Vaybee!
  |   Mitglied werden   |   Hilfe   |   Login
 
Sie sind hier: Startseite > Vaybee! Forum > Gesellschaft & Soziales


Hilfe Kalender Heutige Beiträge

Antwort
 
Themen-Optionen Thema durchsuchen
  #22461  
Alt 05.08.2005, 21:12
eniskaya
 
Beiträge: n/a
Standard Noch wassss... en iyi Pprnocular Hocalrd

ir hemde sizlerin KIZ-IMAMA-HATIP Liselerindeki.....

Yaaaaaa Pezevenkler hali dokuma kurslari veriyoruz derken.... aslinda hali üstü dersi veriyorlarmis....

Süleymancilarin Hocalarin Trabzonda ne tecavüz ettiler okullarindaki kizlara.... sonunda Jandarma Blitz Operasyonla iceri girmek zorunda kaldi..... serefsizler kizlarin anne babalarini bile iceri birakmiyorlar....

RESMEN KAFIRDIR BU MAHLUKATLAR....... genc kizlarin irzina geciyorlar..... evet bunu senin Hocalarin yapiyor... voll Geil dimi
  #22462  
Alt 05.08.2005, 21:29
unknown
 
Beiträge: n/a
Standard FETULLAHA ŞİİR ;-)))))))

FETULLAHA ŞİİR


Kürt Said"in artıkları
Fethullah"ın fırtıkları
Çiftetelli sürtükleri
Gözdeler, bendeler, kullar!

***********************
Yalan riya, taktiğiniz
Fitne fesat, ektiğiniz
Fener"dedir Patriğiniz
Çömezler, zangoçlar, kullar!

Ardında Sam Amca"nız var
Efendiniz, Hoca"nız var
Kırkı aşkın kocanız var
Kız-oğlan, bakire dullar!

***********************
Neler haram, neler caiz
Talkın veren ele vaiz
Beş milyara ister faiz
Dolar ha! Paralar, pullar..

***********************
Teneşirde öten horoz
Nuh Nebi"den kalma moloz
Konduramaz bize bir toz
Uğraşsa da aylar, yıllar..

**********************
Takke düştü kel göründü
Demirden bir el göründü
Hoca"nıza yol göründü
Peşindedir azrailler!

***********************
Nerde dilenciler Şahı
Gitti ahı, kaldı vahı
Gelir bir Şubat sabahı
Kapanır ağızlar diller!


Hanifi Altaş




Fırtık: Hık demiş Fethullah"ın burnundan düşmüşler anlamında; Erzurum yöresinde sümük.
Çiftetelli: Medyamızın yeni merkezi olan ikitelli
Çömez : Medrese öğrencisi, papaz yardımcısı anlamına da gelir.
Zangoç : Kilisede çan çalan kimse
şubat : Mart karı yağmadan önceki ay
  #22463  
Alt 05.08.2005, 21:29
Benutzerbild von cagdasturk
cagdasturk cagdasturk ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard COKMU DOKUNDU GÖZÜM.. o.T.

ohne Text
  #22464  
Alt 05.08.2005, 21:31
Benutzerbild von cagdasturk
cagdasturk cagdasturk ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard BU NE SIDDET BU CELAL

Iste o tür pezevenkleri sizler ve düsünceleriniz üretiyor.
Islamin icini oya oya milleti böyle cahil biraktiniz, ondan sonrada utanmadan sikayetci oluyorsunuz, onlarin günahlari sizin gözüm..
  #22465  
Alt 05.08.2005, 23:57
Benutzerbild von roman
roman roman ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard (Yalnızca araştırmayı sevenler için.)

Nizari İsmaili"lerin Kökeni
(1) İslam"da Mezhep Ayrımı
"...İ.S. 632 yılında, Batı"daki Reform hareketinden de büyük bir ayrılık İslam"ı parçaladı. İslam dinini oluşturan iki büyük mezhep bir daha birleşmemek üzere ayrıldılar. Şiiler, İslam"ın önderliğinin Peygamber"in ailesinde kalması konusunda ısrarcıydılar ve bu nedenle, Muhammed"in ölümünden sonra Peygamber"in amcasının oğlu Ali"nin halife olmasını arzu ettiler."

Gordon Thomas, Journey into Madness

"Ali, İ.S. 661 yılında öldürüldü. Ancak Şii teolojisine göre, Ali ve onun soyundan gelenler İmam"dılar; yani Tanrısal esine sahip önderler, Tanrı ile insanlar arasında aracılık edebilen İsa benzeri kişilerdi. En sonuncusu İ.S. 940 yılında ortadan kaybolana kadar tam on iki imam gelip gitmişti. Şii inancına göre, kayıplara karışan sonuncu imam, geniş Arabistan çöllerinin birinde gizlenmekte ve yeniden ortaya çıkıp, adaletli ve arı bir İslam yönetimini kuracağı uygun zamanı beklemektedir... Geri döndüğü zaman imam, Şiilerin yüz yıllar sonrasında verecekleri en şiddetli kutsal savaşı, büyük cihadı başlatacaktır".

Gordon Thomas, Journey into Madness

"...Şia"nın kurduğu en başarılı örgütlerden biri Kahire"de üslenmişti. Aslında bu örgüt, taraftarlarını kutsal ve çok özel bir göreve bağlayabilen, bunun için en şaşırtıcı yöntemleri uygulayabilen bir eğitim odağıydı. Amaca ulaşabilmek adına, yetenekli eğitmenler, İslam"ın özgün demokratik fikirlerini yıkarak, o dönemde Mısır"da hüküm süren Fatımi halifesinin emirlerini yerine getirmeye çabalıyorlardı."

Arkon Daraul, Secret Societies

"Şia"nın temel öğretisi "talim"e, yani disiplinli eğitime dayanır. Bu eğitimden doğrudan imam sorumludur ve hiçbir sapmaya göz yumulmaz. Şii imamların Ali"nin soyundan gelmekle üstlendikleri rol ve yetkilerinin temeli tümüyle bu eğitim sayesinde gerçekleşmiştir."

"...Sünni"ler ile Şii"ler arasındaki temel ayrılıklardan biri de, yetkinin talimden mi, yoksa akıldan mı kaynaklandığı tartışmasında yatmaktadır."

Edward Burman, The Assassins-Holy Killers of Islam

"Tasavvufun, en iyi bilinen mistik simgeciliğinin büyük bölümü, genellikle Ömer Hayyam"ın Rubaileri sayesinde herkesin öğrendiği kadarı, İsmaili"ler tarafından sahiplenmiştir. Şia ile tasavvufu, şaşırtıcı ve benzersiz biçimde kaynaştırarak, kendi şeyhlerine sıkı sıkıya bağlı kapalı bir mistik topluluk oluşturmuşlardır. Diğer taraftan, mistik esrikliğe ulaşmak için haşhaş ya da başka uyuşturucuların kullanılması tasavvufta olağan uygulamalardandır."

Edward Burman, The Assassins-Holy Killers of Islam


(2) Şeyh-ül Cebel (Dağların Şeyhi)
"...1074 yılında, ermeni asıllı Akka valisi Bedr ül Cemali, halifenin çağrısı üzerine, ordusuyla birlikte Suriye"den Kahire"ye gelir ve kontrolu ele geçirir. Bu andan itibaren, halife el-Mutansır"ın gücü tümüyle sınırlanır. Gerçek yönetici ordu komutanıdır, artık Fatımi halifeleri birer kukla olmaktan öteye gidemezler."

"...Halife el-Mutansır"ın 1094 yılında ölmesi üzerine, yeni ordu komutanı Bedr ül Cemali"nin oğlu el-Efdal, el-Mutansır"ın oğlu Nizar"ın halife olmasına karşı çıkar ve onun yerine Nizar"ın kardeşi el-Mustali"yi halife yapar... Doğu"da, İran"da bulunan İsmaili"ler bu oldu bittiyi kabul etmezler, el-Mustali"nin halifeliğini reddederek Kahire ile tüm ilişkilerini keserler. Fatımi egemenliğine böylece karşı çıkan bu grup, Nizar"a bağlı olduklarını ilan eder. İşte bu sebeple, tarihte sonradan Haşişi"ler olarak ün salacak olan bu yeni akımın üyeleri, ilk zamanlarda Nizari İsmaili"ler olarak bilinirler."

Edward Burman, The Assassins-Holy Killers of Islam

"...Arapçada "asessen" sözü "koruyucu, bekçi" anlamına gelir. Kimi yorumcular "gizlerin koruyucusu" deyiminin gerçek kökenini bu kelimede bulur."

Arkon Daraul, Secret Societies

"Hasan Sabbah, Nizari İsmaili"lerin yeni öğretisini, yani "dava"yı örgütleyen ve uygulamaya geçiren devrimci bir dahiydi. Kahire"deki Fatımi İsmaili"lerin davasının yerine, Hasan Sabbah kendi öğretisini koymayı başardı...1060 Yılında, Tahran"ın yüz elli kilometre güneyindeki Kum kentinde dünyaya gelmişti."

"İnce bir zekası, mükemmel bir teoloji bilgisi, idealini uzun yıllar boyunca bıkmadan izleyecek olağanüstü bir irade gücü vardı... Tıpkı bir zamanlar kendisinin eğitildiği gibi, sabırla, dinsel kuşkuları ortaya çıkarıp yeni bir seçeneğin olası olduğuna ikna edinceye kadar ısrarla, Daylam"lıları etkisi altına almış ve inançlarını değiştirmeye razı etmişti."

"Teolojik tartışmaları ustaca kullanarak, inatçı bir mantıkla Şia öğretisini titizlikle irdelemeyi başarmış, İsmaili"lerin fesatçı doğası ve geleneksel gizliciliğine dayanan, çok güçlü bir ayrılıkçı topluluk duygusu yaratmayı bilmişti."

"Elbruz sıradağları Damavend yanardağı ile 6000 metrede en yüksek noktasına ulaşır ve Hazar kıyıları ile Merkezi İran yaylası arasında aşılması zor bir engel oluşturur. Tahran"dan pek uzak olmamasına karşın, bu dağlık ve ıssız bölge daima ulaşımı zor ve gözlerden ırak kalmıştır. Bu nedenle, bir çok Şii tarikatı, gizlenen İsmaili"ler ve diğer din sapkınları için yüzyıllar boyunca dağlık Daylam bölgesi bir sığınak olmuştur."

"...Marco Polo"nun 1273 yılındaki ziyareti ve bunu daha sonra kitabında, "Dağlar Şeyhi ve Aşişin"ler" olarak anlatması, Hasan Sabbah"ı ve yüksek bir vadide bulunan Alamut kalesini Batı"da bir efsane biçimine dönüştürdü."

Edward Burman, The Assassins-Holy Killers of Islam


"...Şeyhin maiyetinde, gelecekte fedaileri olacak, oniki yaş civarında bir çok genç vardı. Onlara içmeleri için haşhaş veriliyor ve üç gün süreyle uyuduktan sonra dörtlü, onlu ya da yirmili gruplar halinde, şahane bir bahçeye bırakılıyorlardı.

Bahçede kendilerine gelen gençler, cennete geldiklerini sanıyorlardı. Etrafları müzik, şarkı ve rakslarla onları eğlendiren, gönüllerini hoş tutan genç kızlarla çevriliyordu. Gençlerin her türlü arzuları anında yerine getiriliyordu. Öyle ki, kendi rızalarıyla bu bahçeden ayrılmayı kesinlikle istemiyorlardı."

"Şeyh, bir düşmanını öldürtmek isteyince, gençlerden birini yanına çağırtıp "cennete geri dönebilmen için, düşmanımı öldürmelisin" diyordu. Böylece, katiller gidip hevesle, gönüllü olarak görevi yerine getiriyorlardı."

Marco Polo, Alamut Ziyareti (1273)


"...Bir çok tarihçinin uzun yıllar tartıştığı, ancak bugün kesinlikle kanıtlandığı şekliyle, "haşhaş içenler" ya da "haşhaş yutanlar" deyimleri, asla İslam kaynaklarında rastlanılmayan, tümüyle yanlış bir adlandırmadır. Küçük düşürücü bir anlamda, "kötü üne sahip kişiler" ve "düşmanlar" deyimlerinin yerine kullanılmıştır. Deyimin bu anlamıyla kullanımı günümüze kadar süregelmiştir. 1930"lu yıllarda Mısır"da gündelik dilde "Haşişin" sözü sadece "gürültücü ve huzur kaçıran" anlamında kullanılmıştır. Özdenetim sahibi olduğu her bakımdan anlaşılan Hasan Sabbah"ın uyuşturucu kullanmak gibi bir aşırılığa kapılacağı hiç akla yakın değildir. Alamut kitaplığı ve gizli arşivlerinde dahi, İran Haşişi"lerinin uyuşturucu kullandıklarını ima eden tek bir satır bile mevcut değildir."

"...Güvenli ve sürekli bir üsse sahip olmayı başardıktan sonra, Hasan Sabbah dailerini (İsmaili misyonerleri) Alamut kalesinden dört bir yana gönderdi. Aynı zamanda, topraklarını genişletme politikası izlemeye başladı. Yeni kaleler inşa ettirdi, propaganda ya da kuvvet kullanarak, başka kaleleri ele geçirdi... Bu dönemde, Alamut ve diğer kalelerde yaşam, sonsuz bir disiplin ve ciddiyet içinde geçmekteydi."

"...Hasan Sabbah"tan önce, İslam dünyasında politik cinayetler yok değildi. Daha eski tarikatlar da, suikastı bir siyaset yöntemi olarak kullanmışlardı. Hatta, Muhammed bile, düşmanlarının yaşamaya layık olmadıklarını söyleyerek ve inançlı yandaşlarının bu imayı anlayacaklarını bekleyerek, rakiplerini yoketme yoluna gitmiştir..."

"...Haşişi "Assassin" (katil) sözü, Batı dillerinin kelime dağarcığına, Dante tarafından kullanıldığı zaman katıldı. İlahi Komedya, Cehennem, XIX. Kitap"ta, Dante kendini, "kötü assassin"in günahını çıkartan bir keşiş" olarak betimler.

"Io stava come il frate che confessa
Lo perfido assassin..."

Eserin bu kısmında, günah çıkartan suçlu kafası aşağıda olarak canlı canlı toprağa gömülmektedir. Bu sebeple, mümkün olan en büyük suçu işlemiş olmalı; yani, özellikle dehşet verici bir günahın sahibi olmalıdır. Kötülük olgusuyla, "assassin - katil" sözü arasında Dante tarafından kurulan bağ, kesinliği ve berraklığı güçlendirir ve işte bu anlamıyladır ki, "assassin" sözü tüm Batı dillerine yayılmıştır."

Edward Burman, The Assassins-Holy Killers of Islam


(3) İsmaili"lerin Kaderi
"...1256 yılında Alamut kalesinin, Moğol komutanı Hülagu tarafından yıkılmasıyla, Nizari İsmaili"lerin bir çoğu Afganistan"a, Himalaya"lara ve özellikle Sind"e kaçtılar...Bazı gruplar, zaten daha XI. yüz yıl kadar erken bir dönemde Hindistan"da etkinlik gösteriyorlardı. Burada, "Bohra"lar adıyla bilinen İsmaili tarikatı mevcuttu. Bu tarikatın kurucusu, henüz 1067 yılında, Cambay"a göç eden ve buradan Gujerat"a geçen, Abdullah adında bir Yemenliydi. Bugün de, Bohra"lar hala bu bölgede gizli varlıklarını ve güçlerini sürdürüyorlar."

"...Bir diğer büyük kol, bugün özellikle Pencap"ta etkin olan "Hoca"lar tarikatıdır. Bu tarikatın geleneklerine göre, kurucuları kuzeybatı Hindistan"a XIII. yüz yıl başlarında gelen, "Satagut" (gerçek ışığın öğretmeni) adında bir daidir."

"...Ağa Han önderliğindeki, çağdaş İsmaili"lerin dayandığı temel "Hocalar" tarikatıdır ve doğrudan Nizari İsmaili"lerin yani Haşhişi"lerin soyundan gelmektedir."

"Bugün, Ağa Han, tam olarak Prens Kerim el-Hüseyni, Ağa Han IV., İsmaili"lerin, kırk dokuzuncu imamı olup, doğrudan Muhammed"in soyundan geldiğini ileri sürmektedir. Tüm dünya üzerindeki tahmini yirmi milyon İsmaili"nin lideri olup, sadece bağışlardan oluşan, yıllık gelirinin, 1985 yılı için 75 milyon Sterlin olduğu açıklanmıştır."

Edward Burman, The Assassins-Holy Killers of Islam


Devrimci bir dahi olarak kabul edilen Hasan Sabbah"ın teolojik ve politik görüşleri, ülkesinin Araplar tarafından fethedilmesi ve buna bağlı olarak İslam dininin kabul edilmesinden sonra, İran"a özgü ilk dinsel ve politik yaratımdır. Bu geniş anlamda, Haşişi"lerin kurucusunun düşünce ve öğretilerinin Orta Doğu"daki politik akımlar ve dinsel yaşantı üzerinde uzun menzilli bir etkisinin bulunduğu söylenebilir. Hasan Sabbah"ın mirası, bugün bir yandan Ağa Han tarafından, diğer yandan Lübnan ve İran"da bulunan devrimci gruplar tarafından paylaşılmaktadır.

Edward Burman, The Assassins-Holy Killers of Islam


Haşişi"lerin Gizli Öğretileri
(1) Düşünce Okulları
"Genel olarak İsmaili"lerin, özel olarak da Nizari İsmaili"lerin asıl sorunu, her dönemde resmi İslam tarafından sapkın kabul edilerek baskı altında tutulmak istenmeleridir (Mısır Fatımi halifelerinin yönetiminde İsmaili inancının resmi dinsel görüş olarak kabul edildiği dönem dışında). Bu baskının sonucu olarak, Haşişi inancının herkesce anlaşılabilir bir açıklaması hiç yapılmamıştır. Haşişi"ler kendi öğretilerini gizli tutmuşlar, düşmanları ise, sapkın oldukları gerekçesiyle, inceleme araştırma yapmadan onları neredeyse yok saymışlardır."

Edward Burman, The Assassins-Holy Killers of Islam

"Hasan Sabbah, sıradan kişilerin bilgi edinmesine engel olmuş, her kitabın tehlikesini ve her yazarın dağarcığını zaten bilenler dışında, bilginlerin eski kitapları incelemelerine izin vermemiştir. Yandaşları ile birlikte, teoloji alanında, "Allah"ımız Muhammedin Allah"ıdır" demekten öteye geçememiştir."

Şehrestani

"İslam bir mesih dini değildir ve bir kurtarıcı-mesih kavramına yer vermez. Yine de, büyük olasılıkla Hıristiyan etkisi altında, İslam"da Peygamberin soyundan gelen bir kişi ya da yeniden dünyaya gelen İsa kişiliğinde, "imanın eskatolojik onarımcısı" yani "Mehdi" (Tanrısal Rehber) kavramı zamanla gelişmiştir. İsa"nın ortaya çıkmasıyla, "son yargı" dönemi başlayacaktır. İyiler cennete giderken, kötüler cehenneme atılacaklar; cennette ödüller, cehennemde ise cezalar olacaktır. Böylece öngörülen "Son"dan önceki dönem de oldukça karamsardır: Kabe yol olacak, Kur"an sayfaları boş kağıda dönüşecek, Kur"an"ın buyrukları belleklerden silinecek, Allah bile "Tanrısal Söz"ü (logos-kelam) terkedecektir. İşte o zaman kıyamet kopacaktır."

Encyclopaedia Brittanica

"Çesitli duygu yüklü isimler altında, İsa"dan Kur"an"da tam otuz beş kez sözedilir; "Allah"ın Habercisi" ve "Mesih" gibi...Ama, Kur"an"ın hiç bir yerinde İsa, ölümlü bir peygamberden, Muhammed"in yolunu açan kişi ve tek yüce Allah"ın bir sözcüsü olduğundan daha farklı bir niteliğe sahip değildir. Tıpkı Basilides ve Mani"nin söyledikleri gibi, Kur"an İsa"nın çarmıhta ölmediğini yazar; "Onu öldürmediler, onu çarmıha germediler, öyle yaptıklarını zannettiler". Bu pek de açık olmayan sözler dışında başka bir yorum yoktur. Ancak İslam yorumcularına göre, ölmek üzere İsa"nın yerine geçen bir başkası vardır. Her zaman olmasa da, bu kişinin Sirene"li Simon olduğu ileri sürülür. Bazı İslam Yazarları, İsa"nın bir duvar girintisine gizlenerek, tıpkı Nag-Hammadi yazıtlarında da belirtildiği gibi, taklidinin çarmıhta can verişini izlediğini yazarlar."

Baigent, Leigh, Lincoln-The Holy Blood and the Holy Grail

"Yeniden Doğuş" öğretisi, ya da daha doğrusu "ruh göçü" kavramı, İran"da geniş kabul görmüş ve İslam"daki Mehdi inancına evrimlenmiştir. Bu öğretinin, İsmaili versiyonu iki ayrı düşünce okulu biçiminde ortaya çıkmıştır. İlki, İsmail"in kendisini doğrudan ölümsüz ve dolayısıyla Mehdi olarak kabul eder. İkincisi, İsmail"in oğlu Muhammed"in Mehdi olduğunu ve tüm dünyayı fethetmeden önce ölmeyeceğini ileri sürer.

Dürzi"ler "yeniden doğuş"u kendi inançlarının temel ve ayırd edici bir ilkesi olarak benimserler. Dürzi"liğin kurucusu Hakim"in on ikinci imamın ruhuna sahip olduğuna inanırlar. Hakim"in tüm dinsel yetkisi de bu olgudan kaynaklanmaktadır. Haşişi"lere oranla daha fazla bilgi sahibi olduğumuz Dürzi"lerin öğretileri aslında hemen hemen Haşişi"lerin öğretisiyle eştir: "tüm ruhlar hep bir anda yaratılmışlardır, sayıları sınırlıdır. Her ruh bir dizi ruh göçü ile gelişir ve mükemmelliğe doğru yükselir."

Edward Burman, The Assassins-Holy Killers of Islam


(2) Haka"ik - İçrek Gerçekler
"İnsanlığın dinsel gelişiminin, her biri yedi yıl süren, yedi ayrı peygamber döneminde gerçekleştiği tasavvur edilmektedir. Bu yedi peygamberin ilk altısı: Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed"tir. Bu Tanrı habercilerinin her biri, sıradan insanların bile anlayıp yorumlayabileceği bir dinsel yasa ortaya koymuşlardır. Buna "zahir", yani dış görünüş denilebilir. Ancak, bu peygamberlerin verdiği her bir mesajın bir de, içrek, gizli gerçekleri vardır. Bu içrek gerçekleri ancak az sayıda aydınlanmış kişi anlayıp yorumlayabilir. Buna da "batın", ya da içrek gerçek adı verilir."

"Haka"ik (içrek gerçeklerin bütünü), bu yedi peygamberi izleyen birer "Vasi" (elçi) ya da "Samit"(suskun) tarafından açıklanabilir. Bu kişinin görevi kutsal yazılar ve kurallardaki batını izah etmektir. Her bir vasiden sonra, ayrıca yedi tane imam dünyaya gelir. Yedinci imam bu dizgedeki yeni peygamberdir ve böylece çember tamamlanır. Son döneme damgasını vuracak olan Mehdi, herkese tüm içrek gerçeklerin açıklamasını yapacak ve böylece Tanrısal bilgi dönemini başlatacaktır."

"İsmaili teolojisi, işte bu denli "vahiyci" (revelationary) bir nitelik taşır. İnsan aklından aşkın olup, insanın anlayamayacağı düşünülen haka"ik, aslında gnostik öğretiden türetilmiştir. Tümüyle Neoplatoncu değerlerden yola çıkarak, maddi ve manevi dünyanın ilkelerini açıklama iddiasındadır. Gnostikler, maddi dünyanın ikincil bir tanrı tarafından yaratıldığını düşünürler. Bu Eski Ahit"teki Yahova"dır. Yahova, gerçek Tanrının dünyayı yanlış inançlardan temizlemek için İsa"nın bedeninde oğlunu göndermesine kadar, belirli bir özgürlüğe sahip olabilmiştir. Muhammed"in gnostik bir görüş olan, çarhıhta ölen kişinin sadece bir hayal, Romalılarla Yahudilerin yaralayamadıkları bir görüntüden ibaret olduğunu İslam"a uyarlamasıyla, birçok gnostik ögenin İslam"a geçiş yolu açıldı.

Edward Burman, The Assassins-Holy Killers of Islam


"İsmaili haka"ikinin özü, "İlk Neden" olarak Tanrı"nın reddedilmesinde ve kendi içinde belirli bir akılcılığa yönelmesindedir. Bu öğreti aynı zamanda İsmaili"lerin sapkınlığının temelidir. Onlara göre "İlk Neden" evrensel akılla birleşen Tanrısal buyruk yani Tanrı Sözüdür (logos-kelam). Bu yüzden, İsmaili"lerin buyruk-düzen-yasa hakkındaki düşünceleri, içrek öğretilerinin çekirdeğini oluşturur ve Neoplatoncu felsefe ile İslam"ın sentezini gerçekleştirir. Hasan Sabbah"ın gücü ve fedailerinin bağlılığı, Tanrı"nın aşkın doğası hakkında İsmaili öğretisinin kategorik ısrarından kaynaklanır. Böylesi mutlak bir Tanrı ve mutlak bir imam, mutlak bir inanç ve itaat gerektirir."

1-İmam (Ali ve Nizar"ın soyundan)

Tam Aydınlanmışlar:

2-Dai"d-D"uat (Baş Dai)

3-Dai"l-Kebir (Büyük Dai)

4-Dai

Yarı Aydınlanmışlar:

5-Refik

6-Lasik

7-Fedai

"Her ne kadar, aydınlanma derecelenmelerinin ayrıntıları, 1332 yılında Dürzi"ler hakkında kaleme alınmış tarihi bir belgeden aktarılmışsa da, Haşişi"ler ile asıl fark, derece sayısının Dürzi"lerde, belki de dokuz göksel cisimle uyum sağlamak için, dokuza yükseltilmiş olmasındadır."

Edward Burman, The Assassins-Holy Killers of Islam


(3) Dokuz Derece
Adaylar, yaşam boyu kendilerini de öğretmenleri kadar önemli kılacak olan, ebedi bilgelik ve gizli güç sahibi olacaklarına inanarak örgüte katılırlar ve dokuz dereceden oluşan bir aydınlanma sürecinden geçirilirler.

İlk Derece

İlk derecede, öğretmenler adayları, tüm önceden öğrenip kabul ettikleri dinsel ve siyasal düşünce ve yargılardan kuşku duyma durumuna düşürürler. Daha önce kendilerine öğretilen her türlü bilginin önyargılı ve sarsılabilir olduğuna, olası her çeşit tartışma tekniği kullanılarak, inandırılırlar. Arap tarihçi Makrızi"nin aktardığına göre; bunun sonucu, öğrencilerin her sorunun en doğru yorumunu yapabilen tek gerçek bilgi kaynağının öğretmenleri olduğuna inanmaları ve öğretmenlerinin kişiliklerine bağımlı duruma gelmeleridir. Öğretmenler, aynı zamanda, formel bilginin aslında, hazır duruma geldiklerinde öğrenecekleri, gerçek, gizli ve güçlü sırrın sadece bir örtüsü olduğu hakkında sürekli ipuçları verirler. Bu akıl bulandırma tekniği, öğrencinin bir öğretmene körü körüne bağlılık andı içecek hale gelmesine kadar sürdürülür.

İkinci Derece

Öğrencilere bu derecede, korunması İmama teslim edilmiş olan içrek bilgiler olmadıkça, bu içrek öğretinin basit birer simgesi durumunda olan dinsel kurallar izlenerek Allah"ın rızasına ulaşmanın imkansız olduğu öğretilir.

Üçüncü Derece

Bu derecede, gelmiş geçmiş imamların sayısı ve kişilikleri, yedi sayısının maddi ve manevi dünyadaki anlamı aktarılır. Artık, kesinlikle "Onikiimamcı" inanç ve görüşlerden uzaklaşılarak, son altı imamın saygı duyulmaya gerek olmayan, manevi bilgilerden yoksun, sıradan insanlar oldukları öğretilir.

Dördüncü Derece

Öğrenciye, yedi "Natık" (bildiren-peygamber) dönemleri, onları izleyen altı "Samit" (suskun imamlar) ve her yeni natığın kendinden önce gelenlerin dinsel öğretisini nasıl değiştirdiği öğretilir. Bu eğitim, Muhammed"in son peygamber ve Kur"an"ın da Allah"ın son vahyi olamadığının kabul ettirilmesini içerir ki, tüm bunlar öğrenciyi İslam dininden çıkarır. Bu derecede ayrıca, yedinci ve son natık, "Sahib-ul-Amr" (varlıkların sahibi) İsmail"in oğlu Muhammed"in "Eskilerin Bilimi"ni (Ulum-ul Evvelin) tamamlayıp, içrek öğretinin bilimi olan "Tevil" bilimini (Allegorik yorum) kurduğu aktarılır.

Beşinci Derece

Bu derecede, geleneklerin tümü terkedilerek, "Sayılar Bilimi" ve "Tevil" uygulamalarının öğretimine başlanır. Sürekli konuşulan konu dindir. Kur"an"ın sözcük anlamına giderek daha az önem verilirken, İslam dininin tüm kural ve koşulları ortadan kaldırılmak istenir. On iki sayısının anlamı ve on iki "hucca" (kanıt) öğretilir. Bu "hucca"lar, imamların propagandasına temel oluşturan ve onların kişisel öğretilerini yönlendiren kanıtlardır. Aynı zamanda, "hucca" sözcüğü, her imam tarafından, baş dai olarak atanan kişilere de ad olarak verilmiştir. Sonradan, oniki "hücce" insan omurgasındaki oniki sırt omuru ile bağdaştırılır; yedi kafa omuru (cervical) ise yedi peygamberi ya da yedi imamı simgeler.

Altıncı Derece

İslam dininin koşulları (namaz, oruç, hac, zekat, kelime-i şehadet) ve tüm diğer ritlerinin allegorik anlamları bu derecede öğrenciye aktarılır. Görünümde uygulanan bu koşul ve ritlerin temelde önemsiz olduğu ve bilgiye ulaşmış kişilerin bunlardan vazgeçebileceği öğretilir. Çünkü bu uygulamalar, kurnaz yasa koyucular tarafından, cahil ve kaba halkı yönetmek için konulmuştur.

Yedinci Derece

Bu ve bundan sonraki derecelere, öğretinin gerçek yapısı ve amaçlarını kavrayabilen önde gelen kişiler kabul edilir. "Önceden varolan" (Pre-existent) ve "Sonradan ortaya çıkan" (Subsequent) kavramları ve bunların dualist yapısı bu derecede öğretilir ve böylece, kişinin Tek Tanrı öğretisine olan inancının yıkılması amaçlanır.

Sekizinci Derece

"Önceden var olan"-"Sonradan ortaya çıkan" ikili öğretisi geliştirilir, öğrenci tarafından derinlemesine kavranmasına çalışılır. Ayrıca, en önemlisi, bu iki kavramın da üzerinde, ne adı, ne nitelikleri bilinebilen, hakkında hiç bir bilgi bulunmayan, tapınmak bile mümkün olmayan bir yüce Varlık olduğu hakkında ilk bilgiler verilmeye başlanır. Bu isimsiz Varlık, Zerdüşt inancındaki, "Zervan Akanana"yı (Sonsuz Zaman) andırmaktadır. Ancak, öğretinin bu noktasında, İsmaili"ler arasında farklı anlayışlar, çatışma ve karışıklıklar ortaya çıkmıştır. Yine de, Nuveyri "bu fikirleri kabul edenlerin yeri, dualistlerin ya da maddecilerin yanından başka bir yer olamaz" diyerek tümünü aynı sepete yerleştirmiştir. Bu derecede, öğrenciye peygamber olmak için, mucizeler yaratmaktansa politik, sosyal, dini ve felsefi bir sistem yaratıp uygulamak kabiliyetini göstermek gerektiği öğretilir. Ayrıca, dünyanın sonu, yeniden doğuş, cennet-cehennem gibi allegorik kavramların yanısıra çeşitli "kıyamet" doktrinleri de aktarılır.

Arkon Daraul, Secret Societies


Dokuzuncu Derece

Aydınlanma"nın bu en son derecesinde, tüm dogmatik din kurumlarından sıyrılan kişi artık, en saf ve basit anlamıyla, bir filozof olmuştur. Kendi arzusuna ve keyfine uygun düşen, düşünce sistem veya karışımını istediği gibi kabul etme özgürlüğüne kavuşmuştur.

Edward Granville, St Bard"s Hospital Journal (Mart 1897)

"Yedinci derece Büyük Giz"in açıklamasını getirir; tüm insanlar ve evrendeki tüm varlıklar aslında bir bütündür, en basit şey bile bu bütünün bir parçasıdır ve bu bütünün yaratma/yoketme gücü vardır. Bir İsmaili olarak birey, kendinde uyanmaya hazır olan bu gücü kullanma şansına sahiptir. Bu nedenle, gücün bir parçası olduğunu kavrayan kişi, insanlığın bu muazzam potansiyelinden habersiz olan diğer bilgisizleri yönetebilir. Bu güç, "Zamanın Tanrısı" (Lord of Time) adı verilen esrarlı varlık sayesinde edinilmiştir."

"Sekizinci dereceye hak kazanabilmek için, kişi tüm dinlerin bir sahtekarlık olduğuna inanmalıdır. Önemli olan yalnızca birey ve bireysel akıldır; o da ancak, en büyük güç olan imama hizmet ederek mükemmelliğe erişebilir."

"Dokuzuncu derece, inanç diye bir kavramın mevcut olmadığı, aslında herşeyin "eylem"den ibaret olduğu sırrının açıklandığı son derecedir. Her hangi bir eylemi düşünüp uygulamak da, tüm akıl ve mantığın yegane sahibi olan imamın elindedir.

Arkon Daraul, Secret Societies


(4) Okült Gelenek
Şeyh-ül Cebel Sinan"a duyulan büyük saygının hatırı sayılır bir bölümü, herkesçe bilinen telepati ve durugörü gücünden kaynaklanmaktadır. Ebu Firaz tarafından aktarılan öyküde, bahçede bulunan bir kişinin düşüncelerini okuyarak, aklından geçirdiği sorulara cevap verebildiği anlatılmıştır. Hasan Sabbah da döneminin tanınmış bir simya ustasıdır. Haşişi"lerin günümüzde okült uygulamalar olarak bilinen, karanlık konularla uğraştıkları su götürmez. Zaten, o zamanlar, simya ve astroloji felsefe eğitiminin ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilirdi.

Edward Burman, The Assassins-Holy Killers of Islam

Avrupa"da dinsel ya da din dışı, tüm gizli örgütlerin oluşmasına yol açan temel kavramlar Haçlılar tarafından İsmaili"lerden alınmıştır. Tampliye ve Hospitalye şövalyeleri, Loyola tarafından kurulan Cizvit"ler gibi örgütlerin tümü davalarına kendilerini adayış biçimleri günümüzde asla görülemeyen özveri sahibi kişilerden oluşmuştur. Haşin Dominiken"ler, ılımlı Fransisken"ler ve tüm kardeşlik örgütleri, ya Kahire"ye ya da Alamut"a ulaşacak biçimde geriye bağlanabilirler. Özellikle Tampliye Şövalyeleri, Büyük Üstad"ları, Prior"ları, dinsel adanmışlıkları ve hiyerarşik yapıları ile Doğu"daki İsmaili"lerle en güçlü benzeşmeyi gösterirler.

S. Ameer Ali
  #22466  
Alt 05.08.2005, 23:59
Benutzerbild von roman
roman roman ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard güzel bir yazı. o.T.

ohne Text
  #22467  
Alt 06.08.2005, 00:02
Benutzerbild von balikiz
balikiz balikiz ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard Ne ikide de hocalari alip duruyorsun?

Kiskandinmi yoksa, kizlari sen tecavüz etmedin diye?
  #22468  
Alt 06.08.2005, 00:13
Benutzerbild von cagdasturk
cagdasturk cagdasturk ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard SULTAN II ABDÜLHAMID HAN

Osmanli pâdisâhlarinin otuzdördüncüsü, Islâm halîfelerinin doksandokuzuncusudur. Sultan Abdülmecîd"in ikinci oglu olup 1842"de dünyâya gelmistir.

Genç yasta dînî ve fennî ilimleri mükemmel bir sekilde ikmâl etti. Sâzeliyye tarîkati seyhi Mehmed Zâfir Efendi ve Kâdiriyye tarîkati seyhi Ebu"l-hüdâ Efendi"den feyz alarak zâhirdeki dirâyetini, mânevî bir kemâl ile de tâçlandirmistir.

Daha genç yasta zekâsi ve siyâsî kâbiliyetleriyle temâyüz etmis bulundugundan amcasi Sultân Abdülazîz Han, Misir ve Avrupa seyâhatlerinde O"nu da yaninda götürmüstü.

Çok nâzik idi. Herkesin gönlünü almasini bilirdi. Fevkalâde bir zekâ ve hâfizaya sâhibdi. Bir defa gördügü veya sesini isittigi kisiyi aslâ unutmadigina dâir kaynaklarda sayisiz misâller vardir. Alman birligini kurmus olan Prens Bismark rivâyete nazaran:

"Dünyâda yüz gram akil varsa, bunun doksan grami Abdülhamîd Han"da, bes grami bende, kalan bes grami da diger dünyâ siyâsîlerindedir..." demistir.

O"nun en büyük talihsizligi, devleti çok kötü sartlar altinda eline almis olmasidir. Buna ragmen hiç yilmadan, bikmadan müthis bir zekâ, sabir ve büyük bir mahâretle devleti, otuzüç sene ciddî bir kayba ugratmadan idâre etmistir.

Sultân Abdülazîz merhûm gibi büyük masraflari ve dis borçlanmayi mûcib olan harpçi bir siyâset takibi yerine, gelisen sanayî hareketleri dolayisiyla batida temâyüz etmis bulunan iki devleti karsi karsiya getirmek ve onlarin menfaat çatismalarini tahrîk ederek ülkeyi -âdetâ- bir sirat köprüsü üzerinde yürütmek, O"nun siyâsetinin temel esasi olmustur.

Bu sulhçu siyâsetin neticesinde yeni askerî yatirimlarin masrafindan kat"an nazar dis borçlarin 300 milyon altindan, 30 milyona indirilmesi saglanmistir. Abdülhamîd"in Almanlar"i Ingiliz siyâsî emellerine karsi mâhirâne bir sûrette kullanmasinin çok çesitli ve parlak tezâhürleri vardir. Medîne demiryolu imtiyâzinin Almanlar"a verilmesi ve stratejik bir mevkî olan Akabe"nin onlarin yardimiyla Ingilizler"den kurtarilmasi, bunun târihte en tipik bir misâlidir.



Abdülhamîd Han, 93 Harbi felâketinden aldigi dersle gayr-i mütecânis ve devleti parçalamaya sürükleyebilecek cereyanlarin müsâhede edildigi Meclis-i Mebûsân"i böyle bir felâkete mânî olabilmek için 1878"de süresiz olarak kapatmistir.

Mithat Pasa ve avanesinin sebep oldugu 93 Harbi felâketinin neticesinde Rumeli"de kaybedilen topraklardan pek çok müslüman ahâli, muhâcir olarak Istanbul"a gelmis bulunuyordu. Bunlarin magdûriyetlerini istismâr ederek toplayabildigi bir kisim issiz-güçsüz takimiyla Çiragan Sarayi"na yürüyen Ali Suâvî, Sultân Abdülhamîd"i devirerek, bu sarayda mahbus bulunan V. Murad"i tekrar tahta geçirmeye tesebbüs etti. Sultan V. Murad, mason Mithat Pasa ve avanesi tarafindan tâ sehzadeliginden beri hususî bir sûrette yetistirilmisti. O da, akil hocasi Mithat Pasa gibi otuzüç dereceden bir masondu. Fakat hiç süphesiz bu teskîlata onun gerçek hüviyetini bilmeden girmisti. Bununla beraber serîrler, kendisi pâdisâh olsa menfûr emellerine daha kolay ulasacaklarini düsünüyorlardi. Ali Suâvî ise, Sulltan Abdülhamîd Han tarafindan Galatasaray Lisesi müdürlügünden bozuk siyâsî düsünceleri sebebiyle azledilmis bulunmanin igbirâri (gücenikliligi) ile haraket ediyordu. Gerçekten de Ali Suâvî, yavas yavas yahûdî siyâsî emellerinin hâkim olmasiyla Osmanli aleyhtarligina meyleden Ingiliz siyâsetinin kör bir âleti durumundaydi.

Besiktas muhâfizi yedi-sekiz Hasan Pasa"nin kafasina indirdigi bir sopa ile Ali Suâvî"nin can vermesi bu ihtilâl tesebbüsünün akîm kalmasini saglamistir. Ancak Sultân Abdülhamîd, bu ve benzerî vak"alar dolayisiyle mâruz bulundugu büyük tehlikeyi kavramis, devrinin sözde münevverlerinin hamâkat ve ihânetlerine ilâveten rum, ermeni ve yahûdîlerin kaynattiklari fitne kazani sebebiyle muârizlarinin "istibdâd" diye adlandirageldikleri siki bir dâhilî siyâset tâkibine mecbûr kalmistir.



Abdülhamîd Han, bu karisik iç bünyeye ragmen halkin huzûru ve ülkenin selâmetini saglayabilmek için bugünkü modern devletlere bile örnek olabilecek derecede sumüllü bir istihbarat teskilati kurmustur. Bu teskilâtta kendisine karsi bombali bir suikasti gerçeklestirmis bulunan ermeni asilli Jorris"i dahi bir istihbârât elemani olarak kullanmasi, sâyân-i dikkattir. Hattâ Ingilizler"in Madrit büyükelçileri vefât ettiginde, onun açilan çelik kasalarinda Sultân Abdülhamîd"le muhâbere hâlinde bulunduguna dâir vesâikin ortaya çikmasi, Ingilizler"i bu istihbârâtin kuvvet ve sumülü hakkinda dehsete sevketmistir. Kendisi tahttan indirildikten sonra azili muhâlifleri tarafindan Çiragan Sarayi"nin yakilmis bulunmasi da, O"nun bu müthis istihbârât teskilâti ile alâkalidir. Zîrâ bu sarayin bodrum katlari, lebâleb Sultân Abdülhamîd"e verilmis jurnallerle doluydu ve hiç süphesiz ki saray, onlari yok etmek için yakilmisti. Çünkü bu jurnaller, Ittihat ve Terakkî"nin ileri gelenlerini birbirine düsürecek mâhiyetteydi. Sathî bir nazarla bakildiginda, bunlarin birbirleri aleyhine Sultân Abdülhamîd Han"a jurnallik ettikleri ortaya çikmaktadir.

Bu jurnal keyfiyeti dolayisiyle de Sultân Abdülhamîd, muârizlari tarafindan haksiz ve çirkin bir sûrette itham edilegelmistir. Gûyâ ulu orta verilmis saçma-sapan jurnallere istinâden birçok insani sürgüne gönderdigi pek çok yazilip söylenmistir. Bu hususdaki gerçegin lâyikiyle kavranabilmesi ve merhûmun dirâyet, liyâkat ve hassasiyyetinin anlasilabilmesi için bir tek misâl zikredelim:

Birgün yüksek seviyede bir me"mûrun Çiragan Sarayi önünden geçerken gûyâ:

"?Âh Sultân Murâd Efendimiz!.. Sen basimizda olsaydin, böyle mi olurdu?!."

meâlinde bir söz söylemis oldugu yolunda bir jurnal alinmis ve bundan dolayi da o me"mûrun Fizan"a sürgün edilmesi hususunda irâde-i seniyye sâdir olmustu. Buna îtiraz eden Sadrazam Saîd Pasa:

"?Efendimiz, bu ne hâldir, anlayamiyorum?!. Bu me"mûrun takriben alti ay önce ihtilâs (rüsvet) cürmü sâbit oldugu halde onu afvetmistiniz.. Simdi ise, enti-püften bir jurnale istinâden onu sürgüne gönderiyorsunuz?!." demesi üzerine, o koca Sultân Sadrazam"a su cevâbi vermistir:

"?Hayir Pasa Hazretleri, ben onu bu jurnalden dolayi sürgüne göndermiyorum! Asil sebep, o zikrettiginiz ihtilâs cürmüdür. Esâsen bu jurnali de kasden kendim verdirttim. Lâkin onu, alti ay evvel böyle bir tertibe bas vurmadan cezâlandirsaydim, yalniz kendisini degil, çoluk-çocuk ve akrabâlarini da cezâlandirmis olurdum. Onlar da es ve dostlarina karsi mahcûb olurlardi. Simdi ise, bu adami gûyâ benim istibdâdima karsi çikmis bir insan sifatiyla kahraman telâkkî edecekler. Böyle olmasini tercih ettim!.."

Bu öyle bir hâdisedir ki, O"nun devri için sürüp gelen hakli-haksiz tenkîdlerin degerlendirilmesinde bize büyük bir isik tutar.



Sultân Abdülhamîd"in kalbî rikkatini kavramaya yarayacak bir hâdise de sudur:

Sultan Abdülazîz"in sehîd edilmesinden bes sene geçmesine ragmen halk, bu menfûr hâdiseyi unutmamisti. Kâtillerin yakalanip cezâlandirilmasini istiyordu. Bu umûmî arzu üzerine Yildiz"da hususî bir mahkeme kuruldu. Bu mahkemede Mithat Pasa, Hüseyin Avni Pasa ve daha bazilarinin Abdülazîz Han"in kâtili olduklari sâbit oldu. Mahkeme bunlar hakkinda îdam cezâsi verdi. Ayrica Plevne kahramani Gâzî Osman Pasa ve Ahmed Cevdet Pasa gibi sahsiyetlerin dâhil oldugu kirk kisilik mûteber bir hey"ete de bu karar bir kere daha tedkîk ettirildi. Onlar da, müttefikan karâri isâbetli gördüklerini beyân ettiler. Buna ragmen Sultân Abdülhamîd Han, îdâm cezâlarini sürgüne tahvîl etti. Fazladan olarak da suçunu îtiraf etmis bulunan Mithat Pasa"nin cebine sürgüne giderken 800 altin harçlik koydu. Insan, hâdiselerin içyüzüne vâkif olunca, bu büyük merhametli pâdisâha karsi dil uzatanlari aslâ afvedip hos göremez!..

Sultân Abdülhamîd Han"in Dünyâ çapinda ithâmina vesîle olan sebeplerden biri de, devrinde basgösteren ermeni mes"lesidir. Ermeniler, ülkemizde yasayan gayr-i müslim teb"a arasinda bizim örf ve âdetlerimizi benimsemek yönünden müstesnâ bir durumda idiler. Asirlarca "teb"a-i sâdika" olarak yâdedilmislerdi. Fakat günün birinde kendilerini kullanarak siyâsî emellerine ulasmak isteyen Ruslar"in propagandalarina muhâtab olarak sadâkatten ayrildilar. Ilk önce Rus tahrikiyla baslayan ermeni kipirdanislari, sonradan bütün hiristiyan bati devletlerinin alâkasini celbetmis ve onlar da bu ihtilâfa dâhil olmuslardir.

Bu maksadla ermenileri silâhlandiran Ruslar"in faâliyetini ve bunun nihâî gâyesini görmekte gecikmeyen dâhî Sultân Abdülhamîd Han, ermenileri toplu olduklari bölgelerden saga sola cebrî bir sûrette göç ettirmek gibi bir tedbire bas vurmustur. Fakat bu kadar mâsumâne bir hareket, yahûdî destegi ile de beslenerek onun aleyhinde beynelmilel bir propaganda tezgahlanmasini intâc etmistir. Neticede kendisine Viyana"da îmâl edilerek gönderilmis bir kupa arabasina îmâlât esnasinda uzun bir zamana ayarlanmis saatli bir bomba yerlestirilmis ve bu bomba, kendisinin seyhulislâm ile Cum"a namazi hitâminda mûtâd hârici üç-bes dakika ayaküstü konusmasi sebebiyle o daha arabaya binmeden Yildiz Câmî-i Serîfi önünde infilâk etmis, asker, sivil bir çok insan ölmüs ve yaralanmistir. Herkesin telâsa kapildigi o hengâmede Sultân Abdülhamîd Han, sükûnetini muhâfaza ederek:

"Korkmayin, korkmayin!.."

diye bagirmis ve arabanin seyis mahalline oturarak ecnebî sefirlerin alkislari arasinda atlari kirbaçlayip sarayina avdet etmistir.

Devrinin sözde münevverlerinin gafletine bakiniz ki, Belçikali ermeni Jorris"in tertibi eseri olan bu suikati alkislayanlar görülmüstür. Hattâ zamanin gözde sâiri Tevfik Fikret, bu hâdiseyi anlatan "bir anlik gecikme" anlamindaki "Bir Lahza-i Teaahur" isimli siirinde suikastçiyi "sanli avci" diyerek tebcil etmekte ve suikasdin muvaffakiyetsizlikle neticelenmesinden dogan teessürlerini terennüm etmekteydi. Buna ragmen Sultân Abdülhamîd"in kendisine karsi en küçük bir mukâbelesini tarihler kaydetmemektedir.



Sultân Abdülhamîd devrinin gâilelerinden biri de o siralarda filizlenmeye baslayan yahûdî mes"lesidir. 1982 yilinda Isviçre"nin Bazel sehrinde "ilk siyonist kongresini" toplamis olan Teodor Hertzel, daha önce yazdigi "Yahûdî Devleti" isimli kitâbiyla dünyâ yahûdîlerinin Filistin"de yeniden toplanmalari gerektigi yolunda tesebbüse geçmis ve bu gâye için o gün dünyânin en büyük zengini olan yahûdî Roçilt âilesinin destegini saglamisti. Onun namina iki kere Türkiye"ye gelen ve yahûdîlerin Filistin"e avdet edip orada ikâmet eylemeleri mukâbilinde Osmanli Devleti"nin dis borçlarini ödemek teklifini Roçilt namina Sultân Abdülhamîd"e arzetmis olan Hertzel"in, O"nun çelik gibi sert irâdesine çarparak redde mahkûm olmasi sebebiyle, yahûdîler tarafindan bütün dünyâda o büyük hükümdar için bir karalama kampanyasi baslatilmistir.

Bu kampanya sebebiyledir ki, otuzüç senelik saltanati boyunca hiç kimsenin burnunu kanatmamis, ancak ana ve babasini öldürmüs olan bir cânî disinda normal mahkemelerce verilen îdâm cezâlarini bile tenfiz ettirmemis, kendisine suikast yapan bir haremagasini ve hattâ ermeni Jorris"i dahî afvetmis bulunan Sultân Abdülhamîd Han için haksiz ve mesnedsiz bir sûrette "kizil sultan" lakabi, meshur ve harciâlem bir hâle getirilmistir. Hayfâ ki, yahûdîlerin îcâd edip ermenilere armagan ettikleri bu iftirâ, böyle ecnebî kimselerden ziyâde vatanin o gün bugündür bir çok talihsiz Türk asilli nesilleri arasinda da revaç bulmustur.

Filistin"e göç edip yerlesmek gibi ilk nazarda mâsumâne görünen arzularinin Sultân Abdülhamîd tarafindan mutlak bir sûrette redde mahkûm oldugunu gören yahûdîler, o mübârek sahsiyeti bertaraf etmedikçe emellerine ulasamayacaklarini anlamakta gecikmediler. Bundan dolayidir ki, önce Istanbul"da ve sonra da yahûdî muhiti Selânik"te temerküz eden Ittihat ve Terakkî cemiyetini kurdurarak vatanin bir kisim bedbaht evlâdlarini bir propaganda sisinde bogdular.

Tehlikeyi gören Sultân Abdülhamîd, yahûdîlerin Filistin"de toprak satin almalarini yasakladigi gibi, onlarin bu emellerine muvâzaa yoluyla ulasmalarini engellemek için de, her arâzîsini satmak isteyenin yerini sahsî parasiyla satin alarak "emlâk-i sâhâne" hâline getirmistir. Filistin Çiflikât-i Sâhânesi böylece vücûda gelmistir. Sultan Abdülhamîd bunlara ilâveten oradaki müslüman nüfûsu da artirma yoluna gitmistir.

O sirada Rus tahrikiyle tesekkül etmis çeteler, Balkanlar"i cadi kazani hâline getirmis bulunuyordu. Bunlarla mücâdele eden birliklerin birtakim subaylari, Ittihat ve Terakkî ve onun arkasindaki yahûdîlerce igfâl edilmislerdi. Bunlar isyân ederek Abdülhamîd Han"i II. Mesrûtiyet"in ilânina zorladilar.

Abdülhamîd Han, yeni bir kânûn-i esâsî hazirlatip tatbik etmeyi düsünüyordu. Fakat gayet buhranli ve ihtilâl hazirliklarinin yapildigi karisik bir ahvâl içinde buna firsat bulamamisti. Mecbûren eski kânûn-i esâsîyi yürürlüge koydu.

Meclis-i Meb"ûsân 17 Aralik 1908"de toplandi. En azili Osmanli düsmanlari dahi meb"ûs seçilerek meclise girmisti. Hatta ne hazîndir ki, mecliste azinliklarin te"sîri müslüman meb"ûslardan daha çoktu.

Ittihat ve Terakkî iktidari, kisa zamanda halkin umûmî sûrette nefretini kazandi. Karsilastigi tenkîdleri siddetle bastiriyor ve muhâliflerini gazeteci veya fikir adami demeden suikastlerle yok ediyorlardi. Bu durum, zuhûr eden nefreti had safhaya çikarinca, kendi iktidarlarini korumak için sâdik adamlari sandiklari avci taburlarini Rumeli"den getirip Taskisla"ya yerlestirdiler. Ancak bunlarin baslarindaki subaylar, kisa zamanda Beyoglu âlemleriyle siyâset girdabina sürüklenip askerleriyle alâkalarini kestiler. Serbest kalan avci taburlari efrâdi, halkla temas edince, Ittihat ve Terakkî"nin irtikâb ettigi mel"ûnâne zulüm ve hiyâyetlerini ögrenerek kendilerini korumaya me"mur olduklari bu kadroya karsi ayaklandilar. Istanbul"da birkaç gün terör hâkim oldu. Bazi Ittihat ve Terakkî milletvekilleri sokak ortasinda katledildi. Iste 31 Mart Vak"asi denilen hâdise budur. Bu ayaklanma sebebiyle iktidarlarini tehlikede gören Ittihat ve Terakkî, Rumeli"den "Hareket Ordusu" denilen çogu rum, ermeni ve yahûdî çapulcusu onbes bin kisilik bir kuvveti Istanbul üzerine sevk ettiler.

Sultân Abdülhamîd, bu gürûha karsi -maalesef- asiri merhameti sebebiyle hareketsiz kaldi. Halbuki sarayinin etrafinda iyi tâlim ve terbiye görmüs otuz bin asker vardi. Neticede tâc ve tahti için su hengâmede bile kan dökmeye râzi olmayan Sultân Abdülhamîd, Hareket Ordusu"na arkalanan Ittihat ve Terakkî hükûmetince hal" olunarak tahttan indirildi. Usûlen tanzîm edilen fetvâ da, tamamen haksiz ve mesnedsizdi. Kendisine bulunabilen kusur, "kütüb-i mu"tebere-i dîniyyeyi cem" u ihrâk", yâni mûteber dînî kitaplari toplatip yaktirmakti.

Bu bühtanin asli sudur: O zaman Kur"ân-i Kerîm"in sahislarca basim ve yayini yasakti. Kur"ân-i Kerîm"i devlet bastirir ve parasiz dagitirdi. Sahislarin Kur"ân-i Kerîm tab"inda gereken ihtimâmi gösteremeyecekleri düsüncesiyle konulmus bulunan bu yasaga ragmen Kur"ân-i Kerîm tab" olursa, bunlar müsâdere edilip ihrâk olunur (yakilir), külleri de îtinâ ile çignenmeyecek bir topraga gömülürdü.

Diger taraftan, hal" fetvâsi âid oldugu makamdan sâdir olmamistir. Bu maksadla parlementoya celbedilen ve kendisine baski tatbik edilen fetvâ emîni Haci Nûrî Efendi, Pâdisâh"in hal"i için kâfî bir ser"î sebep mevcûd olmadigini beyândan sonra:

"Hal" mes"ûmdur (ugursuzdur)! Sultân Abdülazîz hal" edildi. Arkasindan koca Rumeli elden gitti. Rumeli"den milyonlarca muhâcir Istanbul"a geldi. Medrese ve câmîler, lebâleb bunlarla doldu. Ben o zaman medrese talebesiydim. Yetîm çocuklari sirtimda tasimaktan omuzlarim çürümüstü. Mâdem ki ille de Pâdisâh"in hal"ini arzu ediyorsunuz, kendisine arzediniz; O, kendi kendisini azletsin!.." dedi.



Bu münâkasaya sâhid olan Talat Pasa, ipin ucunun elinden kaçacagini anlayinca, ulemâdan olan milletvekillerine istenilen fetvâyi vermeleri için baski yapti. Bu baski neticesinde tefsir sâhibi Elmalili Hamdi Efendi"nin takrîri (söyleyip yazdirmasi) ile Sultân Abdülhamîd Han hakkindaki mâhut hal" fetvâsi ortaya çikti.

Hazindir ki, bu keyfiyeti Sultân Abdülhamîd"e teblig için parlementoca seçilmis bulunan dört kisilik hey"ete israrla Selânik meb"ûsu yahûdî Emanuel Karassou Efendi kendisini de dâhil ettirmisti. O koca Sultân, bu hey"ette su yahûdî çifiti da görünce, digerlerine dönüp:

"?Sizler müslümansiniz! Beni halîfe olarak görüp görmemeyi arzu etmek hakkinizdir. Lâkin bu yahûdînin aranizda isi ne?!." demekten kendini alamadi.

Onlar da, bu söz üzerine baslarini önlerine egdiler. O zaman Sultân, bütün bu olanlarin mukadderât îcâbi oldugunu düsünerek:

"Bu, azîz ve alîm olan Allâh"in takdîridir..." meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.

Azledildikten Sonra...

Hal" edilmesinin hemen ardindan Sultân, kasden bir yahûdî muhiti olan Selanik"e gönderilip orada zengin bir yahûdî âile olan Alâtîn-i Biraderler"in kösküne hapsedildi. Burada siradan bir adama bile revâ görülmeyecek zulüm ve baskilar altinda tutuldu. Çoluk-çocuk bütün âile efrâdi günlerce aç birakildi. "Emlâk-i sâhâne"si millîlestirildigi (!) gibi, menkul serveti de tamamen elinden alindi. Hareket Ordusu, Istanbul"a geldiginde Pâdisâh"in tahttan indirilmesini mutaakiben Yildiz Sarayi"ni tamamen yagmalayarak zenginlesmis bulunan subaylar, bir de bu sürgün hâdisesinden sonraki yagma ile "orduya hediye" (!) adi altinda âdetâ büyük bir servete kondular. O derecede ki, takriben on yil sonra Sultân Vahidüddîn merhûmun tâlimati ile yapilan tahkîkatta ortaya çikan tablo yüz kizarticidir. Yagmagir ve hirsizlarin listesi, Hareket Ordusu Mahmud Sevket Pasa"dan baslayarak en küçük zâbite kadar kocaman bir liste teskil etmis, fakat o buhranli zamanda bu hiyânetin hesâbini sormak -maalesef- mümkün olmamistir.

Sultân Abdülhamîd Han"i bertaraf eden Ittihat ve Terakkî erkâni ülkeyi câhilâne bir sûrette idâre etmeye basladi. Yumusak huylu pâdisâh Sultân Resâd, kendilerinin elinde âciz bir kukladan farksizdi.

Ittihat ve Terakkî hükûmetinin gaflet ve cehâletleri, birçok aci felâketlere sebeb oldu. Trablusgarb"daki mahallî mukâvemet devâm ederken Balkan Harbi çikti. Ordunun hiçbir ciddî hazirligi ve istihbarati yoktu. Düsmanin sür"atle ilermesi karsisinda Selânik"i tehlikede gören Ittihat ve Terakkî hükûmeti, Sultân Abdülhamîd"i oradan Istanbul"a nakletmek tesebbüsünde bulundu. Sultân Abdülhamîd, ne sebeple Istanbul"a nakledilmek istendigini sorunca, kendisine karsi karsiya bulunduklari askerî tehlike nakledilerek, düsmanin Selânik"e yaklasmakta oldugu bildirildi. Pâdisâh"in dis dünyâ ile yillardan beri bütün alâkasi kesilmis bulundugundan olup bitenlerden haberi yoktu. Durumu ögrenince dehsete kapildi ve:

"?Gâlibâ siz kiliseler mes"elesini hallettiniz!.." diye hicranla haykirdi.

Ardindan bunu kendisine haber veren Râsim Bey"e büyük bir öfke ile:

"Râsim Bey! Râsim Bey!.. Selânik demek, Istanbul"un anahtari demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede?.. Ecdâd kanlariyla sulanan bu topraklari nasil terkederiz? Biz buralari birakip gidersek, târih ve ecdâd bizim yüzümüze tükürmez mi?.. Birâderim Hazretleri, buranin tahliyesine râzi mi oldular? Nasil olur? Hayir, ben râzi degilim!... Yetmis yasimda olduguma bakmayin! Bana bir tüfek verin, asker evlâdlarimla beraber Selânik"i son nefesime kadar müdâfaa edecegim..." dedi.

Fakat kendisine Sultân Resâd"in selâmi ve ricâsi iletilince, bir Osmanli hânedâni mensûbu olmanin mes"ûliyeti ile Pâdisâh"in irâdesine boyun egmek zorunda kalarak Istanbul"a nakledilmeyi kabul ederken, büyük bir teessür içindeydi.

Dogruydu. Balkan kavimlerinin aralarinda bir ittifak kurulmasinin asil sebebi, kiliseler mes"elesinin halledilmis olmasiydi.

Oysa Abdülhamîd Han, Istanbul"da Balat"taki Rum ortodoks patrikliginin karsisina bunlarin Rum patrikligine muâdil ve onunla ayni hukûka sahib "erksahlik" adiyla Bulgar kilise riyâsetini te"sis etmisti. Patrikhâne demek olan bu müessesenin binasini da, bir gecede monte ettirmisti.

Bu surette Bulgar kilisesi, Sultân Abdülhamîd"in bu siyâsî manevrasi ile teessüs etmis oldu. Bu bir ihtiyaç oldugu ortaya çikinca, Bulgar ve Rumlar"in müstereken oturduklari yerlerde kavga basladi.

Gâfil Ittihatçilar, is basina gelince, "kiliseler kanunu" denilen bir kanun çikardilar. Rum ve Bulgarlar"in müstereken yasadiklari yerlerdeki kiliseleri onlar arasinda taksimi için nüfûs ekseriyetini esas aldilar. Sayim yaptilar. Hangi taraf ekseriyette ise kiliseyi hükûmet kuvvetlerini kullanarak o tarafa teslim edip kilisesiz kalan tarafa da iki sene içinde devlet parasiyla yeni bir kilise yaptirarak aralarindaki ihtilâfi bertaraf ettiler.

Bu surette kiliseler kavgasi hitâma erince, Bulgarlar ve Yunanlar, birkaç yil içinde dost olduklari gibi, ezelî düsmanimiz Sirplilar"i da yanlarina alarak Balkan Harbi"ni baslattilar.

Ittihat ve Terakkî hükûmetlerinin cehâlet ve hiyânetleri saymakla bitmez... Sultân Abdülhamîd Han"in artik yahûdî güdümüne girmis bulunan Ingiliz siyâsetine karsi Almanlar"i tahrîk etmesinin mâhiyyetini anlayamayan Ittihatçilar, Balkan Harbi"ni mütaakiben ortaya çikan I. Cihan Harbi"ne de Almanlar"in yaninda girmek ahmakligini gösterdiler. Hem de bir yahûdî emr-i vâkîsi ile...

Ittihatçilar, düsman tazyîkindan kaçiyormus gibi yaparak Çanakkale Bogazi"ndan içeriye giren Goben ve Breslaw isimli iki Alman zirhlisini gûyâ onlari satin aliyorlarmis gibi göstererek müttefiklerin protestolarindan kurtulmak istediler. Bu gemilerin filo kumandani Amiral Suson yahûdî asilli idi. Hususî bir tâlimatla hareket ediyordu. Gemi efrâdinin Istanbul"da sikildigini söyleyerek Karadeniz"e açilmak müsaadesi istedi. Artik Osmanli bayragi çekmis olan bu gemilere bir Türk kumandan tâyin edilmemisti. Amiral Suson, Karadeniz"de bir Rus nakliye gemisine taarruz ederek Osmanli Devleti"ni bu emr-i vâkî ile harbe soktugu zaman, bundan, Enver Pasa disinda hükûmet erkânindan hiç kimsenin haberi yoktu.

Henüz Balkan Harbi fâciasinin yaralari sarilmamisken sirf Almanlar"in yükünü hafifletmek maksadiyla Osmanli Devleti"nin hazirliksiz bir surette harbe dâhil olmasi, yikilisin en korkunç âmili olmustur.

Harbin sonu belli olmaya basladigi hengâmede, Sultân Abdülhamîd"i devirmekle hatâ ettiklerini nihâyet anlayabilen Ittihat ve Terakkî reisleri Enver ve Talat Pasalar, artik Beylerbeyi Sarayi"nda ikâmet etmekte bulunan mahlû (tahttan indirilmis) Pâdisâh"i ziyâret edip fikrini sordular. O koca Sultân, bir atlas getirterek onlara, Ingiliz sömürgelerini göstertti. Nüfûslarini yekûn ettirdi. Sonra Almanlar"in sömürgelerini sordu. Tâbi Almanlar"in sömürgesi olmadigi ortaya çikti. Sultân keder dolu bir hüzünle:

"?Su hesâbi da mi yapamadiniz?!. Hiç Ingiltere"ye karsi Almanlar"in yaninda harbe girilir miydi? Ben Almanlar"i Ingiliz emellerini dengelemek için kullandim. Bundan öteye birsey düsünmedim. Simdi fikrimi soruyorsunuz!.. Bu evvelce gerekliydi; artik çok geç!.." dedi.

Ikisi de nemli gözlerle sarayi terkederlerken:

"?Bizler böyle bir sultanin kiymetini takdîr edemedik! Ne büyük bir hatâya düstük!.." diyorlardi.


a
Çanakkale Harbi esnasinda düsman donanmasinin Marmara Denizi"ni geçebilecegi endisesi ile tedbir olarak pâdisâh ve hükûmetin Eskisehir"e nakli kararlastirilmisti. Abdülhamîd Han, durumdan haberdar olunca bunu büyük bir cesâret ve secâatle redderek:

"?Ben Fâtih Sultan Mehmed Han"in torunuyum!.. Hiçbir zaman Bizans imparatoru Kostantin"den asagi kalamam! Dedem Fâtih Istanbul"u alirken, Kostantin askerinin basinda savasa savasa ölmüstür. Birâderim nereye giderlerse gitsinler.. Fakat bilinmelidir ki, o ve hükûmet, Istanbul"dan ayrilirlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben, Beylerbeyi Sarayi"ndan ayagimi disariya atmam!" dedi.

Nitekim O"nun bu kararliligi karsisinda pâdisâh ve hükûmet Istanbul"da kaldi. Böylece devletin daha o gün yikilmasi önlenmis oldu.

Son derece yogun, yorgun ve çileli bir ömürden sonra Abdülhamîd Han, yetmis yedi yasinda 10 Subat 1918"de rahmet-i Rahmân"a kavustu. Mekâni cennet olsun!.. Rahmetullâhi Aleyh..


a
Ulu Hâkan, 1918"de vefât ettigi zaman bütün magdur ve mazlûm millet yas baglamis, bütün Istanbul halki görülmemis mahserî bir kalabalikla O"nu dîvân yolundaki türbesine defnederek Âhiret"e yolcu ederlerken bazilari:

"Bizi birakip nereye gidiyorsun Ulu Hakan?" diyerek agit yakmislardir.

Kendisine karsi en çirkin ve siddetli muhâlefeti göstermis bulunanlar bile, zamanla ve arkasindan sökün etmis olan fâcialarin îkâziyla uyanarak nedâmet hislerini terennüm etmislerdir. Bunlardan biri olan filozof Rizâ Tevfîk"in de kulaktan kulaga yayilip meshur olmus bulunan Abdülhamîd-i Sânî"nin Rûhâniyetinden Istimdâd isimli si"rini dikkatlerinize sunalim:

Nerdesin sevketli Abdülhamîd Han?

Feryâdim varir mi bârigâhina?..

Târihler adini andigi zaman;

Sana hak verecek ey koca Sultan!

Bizdik utanmadan iftirâ atan;

Asrin en siyâsî Pâdisâhina!..

Pâdisâh hem zâlim hem deli dedik;

Ihtilâle kiyâm etmeli dedik;

Seytan ne dediyse biz "belî" dedik;

Çalistik fitnenin intibâhina...

Dîvâne sen degil, meger bizmisiz;

Bir çürük iplige hülyâ dizmisiz;

Sâde deli degil, edebsizmisiz;

Tükürdük atalar kiblegâhina!..

Nâdimlerden biri olan Süleyman Nazif de nedâmet hislerini söyle ifâde eder:

Kaç zamandir gelmemisken yâda biz;

Iste geldik Sen"den istimdâda biz;

Hasret olduk eski istibdâda biz!..


a
Filistin"in ilk mazlûmu Abdülhamîd Han"dir. Çünkü hal"i O"nun Filistin mes"elesinde yahûdî Teodor Hertzel"e mukâvemeti sebebiyle gerçeklesmistir.

Vefâti ile bütün Islâm âlemi âdetâ yetim kalmistir. Çünkü gerçek mânâsiyla hilâfeti ayakta tutan O idi. Kendisinden sonra -askerî gâileler sebebiyle- bir daha bu dirâyeti göstermek mümkün olmamistir. Gerçekten Sultân Abdülhamîd, 1900 yilinda Çin"de milliyetçi bir grup tarafindan Alman büyükelçisi Kettler katledilip büyük bir bati aleyhtari hareket baslayinca, "Boxer Isyâni" denilen bu hâdise dolayisi ile Wilhem"in kendisinden yardim istemesini bahane ederek oraya bir "nasîhat hey"eti" göndermis ve Pekin"de uzun müddet faâliyet gösterecek olan "Hamidiyye Üniversitesi" adiyla bir dînî tedris müessesesi kurmustur.

Yine Japonya"ya, tarihimizde "Ertugrul Fâciasi" diye bilinen bir ilmî hey"et gönderip Islâm"i oralara kadar yaymak ve hilâfet nüfûzunu âlem-sumül bir duruma getirmek yolunda yürüyen Sultân Abdülhamîd"in su Islâmci siyâsetinin sumül ve kuvvetini anlayabilmek için, Medîne-i Münevvere"ye kadar dösetmis oldugu demiryolu hattinin, devlet kesesinden bir kurus çikmadan sirf dünyâ müslümanlarinin yardimlariyla gerçeklesmis bulundugunu hatirlamak kâfîdir.

Sultân Abdülhamîd, o ileri görüslü insandi ki, Amerika"da horlanan zencilerin maruz kaldiklari zulümlerden istifâde ile onlari Islâm"a çekmek maksadiyla oraya propagandacilar gönderdigi ve bugünkü zenci-müslüman varliginin tesekkülüne âmil oldugu da bir gerçektir.

Oturdugu yerden dünyâyi fotograflarla tâkib eden ve bundan dolayi bugün kendisinden üç binden ziyâde albüm kalmis bulunan Sultân Abdülhamîd, zamaninda dünyâdaki bütün gelismeleri harfiyyen tâkib etmekteydi. Meselâ 1904 Rus-Japon harbinde dünyâda hiçbir Allâh kulu Japonlar"in gâlip gelecegine ihtimal vermezken O, uzak sarka gitmek üzere bogazdan geçen Rus gemilerinin, Sadrazam"ina geri dönmeyeceklerini söylemistir. Hattâ bu harbi meshur Pertev Pasa vâsitasiyla günü gününe tâkib ederek Ruslar"in Japonlar"a maglûb olmasinin kendi devleti hesâbina kazançli neticelerini devsirmekten geri kalmamistir.

Son söz olarak su husûsu belirtmeliyiz ki, Sultân Abdülhamîd, O"nun mübârek sahsiyeti, siyâsetinin incelikleri ve zamaninin dâhilî ve hâricî gâileleri böyle makale hacimli yazilara sigmaz... O umûm milletin müstehak oldugu musîbetleri bertaraf için bir beser tâkatinden umulmayacak derecede gayret gösterdigi hâlde, netice serîrlerin galebesi sûretinde tahakkuk etmisse, bunu kader perspektifinden bakmadikça anlamak mümkün degildir. Böyle bir dirâyet içinse, kendisinin su sözünü okuyucularimiza yardimci olabilecegi düsüncesiyle zikrederek yazimiza nihâyet verelim:

O, Hareket Ordusu"na karsi hareketsiz kaldigi yolundaki tenkidlere cevâben buyurmustur ki:

"?O gürûhun önünde Hizir -aleyhisselâm-"i görmesem, böyle yapmazdim!.."

Abdülhamîd Han"in dindarligi, hizmetleri, merhameti, zekâsi ve kâbiliyeti destanliktir. O"nun ihlâsini su hâtira ne güzel ifâde eder:

Sultan Abdülhamîd Han, âcil bir is zuhûr edince, gecenin hangi vakti olursa olsun uyandirilmasini ister, ertesi güne birakilmasina rizâ göstermezdi. Bu hususda mâbeyn baskâtibi Es"ad Bey, hâtirâtinda söyle demektedir:

"Bir gece yarisi, çok mühim bir haberin imzâsi için Sultân"in kapisini çaldim. Fakat açilmadi. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldim, yine açilmadi. diye endiselendim. Biraz sonra tekrar çaldim; bu sefer kapi açilarak Sultân, elinde bir havlu ile kapida göründü. Yüzünü kuruluyordu. Tebessüm etti:

"Evlâd! Bu vakitte çok mühim bir is için geldiginizi anladim. Kapiyi daha ilk vurusunuzda uyanmistim, ancak abdest aldigim için geciktim; kusura bakma!. Ben bu kadar zamandir milletimin hiçbir evrakina abdestsiz imzâ atmadim... Getir imzâliyayim!.." dedi.

Ve "besmele" çekerek evrâki imzâladi."

Hattâ zevcesi, Abdülhamîd Han"in bu husûsiyetiyle alâkali olarak, O"nun yataginin basinda dâimâ temiz bir tugla bulundurdugunu ve bununla yataktan kalktiginda çesme mahalline kadar abdestsiz yere basmamak için teyemmüm aldigini, sebebini sordugunda da kendisine:

"Bunca müslümanlarin halîfesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!.." dedigini nakleder.

Mâbeyn kâtiplerinden Abdülhamîd Han baglilarindan olmayan birisi de hâtirâtinda su câlib-i dikkat hâdiseyi anlatir:

"Bir aksamdi. Mâbeynde nöbetçi olarak ben kalmistim. Gelen mektub, telgraf, rapor ve tezkerelerin listesini tertibleyip huzûra çikmak üzre iken bir telgraf geldi. Istanbul Lâleli Postahanesi me"mûrlarindan birinin Hünkâr"a çektigi bir telgrafti bu:

Bîçâre me"mur, karisinin o gece dogum yapacagini ve dogumun da tehlikeli olacagina dâir doktorlarin îkâz ettigini, fakat elinde hiçbir imkân bulunmadigini, bu sebeple merhamet-i sâhâneye sigindigini, bildiriyordu.

Ben de bunu pek kayda deger görmeyerek zât-i sâhâneye verecegim listenin içerisine almadim.

Ancak huzûrda, Pâdisâh âdeti üzere herseyi ayri ayri gözden geçirdikten sonra ilâve etti:

"?Baska birsey var mi?"

"?Kayda deger birsey yok efendim!" dediysem de Sultân"in israrla suâlini tekrarladi ve:

"?Sen kayda deger saymadigini da söyle!" dedi.

Bunun üzerine mâlum telgraftan bahsettim. Arza degmeyecegini düsünerek listeye almadigimi bildirdim. Hüzünlenerek tâlimat verdi:

"?Hemen getiriniz!"

Saskin bir vaziyette telgrafi getirdim. Sultân, orada yazilanlari dikkatle okudu. Ardindan düsündügümün tam aksine derhal saray doktorunu çagirtarak bana döndü:

"Derhal beraberce Lâleli"ye gidiniz ve dogum yapacak olan kadincagiza gerekli müdâheleyi yaptiriniz!" diye ferman buyurdu.

Sultân"in bu emri üzerine saray doktoru ile o memurun evine gittik. Vazîfemizi yerine getirip hastaneden döndügümüzde ise, vakit sabaha yaklasmisti. Saraya girince, kapinin sesinden bizi farkeden Sultân, perdeyi araladi ve eliyle "gelin" diye isâret etti.. Odasinin isiklari yaniyordu. Demek ki, sabaha kadar ibâdet ve duâ ile mesgul olmustu.

Hemen huzûruna girdik. Neticeyi sordu. Oldugu gibi anlattim:

"?Sultânim, dogum bir hayli müskil oldu. Ancak mütehassis doktorlarin gayretleri ile hasta kurtuldu elhamdülillâh.. Bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Adini da Abdülhamîd koydular. Sabaha kadar gözyaslari içinde zât-i âlînizin ömür ve devletlerine duâ ettiler..."

Bizi ayakta dinleyen milletin merhametli babasi olan Hünkâr, bu durum üzerine rahatlayarak derinden bir "elhamdülillâh" dedi. Sonra paravananin arkasina geçerek iki rek"at namaz kildi.

Osmanli Devleti"nin 620 senelik san ve seref dolu târîhini sâir ne güzel hulâsa eder:


Kimdim?
A"sâra sorarsan, beni söyler sana kimdi?

Bir baska denizdim, kürenin rub"u benimdi!..

Mermîler, alevler beni bir kal"a sanirdi,

Efserlerin enkâzi uçar, dalgalanirdi...

Cevvâl atimin kanli, kivilcimli izinde,

Bir umk idi aksim ebediyyet denizinde.

Çarpardi gögün kalbi hilâlin avucunda,

Titrerdi yerin tâlii mermîmin ucunda...

A"sâr elimin çizdigi mecrâdan akardi,

Üç kit"ada magrûr atimin izleri vardi...

Fevkinde uçarken o nesîbin, bu firâzin,

En sanli hükümdâr-i hurûsânina arzin

Tek bir nazarim berk-i inâyetti, keremdi;

Iklîli hediyyemdi, ekaalîmi hibemdi...

........

Dünyâ bilir iclâlimi, "ben böyle degildim!"
  #22469  
Alt 06.08.2005, 00:14
Benutzerbild von balikiz
balikiz balikiz ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard Yine vahiymi geldi sana?

iste buda ahir zamanin bir alameti: kendini mesih tanitanlar çok bulunacak. ama biri forumda kendisini böyle tanitanini hiç daha görmedim dogrusu...
  #22470  
Alt 06.08.2005, 10:37
Benutzerbild von xxpalolumiro
xxpalolumiro xxpalolumiro ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard Meseb Islami Parcaladi :O)

Bu isler Alman Oma lariylan pasta yemeye benzemez?

Bir arastirmaci olarak sana soruyorum.....

Mesebsiz ler baya var hangi birisinin Türküsünü calalim her biri baska kafadan Türkü caliyor biridoyor domuz eti yenir diyeri diyor yagi sadece yenir.

Bir diyeride diyor demokrasi laiklik cumhuriyetcilik Islamin temel kaynaklaridir.

Daha sayamiyacagim yüzlerce deliller var Vahabiler Kuranda Ayetler cikarip kafalarina göre yorumlar yapiyor.

Kuranda ne diyor Bilmediginizi Alimlere sorun?
Antwort



Forumregeln
Es ist Ihnen nicht erlaubt, neue Themen zu verfassen.
Es ist Ihnen nicht erlaubt, auf Beiträge zu antworten.
Es ist Ihnen nicht erlaubt, Anhänge anzufügen.
Es ist Ihnen nicht erlaubt, Ihre Beiträge zu bearbeiten.

vB Code ist An.
Smileys sind An.
[IMG] Code ist An.
HTML-Code ist Aus.
Gehe zu