| | Mitglied werden | | | Hilfe | | | Login | ||||||||
Sie sind hier: Startseite > Vaybee! Forum |
Hilfe | Kalender | Heutige Beiträge | Suchen |
|
Themen-Optionen | Thema durchsuchen |
|
|||
Bana sor sen yaw... kimse benden baska
sana medeni cevap veremez burada... cünkü hemen hemen hepsi IDEOLOJI kurbanlaridir...
Ben sana Seriati aciklayayim... asli olarak tabi... Seriat... en kisa sekliyle Dinin hedefi olan gayeye ulasmak icin gerekli olan sartlardir..... Bir baska terimle... Tüm seva DINLERIN temelinde yatan EVRENSEL DIN aciklamalaridir... Veya bir sistemin adlandirilmasidir.. yani DINI HUKUGUN... ki su aniyle zaten DINI HUKUGA en cok yakin olan sistem ise DEMOKRASIDIR... DEMOKRASI DISINDA tüm sistemler.... su aniyle daha cok SEYTANI sistemler denilebilir ki bunlarin TÜMÜ... hakla degil.. bastakilere hizmet eden sistem... ve resmen SERIAT disi... Iran olsun, Arap Alemi olsun TR haric tüm Islami devletler olsun... remsne Seriat disi sistemlerdir... cünkü hic biri ISLAM HUKUGUNU devlet hukugu olarak yerlestirmemisler... onun yerine kendi SAHSI hukugunu koymuslar |
|
|||
Islam bilimeyen hic bir seyin üzerine
kurulmamistir... yani sen Gaybin üzerine kurulmus diyorsun... senin DINI algilayisin öyle olabilir... senin sahsi DININDE öyle olabilir... ama bizlerin arastirdigi okudu Tefsirde öyle bir anlayis yokki.... sen nerden cikariyorsunki Islam DINI gaybin üzerine kurulmus... tam tersi... Gayb degil... VAHYIIlerin... yani tüm Semavi DINLERIN üzerine kurulmustur....
|
|
||||
TÜRKEI IST NICHT IRAN DARF NICHT SEIN
Bugünlerde Alevilik, geçmişte eşine hiç rastlanmamış bir biçimde, gündemde bulunuyor. Bir süredir Alevilik üzerine yayınlanan kitaplar bir yana, gazelerde yazı dizileri, makaleler birbirini izliyor. Televizyon kanalları Aleviliğe uzun saatler ayırıyorlar. Bu durum karşısında sorulması gereken bir soru var: Neden Aleviliğe ilgi giderek böylesine artmaktadır?
Bu sorunun yanıtı, her şeyden önce, yayınların niteliklerine ve amaçlarına bakılarak verilmelidir. Bu açıdan baktığımızda, bu yayınları 4 ayrı gurupta toplayabiliriz: · Gerçekten bilimsel ve objektif yayınlar. · Böyle olmayıp da Aleviliği, Şiiliğin bir kolu olarak göstermek isteyenler. · Aleviliğin Sünnilik gibi, bir İslam mezhebinden başka bir şey olmadığını öne sürenler. · Aleviliği, Anadolu Türk halkından soyutlamak isteyenler. Doğrusunu söylemek gerekirse, kendisi Alevi olsun olmasın, Aleviliğin kökenine, tarihsel gelişimine ilişkin açık ve kesin bir bilgisi olmayanların, Aleviliği Şiilik ya da Sünnilik içinde eritmek, Anadolu Türk halkından koparmak amacını güden bu yayınlardan etkilenmeğe başladıkları da üzücü bir gerçektir. Öte yandan, bilimsel ve objektif olanların dışındaki yayınların, ortak bir amaçları bulunduğu da açıkça görülmektedir. Bu ortak amacı daha iyi anlayabilmek için, Türkiye*’yi öteki İslam ülkelerinden ayıran iki özelliği sürekli göz önünde tutmamız gerekir. Bu iki özellik şudur: 1. Halkı Müslüman olan başka hiçbir ülkede, Atatürk devrimleri yaşanmamıştır. 2. Halkı Müslüman olan başka hiçbir ülkede, Anadolu Alevi halk kitlesi gibi bir kitle yoktur. Başka bir deyişle, Türkiye’yi hâlâ İran’a Cezayir’e Afganistan’a Suudi Arabistan’a dönüştürememişlerse, bu, karşılarında bu iki ayışmaz engel olduğu içindir. Bu nedenlerle de Türkiye’yi Arap Ortaçağının karanlığına gömmek ya da İran İslam Cumhuriyeti’ne benzer bir sistemin içine çekmek isteyenler için, aynı biçimde özgün yapısının yıkılması, soysuzlaştırılması gerekmektedir. Atatürk Devrimleri’nin ve Aleviliğin düşmanlarının aynı karanlık çevreler ve güçler olması, hiç de bir rastlantı değildir. O halde Alevilik, tüm bu saldırılara, tüm bu özgün yapısından koparılma çabalarına karşı korunmalıdır. Bunun en başta gelen yolu ise, neyi korumamız gerektiğini kesin tanımı ile bilmektir. Bunun için de önce Aleviliğin temellerinin nasıl atıldığına, bu temeller üzerinde Anadolu’da nasıl geliştiğine ve biçimlendiğine, çok kısaca da olsa, bir göz atmamız gerekiyor. I Artık hemen hemen tümümüz biliyoruz ki, Türkler, İslamiyeti öyle kendiliklerinden ve isteyerek değil, 300 yıl süren bir direniş sonunda bölük bölük ve zor karşısında kabul etmek durumunda kalmışlardır. Bu uzun direnişin Türklerin yabancı bir devletin işgaline karşı yurtlarını korumaları, Arapların zulümlerine karşı koymaları gibi nedenlerini bir yana bırakarak, konumuz bakımından asıl önem taşıyanı üzerinde duralım. Bu işgalci Araplar, aynı zamanda kendi dinlerini de ele geçirdikleri ülkelerin insanlarına zorla benimsettiriyorlardı. Ne var ki, İslamiyetin temel kurallarının Türk toplumunda uygulanması olanaksızdı. Çünkü, kentler kurarak yerleşik düzene geçmiş olan Türkler bir yana, asıl büyük Türk çoğunluğu hâlâ yarı – göçebe bir yaşam sürmekteydi. Bu arada hemen belirteyim ki, yerleşik Türkler, göçebelerden daha kolay ve daha önce İslamiyeti benimsemişlerdir. Peki, göçebeliklerini şu ya da bu düzeyde sürdüren Türkler için, İslami temel kuralların uygulanması neden olanaksızdı? İşte bu soruya verilecek yanıt, Aleviliği anlamakta ilk anahtar olacaktır. Gerçekte konu çok açık. Çünkü, sürekli olarak hareket eden, bir yerden bir yere gitmekte olan ve bu arada hasımlarına karşı hep tetikte olması gereken bir Türk boyunun gün boyunca beş kez durarak namaz kıldığını bir düşünün. Ya da Sünni İslam da bile, seyahat durumunda oruç tutmama olanağı tanımışken, sürekli hareketli bir toplumun bireylerinin, nasıl olup da oruç tutabileceklerini, gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Üstelik, bu insanlar, temel geçim kaynakları olan hayvan sürülerini, kime ve nereye bırakarak, Hacca nasıl gidebileceklerdi? Kaldı ki, göçebe bir toplumda kaç göç nasıl uygulanabilirdi? Türk kadını, eşi ile ve topluluğun öteki bireyleri birlikte, at koştururken ve gerektiğinde elinde kılıç savaşırken, şimdi onu nasıl olup da bir yere kapatabilecektiniz. Bir bilgi olsun diye şunu söyleyeyim: O dönem Türk toplumunda en uzun süreli hapis cezası, 10 gündü! Şunu da asla gözden uzak tutmamak gerekir ki, göçebe toplumların varlığını koruyabilmeleri için, sıkı bir disiplin gerekir. Bu disiplin ise, törelerle sağlanır. Bu nedenle, bu gibi toplumlarda töreye bağlılık, çok güçlüdür. Türk de töresine bağlıydı ve yaşayabilmek için, bağlı kalmak zorundaydı da. Ama şimdi, kabul etmek zorunda bırakıldığı inanç sisteminin gerektirdiği uygulamalar, onun yaşam biçimine tümüyle aykırıydı. O halde, yapılacak tek şey vardı: Görünüşte İslamı kabul etmek; ama gerçekte ve uygulamada kendi töresini, buna temel oluşturan inançlarını sürdürmek... Aleviliğin ilk temeli budur. II Tümümüz yine biliriz ki, Ahmed Yesevi’nin Alevilikte çok önemli bir yeri vardır. Fakat, Sünniler de Ahmed Yesevi’ye sahip çıkarlar ve Türkler arasında İslamiyetin yayılmasında çok önemli bir görev üstlenmiş olduğunu belirtirler. Gerçekte Ahmed Yesevi, özünde Sünni, şeriata bağlı bir kişidir ve Nakşibendi tarikatine de girecektir. O zaman nasıl olmuştur da Ahmed Yesevi, Alevilik için bu denli önemli bir yerde bulunmuştur? İşin gerçeği şudur; İslamı böylece görünüşte ve yüzeysel olarak kabul etmiş olan Türklerin Sünniliği içlerine sindirmedikleri, daha da önemlisi kendi kültürlerine tümüyle yabancı olan bu ideolojiyi anlayamadıkları açıkça ortadaydı. Ahmed Yesevi, bu engeli aşmak ve İslamı Türklere içten benimsettirmek istiyordu. Bunun için ise, İslamı onların algılayabilecekleri ve yaşam biçimlerine ters gelmeyecek biçimde anlatmak ve belletmek gerekiyordu. O, bu amaçla, İslamiyeti Türklere ters gelmeyecek bir biçimde yorumlamak ve açıklamak yolunu seçti. Ne var ki, sonuç, Sünni Ortodoks İslam anlayışından çok değişik olacaktı. Bu nedenle de İslamın bu anlaşılış ve anlatılış biçimi, bu dini yüzeysel de olsa benimsemeye zorlanmış olan Türkler için, kabul edilebilir bir yorum olmuş ya da en azından onlar öyle algılamışlardı. Bugün bile Türkiye’deki Sünni çevrelere ters gelecek şu dizeler, Ahmed Yesevi’nin ya da öyle kabul ediliyor: Anlamıyorum alimler konuştuğunuz Türkçeyi Ariflerden duyunca, açar gönül mülkünü Ayet, hadis manası Türkçe olsa uygundur Manasını kavrayanlar yere koyar börkünü Üstelik, o, Türk halkını ezen egemen çevrelere zaman zaman karşı çıkıyor ve halktan yana bir taraf alıyordu: Padişahlarda, vezirlerde adalet yok Dervişlerin duasında icabet yok Türlü bela, halk üstüne yağdı dostlar Onun şu dizeleri ise Alevi yazınında göreceğimiz bir temel duygu ve inanışı çağrıştırıyordu: Ey siz, can çekip, her lahza izlersiniz ilahiyi Onu izlemeye hacet yok, ilahi siz ilahi siz(siniz) Aleviliğin bir başka temeli de böylece atılmış oluyordu. III Bu aşamada dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır: 1. Henüz daha Alevilikten söz etmek olanaksızdır. Olan, yalnızca temellerinin atılmaya başlanmasıdır. 2. Türklerin kabule zorlandıkları ve yüzeysel olarak kabul ettikleri İslam, Sünni İslamdır. Bu ikinci nokta, son derece önemlidir. Çünkü, bu tarihsel gerçek, Aleviliğin Şiilikten kaynaklandığı savının geçersizliğini kendiliğinden ortaya koymaktadır. Sonraki gelişmeler ise, bu gerçeği büsbütün belirginleştirecektir. Örneğin, Aleviliğin kilometre taşlarından olan Baba İlyas, Kayseri’de kadılık yapmıştır. Şeyh Bedreddin ise, Musa Çelebi’nin kazaskeridir ve bir fıkıh bilginidir. IV* Tarihsel süreçte sırası ile Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve özellikle Osmanlı Devleti’nin sınıfsal ve kültürel oluşumlarının izlediği çizgi de Aleviliğin atılan bu temeller üzerinde gelişimini doğrudan belirlemiştir. Her ne kadar bu devletler, Türkler tarafından kurulmuş idi iseler de yönetici kadroları, kısa sürede bulundukları yerlerin yerleşik halkının yaşam biçimini benimseyerek onlarla bütünleşmişlerdir. Bu ise, kırsal kesimde yaşayan ve İslam öncesi inançlarını İslami kisveyle sürdüren Türkler ile egemen çevreler arasında yeni bir uçurumun doğması demekti. Devlet, kendisine Sünniliği resmi ideoloji olarak almıştı. Üstelik, göçebeliklerini sürdüren ya da öyle olmasa bile kırsal kesimde yaşayan halkı, ekonomik bir sömürü altında tutuyordu. Büyük Selçuklu Devleti’nde 1153 yılında başgösteren Büyük Oğuz Ayaklanması, bu bakımdan konuya ışık tutmaktadır. Oğuzlar, Müslümanlığı kabul etmişlerdi; ancak kendilerinden alınan ağır verginin daha da arttırılmak istenmesi üzerine çıkan ve 3 yıl süren bu ayaklanma sırasında, kentleri yağmalayacaklar, camileri yakıp yıkacaklardır. Ayaklanma sona erdiğinde, her dört din adamından biri, Oğuzlarca öldürülmüş olacaktır. Bu tarihten önce Anadolu’ya gelip yerleşen Oğuzların da dünyaya ve Sünni İslama bakış açılarının hiç de değişik olmadığı, kolayca kestirilebilir. Buna koşut olarak da Anadolu Selçukluları, Büyük Selçukluların yolundan gidiyorlardı. 1239’da Anadolu’da başlayan Babalılar Ayaklanması, bu koşullar altında varlık kazanacaktır. Biliyoruz ki, Baba İshak’ın başlattığı bu ayaklanma da Aleviliğin oluşumunda önemli bir aşamadır. Ancak, yine dikkat edilmesi gereken nokta, Alevilikten bu tarihte de söz edilemeyecek olmasıdır. O zaman sorulması gereken soru, bu ayaklanmanın neden böyle kabul edilmekte olduğudur. Sorunun yanıtı, Baba İshak’ın siyasal görüşlerinde bulunmaktadır. Gerçekten de Baba İshak’a göre, Türkmenler (Oğuzlar) haksızlığa uğramışlardı. Bütün insanlar eşit haklara sahiptiler; ama bir azınlık, bu hakları gaspetmişti. Selçuklu Devleti yıkılacak ve yerine haksızlıkları kaldıracak bir düzen geçecekti. Osmanlı’ya karşı girişilecek olan tüm Alevi ayaklanmalarının temelinde de işte bu düşünce bulunacaktır. Osmanlı egemen çevrelerinin, giderek kökenlerine yabancılaşan Türklerden, devşirmelerden, ele geçirilen toprakların askeri egemen çevrelerinden oluşması ve sonunda da Yavuz Sultan Selim’in izlediği İslamcı siyasa ve Türk Safevi Devleti’ni Osmanlı iktidari için, tehlikeli görmesi sonucunda, Anadolu’da Alevilik atılan bu temeller üzerinde yükselecektir. Yavuz dönemi ile birlikte, artık Alevilik, apayrı bir duygu, düşünüş, inanç sistemi ve yaşam biçimi olarak karşımızdadır. Osmanlı da Alevi Türk’ünü, devletin öteki uyruklarından kesin bir biçimde ayırmaktadır. Osmanlı’ya göre, o, “zayıf-ül iman” yani zayıf imanlıdır, “mülhid”, yani tanrı tanımazdır, imansızdır. “Türkler”, “Etrak-i bi-idraktir”. Bu durum karşısında da Anadolu Türkleri, kendi devletleri olarak gördükleri Safevi Devleti’ne akın akın koşacaklardır. Türk tarihi için, bir dönüm noktası olan Çaldıran Savaşı’nda karşılaşan iki ordunun oluşumu, birçok gelişmeye ışık tuttuğu gibi, Aleviliğin tümüyle Anadolu Türk’üne özgü olduğunu da açıkça ortaya koyar: Safevi Devleti’nin kuruluşunda en büyük pay, Anadolu’dan gerisin geriye göç eden Ustacalı, Rumlu, Tekeli, Zulkadr, Şamlu, Afşar, Kaçar Türkmenlerinindi. O gün savaş alanında Şah İsmail’in ordusu Türklerden; buna karşılık Yavuz’un ordusu ise, Hıristiyanlardan devşirme Yeniçeriler, yardıma gelen Sırplar, paralı Hıristiyan askerler ve az sayıda da sipahiden oluşuyordu. Şah İsmail, Hatai adı ile Türkçe şiir yazıyordu, Yavuz ise Farsça!... V Aleviliğin temelleri Orta Asya’da atıldığına ve bu temeller üzerinde Anadolu’da Türk’e özgü olarak varlık kazandığına ve İslami kisveyle İslam öncesi Türk töresi ve inancın yaşatılması olduğuna göre, Hz. Ali’nin Alevilikteki eşsiz ve saygın yeri nasıl açıklanacaktır? Ehl-i beyt’in Arap egemenlerince zulme uğratıldığı tarihsel bir gerçektir. Türkler de yaşadıkları bölgelerin egemenlerince zulüm altında inletilmişlerdir. İslamiyeti belirtilen biçimde kabul eden Türkler için, Ehl-i beyt ve özellikle de Hz. Ali’ye duyulan yakınlık ve sevgi, bu açıdan ve simgesel bir bağlılık olarak değerlendirilmelidir. Bu çerçevede, Alevi ozanlarının çoğunda geçen Musa-Firavun motifine de dikkatinizi çekmek isteriz. Hatta Alevilerde sıkça rastlanan Musa adının da Firavun’un zulmüne uğradığı varsayılan Musa’dan esinlenerek, başlangıçta konulduğunu ve bunun gelenekleştiğini söylemek gerekir. VI Konuyu daha iyi belirleyebilmek için, bir olgu üzerinde de yine kısaca durmak gerekiyor. Bütün toplumlar, maddi yaşamlarında, duygu ve düşüncelerinde, inançlarında kendinden önce gelip geçmiş ve ayrıca hâlâ varlıklarını sürdüren başka toplumlardan etkilenirler, kendi yapılarında onlardan öğeler taşırlar. Başka bir deyişle, herşey sıfırdan başlamaz. Ancak, ayrı bir kimliğe sahip olabilen toplumlar, tüm bu öğelere kendi damgalarını basarlar. Örneğin, İslam dininde de söz gelimi eski Mısır inançlarından, Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan izler görülür; ama bunlar, İslamiyetin apayrı bir din olarak varlık kazanmasını engellememiştir. Çünkü, İslamiyet bu etkilerin tümünü kendi potasında eriterek, kendi damgasını basmıştır. Bu bilimsel gerçek, doğal olarak Orta Asya’da yaşayan, sonra batıya doğru göçen ve sonunda da Anadolu’ya gelip yerleşen Türkler için de söz konusudur. Başka toplumlardan kaynaklanmış olan öğeleri, Anadolu Alevi Türk halk kitlesinde de görürüz. Bu izlerden ya da ögelerden birini ya da birkaçını ele alıp, bunları ön plana çıkararak Anadolu Aleviliğinin oralardan kaynaklandığını öne sürmeye kalkışmak ya bilime aykırılığın ya da bir art düşüncenin kanıtıdır. Söz gelimi, Zerdüştlüğün izlerinden kalkarak Kürt kökenli olduğunu öne sürmeğe kalkışmak böyledir. Oysa aradan geçen bunca zamana ve bunca baskıya karşın, bugün bile Anadolu Alevisi, İslam öncesi Türk duygusunu, düşünüşünü, töresini İslam adı altında da olsa sürdürmektedir. Bunun en çarpıcı kanıtı, kadın konusundadır. VII Bu çerçevede kimi bilim adamlarının Aleviliği nasıl tanımladıklarını ya da tanımlamaya temel olacak hangi sonuçlara ulaştıklarını görelim: Mehmet Eröz, “Türk Alevilik ve Bektaşiliğinin ana kaynağı Türk kültürü ve eski Türk dinidir”;“göçebeler, Müslümanlığı şeklen kabul ettiler” diyerek[1], anlatmaya çalıştığımız gerçeği de belirtmiş bulunuyor. Mélikoff, önce Aleviliğin, “Ali ve Kerbela şehitlerine karşı dindarca bir saygı dışında, Şiiliğin, aşırı ya da aşırı olmayan, hiçbir görünümünü ortaya koymadığını...” belirtmekte ve “eski Türklerin dini ve sosyal yaşamlarının basit ve kolayca bir İslamlığa uygulandığı bir halk inanışı” tanımını yapmaktadır.[2] Mustafa Akdağ’a göre, “Çoğu Türkmen olan göçebe halkının da Şamanilikten sahip oldukları birtakım adetlerin İslam dinin de kaidesi olarak ifadesi...”*dir.[3] Faruk Sümer de “XV. Yüzyıl ortalarında Türklerin dini inançları” için “....medresenin tesiri dışında kalan köylü ve göçebelerin mühim bir kısmı sathi bir İslamiyetin görünüşü altında Orta Asya’dan getirdikleri eski dini inanç ve telakkilerini devam ettiriyorlardı” diyor.[4] Zeki Velidi Togan’ın da Türklerin İslamiyeti kendi açılarından yorumlayışları için, “İslamiyetin milli bir Türk dinine çevrilmesi” nitelendirilmesini yapmış olduğunu belirtmek yerinde olacaktır.[5] Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Söz gelimi, Fransız Türkolog J. P. Roux’un şu sözleri, günümüz Anadolu Aleviliğinin gerçek niteliğine ışık tutmaktadır: “....yoksul tabakanın dokuz yüzyıllık Müslümanlaşmadan sonra (bile), ortaçağdaki inançlarından, bazı kalıntılardan çok (daha) fazla şeyler muhafaza etmiş olduğunu açıkça göstermektedir.”[6] Sözün özü, Alevilik, Türk’e özgüdür, onun İslam öncesi değerlerinin, İslama karşın; ama onun görüntüsü altında yaşatılmasıdır. Kaynaklar Akdağ, Mustafa: Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, C. 1, Ankara 1959. Eröz, Mehmet: Eski Türk Dini (Gök Tanrı İnancı) ve Alevilik, Bektaşilik. İstanbul 1992. Mélikoff, Irène: Uyur İken Uyardılar–Alevilik, Bektaşilik Araştırmaları. İstanbul 1993. Roux, J. P.: Türklerin Tarihi: Büyük Okyanustan Akdeniz’e 2000 yıl. Çev. Galip Üstün, İstanbul 1991. Sümer, Faruk: Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişimesinde Anadolu Türklerinin Rolü. Ankara 1992. Togan, Zeki Velidi: Umumi Türk Tarihine Giriş. C.1, İstanbul 1970. -------------------------------------------------------------------------------- 1 Bkz. Eröz 1992: 7, 10. 2 Bkz. Mélikoff 1993: 34. 3 Bkz. Akdağ 1959: 283. 4 Bkz. Sümer 1992: 201. 5 Bkz. Togan 1970: 271. 6 Bkz. Roux 1991: 195. |
|
||||
TÜRKEI IST NICHT IRAN DARF NICHT SEIN
Bugünlerde Alevilik, geçmişte eşine hiç rastlanmamış bir biçimde, gündemde bulunuyor. Bir süredir Alevilik üzerine yayınlanan kitaplar bir yana, gazelerde yazı dizileri, makaleler birbirini izliyor. Televizyon kanalları Aleviliğe uzun saatler ayırıyorlar. Bu durum karşısında sorulması gereken bir soru var: Neden Aleviliğe ilgi giderek böylesine artmaktadır?
Bu sorunun yanıtı, her şeyden önce, yayınların niteliklerine ve amaçlarına bakılarak verilmelidir. Bu açıdan baktığımızda, bu yayınları 4 ayrı gurupta toplayabiliriz: · Gerçekten bilimsel ve objektif yayınlar. · Böyle olmayıp da Aleviliği, Şiiliğin bir kolu olarak göstermek isteyenler. · Aleviliğin Sünnilik gibi, bir İslam mezhebinden başka bir şey olmadığını öne sürenler. · Aleviliği, Anadolu Türk halkından soyutlamak isteyenler. Doğrusunu söylemek gerekirse, kendisi Alevi olsun olmasın, Aleviliğin kökenine, tarihsel gelişimine ilişkin açık ve kesin bir bilgisi olmayanların, Aleviliği Şiilik ya da Sünnilik içinde eritmek, Anadolu Türk halkından koparmak amacını güden bu yayınlardan etkilenmeğe başladıkları da üzücü bir gerçektir. Öte yandan, bilimsel ve objektif olanların dışındaki yayınların, ortak bir amaçları bulunduğu da açıkça görülmektedir. Bu ortak amacı daha iyi anlayabilmek için, Türkiye*’yi öteki İslam ülkelerinden ayıran iki özelliği sürekli göz önünde tutmamız gerekir. Bu iki özellik şudur: 1. Halkı Müslüman olan başka hiçbir ülkede, Atatürk devrimleri yaşanmamıştır. 2. Halkı Müslüman olan başka hiçbir ülkede, Anadolu Alevi halk kitlesi gibi bir kitle yoktur. Başka bir deyişle, Türkiye’yi hâlâ İran’a Cezayir’e Afganistan’a Suudi Arabistan’a dönüştürememişlerse, bu, karşılarında bu iki ayışmaz engel olduğu içindir. Bu nedenlerle de Türkiye’yi Arap Ortaçağının karanlığına gömmek ya da İran İslam Cumhuriyeti’ne benzer bir sistemin içine çekmek isteyenler için, aynı biçimde özgün yapısının yıkılması, soysuzlaştırılması gerekmektedir. Atatürk Devrimleri’nin ve Aleviliğin düşmanlarının aynı karanlık çevreler ve güçler olması, hiç de bir rastlantı değildir. O halde Alevilik, tüm bu saldırılara, tüm bu özgün yapısından koparılma çabalarına karşı korunmalıdır. Bunun en başta gelen yolu ise, neyi korumamız gerektiğini kesin tanımı ile bilmektir. Bunun için de önce Aleviliğin temellerinin nasıl atıldığına, bu temeller üzerinde Anadolu’da nasıl geliştiğine ve biçimlendiğine, çok kısaca da olsa, bir göz atmamız gerekiyor. I Artık hemen hemen tümümüz biliyoruz ki, Türkler, İslamiyeti öyle kendiliklerinden ve isteyerek değil, 300 yıl süren bir direniş sonunda bölük bölük ve zor karşısında kabul etmek durumunda kalmışlardır. Bu uzun direnişin Türklerin yabancı bir devletin işgaline karşı yurtlarını korumaları, Arapların zulümlerine karşı koymaları gibi nedenlerini bir yana bırakarak, konumuz bakımından asıl önem taşıyanı üzerinde duralım. Bu işgalci Araplar, aynı zamanda kendi dinlerini de ele geçirdikleri ülkelerin insanlarına zorla benimsettiriyorlardı. Ne var ki, İslamiyetin temel kurallarının Türk toplumunda uygulanması olanaksızdı. Çünkü, kentler kurarak yerleşik düzene geçmiş olan Türkler bir yana, asıl büyük Türk çoğunluğu hâlâ yarı – göçebe bir yaşam sürmekteydi. Bu arada hemen belirteyim ki, yerleşik Türkler, göçebelerden daha kolay ve daha önce İslamiyeti benimsemişlerdir. Peki, göçebeliklerini şu ya da bu düzeyde sürdüren Türkler için, İslami temel kuralların uygulanması neden olanaksızdı? İşte bu soruya verilecek yanıt, Aleviliği anlamakta ilk anahtar olacaktır. Gerçekte konu çok açık. Çünkü, sürekli olarak hareket eden, bir yerden bir yere gitmekte olan ve bu arada hasımlarına karşı hep tetikte olması gereken bir Türk boyunun gün boyunca beş kez durarak namaz kıldığını bir düşünün. Ya da Sünni İslam da bile, seyahat durumunda oruç tutmama olanağı tanımışken, sürekli hareketli bir toplumun bireylerinin, nasıl olup da oruç tutabileceklerini, gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Üstelik, bu insanlar, temel geçim kaynakları olan hayvan sürülerini, kime ve nereye bırakarak, Hacca nasıl gidebileceklerdi? Kaldı ki, göçebe bir toplumda kaç göç nasıl uygulanabilirdi? Türk kadını, eşi ile ve topluluğun öteki bireyleri birlikte, at koştururken ve gerektiğinde elinde kılıç savaşırken, şimdi onu nasıl olup da bir yere kapatabilecektiniz. Bir bilgi olsun diye şunu söyleyeyim: O dönem Türk toplumunda en uzun süreli hapis cezası, 10 gündü! Şunu da asla gözden uzak tutmamak gerekir ki, göçebe toplumların varlığını koruyabilmeleri için, sıkı bir disiplin gerekir. Bu disiplin ise, törelerle sağlanır. Bu nedenle, bu gibi toplumlarda töreye bağlılık, çok güçlüdür. Türk de töresine bağlıydı ve yaşayabilmek için, bağlı kalmak zorundaydı da. Ama şimdi, kabul etmek zorunda bırakıldığı inanç sisteminin gerektirdiği uygulamalar, onun yaşam biçimine tümüyle aykırıydı. O halde, yapılacak tek şey vardı: Görünüşte İslamı kabul etmek; ama gerçekte ve uygulamada kendi töresini, buna temel oluşturan inançlarını sürdürmek... Aleviliğin ilk temeli budur. II Tümümüz yine biliriz ki, Ahmed Yesevi’nin Alevilikte çok önemli bir yeri vardır. Fakat, Sünniler de Ahmed Yesevi’ye sahip çıkarlar ve Türkler arasında İslamiyetin yayılmasında çok önemli bir görev üstlenmiş olduğunu belirtirler. Gerçekte Ahmed Yesevi, özünde Sünni, şeriata bağlı bir kişidir ve Nakşibendi tarikatine de girecektir. O zaman nasıl olmuştur da Ahmed Yesevi, Alevilik için bu denli önemli bir yerde bulunmuştur? İşin gerçeği şudur; İslamı böylece görünüşte ve yüzeysel olarak kabul etmiş olan Türklerin Sünniliği içlerine sindirmedikleri, daha da önemlisi kendi kültürlerine tümüyle yabancı olan bu ideolojiyi anlayamadıkları açıkça ortadaydı. Ahmed Yesevi, bu engeli aşmak ve İslamı Türklere içten benimsettirmek istiyordu. Bunun için ise, İslamı onların algılayabilecekleri ve yaşam biçimlerine ters gelmeyecek biçimde anlatmak ve belletmek gerekiyordu. O, bu amaçla, İslamiyeti Türklere ters gelmeyecek bir biçimde yorumlamak ve açıklamak yolunu seçti. Ne var ki, sonuç, Sünni Ortodoks İslam anlayışından çok değişik olacaktı. Bu nedenle de İslamın bu anlaşılış ve anlatılış biçimi, bu dini yüzeysel de olsa benimsemeye zorlanmış olan Türkler için, kabul edilebilir bir yorum olmuş ya da en azından onlar öyle algılamışlardı. Bugün bile Türkiye’deki Sünni çevrelere ters gelecek şu dizeler, Ahmed Yesevi’nin ya da öyle kabul ediliyor: Anlamıyorum alimler konuştuğunuz Türkçeyi Ariflerden duyunca, açar gönül mülkünü Ayet, hadis manası Türkçe olsa uygundur Manasını kavrayanlar yere koyar börkünü Üstelik, o, Türk halkını ezen egemen çevrelere zaman zaman karşı çıkıyor ve halktan yana bir taraf alıyordu: Padişahlarda, vezirlerde adalet yok Dervişlerin duasında icabet yok Türlü bela, halk üstüne yağdı dostlar Onun şu dizeleri ise Alevi yazınında göreceğimiz bir temel duygu ve inanışı çağrıştırıyordu: Ey siz, can çekip, her lahza izlersiniz ilahiyi Onu izlemeye hacet yok, ilahi siz ilahi siz(siniz) Aleviliğin bir başka temeli de böylece atılmış oluyordu. III Bu aşamada dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır: 1. Henüz daha Alevilikten söz etmek olanaksızdır. Olan, yalnızca temellerinin atılmaya başlanmasıdır. 2. Türklerin kabule zorlandıkları ve yüzeysel olarak kabul ettikleri İslam, Sünni İslamdır. Bu ikinci nokta, son derece önemlidir. Çünkü, bu tarihsel gerçek, Aleviliğin Şiilikten kaynaklandığı savının geçersizliğini kendiliğinden ortaya koymaktadır. Sonraki gelişmeler ise, bu gerçeği büsbütün belirginleştirecektir. Örneğin, Aleviliğin kilometre taşlarından olan Baba İlyas, Kayseri’de kadılık yapmıştır. Şeyh Bedreddin ise, Musa Çelebi’nin kazaskeridir ve bir fıkıh bilginidir. IV* Tarihsel süreçte sırası ile Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve özellikle Osmanlı Devleti’nin sınıfsal ve kültürel oluşumlarının izlediği çizgi de Aleviliğin atılan bu temeller üzerinde gelişimini doğrudan belirlemiştir. Her ne kadar bu devletler, Türkler tarafından kurulmuş idi iseler de yönetici kadroları, kısa sürede bulundukları yerlerin yerleşik halkının yaşam biçimini benimseyerek onlarla bütünleşmişlerdir. Bu ise, kırsal kesimde yaşayan ve İslam öncesi inançlarını İslami kisveyle sürdüren Türkler ile egemen çevreler arasında yeni bir uçurumun doğması demekti. Devlet, kendisine Sünniliği resmi ideoloji olarak almıştı. Üstelik, göçebeliklerini sürdüren ya da öyle olmasa bile kırsal kesimde yaşayan halkı, ekonomik bir sömürü altında tutuyordu. Büyük Selçuklu Devleti’nde 1153 yılında başgösteren Büyük Oğuz Ayaklanması, bu bakımdan konuya ışık tutmaktadır. Oğuzlar, Müslümanlığı kabul etmişlerdi; ancak kendilerinden alınan ağır verginin daha da arttırılmak istenmesi üzerine çıkan ve 3 yıl süren bu ayaklanma sırasında, kentleri yağmalayacaklar, camileri yakıp yıkacaklardır. Ayaklanma sona erdiğinde, her dört din adamından biri, Oğuzlarca öldürülmüş olacaktır. Bu tarihten önce Anadolu’ya gelip yerleşen Oğuzların da dünyaya ve Sünni İslama bakış açılarının hiç de değişik olmadığı, kolayca kestirilebilir. Buna koşut olarak da Anadolu Selçukluları, Büyük Selçukluların yolundan gidiyorlardı. 1239’da Anadolu’da başlayan Babalılar Ayaklanması, bu koşullar altında varlık kazanacaktır. Biliyoruz ki, Baba İshak’ın başlattığı bu ayaklanma da Aleviliğin oluşumunda önemli bir aşamadır. Ancak, yine dikkat edilmesi gereken nokta, Alevilikten bu tarihte de söz edilemeyecek olmasıdır. O zaman sorulması gereken soru, bu ayaklanmanın neden böyle kabul edilmekte olduğudur. Sorunun yanıtı, Baba İshak’ın siyasal görüşlerinde bulunmaktadır. Gerçekten de Baba İshak’a göre, Türkmenler (Oğuzlar) haksızlığa uğramışlardı. Bütün insanlar eşit haklara sahiptiler; ama bir azınlık, bu hakları gaspetmişti. Selçuklu Devleti yıkılacak ve yerine haksızlıkları kaldıracak bir düzen geçecekti. Osmanlı’ya karşı girişilecek olan tüm Alevi ayaklanmalarının temelinde de işte bu düşünce bulunacaktır. Osmanlı egemen çevrelerinin, giderek kökenlerine yabancılaşan Türklerden, devşirmelerden, ele geçirilen toprakların askeri egemen çevrelerinden oluşması ve sonunda da Yavuz Sultan Selim’in izlediği İslamcı siyasa ve Türk Safevi Devleti’ni Osmanlı iktidari için, tehlikeli görmesi sonucunda, Anadolu’da Alevilik atılan bu temeller üzerinde yükselecektir. Yavuz dönemi ile birlikte, artık Alevilik, apayrı bir duygu, düşünüş, inanç sistemi ve yaşam biçimi olarak karşımızdadır. Osmanlı da Alevi Türk’ünü, devletin öteki uyruklarından kesin bir biçimde ayırmaktadır. Osmanlı’ya göre, o, “zayıf-ül iman” yani zayıf imanlıdır, “mülhid”, yani tanrı tanımazdır, imansızdır. “Türkler”, “Etrak-i bi-idraktir”. Bu durum karşısında da Anadolu Türkleri, kendi devletleri olarak gördükleri Safevi Devleti’ne akın akın koşacaklardır. Türk tarihi için, bir dönüm noktası olan Çaldıran Savaşı’nda karşılaşan iki ordunun oluşumu, birçok gelişmeye ışık tuttuğu gibi, Aleviliğin tümüyle Anadolu Türk’üne özgü olduğunu da açıkça ortaya koyar: Safevi Devleti’nin kuruluşunda en büyük pay, Anadolu’dan gerisin geriye göç eden Ustacalı, Rumlu, Tekeli, Zulkadr, Şamlu, Afşar, Kaçar Türkmenlerinindi. O gün savaş alanında Şah İsmail’in ordusu Türklerden; buna karşılık Yavuz’un ordusu ise, Hıristiyanlardan devşirme Yeniçeriler, yardıma gelen Sırplar, paralı Hıristiyan askerler ve az sayıda da sipahiden oluşuyordu. Şah İsmail, Hatai adı ile Türkçe şiir yazıyordu, Yavuz ise Farsça!... V Aleviliğin temelleri Orta Asya’da atıldığına ve bu temeller üzerinde Anadolu’da Türk’e özgü olarak varlık kazandığına ve İslami kisveyle İslam öncesi Türk töresi ve inancın yaşatılması olduğuna göre, Hz. Ali’nin Alevilikteki eşsiz ve saygın yeri nasıl açıklanacaktır? Ehl-i beyt’in Arap egemenlerince zulme uğratıldığı tarihsel bir gerçektir. Türkler de yaşadıkları bölgelerin egemenlerince zulüm altında inletilmişlerdir. İslamiyeti belirtilen biçimde kabul eden Türkler için, Ehl-i beyt ve özellikle de Hz. Ali’ye duyulan yakınlık ve sevgi, bu açıdan ve simgesel bir bağlılık olarak değerlendirilmelidir. Bu çerçevede, Alevi ozanlarının çoğunda geçen Musa-Firavun motifine de dikkatinizi çekmek isteriz. Hatta Alevilerde sıkça rastlanan Musa adının da Firavun’un zulmüne uğradığı varsayılan Musa’dan esinlenerek, başlangıçta konulduğunu ve bunun gelenekleştiğini söylemek gerekir. VI Konuyu daha iyi belirleyebilmek için, bir olgu üzerinde de yine kısaca durmak gerekiyor. Bütün toplumlar, maddi yaşamlarında, duygu ve düşüncelerinde, inançlarında kendinden önce gelip geçmiş ve ayrıca hâlâ varlıklarını sürdüren başka toplumlardan etkilenirler, kendi yapılarında onlardan öğeler taşırlar. Başka bir deyişle, herşey sıfırdan başlamaz. Ancak, ayrı bir kimliğe sahip olabilen toplumlar, tüm bu öğelere kendi damgalarını basarlar. Örneğin, İslam dininde de söz gelimi eski Mısır inançlarından, Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan izler görülür; ama bunlar, İslamiyetin apayrı bir din olarak varlık kazanmasını engellememiştir. Çünkü, İslamiyet bu etkilerin tümünü kendi potasında eriterek, kendi damgasını basmıştır. Bu bilimsel gerçek, doğal olarak Orta Asya’da yaşayan, sonra batıya doğru göçen ve sonunda da Anadolu’ya gelip yerleşen Türkler için de söz konusudur. Başka toplumlardan kaynaklanmış olan öğeleri, Anadolu Alevi Türk halk kitlesinde de görürüz. Bu izlerden ya da ögelerden birini ya da birkaçını ele alıp, bunları ön plana çıkararak Anadolu Aleviliğinin oralardan kaynaklandığını öne sürmeye kalkışmak ya bilime aykırılığın ya da bir art düşüncenin kanıtıdır. Söz gelimi, Zerdüştlüğün izlerinden kalkarak Kürt kökenli olduğunu öne sürmeğe kalkışmak böyledir. Oysa aradan geçen bunca zamana ve bunca baskıya karşın, bugün bile Anadolu Alevisi, İslam öncesi Türk duygusunu, düşünüşünü, töresini İslam adı altında da olsa sürdürmektedir. Bunun en çarpıcı kanıtı, kadın konusundadır. VII Bu çerçevede kimi bilim adamlarının Aleviliği nasıl tanımladıklarını ya da tanımlamaya temel olacak hangi sonuçlara ulaştıklarını görelim: Mehmet Eröz, “Türk Alevilik ve Bektaşiliğinin ana kaynağı Türk kültürü ve eski Türk dinidir”;“göçebeler, Müslümanlığı şeklen kabul ettiler” diyerek[1], anlatmaya çalıştığımız gerçeği de belirtmiş bulunuyor. Mélikoff, önce Aleviliğin, “Ali ve Kerbela şehitlerine karşı dindarca bir saygı dışında, Şiiliğin, aşırı ya da aşırı olmayan, hiçbir görünümünü ortaya koymadığını...” belirtmekte ve “eski Türklerin dini ve sosyal yaşamlarının basit ve kolayca bir İslamlığa uygulandığı bir halk inanışı” tanımını yapmaktadır.[2] Mustafa Akdağ’a göre, “Çoğu Türkmen olan göçebe halkının da Şamanilikten sahip oldukları birtakım adetlerin İslam dinin de kaidesi olarak ifadesi...”*dir.[3] Faruk Sümer de “XV. Yüzyıl ortalarında Türklerin dini inançları” için “....medresenin tesiri dışında kalan köylü ve göçebelerin mühim bir kısmı sathi bir İslamiyetin görünüşü altında Orta Asya’dan getirdikleri eski dini inanç ve telakkilerini devam ettiriyorlardı” diyor.[4] Zeki Velidi Togan’ın da Türklerin İslamiyeti kendi açılarından yorumlayışları için, “İslamiyetin milli bir Türk dinine çevrilmesi” nitelendirilmesini yapmış olduğunu belirtmek yerinde olacaktır.[5] Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Söz gelimi, Fransız Türkolog J. P. Roux’un şu sözleri, günümüz Anadolu Aleviliğinin gerçek niteliğine ışık tutmaktadır: “....yoksul tabakanın dokuz yüzyıllık Müslümanlaşmadan sonra (bile), ortaçağdaki inançlarından, bazı kalıntılardan çok (daha) fazla şeyler muhafaza etmiş olduğunu açıkça göstermektedir.”[6] Sözün özü, Alevilik, Türk’e özgüdür, onun İslam öncesi değerlerinin, İslama karşın; ama onun görüntüsü altında yaşatılmasıdır. Kaynaklar Akdağ, Mustafa: Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, C. 1, Ankara 1959. Eröz, Mehmet: Eski Türk Dini (Gök Tanrı İnancı) ve Alevilik, Bektaşilik. İstanbul 1992. Mélikoff, Irène: Uyur İken Uyardılar–Alevilik, Bektaşilik Araştırmaları. İstanbul 1993. Roux, J. P.: Türklerin Tarihi: Büyük Okyanustan Akdeniz’e 2000 yıl. Çev. Galip Üstün, İstanbul 1991. Sümer, Faruk: Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişimesinde Anadolu Türklerinin Rolü. Ankara 1992. Togan, Zeki Velidi: Umumi Türk Tarihine Giriş. C.1, İstanbul 1970. -------------------------------------------------------------------------------- 1 Bkz. Eröz 1992: 7, 10. 2 Bkz. Mélikoff 1993: 34. 3 Bkz. Akdağ 1959: 283. 4 Bkz. Sümer 1992: 201. 5 Bkz. Togan 1970: 271. 6 Bkz. Roux 1991: 195. |
|
|||
Perfekt... du hast es
bence bu anlayis ILSAMIN ilk sartidir... yeni OBJEKTIV bir beyin sahibi olmak...
Ancak bundan sonra site uzmanlari anlayacak bir beyine sahip olabiliriz.. Yoksa Ahmed Hulusi sunu demis Yasar bunu demis... bunlari ön yargiyla safsatayla anlamamiz MÜMKÜN degildir. ve olamazda.... imkansiz bir DIN azmani... bunlari anlayamaz |
|
|||
Arkadas yanlis anlamda
burada kimsenin adeti degildir... bu kadar uzun mekaleri kopyalamak... bak ben okumayacagim... eminim kimsede sonuna kadar okuyup birecekte degildir...
IN DER KÜRZE LIEGT DIR WÜRZE... kisa kisa kendi görüslerine yer ver... ) Selamlar ENis |
|
|||
Klar haben wir Demokratie
aber inder Demokratie musst du dir auch kritik gefallen lassen... dann ist erst eine Demokratie... vorher nicht...
Wie gesagt... ich werde es nicht lesen... und das ist auch Demokratie |