Vaybee!
  |   Mitglied werden   |   Hilfe   |   Login
 
Sie sind hier: Startseite > Vaybee! Forum > Gesellschaft & Soziales


Hilfe Kalender Heutige Beiträge

Antwort
 
Themen-Optionen Thema durchsuchen
  #541  
Alt 11.12.2003, 21:08
Benutzerbild von aliconda
aliconda aliconda ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard *grrrrrrriiiiiiiiiiiiiiiiins*

&gt&gthätte mich auch gewundert, wenn du

nicht auch so denken würdest ;-)&lt&lt

hat das was zu bedeuten ? ;-) hehehhehe

"Ein Sch... der "unartiges" denkt"
l.grüsse
Schelm ;-)
  #542  
Alt 11.12.2003, 21:13
Benutzerbild von aliconda
aliconda aliconda ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard Türke Kuran ?

Merhaba,
yanlismi anladim bilmiyorum ama...
lütfen: Türkce Kuran
ilen düsündüklerinizi ögrenmek isitiyorum.

Burada o kadar "anlamli" yazilar yazdiginiz icin sizin tam uygun birisi oldugunuzu düsünüyorum.

Umarim yanilmamisim
Hoscakalin
Ali
  #543  
Alt 12.12.2003, 10:39
Benutzerbild von eysevgili
eysevgili eysevgili ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard o.T.

Merhabalar
Bu soru bana degildi ama ben de nacizane fikirlerimi belirtmek istiyorum.
Kur"an-i Kerim Türkçe okunamaz.
Ben sadece fiziki tönüne deginmek istiyorum. Arapçadaki birçok harf dilimizde yani Türkçe"de yok. Ve Arapça"da birçok harfin okununusunu insan ancak küçükken ögrenebiliyor, insanin yasi ilerlediginde insanin dili dönmüyor.
Örnegin "peltek s" "Zı harfi" "keskin z" "peltek z" "Ta " "te""de" "da" vesaire (su an bunlarin okunusunu burada yazabilmem bile imkansiz). Meselaimam efendi Namazda sureleri Türkçe okusa nasil okuyacak Türkçedeki "s" harfine karsilik Arapça"da 3 tane "s" harfi var aynisey "z" harfi için de gecerli "t" harfi içinde. Sonra Mekkede hacta ne olacak, orda sureler hangi dilde okunacak ??? Herkes kendi dilinde okunmasini isteyecektir. Zaten müslümanlar arasinda yeteri kadar kamplasmalar var böyle birseye hiç gerek yok.

Kaldiki Arapça çok kolay bir dildir 7-8 yasindaki çocuk bile birkaç haftada kolayca ögrenebiliyor(5 yasinda hafizlar var ve Kur"an-i Kerim"in tamamini ezbere biliyorlar) Arapça"da harfler (Türkçedeki gibi) yazildigi gibi okunurlar ve harfin okunusu yer aldigi kelimeye göre asla degismez, yani ingilizce gibi falan degil.
Ve Peygamber Efendimizin(sav) su sözünü asla unutmayin (hatirladigim kadari ile) Arabi ve Arapça"yi 3 seyden dolayi seviniz: Ben Arabim, Kur"an-i Kerim"in lisani Arapça"dir ve Cennet Ehlinin lisani Arapça olacaktir.

Her samimi oldugunu söyleyen müslüman ihtiyaci kadar Kur"an-i Kerim okumasini ögrenmek zorundadir. Lütfen yani biris sahibi olup para kazanmak isin o kadar kursa gidiyoruz o kadar ders çalisiyoruz, o kadar yil unv. okuyoruz, Ahirete hazirlanmak bu kadar degersiz birsey mi ki oraya hazirlanirken ayak sürüyoruz ve bir sürü mazeretler uyduruyoruz.
Kiyamet günü insanlara soracaklar dünyada ne kadar kaldiniz diye:"sadece bir AN"diyecek.
Yani o kadar kisa su dünya hayatimiz ahiret hayatinin yaninda.
Netice olarak tarih hocamizin dedigi gibi "Ag koyun ag bacagindan, karakoyun kara bacagindan asilir." Hepimiz ilk etapta kendi hesabimizi verecegiz sonra cevremizdeki insanlarin.....
SAYGILAR
(Bunlari ilk önce kendime yani kendi nefsime söylüyorum sonra okuyan degerli arkadaslarima lütfen kimse incinmesi,kirilmasin)
  #544  
Alt 12.12.2003, 10:40
Benutzerbild von eysevgili
eysevgili eysevgili ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard Türkçe Kur"an-i Kerim

Merhabalar
Bu soru bana degildi ama ben de nacizane fikirlerimi belirtmek istiyorum.
Kur"an-i Kerim Türkçe okunamaz.
Ben sadece fiziki tönüne deginmek istiyorum. Arapçadaki birçok harf dilimizde yani Türkçe"de yok. Ve Arapça"da birçok harfin okununusunu insan ancak küçükken ögrenebiliyor, insanin yasi ilerlediginde insanin dili dönmüyor.
Örnegin "peltek s" "Zı harfi" "keskin z" "peltek z" "Ta " "te""de" "da" vesaire (su an bunlarin okunusunu burada yazabilmem bile imkansiz). Meselaimam efendi Namazda sureleri Türkçe okusa nasil okuyacak Türkçedeki "s" harfine karsilik Arapça"da 3 tane "s" harfi var aynisey "z" harfi için de gecerli "t" harfi içinde. Sonra Mekkede hacta ne olacak, orda sureler hangi dilde okunacak ??? Herkes kendi dilinde okunmasini isteyecektir. Zaten müslümanlar arasinda yeteri kadar kamplasmalar var böyle birseye hiç gerek yok.

Kaldiki Arapça çok kolay bir dildir 7-8 yasindaki çocuk bile birkaç haftada kolayca ögrenebiliyor(5 yasinda hafizlar var ve Kur"an-i Kerim"in tamamini ezbere biliyorlar) Arapça"da harfler (Türkçedeki gibi) yazildigi gibi okunurlar ve harfin okunusu yer aldigi kelimeye göre asla degismez, yani ingilizce gibi falan degil.
Ve Peygamber Efendimizin(sav) su sözünü asla unutmayin (hatirladigim kadari ile) Arabi ve Arapça"yi 3 seyden dolayi seviniz: Ben Arabim, Kur"an-i Kerim"in lisani Arapça"dir ve Cennet Ehlinin lisani Arapça olacaktir.

Her samimi oldugunu söyleyen müslüman ihtiyaci kadar Kur"an-i Kerim okumasini ögrenmek zorundadir. Lütfen yani biris sahibi olup para kazanmak isin o kadar kursa gidiyoruz o kadar ders çalisiyoruz, o kadar yil unv. okuyoruz, Ahirete hazirlanmak bu kadar degersiz birsey mi ki oraya hazirlanirken ayak sürüyoruz ve bir sürü mazeretler uyduruyoruz.
Kiyamet günü insanlara soracaklar dünyada ne kadar kaldiniz diye:"sadece bir AN"diyecek.
Yani o kadar kisa su dünya hayatimiz ahiret hayatinin yaninda.
Netice olarak tarih hocamizin dedigi gibi "Ag koyun ag bacagindan, karakoyun kara bacagindan asilir." Hepimiz ilk etapta kendi hesabimizi verecegiz sonra cevremizdeki insanlarin.....
SAYGILAR
(Tüm bunlari ilk öncekendi nefsime söylüyorum sonra okuyan diger arkadaslarima lütfen hiç kimse ne incinsin ne de kirilsin)
  #545  
Alt 12.12.2003, 12:19
Benutzerbild von kolaygelsin
kolaygelsin kolaygelsin ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard Eysevgili"ye teşekkürler

Sayın aliconda konu ile ilgili Eysevgili izahatta bulunmuş. Teşekkür ederim. Konu ile ilgili misaller çoğaltılabilir.
Mesela arabi harflerden "H" üzerinde noktasız olarak okunursa manası çok değişir. "Halak" kelimesindeki "h" noktalı okunursa "yaratıcı", noktasız okunursa "berber/traş eden" manasına gelir..
Ve bir beyt;
"Deme arabi zordur farisi anlaşılmaz
Bunlar bilinmezse ilimden tat alınmaz"

Kalın sağlıcakla
  #546  
Alt 12.12.2003, 15:51
Benutzerbild von aliconda
aliconda aliconda ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard "Aus aktuellem" ...

------------
&gtich mag ihn jedenfalls ;-)
&gtAnArSisT, ola ki, yolunu sasirip, buraya ugrarsan, bir fikra birakiver. Seninkilere cok gülerdim :-)
------------

... "Anlass geändert" *griiiiiiins*
  #547  
Alt 13.12.2003, 01:16
unknown
 
Beiträge: n/a
Standard o.T.

üstadim da, nur icinde yatsin, daima su nokta üzerinde titrerdi: (hersey zitlar arasi bir kivam meselesinden ibarettir ve yobazda bu kivam dehasindan eser yoktur.) her zaman oldugu gibi, yine isabet buyurmus...
  #548  
Alt 13.12.2003, 13:14
Benutzerbild von anarsist
anarsist anarsist ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard DİL VE DİN1

Kuran’daki Çeviriler ve Bir Çevirmen Olarak Tanrı

Kuran, Tanrı’nın özel ulağı Cebrail aracılığıyla elçisi Muhammed’e iletip içinde yaşadığı topluma duyurmasını istediği bildirimlerden oluşur. Bu bildirilerde, Araplara, o günden önce, geçmiş çağlarda yabancı toplumlarda neler olup bittiği de anlatılmaktadır. Kuran’da Tanrı’nın Araplara Arapça bildirimlerde bulunmadan önce, geçmişte Arap olmayan, Arapça konuşmayan başka toplumlara başka başka dillerle bildirimlerde bulunduğu, şöyle açıklanmıştır:

Biz hiçbir elçiyi içinde yaşadığı kendi toplumunun konuştuğu dilden başka, onlara yabancı bir dille göndermedik, ki onlara bildirilerimizi apaçık anlatsın. (İbrahim suresi, 4. ayet)

Tanrı’nın Kuran’daki bu bildirisi çok açıktır; her toplum Tanrı’nın bildirilerini kendi anadiliyle öğrenip anlayacaktır. Tanrı bunu böyle buyurmuş ve hep böyle yapmıştır. Tanrı, öğretisinin Amerikalılara Fransızca, Araplara Çince, Almanlara Japonca, Türklere Arapça bildirilmesini istememiştir. Din dilinin Türkçeleştirilmesi, bilimsel bir zorunluluk olduğu denli, bu Kuran ayeti uyarınca, tanrı’nın da bir buyruğudur.

Tanrı’nın, Araplara elçisi Muhammed aracılığıyla Arapça bildirimlerde bulunmadan önce, başka toplumlara Arapça dan başka dillerde yaptığı uyarılar, Kuran’da Arapça’ya çevrilerek, Araplara bildirilmiştir. Örneğin, Kuran’da adı geçen Tanrı elçilerinden Davud ve Süleyman, Muhammed’den binbeşyüz yıl önce, Musa ise binyediyüz yıl önce yaşamışlardır ve onların başlarından geçenler, Tanrı’nın onlara Arapça’dan başka bir dille verdiği buyruklar, Kuran’da Tanrı tarafından Arapça’ya çevrilerek aktarılmasa, Araplarca anlaşılamayacaktı. Bu durum, Tanrı buyruklarını dilden dile çevirmenin olanaklı, gerekli ve zorunlu olduğunu ve çeviri işinin doğrudan doğruya Kuran’da Tanrı tarafından yapılmış olduğunu göstermektir.

Kuran öğretisinde dil, konuşma yetisi, yalnızca kişisoyuna verilmiş bir yetenek değildir; kuşların da, karıncaların da, öteki yaratıkların da, kendilerine özgü birer dilleri vardır. Kuran’ın bu öğretisi bilime aykırı değildir; bilim adamları yunus balıklarıyla ve başka yaratıklarla dilsel bir iletişim kurmayı başarmışlardır. Kuran’da Tanrı elçisi Süleyman’ın: “Ey Kişioğulları, bize kuşdili öğretildi.” Dediği bildirilir (Bkz. Neml suresi, 16. ayet). Süleyman bu sözleri Kuran’dan binbeşyüz yıl önce Arapça olmayan bir dille söylemiş; Kuran, çevrilmese Arapların anlayamayacakları bu sözleri, Arapça’ya çevirerek, Araplara aktarmıştır.

Yine Kuran’da bir ayet: “Bir dişi karınca dedi ki: Ey karıncalar, yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları, bilmeyerek sizleri çiğnemesinler.” Biçimindedir. (Bkz. Neml suresi, 18. ayet). Tanrı elçisi Süleyman, o dişi karıncanın bu sözlerini duymuş, anlamış, gülümsemiştir. Kuran’da Arapça’ya çevrilmiş olmasa, Araplar o dişi karıncanın ne dediğini, doğaldır ki hiç bilemeyeceklerdi.

Kuran’ın büyük bir bölümü, geçmiş çağlarda yabancı dillerde olup bitmiş birçok konuşmanın Arapça’ya çevrilerek Araplara aktarılmasından oluşur. Bu bir yandan Tanrı’nın yalnızca Arapça bildirimlerde bulunmadığını, her topluma o toplumun diliyle seslendiğini; Arapça’dan başka dillerde de bildiriler gönderdiğini gösterirken, öte yandan Tanrı’nın başka dillerde gönderdiği bildirilerin Arapça’ya çevrilebildiğini kanıtlamaktadır. Bu demektir ki, Tanrı çeşitli topluluklara hep başka dillere çevrilebilecek türde bildiriler göndermiştir, çevrilemez türden bildiriler değil; öyleyse Tanrı’nın Kuran’da toplanan Arapça bildirileri de başka dillere çevrilebilir niteliktedir.

Kuşdili ve Kuran

Yukarıda Kuran’dan ayetler aktararak, dilin yalnızca kişisoyuna verilmiş bir yeti olmadığını; kuşların da karıncaların da kendilerine özgü dilleri bulunduğunu göstermiştik. Şimdi de yine Kuran’dan ayetler aktararak, Kuran’da geçen pek çok tektanrıcı kavram adının kuşların dillerinde bile birer karşılıkları olduğunu göstereceğiz.

Kuran’da bir kuşun Tanrı elçisi Süleyman’a şunları söylediği aktarılmaktadır:

Ben, senin bilmediğin bilgiler edindim. Sebe yöresinden sana dosdoğru bilgiler getirdim. Gördüm ki onları bir kadın yönetiyor. Her şey onun elinde. Çok da büyük bir de egemenlik koltuğu var. Onu, toplumunu, Tanrı’ya tapmayı bırakmış, güneşe yükünür, tapar durumda buldum. Saptırıcı (şeytan) böyle yapmayı onlara güzel göstermiş, onları böylelikle doğru yoldan alıkoymuş, doğru yolu göremiyorlar; bu ise, göklerdeki, yerdeki tüm gizliyi bilen, açığa çıkaran, gizlenenleri de, açığa vurulanları da bilen Tanrı’ya yükünmesinler diyedir... Oysa, kendisinden başka hiçbir Tanrı olmayan O Tanrı, biricik büyük egemenlik erkidir. (Neml suresi, 22, 23, 24, 25, 26. ayetleri).

Kuran’da, Süleyman’a bütün bu sözleri söyleyenin “Hüdhüd” Adlı bir kuş olduğu bildirilmektedir. Hüdhüd adlı kuş, bunları Süleyman’a kendi kuş dilince, cikleyerek söylemiştir; Hüdhüd adlı kuşun bu ciklemelerinin anlamını diğer duyanlar değil, yalnızca “Ey insanlar bize kuş dili öğretildi” diyen Süleyman anlamıştır. (Neml Suresi, 18). Bu kuşun o ciklemelerle Süleyman’a söyledikleri, Kuran’da Arapçaya çevrilerek Araplara aktarılmıştır ki Araplar anlayabilsin. Bu kuşun kuşça ciklemelerinin Arap dilindeki karşılıklarını Kuran’ın yukarıda aktardığımız ayetlerinde okuyoruz ve bu kuşun dilinde Kuran’da geçen çok önemli şu gibi düğüm kavramların kuşça karşılıklarının bulunduğunu görüyoruz:

“yakin”, “nebi”, “ihata”, “vücud”, “Melik”, “arş”, “azim”, “kavim”, “secde”, “şems”, “Allah”, “ziynet”, “şeytan”, “amel”, “fesad”, “sebil”, “Hidayet”, “ihraç”, “sema”, “arz”, “alem”, “ilim”, “rab”.

Evet, Kuran Türkçe’ye çevrilemez diyenlerin Türkçe’de bir karşılıkları yoktur dedikleri Kuran’da yer alan bu Arapça kavram adlarının hepsinin karşılıkları, bir kuşun dilinde ciklemeler biçiminde vardır: Kuran böyle söylüyor! Arapça “Allah” sözcüğünün Kuran’dan binbeşyüz yıl önce yaşayan bir kuşun ciklemelerinde dahi kavramsal bir karşılığı olduğu gibi; Kuran’daki “rab” sözcüğünün kavramsal karşılığı bile varmış bir kuşun dilinde! Öyleyse; “Kuran’da geçen Arapça dinsel kavram adlarının Türkçe’de karşılıkları yoktur” diyenler utanmalıdırlar; çünkü Kuran’a göre Kuran’da geçen Arapça kavram adlarının kuşların dillerinde bile cikleme biçiminde birer karşılıkları vardır. Bu kuş, Tanrı elçisi Süleyman’a, Süleyman’ın dilinde seslenmiyor; Arapça da seslenmiyor; o yalnızca kendi kuşdilinde şakımaktadır. Süleyman kuşdilini bilmiyor olsa, bu kuşun ne dediğini anlayamayacaktır. Kuran’a göre kuşların düşüncesinde bile kavram olarak bulunan dinsel deyimlerin, Türk düşüncesinde kavram olarak karşılığı yoktur, diyenler; Türkleri kuşlardan bile geri sayıyorlar demektir. Türk dilinin uğradığı en büyük saldırı, Kuran’da, kuşların düşüncesinde kuşça karşılıklarının birer kavram olarak yaşadığı sergilenen kimi dinsel deyimlerin; Türklerin düşüncesindeki Türkçe birer karşılıkları yoktur, diyenler; Türkleri kuşlardan bile geri sayıyorlar demektir. Türk dilinin uğradığı en büyük saldırı, Kuran’da, kuşların düşüncesinde kuşça karşılıklarının birer kavram olarak yaşadığı sergilenen kimi dinsel deyimlerin; Türklerin düşüncesinde, Türkçe birer karşılıkları yoktur, kandırmacası ile Türk diline Arapça-Farsça sözcüklerin doldurulmasıdır.

Oysa, kuşkusuz ki, Türk dili kuşların dilinden engindir, yetkindir. Her kim ki, Kuran’da geçen Arapça sözcüklerin Türkçe’de bir karşılığı yoktur, derse; o ki Türk dilini kuş dilinden bile aşağı saydığını söylemektedir.

Kuşkusuz ki, Türk beyni kuşların beyninden gelişkindir, yetkindir. Her kim ki, Kuran’da geçen kavramların Türklerin düşüncesinde kavramsal karşılıkları yoktur, derse; o ki Türklerin kavrayışını kuşların kavrayışından bile aşağı gördüğünü söylemektedir.

Türklerin dili kuşların ciklemelerinden, Türklerin kavrayış düzeyi kuşların kavrayış düzeyinden engindir, derindir, ileridir, gelişkindir. Ancak, bu en yalın gerçeğin Arab’ı rablaştıran dinbilgiçlerince beyinleri yıkanan Türklere yeniden kanıtlanması gerekiyor; çünkü Türkler, kendi dillerinin kuşların dillerinden bile yetersiz; kendi beyinlerinin kuşların beyinlerinden bile küçük olduğuna kandırılmış bulunuyor. Bu kandırma işlemi, uzun geçmiş boyunca, ağızlarından “Allah” sözcüğünü düşürmeyen, ancak Tanrı’dan gerektiği gibi çekinmeyen, Arab’ı rablaştıran din adamlarınca gerçekleştirilmiştir.

Sonuç olarak; “Arapça dinsel deyimlerin Türkçe’de karşılığı yoktur, bu nedenle bu Arapça sözcükleri Türkçe’ye alıp kullanmak zorunludur” savının elle tutulacak bir yanı yoktur. Üstelik bu sav, Kuran’da öğretilene bütünüyle aykırıdır.

...

Bir Toplumun Sözcük Türetme Yetisine Saldırı, O Toplumun Düşünce Üretme Yetisine Saldırıdır

Bir ulusun yerli sözcük köklerinden türettiği sözcükleri kullanımdan kaldırarak, bunların yerine o ulusun dilinde yerli kökleri bulunmayan yabancı kökenli sözcükleri geçirmek, yalnızca o ulusun diline yapılmış bir saldırı olmakla kalmaz; o ulusun sözlüğüne, eşdeyişle ürettiği özgün düşünceleri koruduğu yere; o ulusun çağlar boyunca üretmiş olduğu düşüncelere ve daha da önemlisi, o ulusun düşünce üretme yetisine bir saldırı niteliği taşır.

Tanrı hiç kimseye böyle bir görev vermemiştir. Tersine; “dillerin, renklerin türlü türlü oluşu, Tanrı’nın işlerindendir.” Diye bildirilmiştir Kuran’da (Rum Suresi, 22. ayet) Tanrı’nın bu açık bildirimine karşın, ele geçirdikleri başka dinlere bağlı ya da kafir dedikleri toplulukları dillerinde, yazılarında özgür bırakan Müslümanlar, nedense bu özgürlüğü kendi dindaşlarına tanımamışlar; kaba güç kullanmış olmasalar da, daha kötüsü, Tanrı’nın adını kullanarak dindaşlarına tek dil “Arapça” ve tek yazı “Arap yazısı” kullanmayı dayatmışlardır. (Bkz. Kuteybe) “Müslümanın müslümana yaptığını gavur bile yapmaz!” atasözü dil ve yazı alanında doğrulanmış bir gerçektir. Türk dilinin kök türev ilişkisi Arapça Farsça sözcükler sokularak ölümcül bir biçimde yaralanmıştır.

Bir ulusa o ulusun ana dilini bozmaksızın ikinci bir dil öğretmek başka, o ulusun anadilini bozmak başkadır. Türkçede “ilkel” diye bir sözcük varken, atılıp yerine Arapça “iptidai”nin konması; “olgun” varken atılıp yerine Arapça a “kamil” konması; “özet” varken “Hülasa”; “ölmek” varken “vefat” gibi Arapça Farsça sözcüklerin sokulması, Tanrı’nın buyruğu değildir. Arapça Farsça sözcükler Türk diline sokulduklarında, Türk dil ormanındaki ağaçların yaşayan, yaprak veren dalları koparılmış, atılmış; kök ağaçların dalları acımasızca kesilip durmuş, kesilen bu dallar çürümeye, unutulmaya bırakılırken, Arabistan’dan kesilip getirilen dalların özenle korunması beklenmiştir. Türkler Arabistan’dan gelen bu kopuk dalları, kendi ağaçlarından kopartılan yerli dalların yerine aşılayamazlardı, çünkü Türk dilinin doğası bunu yasaklamaktadır. Sonuçta, yazık olmuştur Türk diline.

Bir dildeki yerli sözcüklerin yerine yabancı sözcükler sokarak, o dilde kurulu bulunan kök türev ilişkisini kesmek; tıpkı bir çocuğu anasından ayırıp öldürmek gibidir. Kişioğullarının nasıl soyları varsa, sözcüklerin de soyları vardır. Bir sözcük kökü kendisinden doğan bütün sözcüklerin soyca atasıdır. Nasıl bir oğul babasının soyadıyla anılırsa, tıpkı bunun gibi, bir türev sözcük de, kendisinden türediği kök sözcükle birlikte anılır. Kök sözcük, kendisinden doğan bütün türev sözcüklerin yapısında bir “soyadı” olarak doğrudan vardır. Örneğin “gör-“ kökü, kendisinden doğan “görüntü”, “görkem”, “görsel”, “görece”, “görenek”, “görev”, “görgü”, “görümlük”, “görümce”, “görüngü”, “görüş”, vb. Gibi sözcüklerin soyca atası olduğu için, bu türev sözcüklerin hepsinde ilk önce onun adı anılır. Tıpkı “Ahmet oğlu Mehmet” denildiği gibi, bir sözcük de “gör oğlu görüngü” ya da “gör oğlu görenek” dercesine “gör-gü” ya da “gör-enek” diye anılır. Burada “gör” bir ortak ata durumundadır; kendisinden çocuk türemiştir. Türk dilinden yerli “görüntü” sözcüğünü silip yerine Arapça “manzara” sözcüğünü koymak, tıpkı Bulgarların Türk adlarını değiştirerek Bulgar adları almalarını buyurdukları gibi, saldırgan bir eylemdir. Türkleri Bulgarlaştırmak nasıl kınanası bir edimse, dil alanında yapılan da Türkleri Araplaştırmak, Farslaştırmaktır; kınanması gerekir. Türkçe “görüntü” yerine, onu silip Arapça “Manzara”yı sokmak, Türkçe “görüş”ü atıp yerine Arapça “rey”; Türkçe “görgü”yü atıp yerine Arapça “adet”; Türkçe “görenek”i atıp yerine Arapça “örf”; Türkçe “görece”yi atıp yerine Arapça “izafi”; Türkçe “görev”i atıp yerine Arapça “vazife”; Türkçe “görkem”i atıp yerine Arapça “ihtişam” sözcüklerini sokmak; Türkçe “gör” kökünden doğan çocukların adlarını soyadlarını böyle böyle değiştirip, onlara birbirine benzemez Arapça Farsça adlar vermek; Türklere bu olguları birbirlerine bağlı gördüklerini unutturacak, bu olgular arasında dilde kurdukları düşünsel bağları ortadan kaldıracak, artık bu olguları birbirleriyle bağlantısızmış gibi algılamalarına yol açacak bir edimdir. Bütün bunlar “din uğruna”, “Müslümanlığın gereği” diye diye yapılmıştır. Öyleyse soralım bu din sömürgenlerine: Tanrı size şöyle mi buyurdu? Yok, Tanrı böyle yapmanızı buyurmadıysa niçin böyle yaptınız? Niçin Türk dilindeki köklerle türevler, atalarla oğullar arasındaki bağları; Türk düşüncesinde olgular arasında kurulmuş bağların dilsel tutanaklarını silmeye giriştiniz? Niçin Türk dilinin soyunu kurutmaya kalktınız? Niçin Türk dilinin bütün öteki diller gibi en doğal, en Tanrı vergisi gücü olan “türeme yetisi”ni yok etmeye giriştiniz? Bir toplumun sağlıklı dilini, bu dildeki sağlam kurulmuş kök türev ilişkisini bozmak; dolayısıyla o dili konuşan toplumun düşünce üretme yetisini bulandırarak, anlama yeteneğini köreltmek; bağışlanması Tanrı’nın dileğine kalmış ağır bir suç olsa gerektir. Tanrı, elçiler aracılığıyla kişioğullarına ilettiği gerçekleri anlamayı güçleştiren dil bozgunculuğunu kınamıştır. Elçiler, Tanrı’dan kendilerine “lisane sıdkin”; “gerçeği dosdoğru, olguları bire bir, yaşandığı gibi, bozulmadan yansıtabilecek bir dil” vermesini dilemişlerdir (Şuara suresi, 84. ayet). Tanrı elçisi Musa’nın Mısırlılara onların diliyle seslendiği bir gerçektir. Musa’nın dili konuşma özürlüdür, tutuktur; Tanrı’dan aldığı bildirileri iletebilmek için “dilimdeki düğümü çöz ki söyleyeceklerimi kavrasınlar” diye yakarır (Taha suresi, 27-28. ayetler). Tanrı’nın Musa’ya bildirdiklerini, Musa Mısırlılara onların dilinde aktarmıştır. Musa Tanrı’ya kendi diliyle seslendiği gibi Tanrı da Musa’ya onun anlayacağı dille seslenmiştir. Tanrı için dil engeli yoktur. O bütün dillerde bildirim yapabilir. Kuran’da; “Kendilerine açıkça anlatabilsin diye her elçiyi kendi toplumunun diliyle gönderdik” denilmektedir, (İbrahim suresi, 4. ayet). Tanrı, kişioğullarına onların konuştukları dille seslenir; kişioğulları da Tanrı’ya kendi anadillerinde seslenirler. Tanrı, şu ya da bu toplumun dilini ötekine üstün saymamıştır. Ancak, bir dilde “sağlıklı sözcükler” vardır, “özürlü sözcükler” vardır. Kuran’da “erdemli söz”, “erdemsiz söz” ayrımında yapılan şu benzeti; bence dilbilimin sözcük türlerine de uygulayabileceği örnek bir ayırımdır:

Özlü, soylu, sağlam bir söz; kökü yerleşik, dalları göğerik, özlü, soylu, sağlam bir ağaç gibidir; ekicisinin bilgisiyle bütün dönemlerde yemişini verir... Özürlü, bozuk, çürük bir sözün benzeri de, özürlü, bozuk, çürük bir ağaç gibidir; toprağın üstünde gövde edinir; yoktur onun kalıcı sürekli bir yuvası. (İbrahim suresi, 24-26. ayetler; çeviri benim).

Kuran’daki bu açıklama, dilbilimcilerin de bitkibilimcilerin de ayırdında oldukları iki gerçeği en yetkin biçimde dile getirmektedir. Bir yandan sözleri niteliklerine göre ikiye ayırırken, öte yandan bitkileri niteliklerine göre ikiye ayırmaktadır. Gerçekten bitkibilimde, bitki türleri iki ana kola ayrılmışlardır. Bir kolda “üstün yapılı” denilen saplı, köklü bitkiler, öteki koldaysa “tallı bitkiler” denilen toprağa bağlı bir kökleri bulunmayan, toprağın üstünde gövdeleri sürüklenen bitkiler bulunmaktadır ki; bunlar, su yosunları, likenler, mantarlardan oluşan bir bitki öbeğidir. Likenlerin bir türü “göçmen liken” adını taşır ve toprakta bir kökleri bulunmadığı için esintilerle oradan oraya sürüklenirler; köksüz oldukları için de hiçbir yere yerleşemezler. Latince kökenli “liken” sözcüğü “yalamak” anlamına gelmektedir. Gerçekten de adı gibi “yalama” bir bitkidir bu. Ormanlarda ağaçların gövdelerine dallarına yapışırlar, kıraç bölgelerde, kayaların, duvarların yüzeyini gövde edinirler. Bunların kimi türleri çölün sert koşullarında yaşar. İsrailoğullarının Mısır’dan çıktıktan sonra çölde dolaşırken yedikleri “kudret helvası” belki de budur. Bu, Arapların çölden tanıdıkları, bildikleri bir bitkidir. Yerin üstünde gövde edinen köksüz “tallı bitkiler”in bir türü de mantarlardır. Bunların da kökü yoktur. Ölü nesnelerle beslenirler. Bu nedenle bunlara “çürükçül” adı verilir ki, benim “özürlü, bozuk” diye çevirdiğim Kuran’daki “habiys” sözcüğü, Arapça’da “çürükçül” anlamında da kullanılmaktadır. Bunlar da gövdesi yer üstünde köksüz bitkilerdir; toprak, gübre ya da canlı varlıkların üzerinde asalak olarak yaşayan türleri vardır. (Bkz. Büyük Larousse.)

İşte Kuran’da sözler “köklü sözler”, “köksüz sözler” diye ikiye ayrılarak, ana bitki türleri ile ana söz türleri bir benzeti içerisinde anlatılmaktadır. Kuran’da doğrudan dilbilimsel anlamda sözcük türlerine değil de, “erdemli söz”, “erdemsiz söz” ayrımına ilişkin olarak verilen bu örnek bence sözcük türlerini de anlatabilecek güçte güzel bir benzetidir. Dildeki sözcüklerden bir bölümü “kökü yerleşik, dalları göğerik, özlü, soylu, sağlam ağaçlar gibiyken; öteki bölümü de mantarlara, likenlere, köksüz “özürlü, bozuk, çürükçül bitkiler” benzemektedir. Bunların dil ormanında değişmez, toprağın derinlerine giden, yerleşik birer kökleri bulunmadığı gibi; oradan oraya dolaşmakta, başlarını sokacak kendilerine özgü bir yuvaları da bulunmamaktadır
  #549  
Alt 13.12.2003, 13:15
Benutzerbild von anarsist
anarsist anarsist ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard DİL VE DİN2

Türk dilinde, kökü bin yıllardan bu yana yerleşik, dalları bin yıllardan bu yana göğerik, ekicisinin bildirimiyle bin yıllardan bu yana bütün dönemlerde yemiş, türev veren soylu, özlü, sağlam, arı sözcükler vardır. Ancak, Türk dili Müslümanlık benimsendikten sonra Arapça Farsça sözcüklerle dolduruldu; eşdeyişle Türklerin dil ormanı, kendi öz sözcüklerinden kopartılarak, Türkler açısından köksüz, yabancı sözcüklerle, köksüz likenlerle, mantarlarla, çürükçül, yalama sözcüklerle kaplandı. Arapçadaki, Farsçadaki köklerinden kopartılarak Türk diline sokulan bu yalamalaştırılmış sözcükler, bizim dil ormanımızda bir kökleri olmadığı için yemiş de, türev de veremiyorlar. Bizim dilimizde bir kökleri olmadığı için bunlardan gerek duyulduğu an yeni sözcükler türetilemez; geldikleri gibi, bir başlarına, üremeden, türemeden öylece dururlar. Arapçadaki, Farsçadaki köklerinden kopartılmış olduklarından ve bizim dil ormanımızda da “kök sözcük” konumunda olmadıklarından dolayı, bizim dilimizdeki varlıkları kendilerini yinelemekten başka bir özellik göstermemektedir. Bunların Türk dil ormanında bir kökleri yoktur ki, yeni dallar verebilsinler. Bunlar Türk diline getirildiklerinden kendi köklerinden kopmuş olmakla bozulmaya, çürümeye terk olunmuşlardır.

Bir sözcüğün kökü, bir ulusun dil ormanında yok ise, o sözcük bu dil ormanına “göçmen olarak gelmiş” demektir. Doğduğu yerde kökü vardı, ancak kökünü kendi anayurdunda bırakıp, kendi dil ağacından kopmuş bir dal olarak geldi. Doğduğu yerde gövdesi vardı, ancak onu da kendi yurdunda bırakıp, gövdesinden kopmuş olarak geldi. Anayurdunda yaşarken bağlı olduğu kök, o ülkede soy vermeyi sürdürüyor; ancak yurdundan kopup göçmen olan o sözcük, artık geldiği ülkede kökünden kopmuş durumdadır. Dolayısıyla, Arabistan’dan, Farsistan’dan Türk dil ormanına gelen sözcükler, kendi ülkelerinde yaşarken kendi kökleri bağlı durumda oldukları için orada ürüme, türeme, yemiş verme yetileri vardı; fakat bunlar Türk dil ormanına bu yetilerini kendi ülkelerinde bırakarak, çünkü köklerinden koparak gelmişlerdir. Kökünden kopup gelmiş tüm yabancı sözcükler, Türk dili açısından çürükçül, Arapçası “habis” bir nitelik taşırlar. Çünkü köklerinden kopmuş, bu nedenle de yemiş türetme yetileri bitmiş ve esintilerle oradan oraya savrulan göçmen likenler konumuna düşmüşlerdir. Gerçekte bu sözcükler de içine düştükleri bu konumdan pek mutlu değillerdir. Onları anayurtlarına geri göndermek, bir yandan onları çok mutlu edecek, öte yandan Türk dil ormanını bu gibi çürükçül sözcüklerden kurtaracaktır.

Örneğin, Arapça “izin” sözcüğü Türk diline kendi kökü olan “azan” sözcüğünden kopartılıp da getirilmiştir. Bir anlamda “kulağı kopartılmış”tır “izin” sözcüğünün, çünkü bunun Arapça kökü, Türkçede “kulak” anlamına gelen Arapça “azan” sözcüğüdür. Buna “duyarga” da diyebilirsiniz. Çünkü bir Arabın burnuna yemek kokuları geldiğinde, Arap “yemek kokusu azan ettim” diyor. Kulağına bir ses çalındığında Arap “Bir ses azan ettim” diyor. “Koku algısı”yla “ses algısı”, olgu olarak benzeşirler; çünkü koku da ses de elle tutulmaz, dille tadılmaz, yalnızca buruna ya da kulağa çarpan yel ile “duyulan” algılardır bunlar. Türkler de Araplar gibi ses “duydum”, koku “duydum” diyerek bu iki olguyu benzer saymaktadırlar. Türkler de tıpkı Araplar gibi, “duyma” işini burundan çok kulak için kullanıyorlar. Peki ama, Türk’ün diline sokulan Arapça “izin” sözcüğünün “kulak” ile “burun” ile “işitme” ile “koklama” ile ne gibi bir ilintisi olabilir? Çünkü Türkler “izine çıktım” dediklerinde, anlatmak istedikleri bir süre için işe gitmeyecekleri, çalışmayacakları, dinlenecekleridir. Türkler bir işe girişmeden önce birinin olurunu, onayını almaya da “izin almak” diyor. Bunların Arapça “azan” (kulak) kökünden gelen “izin”le (işitmekle, duymakla, kulakla, burunla) ne ilgisi var? Evet, ilgisi var; şöyle ki:

Arapça kök: “azan”, anlamı “kulak”, türeyen sözcük “izin”, anlamı “dinlemek”, bir adım ötesi, “dinlenmek”... İşte size “izine çıkma”nın Arapça “kulak”^ile bağlantısı; “izine çık”, yani “dinlen”...

Arapça kök: “azan”, anlamı “kulak”, türeyen sözcük, “izin”, anlamı “işitmek”, bir adım ötesi “duyurmak”... İşte size “izin alma”nın Arapça kulak ile bağlantısı; “izin al”, yani “duyur”.

Arapların düşüncesinde azan (kulak), ezan (duyuru yapmak), izin (duyurup onaylatmak) sözcükleri kökdeştir ve birbirlerini çağrıştırırlar, birbirlerini anımsatırlar, birbirlerinin varlık nedenidirler; çünkü kandaş, kökdeş, soydaş sözcüklerdir. Türklerse, dillerine Arapçadan giren “ezan” ve “izin” sözcüklerini, bunların Arapçadaki kökü olan “azan” (kulak) ile bağlantısını düşlemeden kullanmaktadırlar. Çünkü bu sözcükleri onların Arapçadaki kökü olan “azan” (kulak) sözcüğünden kopartarak almışlardır, “izin”in ve “ezan”ın “kulak”la bağlantısını kuramadan kullanırlar. Evet, Arapçadan Türkçeye giren “izin” ve “ezan” sözcükleri Türk dilinde yaşıyorlar, fakat bunlar kardeş olduklarını bile unutmuş durumdadırlar; babalarının bir olduğunu dahi bilmeden yaşıyorlar.

İşte, yabancı sözcükler bir dile kendi köklerinden koparak geldiler mi, bunlar bir yandan içine girdikleri ulusun dilini bozar, öte yandan kendi özlerine yabancılaşır, atalarını unuturlar. Arabistan’dan koparılıp Türkiye’ye getirilen “ezan” sözcüğü, kendisi gibi Arabistan’da alınıp Türkiye’ye getirilen “izin” sözcüğünü artık yolda görse tanıyamaz; oysa bunlar Arabistan’da bir ananın bir babanın çocuklarıydılar, kardeştiler, kökdeştiler; Türkiye’ye geldikten sonra kardeş olduklarını dahi unutmuşlardır. Kendileri kendi köklerinden koptukları gibi, geldikleri dilde yerini aldıkları Türkçe sözcükleri de öz köklerinden etmişlerdir. Bütün bu sıkıntılar, acılar, örselenmeler, çüremeler, göçmen yaşamı niçin? Bir avuç kendini bilmez, dinini yanlış bilir, topluma kendini dinbilgini, bilgin diye saydırtmış kişilerin, Kuran’daki kimi sözcükleri, Arap dilindeki köklerinden koparıp Türkçe’ye sokmakla Tanrı’nın kendilerine ödül vereceğini sanmış olmaları yüzünden... Birilerinin toplumda kendilerinin çok bilgili kimseler olduğu izlenimini yaratmak üzere konuşmalarının arasına Arapça Farsça sözcükler serpiştirmeyi bir üstünlük göstergesi saymaları yüzünden... Gerçek bir dilsel gereksinimden kaynaklandığı için değil. Türkler, “izin”, “ezan” gibi Arapça sözcükler kendi dillerine sokulmadan önceki yıllarda “duyuru” yapmazlar mıydı; yüksek sesle bağırarak, kişileri toplantıya çağırmazlar mıydı; böyle bir olguyu hiç yaşamamışlar mıydı ki, Arapça “ezan”ın Türk dilinde Türkçe bir karşılığı olmasın? Eh, var idiyse ne demeye Türkçesi atıldı da Arap illerinden Arapça “ezan” sözcüğü getirildi? Türkler Müslüman Araplarla karşılaşmadan önceki yıllarda, bir işe girişmeden önce atalarına duyurup onaylarını almazlar mıydı; bir eyleme girişmeden önce büyüklerine duyurmazlar mıydı ki, bu edimlerin adı olarak Arapça’dan “izin” sözcüğü getirilerek Türkçe’den Türkçe bir sözcük atıldı? Türkiye’ye yabancı ürünler geldikçe yerli üretimin tavsadığını, çöktüğünü yüksek sesle düşünebiliyorsunuz da, Türk diline yabancı sözcükler girdikçe yerli dilin, Türk toplumunun düşünce üretme yetisinin çürüdüğünü niçin, kimden gizliyorsunuz? Türk dilini Arapça’dan, Kuran’dan alınmış sözcüklerle doldurunca, Türklerin düşünceleri Kuran’da bildirilen düşüncelere ulaşır mı sanıyorlar? Türkçe’ye doldurulan o Arapça sözcükler, Türk dilinde Kuran’daki anlamlarıyla yaşamıyor ki. Örneğin Kuran’da “sünnet” sözcüğü “erkek çocukların erkeklik organının deri örtüsünü ucundan kesmek” anlamına gelmiyor; fakat Türk diline Kuran’dan alınıp sokulan “sünnet” sözcüğü bu anlama gelmekte. Kuranda “küfür” sözcüğü, “kavgada söylenen yüz kızartıcı sövgüler” anlamına gelmiyor; fakat Kuran’dan alınıp Türkçe’ye sokulan “küfür” sözcüğü Türklerin dilinde bu anlama gelmekte. Kuran’da geçen “miskin” sözcüğü “uyuz”, “uyuşuk”, “tembel” anlamlarına gelmez; fakat Türkçe’de bu anlamlarda kullanılır. Kuranda geçen “zevk” kelimesi de “güzel duyum”, “eğlence” anlamlarına gelmez, öğrenmenin en üst aşamasını “doğrudan yaşayarak bilme”yi anlatır, “başından geçmek” demektir; gelgelelim bu sözcük Türkçede “güzel duyum”, “beğeni” anlamlarında kullanılıyor. Kuran’da geçen “nie’met” sözcüğü “toplumsal örgütlenme”, “uygarlık”, “yerleşik düzen”, “kut”, “uyum” anlamlarına gelir; yiyecek, içecek, karın doyuracak nesnelere Kuran’da “nie’met” denmez “rızk” denir. Gelgelelim Türkçede “nimet” deyince karın doyuracak nesneler gelir usa. Kuranda geçen gurur sözcüğü aldatma, kandırma anlamlarına geliyor. Erden açısından olumsuz bir anlamı var. Oysa Türkçeye Kurandan alınıp sokulan gurur olumlu bir erdemsel değer anlamında kullanılmaktadır. Gururlu kişi erdemlidir, gurursuz kişi erdemsizdir. Kuranda ise bütünüyle tersi söz konusudur; gururlu kişi dolandırıcıdır, saptırıcıdır. Bu gibi yüzlerce sözcük, Kurandaki ve Arapçadaki anlamlarından çok başka anlamlar yüklenerek Türkçeye sokulmuştur. Bu gibi sözcükler Arapçadaki köklerinden koptukları için, esintilerle oradan oraya savrulan göçmen likenler konumuna düşmüşlerdir. Kuran’daki sözcükleri göçmen liken konumuna düşürenler de, çoğunlukla din adamlarıdır üstelik. Yaman bir çelişki değil mi?

Kuran’da geçen Arapça sözcükleri Kuran’dan ve Arap dil ormanındaki köklerinden kopararak Türkçeye katmak, pek çok örnekle görüldüğü üzere, o sözcükleri çürükçülleştirmekte, üstelik Kuran’daki, Arapçadaki anlamlarını da bozmaktadır. Türkçeye girdikleri andan başlayarak, bu sözcüklerin anlamları kaymaya uğradığı denli, Türk dilindeki söylenişleri de bozulmaktadır. Çünkü Türkler, bütün diğer Arap olmayan uluslar gibi, bu Arapça sözcükleri Araplar gibi seslendiremiyorlar. Bunu becerebilmek bir uzmanlık işidir. Öyleyse, Arapçadan, Kuran’dan sözcükler alıp Türk diline sokmanın, o sözcüklere de bir yararı olmamıştır. O sözcükler de tıpkı Türk dili gibi yaralanmışlardır.

...

Hadis ve Kuran

Çoğu Müslüman dinbilgiçleri, yüzyıllarca Müslüman yığınları şu yalanla uyutmuş ve onları diledikleri gibi gütmüşlerdir:

“İslam’ın iki dayanağı vardır. Birincisi: Tanrı’nın buyruklarından oluşan Kuran’dır. İkincisi: Tanrı’nın elçisi Muhammed’in sözlerinden oluşan Hadislerdir.”

Oysa, Müslümanlığın iki dayanağı olduğu, Kuran’a kökten aykırı bir kandırmacadır. Çünkü Kuran’da “Müslümanların Kuran’dan başka hiçbir dinsel dayanağı olmadığı” ve “Kuran’dan sonra başka hadis”lere dayanmaya kalkışanların Tanrı’ya karşı suç işlemiş olacakları” çok açık bir biçimde yazılıdır. Şöyle ki:

Kuran; Casiye suresi, 6. ayet: “İşte bunlar Tanrı’nın ayetleridir, bunları sana gerçek olmak üzere okuyoruz. Öyleyse onlar Tanrı’dan ve onun bu ayetlerinden sonra artık hangi “hadis”e iman edecekler?”

Kuran; Kehf suresi, 6. ayet: “Şimdi onlar bu “hadis”e (Kuran’a) inanmayacak olurlarsa...”

Kuran; Zümer suresi, 23. ayet: “Tanrı, benzetili, karşıtları belirtmeceli bir kitap olarak size “ahsenül hadis” indirdi.”

Kuran; Vakıa suresi, 77, 78, 79, 80, 81. ayetler: “Hiç tartışmasız bu Kuran-ı Kerim’dir. Saklanmış, korunmuş bir kitaptadır. Ona arınmışlardan başkası dokunamaz. Alemlerin rabbinden indirilmiştir. Şimdi siz bu “hadis”i mi hor görüp küçümsüyorsunuz?”

Kuran; Necm suresi, 59. ayet: “Şimdi siz bu “hadis”ten mi şaşkınlığa düşüyorsunuz?”

Kuran; Nisa suresi, 78. ayet: “Ne oluyor ki bu topluluğa (Tanrı’nın bildirdiği) hiçbir “hadis”i anlamaya çalışmıyorlar?

Kuran; Kalem suresi, 44. ayet: “Artık bu “hadis”i (Kuran’ı) yalan sayanı sen bana bırak!”

Kuran; Nisa suresi, 87. ayet: “Tanrı’dan daha doğru “hadis”li kim olabilir?

Kuran; Mürselat suresi, 50. ayet: “Artık onlar bundan (Kuran’dan) sonra hangi “hadis”e inanacaklar?”

Kuran’daki bu ayetler, açık açık, Müslümanların Tanrı’nın indirdiği, adlarından biri de “Kuran” olan “hadis”ten sonra artık başka “hadis”lere gereksinimleri olmadığını bildirmektedir. “Onlar, Tanrı’dan ve onun ayetlerinden sonra hangi hadise inanacaklar?” (45/6)

Peki Müslümanlar Tanrı’nın “Kuran’dan başka hadislere uymayın” buyruğuna uymuşlar mıdır? Ne gezťr? Tanrı’nın elçisi Muhammed’in ölümünden sonra, kendileri on binlerce “hadis” uydurarak, yaşamlarını kendi uydurdukları bu “hadis”lerle biçimlendirmeye girişmişlerdir. Oysa Kuran’da, ellerinde Tanrı’nın “hadis”i varken başka “hadis”lere yönelenler, çok kesin bir dille kınanmakta, suçlanmaktadırlar:

Kuran; Lokman suresi, 6. ayet: “Öyleleri vardır ki, bilgisizce Tanrı’nın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek için “lehve el-hadis” (eğlencelik söz) satın almaktadırlar. İşte onlar için aşağılayıcı bir azab vardır.”

Müslümanlar, “Tanrı’nın hadisleri” olan Kuran’dan sonra, kişilerin uydurduğu “Hadis”leri önemli saymışlar; öyle ki, kişilerin uydurdukları bu “hadis”lerin kimilerinin, “Tanrı’nın hadisleri”nden kimilerini geçersiz kıldığını bile savunmuşlardır. Müslümanların çoğunluğunun inancına göre, Tanrı’nın elçisi Muhammed’den sonra, onun ardından uydurulmuş kimi “hadis”ler, Tanrı’nın Kuran adı verilen “hadis”lerinden kimilerini geçersiz kılmıştır. Örneğin “Tanrı’nın hadisleri”demek olan Kuran’da yasalara aykırı kadın erkek ilişkisinin cezası, gövdeye suçluyu öldürmeyecek belli sayıda vuruş olarak bildirilmişken, Müslümanlar “Tanrı’nın hadisine (sözüne) boşvererek, bu konuda insanların uydurdukları başka bir “hadis”i uygulamaya koymuş, bu suçu “Taşlayarak öldürme”yle ödetmeye girişmişlerdir. “Kuran’da herşeyin açıklaması yok” diyerek, kişilerin uydurdukları “hadis”leri “Tanrı’nın hadisleri”açıklaması yerine koymuş; “Tanrı’nın hadisleri” sonra başka hadisler aramış, uydurmuş, bunlara inanmışlardır. “Bizim uydurduğumuz “hadis”ler, Tanrı’nın buyurduğu hadisleri açıklayıcıdır” diyerek, bu yaptıklarını Müslüman yığınlara güzel göstermeyi de başarmışlardır. Oysa Tanrı, Kuran’ı kişiler ders alabilsinler, anlayabilsinler diye kolaylaştırdığını açık açık bildirmiştir. Buyruklarını pek çok örnekler vererek açıkladığını, kendi “hadis”lerinin anlaşılmaz, kapalı değil; apaçık olduğunu bildirmiştir.

Kuran’ın yetkin bir biçimde, dilbilimsel bir tutarlılıkla dilimize çevrilmesi, Tanrı buyruklarıyla kişi uygulamaları arasındaki çelişkileri göz önüne sereceği ve bunun sonunda pek çok inanç öbeğinin (mezhebin) Kuran’a uyma kaygısından değil, Kuran’ı kendi isteklerine uydurma kaygısından doğurduğu gün ışığına çıkacağı için; bunlar Kuran’ın Türkçe’ye yetkin bir düzeyde çevrilerek, geniş Müslüman yığınların bilgisine sunulmasını istemiyorlar.

Kuran’ın hiçbir dile çevrilemeyeceği; Kuran’ın çevirisinin toplu tapım sırasında okunmaması gerektiği, okuyanların cehennemlik olacağı uyarıları; dinsel aydınlanmayı önleme çabalarından başka bir amaca yönelmemiştir. Kuran’ın son yüz yılda yapılmış uyduruk çevirileri de, dinsel aydınlanmayı önleyici; kişileri çevirmenin bağlı olduğu öbeğe (mezhebe) kazandırmayı gözeten, çoğu bilinçli olarak yanlış yapılmış, şurası ya da burası, şu ya da bu mezhebin görüşlerine uygun imiş gibi gösterilen çevirilerdir.

İslam’da kaç Müslüman bölüğü varsa işte o sayıda Kuran çevirisi ve yorumu vardır. Her bir yol, kendi anlayışını doğru gösteren bir çeviriye başvurmaktadır. Eldeki çevirilerin, şu ya da bu inanç öbeğinin “yorumlarını” savunmak üzere yapıldığı, gün gibi ortadadır. Çünkü bütün inanç öbekleri, Tanrı’nın elçisi Muhammed’in ölümünden iki yüz yıl sonra uydurulan “kişi yapısı hadisler”e inanmaktadırlar. Oysa Kuran’da kişi yapısı hadislere uyulmaması buyurulmuştur.

Her biri Kuran’dan iki yüz yıl sonra “Tanrı’nın elçisi Muhammed demişti ki...” diye uydurulan “hadis”lere inanan çevirmenler, Kuran’ın “Kuran’dan sonra uydurulan hadislere uyulmamasını” buyuran bölümlerini, çok ilginç bir yolla anlaşılmaz kılmışlardır. Kuran’da karşılarına çıkan Arapça sabır sözcüğünü Türkçe’ye doğrudan sabır olarak; Arapça Kuran’da âlem olarak geçen sözcüğü Türkçe çeviriye olduğu gibi âlem olarak; Arapça Kuran’da rab olarak geçen sözcüğü Türkçe çeviriye, olduğu gibi rab olarak; Arapça Kuran’da iman olarak geçen sözcüğü, Türkçe çeviriye olduğu gibi iman diyerek; Arapça Kuran’da geçen küfür sözcüğünü Türkçe çeviriye küfür olarak; Arapça Kuran’daki hamdı Türkçeye yine hamd olarak ve bunun gibi yüzlerce Arapça sözcüğü Türkçeye olduğu gibi alarak çevirenler, niçin Arapça Kuran’da geçen “hadis” sözcüğünü Türkçeye olduğu gibi “hadis” olarak aktarmadılar? Çünkü eğer Kuran’ın Arapçasında geçen hadis sözcüğünü Türkçe çeviriye hadis diye olduğu gibi aktarırlarsa; bu durumda, bütün Müslüman inanç öbeklerinin, “Tanrı’nın hadisi Kuran”dan sonra, kendi uydurdukları hadislere saplandıkları, Tanrı’nın buyruklarına karşı çıktıkları, gün gibi açığa çıkacaktır da ondan. Bu çevirmenler, Kuran’da geçen Arapça sözcüklerden işlerine geleni Türkçeye çevirmekte, işlerine gelmeyeni olduğu gibi Arapça olarak bırakmaktadırlar. Bu onların kendi bağlı bulundukları inanç öbeğinin inançlarını, yaptıkları çevirilere nasıl yamadıklarını gösteriyor.

Şu ya da bu mezhebe, yola bağlanmış Müslüman çevirmenler, yorumcular, yalnızca Tanrı’nın elçisi Muhammed’in ölümünden iki yüz yıl sonra uydurulan öykülere Arapça olarak hadis adını takıp; Kuran’da geçen “Tanrı’nın hadisleri”nden sonra artık hangi hadise inanacaklar?” gibi ayetleri, sanki sözleşmişler gibi hepsi “Tanrı’nın sözleri” diye çevirmişlerdir. Bunlar Kuran’da geçen “Tanrı hadisleri” deyimini “sözleri” diye çevirmiş, fakat Tanrı’nın elçisi “Muhammed’in hadisleri” deyimini “sözleri” diye çevirmeyip “hadisleri” diye bırakmışlardır ve birini Türkçeleştirip öbürünü Arapça bırakarak iki olgu arasında bağlantı kurulabilmesini olanaksız, Kuran’ın yasağını anlaşılmaz kılmışlardır. Kuran’da geçen “Kuran’dan sonra başka “hadis”lere uymayın!” uyarısını salt Kuran’dan sonra uydurulan “Hz. Muhammed’in Hadisleri”ne inanılmasını sağlayabilmek için “söz” diye çevirmişlerdir.

“Kuran’ın Türkçe çevirilerini okumayın, sapıtırsınız!” diyorlar. Ben de diyorum ki, her çeviri bir inanç öbeğinin Kuran’ı nasıl çarpık biçimde yorumladığını gösteren belgedir. Bu çevirileri, Tanrı’nın size armağanı olan “Çelişik olanı yadsıma ilkesi” ışığında okuyun. Çeşitli çevirileri, birbiriyle aralarındaki çelişkileri saptamak amacıyla okuyun; bir çeviriyi alın, onun Kuran’ın Arapça’sıyla arasındaki çelişkileri bulmak üzere okuyun. Göreceksiniz ki, Kuran çelişkiden arıdır. Çevirmenler kendi kişisel, öbeksel, mezhep, tarikat çelişkilerini, yaptıkları çevirilere yansıtmaktadırlar. Mezheplere, tarikatlara bağlı çevirmenlerce yapılmış her bir Kuran çevirisi bir mezhebin, tarikatın ötekilerle çelişkisini yansıttığı için, mezheplerin tarikatların Kuran’ı nasıl yanlış anladıklarını, çeviri irdelemesi yoluyla göreceksiniz..
  #550  
Alt 13.12.2003, 13:17
Benutzerbild von anarsist
anarsist anarsist ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard DİL VE DİN3

Günümüzde dilbilimsel bir tutarlılıktan yoksun olarak yapılmış Kuran çevirileri, Kuran’ı yeterince anlamamıza yardımcı olamıyorlar; bu doğrudur. Bu çevirilerin çok sıkı bir irdelemeyle okunması gerekiyor; bu da doğrudur. Bunlar pek çok yanlışlar içermektedirler; bu da doğru. Ancak, her bir çevirinin içerdiği yanlış, Müslümanların bir öbeğinin kendi inancını çeviriye sokuşturmasıyla, çeviriye yansıtmasıyla ortaya çıkmıştır; bu da bir gerçektir. Çevirilerdeki yanlışlıklar, çeviriler arasındaki uyumsuzluklar, birbirini tutmazlıklar, bütünüyle Müslümanların çeviri öncesi oluşmuş mezheplerinin, tarikatlarının kendi içlerindeki çelişkiler ile, birbirleriyle aralarında ortaya çıkan çelişkileri yansıtmaktadır. “Bu çevirileri okumayın, sapıtırsınız”, diyenler; “Bu mezheplere, tarikatlara bakmayın, sapıtırsınız!” demedikleri sürece; çevirilerin birbirini tutmazlığını mezhepler, tarikatlar arasındaki görüş ayrılıklarının ürünü değilmiş de, sanki yalnızca çeviriler arası bir uyumsuzlukmuş gibi göstermedikleri sürece; konuya gerçekçi bir açıdan bakmıyorlar demektir.

“Bu çeviriler yanlış” mı diyorsunuz? Öyleyse niçin kendi gördüğünüz yanlışları düzeltmiyorsunuz? Yanlışa tanık olan, onu eliyle, diliyle düzeltmeli değil mi? Öyleyse niçin ortaya doğrusunu siz koymuyorsunuz? “Eğer yanlış ise, doğrusunu siz yapın” denildiğinde; bu yükümlülükten sıyrılabilmek için, “Kuran hiçbir dile çevrilemez, hatta Arapça’ya bile çevrilemez” diyorlar. Eğer bu doğruysa, Tanrı’nın elçisi Muhammed’in Roma Egemeni Heraklius’a yolladığı Kuran’dan ayet içeren Arapça çağrıyı, Heraklius’un elinin tersiyle itmesi: “Bu yazı hiçbir dile çevrilemez, hatta Arapça’ya bile çevrilemez”, diyerek, geri vermesi mi gerekiyordu? Heraklius, kendisine yollanan bu Arapça çağrıyı aldığında: “Bunu bir tek Hz. Muhammed doğru olarak anlayabilir, ben anlayamam!” diyerek geri mi göndermesi gerekiyordu?

...

Din, dilin ucundadır; dilini koruyamayan, dinini yitirir.

Din, dile o denli bağımlıdır ki, kişiler sakın tapımda yanlış bir söz söylemeyelim kaygısı ile, Kuran’da geçen Arapça sözcükleri anlamaya anlamaya papağan gibi yinelemeye yönelmişlerdir. Çoğu Türkler, eğer anlamadıkları Arapça sözcükleri belleyip, bunları tapımda anlamaya anlamaya seslendiriyor ise, bunu kötü bir düşünceyle değil, salt yanlış sözler söylemeyeyim kaygısıyla yapmaktadır. Demek ki, dinin dile bağımlılığı, “Anlamasanız bile Kuran’ı Arapça seslendirin, anlamasanız bile Kuran’ın Arapça seslendirilişini dinleyin.” Diyenlerce bile yadsınamayacak bir gerçektir. Bunların yanılgısı; “Kuran’ı çevirmek olanaksızdır; Kuran’ı çeviriyle anlamaya çalışanlar sapıktır” demeleridir, çünkü, Kuran’a göre Tanrı’nın sözlerinin doğru çevirisi olanaklıdır ve Tanrı’nın sözlerini anlamaya çalışanlar sapık değildir.

Evet, Kuran’ın Arapçası, ilk biçimiyle sıkı bir biçimde korunmalıdır. Öyle ki, bütün Müslüman ülke yönetimleri, Kuran’ın Arapça ilk biçimlerini, altın kabartma, çelik dökme vb. Gibi doğanın bozucu etkilerine dayanabilen yüzeylere geçirerek, özel bölmelerde saklasalar yeridir; tıpkı “metre” adı verilen uzunluk ölçüsü biriminin ilk örneğinin de Fransa’da böyle özenle saklandığı gibi.

Evet, Kuran’ın Arapçası yeterli sayıda kişinin belleğine de kazınmalıdır. Bu da önemlidir. Hafızlık da gereksiz değildir.

Evet, ana dili Arapça olmayan Müslümanlar, Tanrı’ya seslenirlerken yanlış yapmamak dileğiyle, toplu tapım sırasında çok iyi Arapça bilen bir kılavuza (imama) uyarak tapınabilirler.

Gelgelelim, bütün bunlar, yalnızca Kuran’ın Arapça özgün biçiminin korunmasından öte bir amaca yönelmemişlerdir. Kişiler koruduklarının anlamını bilmedikleri sürece, yalnızca birer bekçi olurlar. Din ise koruduğunun ne olduğunu bilmeyen bekçiler olmanızı istemez. Tanrı’nın elçiler aracılığıyla bildirip yazdırarak, herkesçe okunup anlaşılmasını istediği yazmalar, kişilerin düşünce üretme yetilerini geliştirmeyi amaçlamaktadır. Kuran’da, kişilerin yanlış bulunan savları, Tanrı’nın karşı savları ile doğrultulmaktadır. Karşıt savların sergilendiği Kuran’ı anlamadan korumak, Kuran’ın öğüdü değildir. Tanrı; “Kuran’ı koruyan ve çok iyi anlamaya çalışın” diyor. “Korumak” ve “anlamak”; bu ikisinden biri yapılmazsa, Tanrı’nın buyruğu yerine getirilmemiş olur.

Tanrı, elçisi Musa’yı Firavun’a yollarken, uyarısının Firavun’a açık seçik söylenmesini; belki anlar, yanlışından döner diye onunla güzellikle konuşulmasını buyurmuştur. Peki Tanrı Türkler’in Kuran’ı anlamasını niçin istemesin? Tanrı, “Türkler Kuran’ı anlamadan Arapça okusunlar, anlamadan Arapça seslendirsinler” diye bir buyruk vermemiştir. Anlamaksa, açıkça bir dil, bir çeviri sorunudur. Türkler dil sorununu çözmedikçe, din görevlerini de gerektiği gibi yapamazlar. Bugün, Türk dilinde yer alan anlamları, söylenişleri kaymış Arapça, Farsça sözcükler, Türkler’in Kuran’ı anlamasının önünde bir engel oluşturmaktadır. Bu konuda örnekler verdik. Yine vereceğiz.

Kuran’da geçen Arapça zulüm, zalim sözcükleri, bugünkü Türkçede yer alan zulüm, zalim sözcükleriyle anlamdaş değildir. Türkçede, dayak atmak, aç susuz bırakmak, kesmek, biçmek, yaralamak, öldürmek gibi kişiye gövdesel ya da tinsel acılar veren edimlerin tümüne “zulüm” denirken; bu eylemleri yapan kişilereyse “zalim” denir. Oysa Kuran’da geçen Arapça zulüm sözcüğünün anlamı bu olmayıp “gerçeğin ortaya çıkmasını önlemek”, “gerçeğin algılanmasını önlemek”, “gerçeği gizlemek”, “örtmek”, “ortamı karartmak yoluyla kişilerin gerçeği görebilmesini engellemek”, “belirtileri silmek”, “kişilerin duyu algılarını körelterek, olgular arasındaki ayrılıkları seçebilmelerinin yolunu tıkamak”, “karartmak”, “delil karartmak”, “kanıtların gizlenmesi”, “kanıtların değiştirilmesi ya da yok edilmesi”dir. Zulüm sözcüğü Arapça “nur”, “ışık” sözcüğünün karşıt anlamlısıdır. “nur” ışıtır, aydınlatır; “zulüm” ise karartır. Öyle ki Araplar “gece”ye de “zulüm”derler; çünkü “gece” görüşü engeller; göz gözü görmez, akla kara seçilmez olur. İşte Kuran’da geçen “zulüm” sözcüğü bu anlama gelmektedir. Kuran’da, Bakara suresinin 140. ayetinde; “Tanıklığı gizleyenden daha zalim kim olabilir?” diye sorulmaktadır. Burada da “zalim” sözcüğünün “kanıt gizleyici”, “delil karartıcı” anlamı apaçık görülmektedir. Demek ki, Kuran’da geçen “zulüm” ve “zalim” sözcükleri, Türklerin bugün kullandıkları “zulüm” ve “zalim” sözcükleri ile anlamdaş değildir. Bu durumda Kuran’da geçen zulüm sözcüğünü, Türklerin bugün kullandıkları zulüm sözcüğü ile karşılayan çevirmenler, Kuran’a göre “zalim” çevirmenlerdir; çünkü bunlar Kuran’da geçen Arapça “zulüm” sözcüğünün anlamını, Türklerin kullandıkları “zulüm” sözcüğüyle birmiş gibi göstererek karartmaktadırlar.

Evet, din dilin ucundadır.

Din söz konusu olduğunda, bir tek sözcüğün bile yadsınamaz bir önemi vardır. Kuran’da bu açıkça görülür:

Ey inananlar, bizi “rai” et demeyin, bize “unzur” et deyin... (Bakara suresi, 104. ayet)

Burada inananların kullanageldikleri bir Arapça sözcük yerine başka bir Arapça sözcük kullanılması isteniyor; demek ki, Tanrı açısından bir sözcüğün bile önemi vardır.

Dil, dilin ucundadır ve Kuran bunun örnekleriyle doludur:

Tanrı, “ancak Meryem Oğlu Mesihtir” diyenler, kuşkusuz “kafir” (yadsıyıcı) oldu. (5/72)

Tanrı, “ancak üçün üçüncüsüdür” diyenler, kuşkusuz “kafir” (yadsıyıcı) oldu (5/73)

Eğer diye geldiklerinden dönüş yapmazlarsa onlardan yadsıyıcı olanlara, acıklı bir yalım dokunacaktır. (5/73)

Onlar Tanrı’nın ışığını ağızlarıyla (sözleriyle) söndürmek isterler (9/32)

Bu gibi pek çok uyarı geçer Kuran’da ve neyin söylenmesinin yanlış, neyin söylenmesinin doğru olduğu gösterilir. Kişiler “Tanrı konusunda ne dedikleri” açısından öbeklere ayrılmışlardır. Din, dilin ucundadır. Kullandığımız sözler, bağlı bulunduğumuz öbeği; gerçek karşısında takındığımız tutumu belirler. Tanrı karşısındaki tutumunuzu belirler. Tanrı karşıtı iseniz, sizin Tanrı karşıtı olduğnuuz da dilinizin ucundadır. Kuran öğretisine göre “kötü olan”, “baş kaldıran” Şeytan da “salt diliyle” eylem yapmakta; yalnızca çağırmakta, yalnızca diliyle beyinleri işlemektedir; çağırılarına, söylediklerine uyup uymamak size bağlıdır; siz onun sözlerine uymayacak olursanız onun elinde sizi suça itecek dilden başka bir araç, sözlerden başka bir güç yoktur.

Demek ki, din dilin ucundadır. Din, dille gelir, dille gider. Bu nedenle “din elden gidiyor” demenin bir anlamı yoktur; çünkü din ancak dilden gidebilir. 1200’lü yıllardan bu yana din Türk’ün dilinden büyük ölçüde gitmiştir. Ancak Kuran’ın dosdoğru kökü yerli Türkçe sözcüklerle çevrilmesi koşuluyla geri gelebilir. Yüzde altmış oranında Arapça, Farsça kökenli sözcükler kullanılarak yapılan çeviriler, dinin Türklerce yanlış tanınmasına neden olmaktadır. Kuran’ın yanlış anlaşılmasının nedenlerinden biri, dilimizdeki Arapça, Farsça sözcük bolluğudur.

Kuran’da geçen Arapça sözcüklerin kökü Türkçe olan upuygun karşılıklarını bulma, türetme çabası; bir yandan dilimizi eski sağlığına kavuşturacak, öte yandan dinimizi olabildiğince dosdoğru anlamamızı sağlayacaktır. Bunu gerçekleştirmek kolay olmayabilir; ancak olanaksız değildir. Üstelik bunu gerçekleştirmeksizin, kendimizi gerçekleştirmemiz de olanaksızdır.

Kuran’da bildirilmiştir ki, Tanrı, kişi soyunu yaratmış, ona “beyan”ı, “iletişim”i, “konuşma”yı öğretmiştir. Yine Kuran’da bildirilmiştir ki, Tanrı kişi soyuna yazmayı da öğretmiştir. Ayrıca, Tanrı yarattığı bütün nesneleri dillendirebilen, konuşturabilendir. Tanrı yalnızca Arapların ulusal Tanrısı olmadığına göre, demek ki bütün uluslara konuşmayı yazmayı o öğretmiştir. Eğer, Türkçe diye bir dil varsa, bu dil de varlığını Tanrı’ya borçludur. Eğer Yunanca diye bir dil varsa, bu dil de varlığını Tanrı’ya borçludur. Latin yazısı, Arap yazısı, Çin yazısı, Japon yazısı gibi bütün yazı türleri varlıklarını Tanrı’ya borçludurlar. Uluslar ulus oluşlarını, soylar soy oluşlarını, Türkler Türk oluşlarını Tanrı’ya borçludurlar. Kişioğullarının renklerinin, dillerinin başka başka oluşu, Tanrı’nın işlerindendir.

Kuran’ı bir kılavuz olarak belleyen kişiler, bir yazı türünü ötekine üstün tutamazlar. Bir ulusun dilini ötekine üstün tutamazlar. Bir soyu ötekine üstün tutamazlar. Bir ulusu ötekine üstün tutamazlar. Bunlar arasında ayrılıklar, başkalıklar, yalnızca bir tanıma, öğrenme, bilme ediminin konusu olabilirler. Kişi, kendinden başkasını tanımakla, gerçekte kendini tanımış olur. Bütün varlıklar, bir örnek olsalardı, aralarında başkalıklar bulunmasaydı; ortada birbirinden ayırt edilecek bir şey bulunmayacağından kişioğlunun ayırt etme yetisi de olmazdı. Kişioğlu ayırt etme yetisinden yoksun olunca kendinin de ayırdına varamazdı. Dolayısıyla bilgi de olanaksızlaşırdı; çünkü bilmek, nesneler arasındaki başkalıkların ayırdına varmak, başkalıkların nasıl gerçekleştiğini anlamaktır. Bilmek, başkalıkların, ayrıkların nedeninin, nasılının, niçininin bilincine varmaktır. Kişi, kendi dilinden başka bir dili incelemeye koyulursa, kendi dilini de yeniden öğrenecektir. Kişi, kendi kullandığı yazıdan başka yazıları incelemeye girişirse, kendi yazısının ayırt edici özelliklerini de kavrayacaktır. Kişi, yabancı ulusların ayrılık, başkalık özelliklerini öğrenme konusu ettiğinde, kendi ulusunun ayırt edici özelliklerinin ne olduğunu da anlayacaktır. Demek ki başka olanın, niçin nasıl, ne ölçüde başka olduğunu saptamaya girişen, kendi başkalığının da bilincine varacaktır. Başkalık olgusunu abartarak, bunu boş üstünlük duygusuna ya da boş aşağılık duygusuna dönüştürmenin biricik engeli “başka” olanı anlayabilmekten geçer.

“Başka olan”ı iyice anladığınızda, yargılarınız sağlıklı olacak; boş üstünlük duygusu ya da boş aşağılık sanısı, yerini gerçekçi olabilirliğe bırakacaktır. Olmuş olanın olabilecek olanlardan yalnızca biri olduğunu kavrayan kişi, olgunlaşır. Çünkü kendi varlığını, sonsuz olabilirlikler içerisinden, gerçekleşmiş olan bir olasılık olarak anlayacaktır. Tür bakımından böyle olmayıp da şöyle olmayı kendisinin belirlemediğini, eğer bu türde yaratılmış olmasaydı pekala başka bir türde de yaratılmış olabileceğini kavrayacaktır. “Ben gerçekleşebilecek sonsuz olasılıklar içerisinden, gerçekleşmiş olan bir olasılığım” diyen kişi, “ötekiler de, gerçekleşebilecek sonsuz olasılıklar içerisinden gerçekleşmiş olan başka olasılıklardır” bilincine ulaşmış demektir.

İşte, Kuran’da geçen:

Göklerin, yerin yaratılması ile sizin dillerinizin, renklerinizin başka başka oluşu Tanrı’nın ayetlerindendir. Kuşkusuz bunda bilginler için gerçekten ayetler vardır.” (30:22)

Eğer dileseydi Tanrı sizi tek bir toplum yapardı; bu çok toplumlar, sizleri denemesi, verdikleriyle sınaması içindir.”(5/48)

Ey kişioğulları! Biz sizleri bir erkek ile bir dişiden türettik. Birbirinizle Tanışmanız, öğrenmeniz için sizleri öbekler, kümeler kıldık. Kuşkusuz Tanrı açısından en üstün olanınız, ondan en çok sakınanızdır. Kuşkusuz Tanrı ne yaptığınızı bilendir.” (49/13)

sözleri, kişioğullarına bu yönde açık uyarılardır.

Kuran’ı benimsemiş bir kişi, kendi bildiği dilden başka bir dille, kendi soyundan başka bir soyla, kendi toplumundan başka bir toplumla, kendi yazısından başka bir yazıyla karşılaştığında; bunları Tanrı’nın ürünü olarak görecek, bir üstünlük ya da aşağılık duygusuna kapılmayacak; bunları tanımaya, anlamaya, öğrenmeye girişecektir.

Daha açığını söyleyelim: Kuran’a göre bir Müslüman Arap, Türklerin ulus olarak varlığını, dilini, yazısını, ancak bir inceleme, araştırma, öğrenme, yararlanma konusu edinebilir. Türklerin ulus olarak varlığını ortadan kaldırmaya ya da eritmeye girişmesi durumunda, Tanrı katında suçlu olacaktır. “Türkçeyi at, Arapçayı kullan”, ya da “Kendi yazını at, Arap yazısını kullan” diyemez. Öteki ulusları Araplaştırmaya yeltenemez. Eğer yeltenirse, bu girişimi Tanrı’nın buyruklarına aykırı olur. Geçmişte Tanrı’nın buyruklarını çiğneyen pek çok Müslüman Arap, Müslüman Türk çıkmış; Türklerin dilini, yazısını Araplaştırmaya girişmiş ve bunu belli oranlarda başarmışlardır.

...

Konfüçyus ve Osmanlı

Konfüçyus’a soruyorlar: “Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsanız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?”

Konfüçyus yanıtlıyor:

Hiç kuşkusuz dili gözden geçirmekle işe başlardım. Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gerekli şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gerektiği gibi yapılamazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlığa düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.

Osmanlı’nın bir Konfüçyus’u yoktu besbelli! Osmanlı, Konfüçyus dil konusunda ne öğütlüyorsa tam tersini yapan yöneticilerden oluşuyordu. Dili ve yazısı günden güne bozulan Osmanlı’nın batması, Konfüçyus’un dil ve yönetim arasında kurduğu bağlantının ne denli doğru olduğunun somut bir kanıtıdır. Osmanlı’da bilim geriledi. Niçin? Bilimsel düşünce üretiminin ön koşulu olan dil seçikliği kalmadığı; dil, kendisiyle bilimsel düşünceler üretilemeyecek ölçüde bozulduğu için Osmanlı’da toplumun büyük çoğunluğuyla aydınlar arasında büyük bir dilsel uçurum vardı. Niçin? Yeryüzündeki hiçbir toplum, kendi aydınlarının ne yazdığını anlamak için kendi dilinden başka yabancı iki dilin daha kurallarını öğrenmeye soyunmaz da onun için. Osmanlı toplumunun çoğunluğu, Osmanlı aydınının neler düşündüğünü neler yazdığını anlayabilmek için Farsçanın, Arapçanın, Osmanlıcanın, dolayısıyla üç dilin kurallarını öğrenmek zorundaydı. Aydınlar nedense buna katlanabilmişler, ancak toplumun buna katlanmasını beklemek alıklık olmuştur.

Dilimiz açıklıkla aydınlanmadıkça, ne dinimiz, ne düşünce üretimimiz yıldızlar gibi ışıldayabilir. Dilimiz bulanıklıktan arındıkça, yazımız dilimize uygun oldukça, Türklerin yeryüzünde İslam’ın batıyı bile imrendirecek en ilerici, en aydınlık örneği olacağını; düşünce üretiminde insanlığa büyük katkılarda bulunacağını savlıyor, bu özlemi beynimin gözeneklerinde, yüreğimin derinliklerinde duyumsuyorum.

Cengiz Özakıncı

www.kurandakidin.net
Antwort



Forumregeln
Es ist Ihnen nicht erlaubt, neue Themen zu verfassen.
Es ist Ihnen nicht erlaubt, auf Beiträge zu antworten.
Es ist Ihnen nicht erlaubt, Anhänge anzufügen.
Es ist Ihnen nicht erlaubt, Ihre Beiträge zu bearbeiten.

vB Code ist An.
Smileys sind An.
[IMG] Code ist An.
HTML-Code ist Aus.
Gehe zu