| | Mitglied werden | | | Hilfe | | | Login | ||||||||
![]() |
Sie sind hier: Startseite > Vaybee! Forum |
Hilfe | Kalender | Heutige Beiträge | Suchen |
![]() |
|
Themen-Optionen | Thema durchsuchen |
#1981
|
||||
|
||||
![]() Amerikan filmlerinden devşirme “vatanperverlik”
Ölümden, öldürmekten ve cinayet işlemekten inanılmaz bir kolaylıkla bahsedebilen; bahsettikleri gibi gene inanılmaz bir kolaylıkla cinayet işleyen ve işlettiren insanları düşündükçe aklıma ilk önce Holywood yapımı Amerikan filmleri geliyor. Ölümden bu kadar kolay bahseden ve bu kadar kolay cinayet işleyen insanların ve de bütün bu ölüm tuzaklarını devletin derinliklerine sızıp, şebekeleşip tezgahlayanların “vatan”, “milliyetçilik”, “Türklük” gibi söylemler kullanmaları aklıma geleni değiştirmiyor. Hrant Dink’in katledilişine giden yolda döşenen taşlara baktığımda, her bölümünde yüzlerce kurşunun atıldığı, insanların soğukkanlılıkla öldürüldüğü “Kurtlar Vadisi” tiplemelerini, etrafını “kurşun manyağı” yapmakla tehdit eden “Karagümrüklü Nuriş” çetelerini ya da türlü çeşitli mafya türü örgütlenmeleri görüyorum. İşte yolda dizilen bu taşlara baktığımda o Amerikan filmlerinden çıkmış tiplemeler geliyor gözümün önüne... Önce “vahşi kızılderilileri” temizleyen “kahraman kovboyları” anlatan “western” serisi; sonra daha yakın zamanlarda silahlı güce adeta tapınma halini gösteren mafya filmleri... Mesela Mario Puzzo’nun kitabından uyarlanan meşhur “Baba” (Godfather) filmi ve çok ilgi görünce onun devamı olarak çekilen filmler... Marlon Brando ve Al Pacino’nun oynadığı estetize edilmiş mafya babası rolleri... Siyah paltolar, beyaz atkılar, inanılmaz “cool”, “ağır ol molla desinler” tavırları, konuşmak yerine bitirim, racon kesen, pusu kuran silahşörler... Daha sonra “Rambo” serisi; tek başına vatan kurtaran kahramanlar... Ve tabii ki en sonunda adeta Holywood filmlerinin siyasetteki tezahürü olarak ortaya çıkıp, sahip olduğu dünyanın en büyük silahlı gücüyle, dünyaya mafyalaşmış bir gücün terörünü dayatan ABD ve onun başkanı Bush... Makro düzeyde korkuyu ve güvensizliği yaşayan Bush ve onun temsil ettiği terörist zihniyet mikro düzeyde karşılığını buluyor. Mikro düzeyde, en “milli” düzeyde güvensizlik ve korkuları yaşayanlar küresel imparatorluğun yöntemlerini ithal ediyor, en büyük “yabancı efendiyi” taklit ediyorlar. ABD, Irak’ta insan hayatını ne kadar ucuz görüyorsa, Amerikan veye yerli mafya filmleri insan hayatını ne kadar ucuz görüyorlarsa, efendilerini, mafyaları taklit edenler de o kadar ucuz görüyorlar... “Bir Ermeni’yi vurmakla gurur duyanlar”, istedikleri kadar “Türklük adına” vurduklarını söylesinler, Bush’un “demokrasi adına” Irak’ı vurmasından farklı bir iş yapmıyorlar... “Yabancıya olan düşmanlıklarını” bağırsalar da, sonuçta “Bush-Holywood-Kurtlar Vadisi” çizgisinde yabancı efendilerinin izinde yürüyorlar; bu çizginin dilini üretiyorlar. “Vatana ihanet”, “Türklüğe hakaret”, “bölücülük” adını verdikleri hedeflere karşı savaş verdiklerini iddia etseler de, bu memleketin birbirleriyle kardeş olan insanlarını bölüyorlar... Ve efendi, ürettiği çömezlerinden memnun, sırıtıyor uzaktan... Ama efendinin suratına yerleşen sırıtışı donduracak bir başka duygu var bu memlekette... Bir arada yaşadığı insanı kardeş olarak gören, onun acısına ağlayan, onu kaybettiği zaman eksildiğini düşünen, “bu coğrafyada yaşamanın ne manaya geldiğini” anlayan ve her şeye rağmen umudunu yitirmeyen insanların duygusu... Bu duyguyu benim anlatabileceğimden çok daha iyi dile getiren bir dostuma bırakıyorum bundan sonrasını: “Sevgili Dost; Hrant -ALLAH YERİN CENNET EYLESİN- şehadetiyle yüreğinin liyakatını sadece Türkiye’ye değil, bütün dünyaya ispatladı. Yüzlerce yıl yaşamakla yapamayacaklarını böylesine trajik ölümü ile yaptı... Etkisi de öyle kısa sürede sönecek gibi değil. Ben Hrant’ı tanımazdım. Doğruyu söylemem gerekirse yazılarını da okuma imkânı bulamadım. Ama büyük bir yürek olduğunu hep hissediyordum. Onunla ilgili söylenenleri, yazılanları büyük bir dikkatle izliyordum. Ölümü, sizleri ve daha yüz binlercesini üzdüğü gibi, bir başka cenahtan adanmışlığın bütün aşamalarından geçmiş, bütün acılarını yaşamış birisi olarak beni de üzdü tabii ki. Öyle ki eşimle konuşurken ‘memlekete döndüğümde ola ki önceden olduğu gibi, yine bizi bir köşeye atarlar’ dediğimde: ‘merak etme, sen hayatının bedelini gerçekten ağır ödeyen birisin. Hiç bir şey yapamazsan hakikati kaleminle, sözünle haykırır, Hırant Dink gibi şehid olursun’ diye yanıtladı. Yani Hrant Merhum’un mesajı Anadolu’nun bütün evlerine sızmış durumda. Eşim ortaokul mezunu. Eğer Hrant onun kalbine mesajını bu kadar derinden ulaştırmışsa, sevgili Dostumuz artık ödevini yapmış birisi olarak ebediyet uykusunu rahat uyuyabilir. Bence ondan çok, ona kurşun sıkan bizim hemşeri çocuğa acımak gerek, sevgili Rakel hanımın dediği gibi. O çocuğun anası, benim anamın oturduğu eve elli metre yakınlıkta oturuyor Trabzon’da. Pırıl pırıl Anadolu anası. Acısından deliye dönmüş kadın. Ama yapacağı bir şey yok. O masum insanları bu duruma getiren, bu karanlıklara sürükleyenlerden hesap sormak gerekiyor. Ama nerde o yürekli insanlar! Herhalde bir süre daha bekleyeceğiz... Yanlış hatırlamıyorsam Picasso, ikinci dünya savaşı sırasında o ünlü sürrealist tablolarından birisinin [İspanya iç savaşı sırasında diktatör Franco’cuların Guernica katliamını temsil eden tablo] önünde dururken sergiyi gezen nazi subaylarından birisi sormuş: ‘Bu tabloyu kim yaptı?’ Picasso: ‘Siz yaptınız’ karşılığını vermişti. Hrant merhumu kim öldürdü: HERKES. Bu coğrafyada yaşayıp burada yaşamanın ne manaya geldiğini anlamayan, anlamak istemeyen, ödev ve ‘hak’ bilincinden yoksun, beleşten geçinmeyi maharet, emek harcamayı, alınteri dökmeyi enayilik olarak tanımlayan HERKES. Dediğiniz gibi: ‘Yüreği olan herkes onu koruyamamanın utancını yaşıyor...’ Ama meş’ale yanmıştır. Artık hiçbir hain rüzgar onu söndürmeyecektir. Onu katleden o zavallı çocuklar da bizim koroya katılacaklardır en yakında; inan buna. Hz. İsâ da öyle gitmemiş mi idi bu dünyadan? On iki kişiden birisi de ihanet etmişti. Ama onun sevgiyi haykıran mesajı hâlâ kalplerde yeşeriyor, işaret ettiğiniz gibi, her an küllerinden yeniden doğuyor, neşvü nema buluyor. Sana çok trajik bir şey söyleyeceğim. Sevgili Hrant bu günleri görseydi, belki de ‘keşke biraz daha erken şehadete yürüseydim’ diyecekti. Kâinatın Büyük Mimarı, orkestranın Büyük Şefi boş iş yapmaz. Hiçbir çabayı boşa çıkarmaz. Herkese hak ettiğini eksiksiz öder. Kimseye ey vah, haksızlığa uğradım, dedirtmez. Herkesin yapıp ettiklerinin sonuçlarını, niyetindeki halislik nisbetinde önüne koyar, iyilik veya kötülük olarak... Hz. Peygamber: ‘Yaşadığınız gibi ölürsünüz...’ buyurur. Kur’an: ‘Köpük uçar gider, tüm insanlık için yararlı olan kalır’ der. İnsanlık için kimlerin neler yaptığını ancak böyle anlayabiliyoruz. Hrant sadece Türkiye’de yaşayan halklara değil bütün dünya insanlığına mesajlar verdi. Nimet, külfet meselesi anlayacağın bu iş.. Hrant’a rahmet, size sabır ve onun anısını yaşamınızın sonuna kadar sürdürecek uzun soluklu azim ve kararlılıklar dilerim.” 1 Şubat 2007, Perşembe Ferhat Kentel. |
#1982
|
||||
|
||||
![]() ne o hayirdir ,yaranmi varda gocundun sen ? hemen lapin gibi atladin ortaya,bu arada dikkat etde kuzucuk süsmesin seni damizlik keci
![]() |
#1983
|
|||
|
|||
![]() ohne Text
|
#1984
|
||||
|
||||
![]() ""Beyinlerine sıkacaksın, şerrefsizler...""
Off, Dink bu aralar biraz fazla gücenik bir üslupla yazıyor diye düşünüyorum, inşallah başına bir şey gelmez. Yok yok gelmez... Tezimin başına oturuyorum 28/01/2007 İstanbul, 19 Ocak 2007, saat 17.00 Telefon çalıyor. Tezimle uğraşmayı bırakıp telefona koşuyorum. Arayan kocam, Ali. Sesi sıkkın geliyor. Yorulmuş herhalde diye düşünerek, "Ne oldu nasılsın?" diye soruyorum. Bana boğuk bir sesle İpek sana kötü bir haberim var diyor. İçim sıkışıyor, "Birine bir şey mi oldu" diye yavaşça soruyorum. Hayır cevabını duymayı umarak bekliyorum. "Evet, Hrant Dink"i öldürmüşler" diyor. Kulaklarım uğuldamaya başlıyor. Televizyonu açıp haberleri izlemeye başladığımda da hayatımda ilk defa ciğerim yanıyor. "Ciğerim yanıyor" bir deyim zannediyordum, değilmiş. Kalbim ve akciğerim nefes alıp verirken yanıyor gibi hissediyorum. Kız kardeşimi arayıp haber vermek için telefona uzandığımda onun bana mesaj attığını görüyorum: Hrant Dink öldürülmüş. Önce, nedense, kız kardeşimin ve kocamın böyle bir ölüm haberini vermek zorunda bırakılmasına çok içerliyorum. Bir anda, hüngür hüngür ağlamaya başlıyorum. Hrant Dink"e ağlıyorum. Ne kadar tatlı dilli, yumuşak, sevecen, bir insandı. Nasıl kıyarlar? Aklımdan binbir türlü şey geçiyor. Korku ve isyan. Korku ve inkar. Korku ve unutkanlık. İstanbul, yılbaşı gecesi, 2007 Sabah bayramı kutladık, gece ailece yeni yıla girdik, şimdi de Ali ve ben Taksim"e arkadaşlarımızla buluşmaya gidiyoruz. Bostancı"da bindiğimiz dolmuş son iki yolcusunu da aldı. Belli ki epeyce içmişler. 20"li yaşların ortalarındalar. Bizimle ön koltukta oturan, dolmuş fiyatlarına gelen zamdan konuya girerek AKP hükümetine verip veriştiriyor. Her cümlesinin sonunda da "Hayır, benim için önemli değil, öderim ne olacak, ama vatandaş ne yapsın" diyor. O kadar bağırarak konuşuyor ki, kendi düşüncelerimizi duyamıyoruz. Olsun, dinliyoruz. Konu dönüp dolaşıp, Avrupa Birliği"ne geliyor. AB"ye girilmesi gerektiğini söylüyor. Türkiye"nin ekonomisi için, kalkınmak için. "Ben bir mağazanın müdürüyüm, biliyorum bu işleri" diyor. "Yanlış anlamayın ben milliyetçiyimdir aslında" diye de ekliyor. İstanbul"da bir ilçenin MHP gençlik kolları eski başkanıymış. Ama şimdilerde yumuşamış, daha bir demokrat olmuş, hatta küpe takıyormuş. Dolmuş şoförünün mülayim tavrının da etkisiyle gergin başlayan tirat böylece biraz yumuşayarak bitiyor diye biraz rahatlıyorum, kocamla sohbet etmeye başlıyorum. Gözünü sevdiğim AB demeye kalmadan, arkadaki arkadaşı sazı alıyor eline. "R"lerin üzerine basa basa "Bu ülkeyi yönetenler "şerrefsizdir" diyor. Sonra yoksulluğa kızıyor, sonra da solcu olan yoksullara. "Yoksulluğu kullanan solculara alet oluyorlar" diyor. Ne demekse. Hemen açıklıyor. "Solcuların hepsi Ermenidir, Alevidir, şerrefsizdir." Ben gerilmeye başlıyorum. Dönüp sorasım var, hayatında yakından kaç Ermeni tanıdın, kaç Alevi? Hakaret etmek için kullandığı sıfatlara bak. O devam ediyor "Solcular ateisttir, zengindir, askerlik yapmaz, ben iki yıl askerlik yaptım Doğuda" diyor. Dönüp solcu, agnostik, Amerika"da doktora ve asistanlık yaptığı için bir ay askerlik yapmış kocama bakıyorum. Özellikler tutuyor. Bir eksiği var yalnız, zengin değil. Ülkesinden uzakta yaşayamadığı için yıllık yüz bin dolar maaşlık işleri reddedip yerine Türkiye"de akademisyen maaşına talim ediyor. Her ayın sonunu nasıl getireceğiz diye uykusu kaçıyor. Ali elimi sıkıp beni uyarıyor, "Bırak adam sarhoş." İyi ki de uyarıyor. Boğaz köprüsünün üzerinden geçerken "milliyetçi delikanlı" iyice celalleniyor: "Bu Ermenilerin, Alevilerin, solcuların hepsinin kafasına sıkacaksın. Şerrefsizler". "Eğer bu dolmuşta solcu varsa beynine sıkarım onun, dolmuştan atarım." İçimi ilk defa bir dehşet duygusu kaplıyor. Ama şaşırtıcı bir şekilde özgürleştirici bir isyan ve kendine güven duygusu da hemen takip ediyor. Bu arada delikanlı, solcu, Alevi ve Ermenilerin işini bitiriyor, İslamcılara saldırmaya başlıyor. "Vatan hainleri, kara böcekler, asacaksın bunları..." Gözümün önüne tez için görüşürken benim gibi, onun gibi, Aleviler gibi, Ermeniler gibi, herkes gibi gülen, kızan, ağlayan, sevinen, endişelenen İslamcılar, çocukları, eşleri geliyor. Bugün televizyonda biri, "Tetikçisi, Hrant"ı tanısa hayatta ona bu yaptığını yapamazdı" dedi... Delikanlılar, arkada oturan dolmuş müşterilerinden birine kartlarını verip, "Bak aramazsan şerrefsizsin" diyerek Gümüşsuyu"nda iniyorlar. Bütün dolmuş rahat bir nefes alıyoruz. Sonraki üç gün Ali ile birbirimize "sıkarım kafana, şerrefsiz" diye milliyetçi "delikanlıların" taklidini yaparak, kendimize ve basımızdan geçenlere gülerek rahatlamaya, unutmaya çalışıyoruz... Paris, Nisan 2006 Fransa"da doktora yapan bir grup öğrencinin Paris-Abant toplantısına Türkiye"den katılan gazeteci ve akademisyenlerle yaptığı heyecanlı konuşmalar... Biralar içiliyor, sohbetler ediliyor. Biz öğrenciler, o sıralarda Fransa"da çıkan ve yoğun eylemlerle protesto edilen yeni iş yasasını toplantı sırasında savunan bazı konuşmacıları ve toplantıda oluşan neoliberal ve milliyetçi havayı eleştiriyoruz. Bir ara Fehmi Koru da oturduğumuz kafeye uğruyor. Yıllar önce televizyonda gösterilen, kendisinin Hikmet Çetinkaya ile yaptığı tartışmanın, daha doğrusu Çetinkaya"nın kendisiyle tartışamamasının benim bireysel siyasi tarihimde önemli bir dönüm noktası olduğunu söylüyorum. Kendisi için de öyleymiş. Nezaketen yanımızda bir süre oturup kalkıyor. Hrant Dink de hemen yanımda oturuyor. Diğer öğrencilerle hararetli bir sohbet içinde. O sıralarda 301. maddeden görülen davası hâlâ Yargıtay"da. Yazısını daha mahkemelere düşmeden önce okumuş, ne güzel yazmış, milliyetçiliği ne güzel eleştirmiş diye düşünmüştüm. Milliyetçiler kendilerini "ötekinin" düşmanlığı ile zehirliyordu. Aklımda Amerika veya Fransa"da yaşamayı daha rahat bir yaşam için, kariyeri için veya ailevi nedenlerle seçmiş bir dolu arkadaşım, sormaktan kendimi alamıyorum: "Hrant bey, sorduğum için bağışlayın ama tüm bunlara niye katlanıyorsunuz, çekip gitmek gelmiyor mu içinizden?" (Bu salakça soruyu Filistinli ve muhalif İsrailli arkadaşlarıma da sormuştum.) O gözleri bir çocuk gibi parlayarak "Valla ben yabancı ülkelerde üç gün bile yaşayamıyorum, hemen dönmek istiyorum. Bak iki gündür Paris"teyim, Türkiye"yi şimdiden özledim" diye cevap veriyor. Bir yandan dinliyorum, bir yandan da kendisine onu gördüğüm ilk andan beri aklımdan geçen asıl şeyi söyleyip söylememeyi tartıyorum. "Size baba diyebilir miyim?" Yıllar önce vefat eden rahmetli babama ikizi gibi benziyor. Gülümsemesi, boyu posu, hali tavrı bile aynı. Sonuçta hiçbir şey söylemiyorum, önce gülme geliyor, sonra boğazım düğümleniyor. Kaderin bir cilvesi işte... İstanbul, 19 Ocak 2007, saat 10.30 Sabah gazeteleri okuyorum. Behiç Aşçı"nın 290. günü. Hrant Dink"in Birgün"deki köşesinin bugünkü başlığı "Tarihin cilvesi". Yazının son cümlesinin, sonradan ölüm haberini televizyonda izlerken, AGOS"un yeni sayısının manşeti olduğunu göreceğim: "Emin misiniz? Son kararınız mı?" Off, Dink bu aralar biraz fazla gücenik bir üslupla yazıyor diye düşünüyorum, inşallah başına bir şey gelmez. Yok yok gelmez...Tezimin başına oturuyorum. |
#1985
|
||||
|
||||
![]() Hrant Dink ve hakim vicdanı.
İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, Adalet Bakanı Cemil Çiçek, İstanbul Valisi Muammer Güler ve İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, istifa basiretini göstermeliydi. Aynı metni okuyan iki hukuk insanının bu metinlerden tamamen farklı sonuçlar çıkarması ve birinin çıkardığı sonucun, özgürlüklerin yok edilmesi neticesini vermesi kuşkusuz sadece ilgili yasaların "metni" yani "lafzı" ile açıklanamaz 28/01/2007 (253 defa okundu) MURAT SEVİNÇ (Arşivi)Bir Cuma günü öldürülerek aramızdan ayrılan AGOS Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve çok değerli bir entelektüel olan Hrant Dink"in toplum tarafından bu kadar tanınması ve hedef olmasının en önemli nedenlerinden biri, hiç kuşkusuz hakkında açılan davalar ve verilen yargı kararlarıdır. Bu konuda, bugüne dek çok şey yazıldı ve bundan sonra da yazılacak. Okuduğunuz bu yazının amacı, son yıllarda ifade özgürlüğü çerçevesinde ele alınan "yargılamalardan" hareketle, ciltler dolusu tartışma yapılabilir olmasına rağmen yargı süreçlerinde üzerinde yeteri kadar durulmayan, ancak özellikle temel haklar konusundaki davalarda yaşamsal önemde olan, Anayasa"nın 138. maddesi lafzındaki "vicdan" sözcüğüne sadece bir kez daha dikkat çekmek. Artık herkesin bildiği gibi Dink, Agos"taki bir yazı dizisinin, sekizinci bölümündeki bazı ifadelerin "Türklüğün neşren tahkir ve tezyif ettiği" gerekçesiyle Şişli Cumhuriyet Savcılığınca açılan dava süreci sonunda, Yargıtay Ceza Genel Kurulu"nun nihai onamasıyla hapis cezasına (ertelenen) mahkum olmuştu. Aradaki aşama hayli uzun ve karmaşık. Ancak bu süreç açısından can alıcı nokta, gerek mahkemenin tayin ettiği bilirkişinin gerekse Yargıtay Başsavcılığının Dink"in lehine itirazda bulunmuş, cezaya gerek olmadığını belirtmiş olmalarıdır. Ancak bilirkişinin ve Yargıtay Başsavcısının gördüğü bu gerçeği, yargı serüvenin diğer aktörleri (davacıdan başlayarak) inatla görmezden geldi. Buradaki "görmezden gelindi" ifadesinin kuşkusuz hayli iyi niyetli bir tercih olduğunu söylemekte yarar var. Peki, aynı yazıyı okuyan davacının, mahkemenin, bilirkişinin, başsavcı ve mahkeme üyelerinin farklı sonuçlar çıkarması nasıl açıklanabilir? Bu soruya verilebilecek çok sayıda yanıttan sadece biri, Anayasa"nın 138. maddesinin ilk fıkrasında saklıdır. 1982 Anayasası"nın Mahkemelerin Bağımsızlığı başlığını taşıyan maddesinin ilk fıkrasına göre, "Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler". Hükümle, hakimlerin kararlarını verirken başvuracakları kaynaklar sayılır. Bir tüze (hukuk) devletinde tüze kuralının yorumlanmasında keyfiliği önlemek için, burada anlatılmasına gerek olmayan birden fazla yorum tekniği uygulanır; lafzi, sistematik ve amaçsal yorum teknikleri gibi. Ancak bu yorumlardan sonra o hükmün değerlendirilmesi olanaklıdır. Hakimlerin karar verirken "tüzeye" uygun davranmaları ise, genel tüze kurallarını da hesaba katmaları gerektiği anlamına gelir ki bu düzenleme, kanun devleti ile tüze devletinin birbirinden ayrılmasını sağlayan hükümlerdendir. Yoksa zaten her devlet hiç kuşkusuz bir kanun devletidir. Anayasa"da sayılan son gereklilik ise "vicdani kanaattir". 1961 Anayasası"nın 132. maddesinin ilk fıkrasında da aynı referanslar, ancak günümüzden farklı olarak aralarında bir hiyerarşi gözetmeden sayılmıştı: "... Anayasaya, kanuna, hukuka ve vicdani kanaatlerine göre..." Yürürlükteki Anayasa vicdani kanaati sanki biraz ikinci plana atmış gibi görünse de fazlaca bir anlam farkı çıkarmamak gerekir. Yani, karar için "vicdan" hâlâ gereklidir. Tabii, vicdani kanaat özellikle Medeni Kanun (22.11.2001 gün ve 4721 sayılı) açısından yaşamsaldır. Bu kapsamdaki davalarda hakim, uygulanabilir bir hüküm bulamazsa, örf ve adet tüzesine göre, bu da yoksa kendisini yasakoyucu yerine koyarak karar verir (1. madde). Vicdanın tanımı Ancak ceza tüzesi alanındaki davalarda, özellikle temel haklar ve özgürlükler söz konusu olduğunda (301. madde gibi) cezaya konu olan söz, düşünce ya da eylemin "değerlendirilmesinde" vicdani kanaatin ne kadar etkili olduğu görmezden gelinemez. Aynı metni okuyan iki tüze insanının bu metinlerden tamamen farklı sonuçlar çıkarması ve birinin çıkardığı sonucun, özgürlüklerin yok edilmesi sonucunu vermesi kuşkusuz sadece ilgili yasaların "metni" yani "lafzı" ile açıklanamaz. Türkiye"deki herhangi bir yasa hükmü bir hakim ya da savcıya, "konferansların bilimselliğini tespit" yükümlülüğü vermiyor. Bu durumda, bir konferansa izin veren idarenin işleminin yürütmesinin durdurulması kararı nasıl sadece yasa kurallarının uygulanmasıyla açıklanabilir. Ya da bir avukat grubunun bütün tüze yollarını temel hakları, ifade özgürlüğünü yok etme özgürlüğü olarak kullanmaya çalışması? Unutulmamalıdır ki, 1961 Anayasası"nın 132. ve 1982 Anayasası"nın 138. maddeleri, büyük ölçüde 1950-60 arasındaki "hakim keyfiliği"nin, iktidarın yargı üzerindeki etkisinin yarattığı sıkıntıları gidermek amacıyla kaleme alındı. Bu durumda, hakimin vicdani kanaati ifadesindeki vicdanı yaratan etmenler üzerinde durulması gerekir. Ben, "vicdan" sözcüğü üzerine iri sözler sarf edecek yetkinlikte değilim. Ancak sadece sözlükteki tanımı dahi, bu yazının ulaşmaya çalıştığı sonuç açısından yeterli görünüyor. TDK sözlüğü vicdanı şöyle tanımlamış: "Vicdan kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç." Bu gücün kazanılmasında, ailenin, kişinin yetiştiği ortamın, okuduğu okulların, onu yetiştirenlerin, izlediği programların, filmlerin, okuduğu romanların, anılarının vs. belirleyici etkisi olmadığını kim savunabilir? Tüze eğitimi veren okulların ve hocaların, kendilerini, önlerinde buldukları gençlerin geçmişinden sorumlu saymamalarının haklılığını kabul edelim bir an. Ancak bir insanın "insanlaşması"nın, vicdanın "öğrenme, bilme ve anlama" yoluyla oluşumunun 17 yaşında tamamlandığı da savunulamaz. Dostoyevski okumuş, Raskolnikov"dan haberdar bir tüze öğrencisiyle, okumayanın avukatlığı ya da hakimliği, ceza tüzesi algıları arasında bir fark olmayacağı nasıl düşünülür? Hukuk fakültelerinde yoksulluğun doğurduğu yıkımlar ve şiddet ya da idam cezası anlatılırken V. Hugo"dan, E. Zola"dan, C. Dickens"ten söz ediliyor mudur dersiniz? Sizce tüze öğrencileri, bize kendimizinkilere benzer yaşamları, trajedileri, mutlulukları ya da farklılıkları anlatarak bizleri "incelten" sanatla ne kadar ilgilidir? Tüze öğrencilerinin kaç tanesi aynı zamanda siyaset bilimi ve tarihe ilgi duyuyor? Bu soruların yanıtları ne kadar merak edilir. Örneğin avukat ve hakimlere, son bir iki yılda okudukları roman, izledikleri sinema ya da tiyatro eserlerine ilişkin soruların yöneltildiği bir araştırma yapılsa acaba nasıl sonuçlar alınır? Mülkün temeli olan adaletin kimler tarafından dağıtıldığı, tüze kurallarını yaratanların, tüze siyasetini belirleyenlerin niteliği kadar önemlidir. İnsan vicdanıyla doğmaz, her şey gibi vicdanı yöneten, yönlendiren kurallar da öğrenilir. Hakimin, avukatın vicdanı, biz ölümlülerden farklı olarak insan yaşamıyla, sadece yaşamın sürdürülmesi değil, onun niteliğiyle de yaşamsal bir bağa sahiptir. Bir cinayeti işleyen, işleten, bu kişilerin yaşadığı ülkedeki tüze siyasetini belirleyen, yasaları uygulayan, karar veren ve karar verirken değerlendirmeleriyle içtihat yaratanların hepsi hiç kuşkusuz "vicdan" sahibi insanlardır. Ama bu vicdanın, Anayasa"daki deyişle, "vicdani kanaat"in nasıl biçimlendiği sadece tüze kuralı sorunu değildir. Tabii tüze eğitimi, sadece yasa metinlerinin, maddelerinin ezberlenmesi olarak algılanmıyorsa. MURAT SEVİNÇ: Dr., Mülkiye |
#1986
|
||||
|
||||
![]() scheiß kopierer!
|
#1987
|
|||
|
|||
![]() ..was willst du machen..keine eigenen ideen um sie hier reinzubringen
|
#1988
|
|||
|
|||
![]() Verstanden hab´ich Dich, aber Du verstehst mich nicht (;
Der Unterschied zwischen diesen Anti-Nazi-Demonstranten und denen z.B. in Deutschland ist, daß die deutschen Altnazis tatsächlich Völkermord begangen haben und der Rest der Bevölkerung ein Recht zusteht, gegen kleinste Ansätze von Menschenhaß vorzugehen. In der TÜrkei ist die Wahrhaftigkeit des sog. armenischen Genozids eine offene Frage und wer DAFÜR demonstrieren geht, beweist seinen persönlichen Pein dafür, daß er Türke ist, bzw. auch als Nicht-Türke seine Abneigung gegen das Land. Und "das wäre dann camouflierte Propaganda! Es geht nicht darum, daß ein Mensch gestorben ist. Natürlich es das bedauerlich, nur sollte man nicht auf der Stufe eins wie Du und andere, stehenbleiben, sondern mal eine Stufe höher denken! Von Polit-Psychologie verstehst Du wohl einen Scheißendreck, oder Du schreibst bewußt so einen naiv-schwachmatischen Schund, soll mir egal sein. Auf jeden Fall paßt Du in dieses Forum. Du bist ein typisch-türkischer Doppelmoralist, kein Stückchen besser, als die Faschos hier, die ganze Zeit ihrem Fäkalmäulern Ihren freien Willen zusprechen. Hinter Deinem "Oy" fehlt noch das "nk", dann paßt´s. Was erwartet man von Leuten, die viel Fernsehen, statt zu lesen und dann lauthals aufschreien, wenn (...) Forget it! (; Damia Ps. Siehst, persönlich werden kannst nicht nur Du. |
#1989
|
||||
|
||||
![]() mit so einer wie dir red ich nicht du unterentwickeltes Huhn *muhahahahaha*
ok güzelim dann mal die frage umgedreht, was hab ich denn von der armee? was für vorteile bringen denn die mir |
#1990
|
||||
|
||||
![]() yani masturblabla gercekten sana cok tesekür ederim, cok güldüdün beni. iyiki senin gibileri var, yoksa kim beni böyle güldürtsün
![]() und noch was mag sein dass dein gehirn mehr kapazität hat als unsere aber wichtig ist was drin ist, bei dir ist es auf jeden fall nicht gescheites. du lebst immernoch im zeitalter der osmanen, schreibst in deinem gb dass du keine linken rassisten magst aber selbst bist du der ober-rassist. DENK NICHT ALS TÜRKE SONDERN ALS MENSCH!!! |