail, devlet adına bastırdığı sikkelere On İki İmamın isimlerini yazmakla yetinmedi. Tüm hutbelerde Hz. Ali ve Ehlibeyte yer verdi. İslamın şartlarından biri olan, kelime-i şahadet getirme ifadesinin sonuna, “Aliy-ül Veliyullah” ibaresini getirdi. Bunda, Hz. Ali’nin ermişliğine olan önem vurgulanıyordu.

Camilerde ve toplulukların bulunduğu her yerde Halife ve Ebu Bekir, Halife Ömer, Halife Osman ile Muaviye ve Yezid’e lanet okuyan Şah İsmail, aksine hareket eenleri katletme emri verdirmişti. Ayrıca adı geçen bu isimlerin kullanılması da yasaktı.

Şah İsmail, İslam tarihinde Hz. Muhammed’in soyuna yapılan haksızlıklara karşı amansız bir savaş açmış, Hz. Muhammed ve Ehlibeyti’nin en büyük savunucusu olmuştu. Bunun sonucunda da İslam şovenizmi ve Arap ırkçılığı yapan Emevi ve Abbasi düşmanı kitlelerin büyük desteğini almıştı.

Anadolu’da da Şah İsmail’e sempati duyan, Ali ve Ehlibeyte sevgi ve bağlılık gösteren önemli bir kitle vardı. Osmanlı İmparatorluğu kurulduktan sonra Osmanlı koyu Sünniliği devlet dini olarak seçip Ehlibeyt yanlılarına düşmanca davranmaya başlayınca İran’a ardı arkası kesilmeyen bir Alevi göçü başladı. Bu durum, Yavuz Sultan Selim’in İran seferine kadar devam etti, ondan sonra ise, gizli gizli sürdü.

Yavuz’un İran seferinden sonraki göçlerden birini o yıllarda Venedik elçisi olan Membre, şöyle anlatıyor:

“Tam o gün (Ağustos 1539) Erzincan’dan Türkmen Ali adında biri sekiz yüz ev ile Şah’a gelmişti. Altı yüz kadar da silahlı adamı bulunuyordu. Şah’ın etrafında “Allah, Allah” diye bağırıyorlardı. Şah da onları teker teker kabule başladı. Her içeri giren onun ayağını öpüyordu. Şah onlara taç veriyor, müridler de hediyelerini sunuyorlardı. Şah onları memleketin üç kısmına dağıttı: Horasan, Şirvan, Aras.

Anadolu’dan yani Adana’dan bir adam geldi. Getirdiği hediyelere karşılık Şah’tan bir mendil almak istemiş. Mendili alan Türk, ellerini havaya kaldırıp Allah’a hamdetti, sonra başını yere koyup “Şah, Şah” dedi. Çok memnun olarak ayrıldı. Bunun ne olduğunu sordum; teberrük (hediye) olduğunu söylediler. Türk’ün babası evde hasta yatarken rüyasında Şah’ı görmüş, iyileşmesi için o mendili elde etmek istemiş. Böyle gizli olarak her sene çok kimse ziyarete gelmektedir.”(26)

Yavuz, İran seferi dönüşünde (1518) Bolu kadısı Mevlana Hişam’ın Şah İsmail ile ilişkisi olduğunu haber aldı. Yavuz’un gönderdiği askerler kadıyı Merzifon’da yakalayıp halkın gözü önünde astı. Şah İsmail’in Osmanlı Ordusu içinde de önemli miktarda taraftarı vardı.

Şah İsmail, bu özelliklerinden başka, iyi bir hatip ve şairdi. “Şah Hatayi” mahlası ile şiirler yazan ve bir divanı olan Şah İsmail şiirlerini kolayca anlaşılabilir bir Türkçeyle yazmıştır.(27)

Şah İsmail’in Anadolu halkı arasında yüzyıllar boyu süren sevgisi bugün de bitmiş değildir. Osmanlıların halka karşı yaptığı haksızlıkları düzeltmek için Anadolu halkı, sürekli Şah İsmail’den yardım beklemiştir.

Şah İsmail’in “Şah Hatayi” mahlası ile yazdığı bir şiirinin sözleri şöyledir:

Ela gözlü pirim geldi

Duyan gelsin işte meydan

Dört kapıyı kırk makamı

Bilen gelsin işte meydan

Hudey hudey dostlar hudey

Hudey hudey canlar hudey

Ben pirimi hak bilirem

Yoluna kurban oluram

Dün doğdum bugün ölürem

Ölen gelsin işte meydan.

Hudey hudey dostlar hudey

Hudey hudey canlar hudey

Bağ olan yerde bağ olur

Gül olan yerde hav olur

Bu sistemler çok zor olur

Çeken gelsin işte meydan.

Hudey hudey dostlar hudey

Hudey hudey canlar hudey

Şah Hatayi der sırrını

Ortaya koymuş serini

Nesimi gibi derisin

Yüzen gelsin işte meydan

Hudey hudey dostlar hudey

Hudey hudey canlar hudey

Şah Hatayi’nin bu şiiri bugün bile Anadolu Alevilerinin Cem ayinlerinde bağlama eşliğinde sık söylenen ve çok sevilen parçasıdır.

Burada geçen Nesimi, Hallac-ı Mansur’un “Enel Hak” (“Tanrı benim” veya “Tanrı insandadır”) düşüncesini savunduğu için çağın egemenlerince derisi canlı canlı yüzülerek öldürülmüş bir Alevi düşünürdür.

Şah Hatayi, burada hem haksızlıklara karşı meydan okuyor, hem de kendine Nesimi’yi örnek alarak Nesimi ve Hallac-ı Mansur düşüncesinin de savunucusu ve devamcısı olduğunu vurgulamak istiyor.

Osmanlının yaptığı haksızlıklara karşı şahların yanında olmak ve onların yönettiği bir ülkede yaşamak Anadolu Alevilerinin siyasal ideallerinin esasını oluşturuyordu.

Yavuz, İran seferi ile Şah İsmail ve Alevilere önemli bir darbe vurmuştu. Ama Alevi-Sünni meselesi hallolmamış, Alevilere karşı bu kez de devlet terörü almış yürümüş, Anadolu’da Omanlıya kaşı Alevi kökenli başkaldırılar artmıştı.

Aslında sorunun temeli salt dinsel değildi. Temelde ekonomik ve sosyal karakterli baskılar yatmakta idi. Anadolu insanı, Osmanlı’nın sömürü ve baskı rejimine karşı, eşitlik ve adalet bahşeden İran şahlarını kurtarıcı olarak görüyordu. Bu insanlar şahları 12. İmam (Mehdi) olarak görüyorlar, bir gün gelip kendilerini kurtaracaklarına inanıyorlardı.

Anadolu insanı bu inançtan aldığı güçle, uğradığı toplumsal haksızlıklara karşı isyan ediyordu. Osmanlının katmerli sömürü ve zulmünü yaşayan Alevi kitleler için ayaklanmadan başka yol yoktu.

İşte Alevi ozan Pir Sultan Abdal halkın şahlara olan özlemini şöyle dile getiriyordu:

Hak’tan inayet olursa

Şah Urum’a gele bir gün

Gazada bu Zülfükar’ı

Kafirlere çala bir gün

Çeke sancağı götüre

Şah İstanbul’a otura

Ferenk’ten yesir getire

Horasan’a sala bir gün

Pir Sultan’ın işi ahtır

İntizarım güzel Şah’dır

Mülkiyesi padişahtır

Mülke sahip ola bir gün

Pir Sultan Abdal, bir başka şiirinde ise bu durumu şöyle dile getiriyor:

Yürüyüş eyledi Urum üstüne

Ali nesli güzel İmam geliyor

İnip temanna eyledüm destine

Ali nesli güzel İmam geliyor.

Doluları adım adım dağıtır

Tavlasında küheylanlar bağlıdır

Aslını sorarsan Şah’ın oğludur

Ali nesli güzel İmam geliyor.

16. Yüzyılda Anadolu’da haksızlığa uğrayan yoksul Alevi halkının eli-dili olarak egemenlere karşı militanca mücadele eden Pir Sultan Abdal, padişahın Sivas’taki uzantısı Hızır Paşa tarafından idam edildi.

Pir Sultan Abdal eşitliği; özgürlüğü ve adaleti savunma konusunda yazdıkları ve yaptıkları ile bugün bile örnek alınması gereken birdüşünür ve eylem adamıdır.(28)

İdam sehpasına giderken bile şöyle söylemiştir*)

Alınmış abdestim aldırırlarsa

Kılınmış namazım kıldırırlarsa

Sizde Şah diyen öldürürlerse

Ben de bu yayladan Şah’a giderim.

İşte Şah İsmail ve Anadolu Aleviliği ilişkilerinin temeli kısaca böyle. Kuşkusuz zaman geçtikçe bu ilişki zayıflamış ve yabancılaşmıştır. Şimdi kısaca bu yabancılaşmayı izlemeye çalışalım.

ŞAH TAHMASB DEVRİ (1524-1586)

Şah İsmail, 1524 yılında vefat etti. Öldüğünde 38 yaşında idi. Yavuz Sultan Selim ile yaptığı savaşı kaybedince kendisini içkiye verdiği ve bunun sağlığının bozulması üstüne etkisi olduğu söylenir.

Şah İsmail’in yerine geçen Şah Tahmasb zamanında, Osmanlı-İran arasında Amasya Barış Antlaşması yapıldı (1555). Amasya Antlaşması Tahmasp için önemli bir başarıydı. Bu antlaşma ile İslam aleminin en güçlü devleti olan Osmanlı devleti, Şii Safevi devletini resmen kabul etmiş oluyordu. Buna göre Van Gölü çevresi Osmanlılarda kalıyor, kuzeyde Arpaçay sınır oluyordu.

Tahmasb’ın barışçı, akılcıl ve adaletli bir siyaset güttüğü kabul edilir. İran’da zirai ve iktisadi ticari hayat canlanır, ülke nüfusu artar, halk yönetimi benimser. Kürt düşünür ve tarihçi Şeref Han da Tahmasb yönetimi için, “Adil, akıllı, halka karşı şefkatli bir yönetimdir” der.(29)

Osmanlı’ya karşı Anadolu’da Alevi ayaklanmaları ve İran’a göç, Tahmasb zamanında da devam etti. Ağabeyi Selim ile yaptığı taht savaşını kaybeden Şehzade Beyazıt, 12.000 kişilik taraftarı ile Tahmasb’a sığındı. Beyazıt’ın askerleri arasında Şii mezhebine taraftar askerler de vardı.

Tahmasb, Kanuni’nin tehdidi ve vaadleri karşısında Beyazıt ve oğullarını Osmanlı elçilerine teslim etti. Askerlerden İran’da oymağı olanlar İran’da kaldı. Oymağı olmayan beş bin kişi ise öldürüldü.

AFŞAR VE KAÇAR HANEDANLARI

DÖNEMİ (1737-1925)

Şii ulemanın (din adamları) nüfularının artması, hükümdarlara karşı koymaları ve geniş ayrıcalıklar elde etmeleri sonucunda Safevi Hanedanı gerileme dönemine girdi. Nihayet Nadir Şah, 26 Şubat 1737 tarihinde Safevi Hanedanını devirerek saltanatı ele geçirdi.

Nadir Şah, Afşar aşiretinden bir Türk kumandanı ve Sünni inançta biriydi. Bu yüzden saltanatı ele geçirir geçirmez İran’da Sünniliği yeniden kurdu.

Bu duruma halk ve Şii ulema şiddetle karşı çıktı.

Nadir Şah’ın bu faaliyetleri uzun ömürlü olmadı ve bir süre sonra öldürüldü (1747). Nadir Şah’ın katledilişinden sonra kargaşalık başgösterdi. Bu durumdan faydalanan Kaçar aşiretinden Ağa Muhammed Han 1779 yılında Esterabad’da şahlığını ilan etti.

Kaçar hanedanı döneminde Şiilik kendi seyrinde, devlet desteği olmaksızın gelişmiş, bu durum uzun yıllar devam etmiştir. İran’daki 1905-1906 Anayasa hareketi sırasında Şii ulema önemli rol üstlenmiştir.

Bu Anayasa’da, Şah’ın mutlak hakimiyeti sınırlandırılıyor, oluşturulan beş kişilik bir dini heyet çıkan kanunların şeriata uygun olup olmadığı hakkında karar veriyordu. Ama bu heyet meselesini şahlar tam anlamıyla işletmemişlerdir.

PEHLEVİLER DÖNEMİ (1925-1979)

Sonuncu Kaçar sultanı Ahmet Şah, 1925’te meclis aleyhinde karar alınca huzursuzluklar başladı ve Ahmet Şah ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. O sırada harbiye nazırı olan Rıza Han Pehlevi hükümdar oldu. 25 Nisan 1926’da taç giyen Rıza Han, Şii inancında olmasına rağmen din adamlarının devlet yöynetiminde etkili olmalarına karşıydı. 16 Eylül 1941’de tahtından uzaklaştırılınca yerine oğlu Muhammed Rıza Şah Pehlevi geçti.

Rıza Şah, İran’da geniş reformlar yaptı, din adamlarının rolünü azaltmaya çalıştı. Oğlu Şehin Şah Muhammed Rıza da babasının izinden gitti. “Ak Devrim” denilen reformları yaptı, ama bir yandan da her türlü muhalefeti devlet terörü ile bastırdı, en küçük demokratik hareketi bile kanla cezalandırdı.

Şah’ın “Ak Devrim” dediği şeylere İran’daki dini ulema sert tepki gösterdi. Şii ulema, meseleyi kendi nüfuzlarının kırılması ve dinden uzaklaşma olarak görüyordu.

Şah toprak reformu ile, din adamlarının kontrolü altında bulunan vakıf arazilerine el koymayı amaçlamış, bunda da kısmen başarılı olmuştu.

İran’da, ulema denen din adamları, Safevi devrinden beri halkın her türlü eğitim-öğretim ihtiyacını karşılardı. Bunun bedeli olarak devletten maaş almazlar, kendilerine ayrılmış geniş vakıflardan elde edilen gelirler, “humus” adı verilen vergiler, nikah ve diğer dini hizmetler karşılığı alınan paralarla geçinirlerdi.

Şah bu geliri devlet hazinesine aktararak İmamiye mezhebini camiye hapsetmek veya etkisini sınırlamak istiyordu. Din adamları bu nedenlerle 1960’tan itibaren Şah’a karşı cihat açmışlardı.

HUMEYNİ DÖNEMİ (1979-1989)

Humeyni, 1960 devrimini yabancılar için yapılmış, İran halkına karşı ve tarım düşmanı bir devrim olarak niteledikten sonra, Şah’ı 1906 Anayasasına uymaya çağırdı. Şah bu çağrıya uymayınca ona verdiği sert muhtırada şöyle diyordu:

“Ey genç Şah, babandan ibret al ve kork o günden ki, küfrünü isbatlayan bir fetva ile seni halkın elleriyle kulaklarından tutup layık olduğun yere fırlatırım...”(30)

Bu muhtıraya çok sinirlenen Şah, Ruhullah el-Musevi el-Humeyni’yi 5 Haziran 1963’te hapse attırdı. Askeri Mahkemede İmam Humeyni hakkında idam kararı verildi.

Bu durum üzerine Ayetullah Şeriatmedari, 400 müctehit ile Tahran’da müctehitlerin ortak fetvasını Şah’a sundu. Bu fetvada, 1906 Anayasasında Şah’ın veya herhangi bir mahkemenin müctehit olan birine yargılama yetkisinin kesinlikle bulunmadığı hatırlatılıyor, Humeyni’nin ise, yargılanamayacağı için serbest bırakılması isteniyordu.

Bu direniş üzerine Humeyni serbest bırakıldı. Ayetullah unvanına bir de İmam sıfatı eklendi.

Humeyni’yi sürgün günlerinde destekleyen ve bu muhalefeti başarı ile yürüten kişi Azeri asıllı Ayetullah Şeriatmedari’ydi.

İmam Humeyni ise, imam ve müctehidlerin tam desteğini alarak en üst düzeydeki Ayetullah ve İran’ınen güçlü din adamı olmuştu. Bugün İran’da ona, “Gaib Oniki İmam’ın Halifesi” gözü ile bakılmaktadır. Gücü, Caferi mezhebinin (İsna aşeriyye) imama olan inancından ileri gelmektedir.

İmam Humeyni, Hz. Muhammed’den beri devam eden manevi önderlik halkasının en sonuncusu olarak kabul edilir. Ona; “Ayetullah’l-Uzma İmam Humeyni” ünvanı ile bakılır.

İmam Humeyni hareketi, ABD işbirlikçisi ve Ortadoğu’da emperyalizme karakolluk görevi yapan Pehlevi Şahlığı’nın baskı, zulüm ve sömürüsüne karşı haklı bir başkaldırı olarak başladı, geniş kitlelerin de coşkun desteğini aldı. İran halkının güçlü kolları birleşince Şah Pehlevi soluğu uşağı olduğu Amerika’ya kaçmakta buldu.

İmam Humeyni hareketi, Ortadoğu’daki işbirlikçi İslam yöneticileri için korkulu bir rüya oldu. Başta İslam ülkelerindeki bazı yöneticiler olmak üzere birçok güç, İran halkının yozlaşan İslam yönetimlerine ve emperyalizme karşı onurlu başkaldırısını bastırmak için ellerinden geleni yaptılar.

İmam Humeyni hareketi, İslam ülkeler iiçindeki Şii-Sünni çatışmasının da yaşanan bir örneğidir. İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın genel ilkeler kısmının 12. ve 13. maddelerinde mezhepler ile ilgili olarak şunlar yazılıdır:

“İran’ın resmi dini İslam ve Cafer-i İsna-aşeri mezhebidir (Oniki İmam Mezhebi) ve bu madde sonsuza değin değiştirilemez ve diğer İslam mezhepleri Hanifi olsun, Şafi’i, Malik’i, Hanbeli ve Zeydi olsun tam saygınlığı haizdirler ve bu mezheplerin mensupları kendi fıkıhlarına (hukuklarına) göre dini merasim icrasında serbesttirler ve dini eğitim ve öğretimleri ile Ahval-i şahsiyye (evlenme, talak, irs ve vasiyyet) ve mahkemelerde buna ilişkin davalarda resmen tanınmıştırlar. Ve bu mezheplerden herhangi birinin çoğunlukta olduğu yörelerde, şuralar’ın yetki sınırları içindeki mahalli (yerel) mukarrerat (düzenlemeler), diğer mezhep mensuplarının haklarına riayet edilmek kaydı ile, o mezhebe uygun olacaktır”(Madde 12).

“Yalnız Zerdüşti, musevi, Hıristiyan İranlılar, kanundairesinde dini merasimlerini icrada serbest olan azınlıklardır ve Ahval-i şahsiyye’de ve dini öğretimlerinde kendi yollarınca davranırlar”(Madde 13)(31)

Görüldüğü gibi İran İslam Cumhuriyeti Anayasası, İslam tarihinde Hz. Ali’nin hilafet meselesinde ortaya çıkan bölünme olayına dayanan bölünmeyi yaşıyor. Ehlbeyte inanç dinin esasını oluşturuyor.

Humeyni’den önceki Pehlevi dönemi de Şiiliğe dayanıyordu. Ama şahlar tamamen yozlaşmış ve ABD işbirlikçisi, işkenceci, sömürücü bir diktatrlük kurmuşlardı.

Ne var ki Humeyni rejimi de sonunda diktatörlüğe yöneldi. Pehlevi şahları diktatörlüğüne karşı savaşıp iktidarı alan Humeyni, kendi dışındaki ittifakları daha baştan karşısına aldığından, kendi gibi düşünmeyenlere karşı şah diktatörlüğünü bile aratır duruma gledi. Şahların, muhaliflerin ekarşı uyguladığı diktatörlüğü Humeyni hareketi kalınan yerden sürdürmektedir.

İzmir İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ethem Nuri Fığlalı, Humeyni yönetimi için şöyle yazıyor:

“Öyle görünüyor ki, Rıza Şah Pehlevi’nin dillere destan zulmü, adaletsizliği ve şovenist idaresi, yerini, bu defa mollaların İslam adın ayapıldığı söylenen, ama İslam’ın insaf, merhamet, adalet ve emsalsiz müsamahasıyla hiç mi hiç bağdaşmayan dehşet saçıcı baskı rejimine bırakmıştır.”(32)

Türkiye’de bir kısım Sünni din adamı ve Üniversite çevresindeki akademisyenler yukarıdaki alıntıda görüldüğü gibi Humeyni hareketini olumsuz değerlendiriyor. Fakat Humeyni hareketini destekleyen önemli bir Sünni çoğunluğun olduğu da gerçektir.

Türkiye’deki aşırı mezhepçi ve aşırı dinci bir kesim Humeyni hareketini destekliyor. 1980’den sonra dinci kesimin gelişmesi, örgütlenmesi hayli ilerleme kaydetmiştir. bu gelişmedeki canlılık iki temele dayanıyor. İçte, 12 Eylül rejimi dışta Humeyni hareketi. Humeyni’nin başbakanı Haziran 1987’deki Türkiye ziyaretinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu M. Kemal’in mezarını (Anıtkabir) ziyaret etmek istememesine zamanın Başbakanı T. Özal şemsiye açarken, Çankaya’dan da bir ses çıkmamıştır.

Türkiye’de Sünni dindar bir kesim üzerinde Humeyni hareketinin önemli etkileri olan Necmettin Erbakan, Humeyni hareketine tam destek vermiştir.

İşin ilginç yanı, Türkiye’de Alevilere düşman olan ve bu düşmanlığı canlı tutmak için her fırsatı değerlendirenler, İran’da Şii Humeyni hareketini canla başla destekliyorlar. Humeyni hareketini destekleyen dindar kesim hala Türkiye’deki Aleviler için “katli vaciptir” diyecek kadar fanatik düşünüyorlar.

Şah İsmail’den, Pehlevilere ve Humeyni’ye gelinceye kadar Anadolu Alevileri İran’dan çok uzaklaştılar, çok yabancılaştılar. Bugün ise, artık Şii Humeyni harekitini Anadolu’da bir tek Alevi desteklememekte, hatta ona “irtica” olayı olarak kuşku ve korku ile bakmaktadırlar.

O halde bu farklılaşma nereden geldi?

Şah İsmail zamanındaki Şiiliğin Anadolu Aleviliği ile organik bağları vardı. İkisi de ortak gıdasını tekkelerden alıyordu. Tekkelerde ise sufi, tasavvufi eğitim esastı. Şiilik resmi devlet dini olunca iktidar din ioldu. Camileri kendine merkezi üs yaptı. İktidar olmasının sonucu olarak tutuculaştı. Çünkü iktidar nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyordu.

İran Şiiliği 1500’lü yıllarda Şah İsmail döneminden 2000 yıllarına, Humeyni’li yıllara gelinceye kadar çok değişti, Anadolu Aleviliğinden çok uzaklaştı; bu iki eğilim artık birbirini tanıyamaz haldedir.

Bugün Anadolu Aleviliği ile İran Şiiliğinin, Hz. Ali ve Ehlibeytine olan saygı ve sevgi dışında ortak bir yanları kalmamıştır. Bu yan bile İran Şiiliği’nde eski hoşgörülü, sevecen, öğelerden çok uzaklaşmıştır.

Anadolu Aleviliği ise, o zamandan beri muhalefet akımı olarak varlığını tüm zor şartlara rağmen sürdürmüştür.

Anadolu Aleviliği, İran Şiiliği’nin tersine varlığını Cami dışında devam ettirmiştir. Camiye girmemiştir. İran Şiiliği, artık günümüzde temsil etse etse Ortodoks bir Ehlibeyt inancını temsil etmektedir. Yani, Şah İsmail Şiiliği ile kıyaslandığında, Humeyni Şiiliği tutucu Şiiliktir. Anadolu Aleviliği ise özgür gelişimini sürdürerek bugünkü hümanist, demokrat, devrimci, eşitlikçi, özgürlükçü yapısına ulaşmıştır. Geleneksel olarak, toplumsal haksızlıklara karşı bir başkaldırı akımı olma özelliğini sürdürmektedir.

İşte bu yabancılaşmadan dolayıdır ki, Şah İsmail dönemini öven, uğrunda idam sehpalarını göze alan Alevi ozanları, önderleri, dedelei İmam Humeyni rejimin etıpkı bir Emevi iktidaı gibi bakmaktadır. Bu bakış daha fazlasıyla Pehlevi şahları içinde de geçerliydi.

Anadolu Alevilerinin Cem ayinlerini bugün de, Şah İsmail’in, Pir Sultan Abdal’ın, Nesimi’nin, Fuzuli’nin, Hz. Ali, 12 İmam ve şahlara ait söyledikleri deyişler süslüyor. Ama Humeyni’ye karşı en küçük bir sempati yoktur.

Birçok Alevi anne baba her şeyi göz ealarak çocuklarının ismini bugün bile, Şah, Şah İsmail, Şahverdi, Şah Hatayi, Şah Hanım, Şah Hüseyin, Şah Ali, Şah’ı Merdan koyarak Hz. Ali ve şahlara ilişkin sevgi ve saygısını sürdürüyor. Ama bu insanların hepsi Humeyni’ye uzak duruyor.

Alevilerde Cami olayı çok önemlidir. Anadolu Alevilerinin karşı karşıya kaldığı tehlikelerin çoğu Cami kaynaklıdır. Cami, tutuculuğun, gericiliğin, Alevi düşmanlığının merkezi olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden Cami’den gelişen ve Cami’den çıkan bir Şiilik de Aleviler için Sünniliğe yakın bir şey olarak görülür.

İşte bu nedenlerden dolayı, Anadolu Aleviliği, Şii Humeyni rejimine soğuk bakıyor. Kuşku ve korku dolu bakışlarla bakıyor.

Buraya kadar Anadolu’da adına “Alevilik” dediğim olayın; tarihi bağlantıları içinde Anadolu öncesini vermeye çalıştım. Tabii verebildiğim kadarı ile.

Bundan sonra, İslamiyet içindeki bu bölünmenin Anadolu yarımadasına gelmesi ve Anadolulaşması serüvenini tarihsel-toplumsal ilişkiler içinde vermeye çalışacağım.
  #20613  
Alt 25.06.2005, 18:46
eniskaya
 
Beiträge: n/a
Standard Islam bilimeyen hic bir seyin üzerine

kurulmamistir... yani sen Gaybin üzerine kurulmus diyorsun... senin DINI algilayisin öyle olabilir... senin sahsi DININDE öyle olabilir... ama bizlerin arastirdigi okudu Tefsirde öyle bir anlayis yokki.... sen nerden cikariyorsunki Islam DINI gaybin üzerine kurulmus... tam tersi... Gayb degil... VAHYIIlerin... yani tüm Semavi DINLERIN üzerine kurulmustur....
  #20614  
Alt 25.06.2005, 18:49
Benutzerbild von doenertier
doenertier doenertier ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard TÜRKEI IST NICHT IRAN DARF NICHT SEIN

Bugünlerde Alevilik, geçmişte eşine hiç rastlanmamış bir biçimde, gündemde bulunuyor. Bir süredir Alevilik üzerine yayınlanan kitaplar bir yana, gazelerde yazı dizileri, makaleler birbirini izliyor. Televizyon kanalları Aleviliğe uzun saatler ayırıyorlar. Bu durum karşısında sorulması gereken bir soru var: Neden Aleviliğe ilgi giderek böylesine artmaktadır?

Bu sorunun yanıtı, her şeyden önce, yayınların niteliklerine ve amaçlarına bakılarak verilmelidir. Bu açıdan baktığımızda, bu yayınları 4 ayrı gurupta toplayabiliriz:

· Gerçekten bilimsel ve objektif yayınlar.

· Böyle olmayıp da Aleviliği, Şiiliğin bir kolu olarak göstermek isteyenler.

· Aleviliğin Sünnilik gibi, bir İslam mezhebinden başka bir şey olmadığını öne sürenler.

· Aleviliği, Anadolu Türk halkından soyutlamak isteyenler.

Doğrusunu söylemek gerekirse, kendisi Alevi olsun olmasın, Aleviliğin kökenine, tarihsel gelişimine ilişkin açık ve kesin bir bilgisi olmayanların, Aleviliği Şiilik ya da Sünnilik içinde eritmek, Anadolu Türk halkından koparmak amacını güden bu yayınlardan etkilenmeğe başladıkları da üzücü bir gerçektir.

Öte yandan, bilimsel ve objektif olanların dışındaki yayınların, ortak bir amaçları bulunduğu da açıkça görülmektedir. Bu ortak amacı daha iyi anlayabilmek için, Türkiye*’yi öteki İslam ülkelerinden ayıran iki özelliği sürekli göz önünde tutmamız gerekir. Bu iki özellik şudur:

1. Halkı Müslüman olan başka hiçbir ülkede, Atatürk devrimleri yaşanmamıştır.

2. Halkı Müslüman olan başka hiçbir ülkede, Anadolu Alevi halk kitlesi gibi bir kitle yoktur.

Başka bir deyişle, Türkiye’yi hâlâ İran’a Cezayir’e Afganistan’a Suudi Arabistan’a dönüştürememişlerse, bu, karşılarında bu iki ayışmaz engel olduğu içindir.

Bu nedenlerle de Türkiye’yi Arap Ortaçağının karanlığına gömmek ya da İran İslam Cumhuriyeti’ne benzer bir sistemin içine çekmek isteyenler için, aynı biçimde özgün yapısının yıkılması, soysuzlaştırılması gerekmektedir. Atatürk Devrimleri’nin ve Aleviliğin düşmanlarının aynı karanlık çevreler ve güçler olması, hiç de bir rastlantı değildir.

O halde Alevilik, tüm bu saldırılara, tüm bu özgün yapısından koparılma çabalarına karşı korunmalıdır. Bunun en başta gelen yolu ise, neyi korumamız gerektiğini kesin tanımı ile bilmektir.

Bunun için de önce Aleviliğin temellerinin nasıl atıldığına, bu temeller üzerinde Anadolu’da nasıl geliştiğine ve biçimlendiğine, çok kısaca da olsa, bir göz atmamız gerekiyor.

I

Artık hemen hemen tümümüz biliyoruz ki, Türkler, İslamiyeti öyle kendiliklerinden ve isteyerek değil, 300 yıl süren bir direniş sonunda bölük bölük ve zor karşısında kabul etmek durumunda kalmışlardır.

Bu uzun direnişin Türklerin yabancı bir devletin işgaline karşı yurtlarını korumaları, Arapların zulümlerine karşı koymaları gibi nedenlerini bir yana bırakarak, konumuz bakımından asıl önem taşıyanı üzerinde duralım. Bu işgalci Araplar, aynı zamanda kendi dinlerini de ele geçirdikleri ülkelerin insanlarına zorla benimsettiriyorlardı. Ne var ki, İslamiyetin temel kurallarının Türk toplumunda uygulanması olanaksızdı. Çünkü, kentler kurarak yerleşik düzene geçmiş olan Türkler bir yana, asıl büyük Türk çoğunluğu hâlâ yarı – göçebe bir yaşam sürmekteydi. Bu arada hemen belirteyim ki, yerleşik Türkler, göçebelerden daha kolay ve daha önce İslamiyeti benimsemişlerdir. Peki, göçebeliklerini şu ya da bu düzeyde sürdüren Türkler için, İslami temel kuralların uygulanması neden olanaksızdı? İşte bu soruya verilecek yanıt, Aleviliği anlamakta ilk anahtar olacaktır.

Gerçekte konu çok açık. Çünkü, sürekli olarak hareket eden, bir yerden bir yere gitmekte olan ve bu arada hasımlarına karşı hep tetikte olması gereken bir Türk boyunun gün boyunca beş kez durarak namaz kıldığını bir düşünün. Ya da Sünni İslam da bile, seyahat durumunda oruç tutmama olanağı tanımışken, sürekli hareketli bir toplumun bireylerinin, nasıl olup da oruç tutabileceklerini, gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Üstelik, bu insanlar, temel geçim kaynakları olan hayvan sürülerini, kime ve nereye bırakarak, Hacca nasıl gidebileceklerdi?

Kaldı ki, göçebe bir toplumda kaç göç nasıl uygulanabilirdi? Türk kadını, eşi ile ve topluluğun öteki bireyleri birlikte, at koştururken ve gerektiğinde elinde kılıç savaşırken, şimdi onu nasıl olup da bir yere kapatabilecektiniz. Bir bilgi olsun diye şunu söyleyeyim: O dönem Türk toplumunda en uzun süreli hapis cezası, 10 gündü!

Şunu da asla gözden uzak tutmamak gerekir ki, göçebe toplumların varlığını koruyabilmeleri için, sıkı bir disiplin gerekir. Bu disiplin ise, törelerle sağlanır. Bu nedenle, bu gibi toplumlarda töreye bağlılık, çok güçlüdür. Türk de töresine bağlıydı ve yaşayabilmek için, bağlı kalmak zorundaydı da.

Ama şimdi, kabul etmek zorunda bırakıldığı inanç sisteminin gerektirdiği uygulamalar, onun yaşam biçimine tümüyle aykırıydı. O halde, yapılacak tek şey vardı: Görünüşte İslamı kabul etmek; ama gerçekte ve uygulamada kendi töresini, buna temel oluşturan inançlarını sürdürmek...

Aleviliğin ilk temeli budur.

II

Tümümüz yine biliriz ki, Ahmed Yesevi’nin Alevilikte çok önemli bir yeri vardır. Fakat, Sünniler de Ahmed Yesevi’ye sahip çıkarlar ve Türkler arasında İslamiyetin yayılmasında çok önemli bir görev üstlenmiş olduğunu belirtirler. Gerçekte Ahmed Yesevi, özünde Sünni, şeriata bağlı bir kişidir ve Nakşibendi tarikatine de girecektir. O zaman nasıl olmuştur da Ahmed Yesevi, Alevilik için bu denli önemli bir yerde bulunmuştur?

İşin gerçeği şudur; İslamı böylece görünüşte ve yüzeysel olarak kabul etmiş olan Türklerin Sünniliği içlerine sindirmedikleri, daha da önemlisi kendi kültürlerine tümüyle yabancı olan bu ideolojiyi anlayamadıkları açıkça ortadaydı. Ahmed Yesevi, bu engeli aşmak ve İslamı Türklere içten benimsettirmek istiyordu. Bunun için ise, İslamı onların algılayabilecekleri ve yaşam biçimlerine ters gelmeyecek biçimde anlatmak ve belletmek gerekiyordu. O, bu amaçla, İslamiyeti Türklere ters gelmeyecek bir biçimde yorumlamak ve açıklamak yolunu seçti. Ne var ki, sonuç, Sünni Ortodoks İslam anlayışından çok değişik olacaktı. Bu nedenle de İslamın bu anlaşılış ve anlatılış biçimi, bu dini yüzeysel de olsa benimsemeye zorlanmış olan Türkler için, kabul edilebilir bir yorum olmuş ya da en azından onlar öyle algılamışlardı.

Bugün bile Türkiye’deki Sünni çevrelere ters gelecek şu dizeler, Ahmed Yesevi’nin ya da öyle kabul ediliyor:

Anlamıyorum alimler konuştuğunuz Türkçeyi

Ariflerden duyunca, açar gönül mülkünü

Ayet, hadis manası Türkçe olsa uygundur

Manasını kavrayanlar yere koyar börkünü

Üstelik, o, Türk halkını ezen egemen çevrelere zaman zaman karşı çıkıyor ve halktan yana bir taraf alıyordu:

Padişahlarda, vezirlerde adalet yok

Dervişlerin duasında icabet yok

Türlü bela, halk üstüne yağdı dostlar

Onun şu dizeleri ise Alevi yazınında göreceğimiz bir temel duygu ve inanışı çağrıştırıyordu:

Ey siz, can çekip, her lahza izlersiniz ilahiyi

Onu izlemeye hacet yok, ilahi siz ilahi siz(siniz)

Aleviliğin bir başka temeli de böylece atılmış oluyordu.

III

Bu aşamada dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır:

1. Henüz daha Alevilikten söz etmek olanaksızdır. Olan, yalnızca temellerinin atılmaya başlanmasıdır.

2. Türklerin kabule zorlandıkları ve yüzeysel olarak kabul ettikleri İslam, Sünni İslamdır.

Bu ikinci nokta, son derece önemlidir. Çünkü, bu tarihsel gerçek, Aleviliğin Şiilikten kaynaklandığı savının geçersizliğini kendiliğinden ortaya koymaktadır. Sonraki gelişmeler ise, bu gerçeği büsbütün belirginleştirecektir. Örneğin, Aleviliğin kilometre taşlarından olan Baba İlyas, Kayseri’de kadılık yapmıştır. Şeyh Bedreddin ise, Musa Çelebi’nin kazaskeridir ve bir fıkıh bilginidir.

IV*

Tarihsel süreçte sırası ile Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve özellikle Osmanlı Devleti’nin sınıfsal ve kültürel oluşumlarının izlediği çizgi de Aleviliğin atılan bu temeller üzerinde gelişimini doğrudan belirlemiştir.

Her ne kadar bu devletler, Türkler tarafından kurulmuş idi iseler de yönetici kadroları, kısa sürede bulundukları yerlerin yerleşik halkının yaşam biçimini benimseyerek onlarla bütünleşmişlerdir. Bu ise, kırsal kesimde yaşayan ve İslam öncesi inançlarını İslami kisveyle sürdüren Türkler ile egemen çevreler arasında yeni bir uçurumun doğması demekti. Devlet, kendisine Sünniliği resmi ideoloji olarak almıştı. Üstelik, göçebeliklerini sürdüren ya da öyle olmasa bile kırsal kesimde yaşayan halkı, ekonomik bir sömürü altında tutuyordu. Büyük Selçuklu Devleti’nde 1153 yılında başgösteren Büyük Oğuz Ayaklanması, bu bakımdan konuya ışık tutmaktadır. Oğuzlar, Müslümanlığı kabul etmişlerdi; ancak kendilerinden alınan ağır verginin daha da arttırılmak istenmesi üzerine çıkan ve 3 yıl süren bu ayaklanma sırasında, kentleri yağmalayacaklar, camileri yakıp yıkacaklardır. Ayaklanma sona erdiğinde, her dört din adamından biri, Oğuzlarca öldürülmüş olacaktır. Bu tarihten önce Anadolu’ya gelip yerleşen Oğuzların da dünyaya ve Sünni İslama bakış açılarının hiç de değişik olmadığı, kolayca kestirilebilir. Buna koşut olarak da Anadolu Selçukluları, Büyük Selçukluların yolundan gidiyorlardı. 1239’da Anadolu’da başlayan Babalılar Ayaklanması, bu koşullar altında varlık kazanacaktır.

Biliyoruz ki, Baba İshak’ın başlattığı bu ayaklanma da Aleviliğin oluşumunda önemli bir aşamadır. Ancak, yine dikkat edilmesi gereken nokta, Alevilikten bu tarihte de söz edilemeyecek olmasıdır. O zaman sorulması gereken soru, bu ayaklanmanın neden böyle kabul edilmekte olduğudur. Sorunun yanıtı, Baba İshak’ın siyasal görüşlerinde bulunmaktadır. Gerçekten de Baba İshak’a göre, Türkmenler (Oğuzlar) haksızlığa uğramışlardı. Bütün insanlar eşit haklara sahiptiler; ama bir azınlık, bu hakları gaspetmişti. Selçuklu Devleti yıkılacak ve yerine haksızlıkları kaldıracak bir düzen geçecekti.

Osmanlı’ya karşı girişilecek olan tüm Alevi ayaklanmalarının temelinde de işte bu düşünce bulunacaktır.

Osmanlı egemen çevrelerinin, giderek kökenlerine yabancılaşan Türklerden, devşirmelerden, ele geçirilen toprakların askeri egemen çevrelerinden oluşması ve sonunda da Yavuz Sultan Selim’in izlediği İslamcı siyasa ve Türk Safevi Devleti’ni Osmanlı iktidari için, tehlikeli görmesi sonucunda, Anadolu’da Alevilik atılan bu temeller üzerinde yükselecektir.

Yavuz dönemi ile birlikte, artık Alevilik, apayrı bir duygu, düşünüş, inanç sistemi ve yaşam biçimi olarak karşımızdadır. Osmanlı da Alevi Türk’ünü, devletin öteki uyruklarından kesin bir biçimde ayırmaktadır. Osmanlı’ya göre, o, “zayıf-ül iman” yani zayıf imanlıdır, “mülhid”, yani tanrı tanımazdır, imansızdır. “Türkler”, “Etrak-i bi-idraktir”. Bu durum karşısında da Anadolu Türkleri, kendi devletleri olarak gördükleri Safevi Devleti’ne akın akın koşacaklardır.

Türk tarihi için, bir dönüm noktası olan Çaldıran Savaşı’nda karşılaşan iki ordunun oluşumu, birçok gelişmeye ışık tuttuğu gibi, Aleviliğin tümüyle Anadolu Türk’üne özgü olduğunu da açıkça ortaya koyar:

Safevi Devleti’nin kuruluşunda en büyük pay, Anadolu’dan gerisin geriye göç eden Ustacalı, Rumlu, Tekeli, Zulkadr, Şamlu, Afşar, Kaçar Türkmenlerinindi. O gün savaş alanında Şah İsmail’in ordusu Türklerden; buna karşılık Yavuz’un ordusu ise, Hıristiyanlardan devşirme Yeniçeriler, yardıma gelen Sırplar, paralı Hıristiyan askerler ve az sayıda da sipahiden oluşuyordu. Şah İsmail, Hatai adı ile Türkçe şiir yazıyordu, Yavuz ise Farsça!...

V

Aleviliğin temelleri Orta Asya’da atıldığına ve bu temeller üzerinde Anadolu’da Türk’e özgü olarak varlık kazandığına ve İslami kisveyle İslam öncesi Türk töresi ve inancın yaşatılması olduğuna göre, Hz. Ali’nin Alevilikteki eşsiz ve saygın yeri nasıl açıklanacaktır?

Ehl-i beyt’in Arap egemenlerince zulme uğratıldığı tarihsel bir gerçektir. Türkler de yaşadıkları bölgelerin egemenlerince zulüm altında inletilmişlerdir. İslamiyeti belirtilen biçimde kabul eden Türkler için, Ehl-i beyt ve özellikle de Hz. Ali’ye duyulan yakınlık ve sevgi, bu açıdan ve simgesel bir bağlılık olarak değerlendirilmelidir.

Bu çerçevede, Alevi ozanlarının çoğunda geçen Musa-Firavun motifine de dikkatinizi çekmek isteriz. Hatta Alevilerde sıkça rastlanan Musa adının da Firavun’un zulmüne uğradığı varsayılan Musa’dan esinlenerek, başlangıçta konulduğunu ve bunun gelenekleştiğini söylemek gerekir.

VI

Konuyu daha iyi belirleyebilmek için, bir olgu üzerinde de yine kısaca durmak gerekiyor. Bütün toplumlar, maddi yaşamlarında, duygu ve düşüncelerinde, inançlarında kendinden önce gelip geçmiş ve ayrıca hâlâ varlıklarını sürdüren başka toplumlardan etkilenirler, kendi yapılarında onlardan öğeler taşırlar. Başka bir deyişle, herşey sıfırdan başlamaz. Ancak, ayrı bir kimliğe sahip olabilen toplumlar, tüm bu öğelere kendi damgalarını basarlar. Örneğin, İslam dininde de söz gelimi eski Mısır inançlarından, Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan izler görülür; ama bunlar, İslamiyetin apayrı bir din olarak varlık kazanmasını engellememiştir. Çünkü, İslamiyet bu etkilerin tümünü kendi potasında eriterek, kendi damgasını basmıştır.

Bu bilimsel gerçek, doğal olarak Orta Asya’da yaşayan, sonra batıya doğru göçen ve sonunda da Anadolu’ya gelip yerleşen Türkler için de söz konusudur. Başka toplumlardan kaynaklanmış olan öğeleri, Anadolu Alevi Türk halk kitlesinde de görürüz. Bu izlerden ya da ögelerden birini ya da birkaçını ele alıp, bunları ön plana çıkararak Anadolu Aleviliğinin oralardan kaynaklandığını öne sürmeye kalkışmak ya bilime aykırılığın ya da bir art düşüncenin kanıtıdır. Söz gelimi, Zerdüştlüğün izlerinden kalkarak Kürt kökenli olduğunu öne sürmeğe kalkışmak böyledir.

Oysa aradan geçen bunca zamana ve bunca baskıya karşın, bugün bile Anadolu Alevisi, İslam öncesi Türk duygusunu, düşünüşünü, töresini İslam adı altında da olsa sürdürmektedir. Bunun en çarpıcı kanıtı, kadın konusundadır.

VII

Bu çerçevede kimi bilim adamlarının Aleviliği nasıl tanımladıklarını ya da tanımlamaya temel olacak hangi sonuçlara ulaştıklarını görelim:

Mehmet Eröz, “Türk Alevilik ve Bektaşiliğinin ana kaynağı Türk kültürü ve eski Türk dinidir”;“göçebeler, Müslümanlığı şeklen kabul ettiler” diyerek[1], anlatmaya çalıştığımız gerçeği de belirtmiş bulunuyor.

Mélikoff, önce Aleviliğin, “Ali ve Kerbela şehitlerine karşı dindarca bir saygı dışında, Şiiliğin, aşırı ya da aşırı olmayan, hiçbir görünümünü ortaya koymadığını...” belirtmekte ve “eski Türklerin dini ve sosyal yaşamlarının basit ve kolayca bir İslamlığa uygulandığı bir halk inanışı” tanımını yapmaktadır.[2]

Mustafa Akdağ’a göre, “Çoğu Türkmen olan göçebe halkının da Şamanilikten sahip oldukları birtakım adetlerin İslam dinin de kaidesi olarak ifadesi...”*dir.[3]

Faruk Sümer de “XV. Yüzyıl ortalarında Türklerin dini inançları” için

“....medresenin tesiri dışında kalan köylü ve göçebelerin mühim bir kısmı sathi bir İslamiyetin görünüşü altında Orta Asya’dan getirdikleri eski dini inanç ve telakkilerini devam ettiriyorlardı”

diyor.[4]

Zeki Velidi Togan’ın da Türklerin İslamiyeti kendi açılarından yorumlayışları için, “İslamiyetin milli bir Türk dinine çevrilmesi” nitelendirilmesini yapmış olduğunu belirtmek yerinde olacaktır.[5]

Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Söz gelimi, Fransız Türkolog J. P. Roux’un şu sözleri, günümüz Anadolu Aleviliğinin gerçek niteliğine ışık tutmaktadır:

“....yoksul tabakanın dokuz yüzyıllık Müslümanlaşmadan sonra (bile), ortaçağdaki inançlarından, bazı kalıntılardan çok (daha) fazla şeyler muhafaza etmiş olduğunu açıkça göstermektedir.”[6]

Sözün özü, Alevilik, Türk’e özgüdür, onun İslam öncesi değerlerinin, İslama karşın; ama onun görüntüsü altında yaşatılmasıdır.

Kaynaklar

Akdağ, Mustafa: Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, C. 1, Ankara 1959.

Eröz, Mehmet: Eski Türk Dini (Gök Tanrı İnancı) ve Alevilik, Bektaşilik. İstanbul 1992.

Mélikoff, Irène: Uyur İken Uyardılar–Alevilik, Bektaşilik Araştırmaları. İstanbul 1993.

Roux, J. P.: Türklerin Tarihi: Büyük Okyanustan Akdeniz’e 2000 yıl. Çev. Galip Üstün, İstanbul 1991.

Sümer, Faruk: Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişimesinde Anadolu Türklerinin Rolü. Ankara 1992.

Togan, Zeki Velidi: Umumi Türk Tarihine Giriş. C.1, İstanbul 1970.



--------------------------------------------------------------------------------

1 Bkz. Eröz 1992: 7, 10.

2 Bkz. Mélikoff 1993: 34.

3 Bkz. Akdağ 1959: 283.

4 Bkz. Sümer 1992: 201.

5 Bkz. Togan 1970: 271.

6 Bkz. Roux 1991: 195.
  #20615  
Alt 25.06.2005, 18:49
Benutzerbild von doenertier
doenertier doenertier ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard TÜRKEI IST NICHT IRAN DARF NICHT SEIN

Bugünlerde Alevilik, geçmişte eşine hiç rastlanmamış bir biçimde, gündemde bulunuyor. Bir süredir Alevilik üzerine yayınlanan kitaplar bir yana, gazelerde yazı dizileri, makaleler birbirini izliyor. Televizyon kanalları Aleviliğe uzun saatler ayırıyorlar. Bu durum karşısında sorulması gereken bir soru var: Neden Aleviliğe ilgi giderek böylesine artmaktadır?

Bu sorunun yanıtı, her şeyden önce, yayınların niteliklerine ve amaçlarına bakılarak verilmelidir. Bu açıdan baktığımızda, bu yayınları 4 ayrı gurupta toplayabiliriz:

· Gerçekten bilimsel ve objektif yayınlar.

· Böyle olmayıp da Aleviliği, Şiiliğin bir kolu olarak göstermek isteyenler.

· Aleviliğin Sünnilik gibi, bir İslam mezhebinden başka bir şey olmadığını öne sürenler.

· Aleviliği, Anadolu Türk halkından soyutlamak isteyenler.

Doğrusunu söylemek gerekirse, kendisi Alevi olsun olmasın, Aleviliğin kökenine, tarihsel gelişimine ilişkin açık ve kesin bir bilgisi olmayanların, Aleviliği Şiilik ya da Sünnilik içinde eritmek, Anadolu Türk halkından koparmak amacını güden bu yayınlardan etkilenmeğe başladıkları da üzücü bir gerçektir.

Öte yandan, bilimsel ve objektif olanların dışındaki yayınların, ortak bir amaçları bulunduğu da açıkça görülmektedir. Bu ortak amacı daha iyi anlayabilmek için, Türkiye*’yi öteki İslam ülkelerinden ayıran iki özelliği sürekli göz önünde tutmamız gerekir. Bu iki özellik şudur:

1. Halkı Müslüman olan başka hiçbir ülkede, Atatürk devrimleri yaşanmamıştır.

2. Halkı Müslüman olan başka hiçbir ülkede, Anadolu Alevi halk kitlesi gibi bir kitle yoktur.

Başka bir deyişle, Türkiye’yi hâlâ İran’a Cezayir’e Afganistan’a Suudi Arabistan’a dönüştürememişlerse, bu, karşılarında bu iki ayışmaz engel olduğu içindir.

Bu nedenlerle de Türkiye’yi Arap Ortaçağının karanlığına gömmek ya da İran İslam Cumhuriyeti’ne benzer bir sistemin içine çekmek isteyenler için, aynı biçimde özgün yapısının yıkılması, soysuzlaştırılması gerekmektedir. Atatürk Devrimleri’nin ve Aleviliğin düşmanlarının aynı karanlık çevreler ve güçler olması, hiç de bir rastlantı değildir.

O halde Alevilik, tüm bu saldırılara, tüm bu özgün yapısından koparılma çabalarına karşı korunmalıdır. Bunun en başta gelen yolu ise, neyi korumamız gerektiğini kesin tanımı ile bilmektir.

Bunun için de önce Aleviliğin temellerinin nasıl atıldığına, bu temeller üzerinde Anadolu’da nasıl geliştiğine ve biçimlendiğine, çok kısaca da olsa, bir göz atmamız gerekiyor.

I

Artık hemen hemen tümümüz biliyoruz ki, Türkler, İslamiyeti öyle kendiliklerinden ve isteyerek değil, 300 yıl süren bir direniş sonunda bölük bölük ve zor karşısında kabul etmek durumunda kalmışlardır.

Bu uzun direnişin Türklerin yabancı bir devletin işgaline karşı yurtlarını korumaları, Arapların zulümlerine karşı koymaları gibi nedenlerini bir yana bırakarak, konumuz bakımından asıl önem taşıyanı üzerinde duralım. Bu işgalci Araplar, aynı zamanda kendi dinlerini de ele geçirdikleri ülkelerin insanlarına zorla benimsettiriyorlardı. Ne var ki, İslamiyetin temel kurallarının Türk toplumunda uygulanması olanaksızdı. Çünkü, kentler kurarak yerleşik düzene geçmiş olan Türkler bir yana, asıl büyük Türk çoğunluğu hâlâ yarı – göçebe bir yaşam sürmekteydi. Bu arada hemen belirteyim ki, yerleşik Türkler, göçebelerden daha kolay ve daha önce İslamiyeti benimsemişlerdir. Peki, göçebeliklerini şu ya da bu düzeyde sürdüren Türkler için, İslami temel kuralların uygulanması neden olanaksızdı? İşte bu soruya verilecek yanıt, Aleviliği anlamakta ilk anahtar olacaktır.

Gerçekte konu çok açık. Çünkü, sürekli olarak hareket eden, bir yerden bir yere gitmekte olan ve bu arada hasımlarına karşı hep tetikte olması gereken bir Türk boyunun gün boyunca beş kez durarak namaz kıldığını bir düşünün. Ya da Sünni İslam da bile, seyahat durumunda oruç tutmama olanağı tanımışken, sürekli hareketli bir toplumun bireylerinin, nasıl olup da oruç tutabileceklerini, gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Üstelik, bu insanlar, temel geçim kaynakları olan hayvan sürülerini, kime ve nereye bırakarak, Hacca nasıl gidebileceklerdi?

Kaldı ki, göçebe bir toplumda kaç göç nasıl uygulanabilirdi? Türk kadını, eşi ile ve topluluğun öteki bireyleri birlikte, at koştururken ve gerektiğinde elinde kılıç savaşırken, şimdi onu nasıl olup da bir yere kapatabilecektiniz. Bir bilgi olsun diye şunu söyleyeyim: O dönem Türk toplumunda en uzun süreli hapis cezası, 10 gündü!

Şunu da asla gözden uzak tutmamak gerekir ki, göçebe toplumların varlığını koruyabilmeleri için, sıkı bir disiplin gerekir. Bu disiplin ise, törelerle sağlanır. Bu nedenle, bu gibi toplumlarda töreye bağlılık, çok güçlüdür. Türk de töresine bağlıydı ve yaşayabilmek için, bağlı kalmak zorundaydı da.

Ama şimdi, kabul etmek zorunda bırakıldığı inanç sisteminin gerektirdiği uygulamalar, onun yaşam biçimine tümüyle aykırıydı. O halde, yapılacak tek şey vardı: Görünüşte İslamı kabul etmek; ama gerçekte ve uygulamada kendi töresini, buna temel oluşturan inançlarını sürdürmek...

Aleviliğin ilk temeli budur.

II

Tümümüz yine biliriz ki, Ahmed Yesevi’nin Alevilikte çok önemli bir yeri vardır. Fakat, Sünniler de Ahmed Yesevi’ye sahip çıkarlar ve Türkler arasında İslamiyetin yayılmasında çok önemli bir görev üstlenmiş olduğunu belirtirler. Gerçekte Ahmed Yesevi, özünde Sünni, şeriata bağlı bir kişidir ve Nakşibendi tarikatine de girecektir. O zaman nasıl olmuştur da Ahmed Yesevi, Alevilik için bu denli önemli bir yerde bulunmuştur?

İşin gerçeği şudur; İslamı böylece görünüşte ve yüzeysel olarak kabul etmiş olan Türklerin Sünniliği içlerine sindirmedikleri, daha da önemlisi kendi kültürlerine tümüyle yabancı olan bu ideolojiyi anlayamadıkları açıkça ortadaydı. Ahmed Yesevi, bu engeli aşmak ve İslamı Türklere içten benimsettirmek istiyordu. Bunun için ise, İslamı onların algılayabilecekleri ve yaşam biçimlerine ters gelmeyecek biçimde anlatmak ve belletmek gerekiyordu. O, bu amaçla, İslamiyeti Türklere ters gelmeyecek bir biçimde yorumlamak ve açıklamak yolunu seçti. Ne var ki, sonuç, Sünni Ortodoks İslam anlayışından çok değişik olacaktı. Bu nedenle de İslamın bu anlaşılış ve anlatılış biçimi, bu dini yüzeysel de olsa benimsemeye zorlanmış olan Türkler için, kabul edilebilir bir yorum olmuş ya da en azından onlar öyle algılamışlardı.

Bugün bile Türkiye’deki Sünni çevrelere ters gelecek şu dizeler, Ahmed Yesevi’nin ya da öyle kabul ediliyor:

Anlamıyorum alimler konuştuğunuz Türkçeyi

Ariflerden duyunca, açar gönül mülkünü

Ayet, hadis manası Türkçe olsa uygundur

Manasını kavrayanlar yere koyar börkünü

Üstelik, o, Türk halkını ezen egemen çevrelere zaman zaman karşı çıkıyor ve halktan yana bir taraf alıyordu:

Padişahlarda, vezirlerde adalet yok

Dervişlerin duasında icabet yok

Türlü bela, halk üstüne yağdı dostlar

Onun şu dizeleri ise Alevi yazınında göreceğimiz bir temel duygu ve inanışı çağrıştırıyordu:

Ey siz, can çekip, her lahza izlersiniz ilahiyi

Onu izlemeye hacet yok, ilahi siz ilahi siz(siniz)

Aleviliğin bir başka temeli de böylece atılmış oluyordu.

III

Bu aşamada dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır:

1. Henüz daha Alevilikten söz etmek olanaksızdır. Olan, yalnızca temellerinin atılmaya başlanmasıdır.

2. Türklerin kabule zorlandıkları ve yüzeysel olarak kabul ettikleri İslam, Sünni İslamdır.

Bu ikinci nokta, son derece önemlidir. Çünkü, bu tarihsel gerçek, Aleviliğin Şiilikten kaynaklandığı savının geçersizliğini kendiliğinden ortaya koymaktadır. Sonraki gelişmeler ise, bu gerçeği büsbütün belirginleştirecektir. Örneğin, Aleviliğin kilometre taşlarından olan Baba İlyas, Kayseri’de kadılık yapmıştır. Şeyh Bedreddin ise, Musa Çelebi’nin kazaskeridir ve bir fıkıh bilginidir.

IV*

Tarihsel süreçte sırası ile Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve özellikle Osmanlı Devleti’nin sınıfsal ve kültürel oluşumlarının izlediği çizgi de Aleviliğin atılan bu temeller üzerinde gelişimini doğrudan belirlemiştir.

Her ne kadar bu devletler, Türkler tarafından kurulmuş idi iseler de yönetici kadroları, kısa sürede bulundukları yerlerin yerleşik halkının yaşam biçimini benimseyerek onlarla bütünleşmişlerdir. Bu ise, kırsal kesimde yaşayan ve İslam öncesi inançlarını İslami kisveyle sürdüren Türkler ile egemen çevreler arasında yeni bir uçurumun doğması demekti. Devlet, kendisine Sünniliği resmi ideoloji olarak almıştı. Üstelik, göçebeliklerini sürdüren ya da öyle olmasa bile kırsal kesimde yaşayan halkı, ekonomik bir sömürü altında tutuyordu. Büyük Selçuklu Devleti’nde 1153 yılında başgösteren Büyük Oğuz Ayaklanması, bu bakımdan konuya ışık tutmaktadır. Oğuzlar, Müslümanlığı kabul etmişlerdi; ancak kendilerinden alınan ağır verginin daha da arttırılmak istenmesi üzerine çıkan ve 3 yıl süren bu ayaklanma sırasında, kentleri yağmalayacaklar, camileri yakıp yıkacaklardır. Ayaklanma sona erdiğinde, her dört din adamından biri, Oğuzlarca öldürülmüş olacaktır. Bu tarihten önce Anadolu’ya gelip yerleşen Oğuzların da dünyaya ve Sünni İslama bakış açılarının hiç de değişik olmadığı, kolayca kestirilebilir. Buna koşut olarak da Anadolu Selçukluları, Büyük Selçukluların yolundan gidiyorlardı. 1239’da Anadolu’da başlayan Babalılar Ayaklanması, bu koşullar altında varlık kazanacaktır.

Biliyoruz ki, Baba İshak’ın başlattığı bu ayaklanma da Aleviliğin oluşumunda önemli bir aşamadır. Ancak, yine dikkat edilmesi gereken nokta, Alevilikten bu tarihte de söz edilemeyecek olmasıdır. O zaman sorulması gereken soru, bu ayaklanmanın neden böyle kabul edilmekte olduğudur. Sorunun yanıtı, Baba İshak’ın siyasal görüşlerinde bulunmaktadır. Gerçekten de Baba İshak’a göre, Türkmenler (Oğuzlar) haksızlığa uğramışlardı. Bütün insanlar eşit haklara sahiptiler; ama bir azınlık, bu hakları gaspetmişti. Selçuklu Devleti yıkılacak ve yerine haksızlıkları kaldıracak bir düzen geçecekti.

Osmanlı’ya karşı girişilecek olan tüm Alevi ayaklanmalarının temelinde de işte bu düşünce bulunacaktır.

Osmanlı egemen çevrelerinin, giderek kökenlerine yabancılaşan Türklerden, devşirmelerden, ele geçirilen toprakların askeri egemen çevrelerinden oluşması ve sonunda da Yavuz Sultan Selim’in izlediği İslamcı siyasa ve Türk Safevi Devleti’ni Osmanlı iktidari için, tehlikeli görmesi sonucunda, Anadolu’da Alevilik atılan bu temeller üzerinde yükselecektir.

Yavuz dönemi ile birlikte, artık Alevilik, apayrı bir duygu, düşünüş, inanç sistemi ve yaşam biçimi olarak karşımızdadır. Osmanlı da Alevi Türk’ünü, devletin öteki uyruklarından kesin bir biçimde ayırmaktadır. Osmanlı’ya göre, o, “zayıf-ül iman” yani zayıf imanlıdır, “mülhid”, yani tanrı tanımazdır, imansızdır. “Türkler”, “Etrak-i bi-idraktir”. Bu durum karşısında da Anadolu Türkleri, kendi devletleri olarak gördükleri Safevi Devleti’ne akın akın koşacaklardır.

Türk tarihi için, bir dönüm noktası olan Çaldıran Savaşı’nda karşılaşan iki ordunun oluşumu, birçok gelişmeye ışık tuttuğu gibi, Aleviliğin tümüyle Anadolu Türk’üne özgü olduğunu da açıkça ortaya koyar:

Safevi Devleti’nin kuruluşunda en büyük pay, Anadolu’dan gerisin geriye göç eden Ustacalı, Rumlu, Tekeli, Zulkadr, Şamlu, Afşar, Kaçar Türkmenlerinindi. O gün savaş alanında Şah İsmail’in ordusu Türklerden; buna karşılık Yavuz’un ordusu ise, Hıristiyanlardan devşirme Yeniçeriler, yardıma gelen Sırplar, paralı Hıristiyan askerler ve az sayıda da sipahiden oluşuyordu. Şah İsmail, Hatai adı ile Türkçe şiir yazıyordu, Yavuz ise Farsça!...

V

Aleviliğin temelleri Orta Asya’da atıldığına ve bu temeller üzerinde Anadolu’da Türk’e özgü olarak varlık kazandığına ve İslami kisveyle İslam öncesi Türk töresi ve inancın yaşatılması olduğuna göre, Hz. Ali’nin Alevilikteki eşsiz ve saygın yeri nasıl açıklanacaktır?

Ehl-i beyt’in Arap egemenlerince zulme uğratıldığı tarihsel bir gerçektir. Türkler de yaşadıkları bölgelerin egemenlerince zulüm altında inletilmişlerdir. İslamiyeti belirtilen biçimde kabul eden Türkler için, Ehl-i beyt ve özellikle de Hz. Ali’ye duyulan yakınlık ve sevgi, bu açıdan ve simgesel bir bağlılık olarak değerlendirilmelidir.

Bu çerçevede, Alevi ozanlarının çoğunda geçen Musa-Firavun motifine de dikkatinizi çekmek isteriz. Hatta Alevilerde sıkça rastlanan Musa adının da Firavun’un zulmüne uğradığı varsayılan Musa’dan esinlenerek, başlangıçta konulduğunu ve bunun gelenekleştiğini söylemek gerekir.

VI

Konuyu daha iyi belirleyebilmek için, bir olgu üzerinde de yine kısaca durmak gerekiyor. Bütün toplumlar, maddi yaşamlarında, duygu ve düşüncelerinde, inançlarında kendinden önce gelip geçmiş ve ayrıca hâlâ varlıklarını sürdüren başka toplumlardan etkilenirler, kendi yapılarında onlardan öğeler taşırlar. Başka bir deyişle, herşey sıfırdan başlamaz. Ancak, ayrı bir kimliğe sahip olabilen toplumlar, tüm bu öğelere kendi damgalarını basarlar. Örneğin, İslam dininde de söz gelimi eski Mısır inançlarından, Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan izler görülür; ama bunlar, İslamiyetin apayrı bir din olarak varlık kazanmasını engellememiştir. Çünkü, İslamiyet bu etkilerin tümünü kendi potasında eriterek, kendi damgasını basmıştır.

Bu bilimsel gerçek, doğal olarak Orta Asya’da yaşayan, sonra batıya doğru göçen ve sonunda da Anadolu’ya gelip yerleşen Türkler için de söz konusudur. Başka toplumlardan kaynaklanmış olan öğeleri, Anadolu Alevi Türk halk kitlesinde de görürüz. Bu izlerden ya da ögelerden birini ya da birkaçını ele alıp, bunları ön plana çıkararak Anadolu Aleviliğinin oralardan kaynaklandığını öne sürmeye kalkışmak ya bilime aykırılığın ya da bir art düşüncenin kanıtıdır. Söz gelimi, Zerdüştlüğün izlerinden kalkarak Kürt kökenli olduğunu öne sürmeğe kalkışmak böyledir.

Oysa aradan geçen bunca zamana ve bunca baskıya karşın, bugün bile Anadolu Alevisi, İslam öncesi Türk duygusunu, düşünüşünü, töresini İslam adı altında da olsa sürdürmektedir. Bunun en çarpıcı kanıtı, kadın konusundadır.

VII

Bu çerçevede kimi bilim adamlarının Aleviliği nasıl tanımladıklarını ya da tanımlamaya temel olacak hangi sonuçlara ulaştıklarını görelim:

Mehmet Eröz, “Türk Alevilik ve Bektaşiliğinin ana kaynağı Türk kültürü ve eski Türk dinidir”;“göçebeler, Müslümanlığı şeklen kabul ettiler” diyerek[1], anlatmaya çalıştığımız gerçeği de belirtmiş bulunuyor.

Mélikoff, önce Aleviliğin, “Ali ve Kerbela şehitlerine karşı dindarca bir saygı dışında, Şiiliğin, aşırı ya da aşırı olmayan, hiçbir görünümünü ortaya koymadığını...” belirtmekte ve “eski Türklerin dini ve sosyal yaşamlarının basit ve kolayca bir İslamlığa uygulandığı bir halk inanışı” tanımını yapmaktadır.[2]

Mustafa Akdağ’a göre, “Çoğu Türkmen olan göçebe halkının da Şamanilikten sahip oldukları birtakım adetlerin İslam dinin de kaidesi olarak ifadesi...”*dir.[3]

Faruk Sümer de “XV. Yüzyıl ortalarında Türklerin dini inançları” için

“....medresenin tesiri dışında kalan köylü ve göçebelerin mühim bir kısmı sathi bir İslamiyetin görünüşü altında Orta Asya’dan getirdikleri eski dini inanç ve telakkilerini devam ettiriyorlardı”

diyor.[4]

Zeki Velidi Togan’ın da Türklerin İslamiyeti kendi açılarından yorumlayışları için, “İslamiyetin milli bir Türk dinine çevrilmesi” nitelendirilmesini yapmış olduğunu belirtmek yerinde olacaktır.[5]

Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Söz gelimi, Fransız Türkolog J. P. Roux’un şu sözleri, günümüz Anadolu Aleviliğinin gerçek niteliğine ışık tutmaktadır:

“....yoksul tabakanın dokuz yüzyıllık Müslümanlaşmadan sonra (bile), ortaçağdaki inançlarından, bazı kalıntılardan çok (daha) fazla şeyler muhafaza etmiş olduğunu açıkça göstermektedir.”[6]

Sözün özü, Alevilik, Türk’e özgüdür, onun İslam öncesi değerlerinin, İslama karşın; ama onun görüntüsü altında yaşatılmasıdır.

Kaynaklar

Akdağ, Mustafa: Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, C. 1, Ankara 1959.

Eröz, Mehmet: Eski Türk Dini (Gök Tanrı İnancı) ve Alevilik, Bektaşilik. İstanbul 1992.

Mélikoff, Irène: Uyur İken Uyardılar–Alevilik, Bektaşilik Araştırmaları. İstanbul 1993.

Roux, J. P.: Türklerin Tarihi: Büyük Okyanustan Akdeniz’e 2000 yıl. Çev. Galip Üstün, İstanbul 1991.

Sümer, Faruk: Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişimesinde Anadolu Türklerinin Rolü. Ankara 1992.

Togan, Zeki Velidi: Umumi Türk Tarihine Giriş. C.1, İstanbul 1970.



--------------------------------------------------------------------------------

1 Bkz. Eröz 1992: 7, 10.

2 Bkz. Mélikoff 1993: 34.

3 Bkz. Akdağ 1959: 283.

4 Bkz. Sümer 1992: 201.

5 Bkz. Togan 1970: 271.

6 Bkz. Roux 1991: 195.
  #20616  
Alt 25.06.2005, 18:54
eniskaya
 
Beiträge: n/a
Standard Perfekt... du hast es

bence bu anlayis ILSAMIN ilk sartidir... yeni OBJEKTIV bir beyin sahibi olmak...

Ancak bundan sonra site uzmanlari anlayacak bir beyine sahip olabiliriz..

Yoksa Ahmed Hulusi sunu demis Yasar bunu demis... bunlari ön yargiyla safsatayla anlamamiz MÜMKÜN degildir. ve olamazda....

imkansiz bir DIN azmani... bunlari anlayamaz
  #20617  
Alt 25.06.2005, 18:56
eniskaya
 
Beiträge: n/a
Standard Arkadas yanlis anlamda

burada kimsenin adeti degildir... bu kadar uzun mekaleri kopyalamak... bak ben okumayacagim... eminim kimsede sonuna kadar okuyup birecekte degildir...

IN DER KÜRZE LIEGT DIR WÜRZE...

kisa kisa kendi görüslerine yer ver... )

Selamlar
ENis
  #20618  
Alt 25.06.2005, 19:10
Benutzerbild von doenertier
doenertier doenertier ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard Ich kann nicht :)) Haben wir Demokratie

ohne Text
  #20619  
Alt 25.06.2005, 19:15
Benutzerbild von oezsu
oezsu oezsu ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard Nereye be? ;)

bendenmi ögrendin?! ))
  #20620  
Alt 25.06.2005, 19:18
eniskaya
 
Beiträge: n/a
Standard Klar haben wir Demokratie

aber inder Demokratie musst du dir auch kritik gefallen lassen... dann ist erst eine Demokratie... vorher nicht...
Wie gesagt... ich werde es nicht lesen... und das ist auch Demokratie
Antwort



Forumregeln
Es ist Ihnen nicht erlaubt, neue Themen zu verfassen.
Es ist Ihnen nicht erlaubt, auf Beiträge zu antworten.
Es ist Ihnen nicht erlaubt, Anhänge anzufügen.
Es ist Ihnen nicht erlaubt, Ihre Beiträge zu bearbeiten.

vB Code ist An.
Smileys sind An.
[IMG] Code ist An.
HTML-Code ist Aus.
Gehe zu