| | Mitglied werden | | | Hilfe | | | Login | ||||||||
![]() |
Sie sind hier: Startseite > Vaybee! Forum |
Hilfe | Kalender | Heutige Beiträge | Suchen |
![]() |
|
Themen-Optionen | Thema durchsuchen |
|
|||
![]() Es geht doch nicht nur darum den Quran zu lesen und dadurch etwas bestanden zu haben.....es geht um mehr....um verstehen und verinnerlichen!
|
|
|||
![]() hey leute was meint ihr dazu,
alsoooo mein problem ist, dass ich ne große griechennase habe. will mir meine nase auch demnächst operieren lassen, weil dieser zinken im gesicht echt schlimm aussieht. benim en cok korktugum sey bu meselede ALLAH dir, ALLAH bizi böyle sevmis ve böyle yaratmis. Ve bu meselede cok büyük günaha da girdigimi biliyorum, ama bu burunla daha fazla yasamaya hazir deyilim cünkü her yerden laf yiyorum burnumun yüzünden ve piskolojik problemim de var sirf bunun yüzünden. es ist ja nicht so das ich nur einen kleinen höcker auf der nase habe, wenn das so wäre würde mir das nichts ausmachen. sizin bu konuda ne düsündügünüz beni cok ilgilendiriyor benim yerimde olsaniz ne yaparsiniz... |
|
|||
![]() Sicherlich ist es immer besser den Quran in der Orginalsprache zu lesen aber wie gesagt geht das Verständnis über das einfache auswendig lesen. Meiner Meinung nach solltest Du nur aufpassen welche Deutsche Übersetzung Du liest. Ich kann Dir die Übersetung von Rudi Paret oder Muhammed Ali empfehlen....und abschliessend möchte ich Dir mit auf dem Weg geben, dass Du jemanden an Deiner Seite haben solltest, der Dich während des lesens in der Exegese begleitet. Viele Verse sind Situativ gesandt und müssen hintergründig analysiert werden. Möge Allah(t) Deine Anstrengungen belohnen!
|
|
||||
![]() s.a.
benim bildigim kadar, bir insanin suratini Allah yaratti, yani her azasini melekler tarafindan emirle yaratiimis, ama özellikle burnunu Allah kendisi yaratirmis... ve bir insanin burnuna laf dedikleri zaman, cok cok büyül günah islemis oluyorlar... Ben senin yerinde olsam, ki benim burnumda kibar bisey degil, aksine, ben sabrederim, insanlar ne derse desin, Allah dan kork, yapma bence... ve bence burda bizlere sorcagina, nihat hatipogluna mail göndersene ![]() ... s.a. |
|
|||
![]() ich würde es als (Schuld-)Befreiung von Rechten einer anderen Person gegenüber ansehen....
|
|
||||
![]() Türkiye"nin Üyeliği"nin AB-İslam Dünyası İlişkilerine Olası Etkileri
Dr. Sedat LAÇİNER Şüphesiz Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinin en önemli etkilerinde biri AB-İslam dünyası ilişkilerinde yaşanacaktır. Suriye’den, İran’a, Suudi Arabistan’dan Mısır’a, Malezya’dan Arnavutluk’a kadar neredeyse tüm Müslüman ülkeler ile olan ilişkilerini son 15 yılda ciddi oranda geliştiren ve bu anlamda çok ender ülkelerden biri olan Türkiye, Irak Savaşı’nda izlemiş olduğu politikalarla da saygınlığını pekiştirmiştir. Suriye Başbakanı’nın Türkiye’nin Irak Savaşı’ndaki politikalarını ‘bilgece tavır’ olarak nitelendirmesi bölgesel memnuniyeti ifade etmektedir. Kendisine çeşitli çevrelerce toprak (Kuzey Irak) vaad edilmesine ve ABD yönetimince ciddi miktarda yardım (30 milyar dolar) önerilmesine karşın Türkiye’nin bu tekliflerden bağımsız olarak hareket etmesi, kendi ulusal çıkarlarıyla çeliştiği anlarda dahi Irak’ın güvenliği ve bölgesel istikrarı savunması hem bölge ülkeleri hem de diğer Müslüman ülkelerce takdirle karşılanmıştır. Özetle Türkiye bölgede uzunca süre sessizliğini bozmuş ve bölgenin etkili üyelerinden biri haline gelmiştir. Bölgenin Osmanlı geçmişi de dikkate alındığında Türkiye’nin İslam dünyasındaki ağırlığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. İkinci olarak Türkler İslam dünyası içinde önemli İslam anlayışlarından bir tanesini temsil etmişlerdir. Bu anlayışın oluşmasında Cumhuriyet Türkiye’sinin rolü reddedilemezse de farklılık Osmanlı, hatta Selçuklu dönemlerinde de mevcuttur. ‘Türk İslam’ı[1] Türklerin Orta Asya’dan ve yaşadıkları çevreden gelen özelliklerinin de etkisiyle İran ve Arap İslam anlayışından ayrılmış, daha liberal ve höşgörülü bir anlayışı temsil etmiştir. Zamanla İslam dünyasındaki en güçlü devlet halini alan Osmanlı devleti tüm farklı yorumlara yakın olmak zorunda kalmış ve bu da hoşgörü yönünü kuvvetlendirmiştir. 19. yüzyıla gelindiğinde İslam dünyası ile modernite arasındaki ‘çarpışmayı’ en şiddetli yaşayan Müslüman devlet de Osmanlı Devleti olmuştur. Diğer Müslüman kavimlerin devletlerinin olmaması veya tam anlamıyla bağımsız olmamaları nedeniyle Osmanlı Devleti’nde siyaset-din ilişkisi diğer Müslüman ülkelerden farklı gelişmiştir. Osmanlı Devleti aydınları geri kalmışlıkları ile din arasındaki bağı, modernite-din uyumunu, İslam’ın modern yaşamın gerekleri ile ilişkisini, demokrasi-din bağlantısını, çok kültürlülüğü çok daha önceleri tartışmak zorunda kalmışlardır. Örneğin parlamenter düzenin Müslüman bir ülkede modern anlamda ilk uygulamasını Osmanlılar yaşamışlardır. Demokrasi, parlamento, seçim, yasama vb. kavramları modern anlamda Müslüman dünyanın tartışmasına açanlar Osmanlılar olmuşlardır. Din dışı kaynaklar ile otoritenin sınırlandırılması da geniş anlamda ilk ciddi örneklerini Osmanlı Devleti’nde görmüştür. Sonuç olarak modernite-İslam ve dinin demokratik sisteme entegrasyonu konusunda ilk deneyimleri en sancılı şekliyle yaşayan İstanbul (Türk) yaklaşımı ciğer İslam coğrafyalarından ayrılmıştır. Sömürge yönetimi altında olmaması nedeniyle geri kalmışlığın nedenlerini dış güçlere bağlayamayan ve nispeten daha fazla eleştirel olabilen Türk İslam anlayışı bu anlamda daha üretken de olmuştur denebilir. Özellikle 19. ve 20. yüzyılda İslam coğrafyasının neredeyse tamamına yakını sömürge durumunda olmuştur. Bu bölgelerde geri kalmışlık ile işgalci Batılı güçlere karşı tepki adeta birleşmiş ve Batı karşıtlığı ile sorunların çözümü birleştirilmeye çalışılmıştır. Sömürge dönemlerinde kendi aydınlarını ve idarecilerini yetiştirmekte zorlanan, devlet deneyimleri kuvvetli olamadığı için din-siyaset, din-modernite uyumunu sağlamada deneyimleri gelişmeyen bu ülkelerde İslam siyaseti, siyaset de İslam’ı radikalleştiren bir işlev görmüştür. Böylece Türk yaklaşımının tam tersine bir yandan İslam’ın modernite ile bir arada yaşaması engellenmiş ve sorunlar adeta dondurulmuş, diğer taraftan tepkisel, radikal ve şiddet eğilimi yüksek akımlar ön plana çıkmıştır. Gerçek anlamda uluslaşmasını tamamlayamayan bir çok Müslüman ülkede dini motifler ulus oluşumda kullanılmış, daha çok dinin savaş ve çatışmaya dönük yönleri teşvik edilmiştir. Örneğin Kuzey Afrika ve Hindistan alt kıtasında İslami mücadeleler ile ulusal mücadeleleri ayırabilmek oldukça güçtür. Dolayısıyla siyasi hedefler için mi din kullanılmakta, yoksa eylemler dinin emirleri gereği mi yapılmakta anlayabilmek oldukça güçtür. Oysa Türk Kurtuluş Savaşı’nda dini öğeler olmasına ve din önemli bir motivasyon kaynağı olmasına karşın savaş bir ülkenin kurtarılması için verilmiş, Türk tarafı kendisini öncelikle Türk ordusu olarak tanımlamıştır. Türk Kurtuluş Savaşı’nda din adamları da yer almış, diğer Müslüman halklardan yardım da alınmış, savaşmanın dinen sevap olduğu yönünde fetvalar da alınmıştır. Fakat savaş öncelikle dünyevi bir savaş olmuştur. Dünyevi tüm gruplar (sol, laik, liberal vb.) dini gruplar ile bir arada savaşmış ve savaşı sadece bir dini mücadele olarak görmemişlerdir. Ayrıca savaşı bir tür intikam aracı olarak da görmemişlerdir. Onlar işgal altındaki ülkelerini kurtarma saikiyle hareket ederken içine düştükleri durumun en önemli nedeninin kendilerinden kaynaklandığının da ağa bilincinde olmuşlardır. Bu nedenledir ki savaşın hemen akabinde girişilen reform hareketleriyle ulusla güç arttırılmaya çalışılmış, birkaç yıl önce savaşılan işgalciler ile anlaşmalar sağlanarak ilişkiler hasım ilişkisinde normal uluslararası ilişkiler seviyesine taşınmıştır. Belirtilmesi gereken bir diğer özellik ise Türklerin yüzyıllar boyunca Batı dünyasına en yakın Müslüman halk olmasıdır. Özellikle Osmanlı ve sonrasında Batı ile en yoğun ilişkileri kuran Türkler genelde iki eşit olarak ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Oysa diğer Müslüman coğrafyada ilişkiler ya tek taraflı gerçekleşmiş (Batı’nın üstünlüğü), ya da ilişki olması gereken yoğunlukta olmamıştır. Yukarıda çizilen tablo ne yazık ki 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da değişmemiştir. Türkiye 1923’de kurulan Cumhuriyet rejimi ile birlikte dinde ve siyasette reform hareketlerini hızlandırmış, buna karşın İslam coğrafyasının geri kalanı bu fırsatı yakalayamamıştır. Çünkü Türkiye ve kısmen İran dışındaki İslam coğrafyası işgal altındadır, sömürgedir, ya da çok ağır bir, nüfuz altındadır. Tüm bunlara ek olarak iç çekişmeler, iktisadi sorunlar da yenilenme, rönesans gibi girişimleri zorlaştırmaktadır. Soğuk Savaş ortamında çok sayıda Müslüman halk bağımsızlığını kazanmışsa da bu ülkelerdeki sorunlar çözülemedi ve dinin tepkisel ve radikal yönleri törpülenmek yerine siyasi güdülerle kuvvetlendirildi. Fakat asıl dramatik etkiyi İsrail sorunun yaptığı söylenebilir. Arap nüfusun ortasına toprak satın alınarak ve silah zoruyla kurulan İsrail devleti Araplar’ın içinde adım adım büyüdü. Bu büyüme sürekli savaş haliyle oldu ve İsrail bu büyümesinde ABD, SSCB ve Avrupa’dan yardım gördü, ya da bu izlenim Müslüman dünyasına verildi. Sonuç olarak İsrail’in büyümesine karşı koyamayan, henüz uluslaşma sürecini tamamlayamamış çok sayıda Arap ülkesinde İsrail-Filistin sorunu en önemli birleştirici halini aldı ve siyasi kadrolar da bunun farkında olarak İsrail karşıtlığını ve dini dayanışmayı uluslaşmanın temeline yerleştirdiler. Oysa ki Filistinliler arasında çok sayıda Hıristiyan da vardır ve İsrail’in bunlara karşı tutumu da çok farklı değildir. 1990’lara kadar İsrail sorunu hızla büyüdü ve insan hakları ihlalleri sokakta adamın dahi görebileceği bir hal aldı. Buna karşın uluslar arası hukukun İsrail için çok da geçerli olmadığı izlenimi Müslüman dünyada yayılmaya başlandı. BM kararları ezici çoğunluğa karşın ABD tarafından veto edildikçe Müslüman halklar arasındaki adaletsizlik ve mağduriyet hisleri daha da kuvvetlendi. Sonuçta ABD ve İsrail ile mücadele edecek gücü kendisinde göremeyen genç nesiller Batı’nın çifte standart ile hareket ettiği, hukuku sadece kendisi için kullandığı ve Müslümanlar’ı kendisinden saymadığını kesin bir şekilde anladılar. Bu gerçek miydi, yoksa yanılgı mıydı? Bu önemli değildi. Bu insanların dünyaya bakışı buydu ve ne yazık ki Batılı ülkeler de bu algılamanın gelişimini görmezden geldiler, umursamadılar. Diğer bölümlerde değinilen Çeçenistan, Kosova, Bosna olayları da eklendiğinde uluslaşma sürecini tamamlayamamış ve yeterli olgunluğa ulaşmak için gerekli zaman, enerji ve kaynağa ulaşamamış Müslüman ülkelerdeki tepkisellik daha da arttı. Tüm bu etkenlere bir de Batılı ülkeler adına hareket eden bazı kişilerin Müslüman ülkelerde reel politiğin sonucu olarak çifte standart uygulamaları da eklenmelidir. Doğal kaynakların Batı’ya taşınması veya Batı’dan nihai ürünlerin bu ülkelere satılması için yerli yönetimler ile gerçekleştirilen işbirlikleri çoğu zaman halkın aleyhine gerçekleşti ve demokrasi, liberalizm en çok korunan değerler olmadı. Bu da Müslüman ülkelerdeki Batı karşıtlığını, şiddeti, tepkiselliği daha da arttırdı. Buna karşın 20 yüzyıl boyunca Cumhuriyet döneminde Batı ile irili ufaklı bir çok sorun (Kıbrıs sorunu gibi) yaşamasına karşın Türkiye Batı bloğunun ekonomik, siyasi ve askeri anlamda üyesi oldu. NATO üyeliği, OECD, Avrupa Konseyi üyeliği, AB ortak üyeliği bunun en önemli kanıtıdır. Türkiye Soğuk Savaş boyunca neredeyse tüm Avrupa kurumlarına üye olmuş, AB’ye tam üyelik için ise güçlü bir irade ortaya koymuştur. Üstelik Avrupa ve genel olarak Batı ile yaşadığı sorunlarda Türkiye diğer Müslüman ülkelere kıyasla herhangi bir ezilmişlik hissine kapılmadı. Zaman zaman kendisine çifte standart ile ve haksız bir şekilde davranıldığını düşünse de Türk hükümetleri ve Türkiye kamuoyu genelde Batı ile ilişkilerinde kendi gücü ile başarılı olabileceğine, haklarını savunabileceğine inanmıştır. Bu açıdan bakıldığında örneğin Filistin’de yaşanan ümitsizlik ve çaresizliğe benzer bir ruh haline Türkiye kamuoyu hiçbir dönemde sahip olmamıştır. Örneğin Yunanistan ile ilişkilerinde geçmişte Avrupa ülkeleri daha çok Yunan tarafını tuttuğunu düşünmüş olmasına karşın Türkiye ne AB üyeliğinden vaz geçmiştir, ne de bu konuda kendisini güçsüz hissetmiştir. Örneğin Kıbrıs konusunda bazı AET üyelerinin tersi yöndeki tavırlarına ve tepkilerine, ABD Kongresi’nin açıkça Türkiye’yi tehdit etmesine karşın Türkiye Kıbrıs politikasını uygulamış ve bunda başarılı olabilmiştir. Diğer bir deyişle Türkiye tüm sorunlarına karşın kendisini Batı’nın dışında görmemiş, Batı’yı farklı bir medeniyet, karşıt gruplaşma olarak algılamamıştır. Dahası Türkiye Batılı ülkeler ile hukuki ve siyasi anlamda eşit bir ilişki geliştirmiştir. Tüm bunların sonucu olarak İslam dünyasının önemli bir kesiminde hakim olan mağduriyet ve zayıflık hissi Türkiye’de güçlenememiştir. Sonuç olarak Türkiye Müslümanları mağduriyetlerinin sonucu olarak dini bir tepki aracı olarak görmemişlerdir. Yani din bir silah haline gelmemiştir. Batı ile ilişkilerde din farkından çok çıkar farkları üzerinde durulmuştur. Türk İslam’ının bir diğer özelliği ise dünyeviliği olmuştur. Dinin en ağır şekliyle yönetimde etkisini gösterdiği dönemlerde dahi hayatı ve siyaseti belirleyen tek unsur dini referanslar olmamıştır. Dünyevi ihtiyaçlar ve dünyevi iktidar kaynakları en az dini referanslar kadar Selçuklu, Osmanlı ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nde etkili olmuştur. Bunun tarihsel ve kültürel çok sayıda nedeni vardır ve bu çalışmanın sınırlarını aşacak kapsamda analizler gerektirmektedir. Fakat bu noktada kaydedilmesi gereken en önemli etken Türklerin yönetici sınıf olmaları ve dünyevi sorunlarla en sıcak haliyle karşılaşmış olmalarıdır. Başka bir deyişle çok sayıda dini, etnik, sosyal ve ekonomik grubu, çok geniş ve zaman zaman zor bir coğrafyada ahenk içinde bir arada yaşatmak durumunda olan yönetim pratik sorunları geliştirmek zorunda kalmış ve daha fazla pragmatik davranmaya kendisini mecbur hissetmiştir. Yüzlerce yıl boyunca yönetici sınıf olan ve askerlik ile uğraşan Türk gruplarda pragmatik ve pratik düşüncenin gelişmesi din anlayışına da yansımıştır. Bunun sonucu olarak kitleler hayatın ihtiyaçları ile dinin emirleri arasında bir orta yol geliştirmiştir. Zaman zaman dini emirler ile çelişse de bu anlayışın en önemli avantajı serbest düşünce ve diğerinin var olma hakkına saygıyı içinde barındırıyor olmasıdır. Pratik ve pragmatik düşünce şeklinin gelişmesinde önemli bir etken ise Türklerin göçebe kökenleri ile eski dönemlerde yaşam şekillerinin de etkisiyle Türk toplumunda çok köklü radikal felsefi akımların diğer bazı Müslüman toplumlar ile kıyaslandığında güçlenememesi olmuştur. Bu sayede dinin nasları ve ilkeleri konusundaki ayrılıklar köklü felsefi ekollerce kitleselleştirilememiştir. Oysa ki İran ve Arap coğrafyasında güçlü olan felsefi gruplar aslında İslam ile çok da ilgisi olmamasına rağmen aralarındaki düşünsel farkı dine mal etmişler ve farklılıklar bölünme vesilesi haline gelmiştir. Tüm bu etkenlerin sonucu olarak dinin kutsiyeti gerek kitleler, gerekse yöneticiler tarafından kabul edilmiş, hatta devletin en önemli misyonu olarak bazı dini ilkeler resmi söylemin en önemli parçası haline gelmiş, fakat dünyevi hayat ile dini hayat arasındaki sınır korunmuştur. Dinin hayatı şekillendirmesinde akıl ile dogmatik kurallar arasındaki ilişki muhafaza edilmeye çalışılmıştır. Bu durum dini açıdan ve seküler cepheden bakanlar için ideal bir toplum düzenini yansıtmasa da en azından farklı görüşlerin birbirini yok etmesini engellemiş ve farklılıkların yok etme gerekçesi olmasını engellemiştir. Yönetim dini akımlar siyasileşmedikçe onları serbest bırakmış, dini gruplar ise ortamın etkisi ile şiddet ve radikalleşme ihtiyacını bazı istisnalar dışında fazlaca hissetmemiş, devleti ve mevcut düzeni sahiplenen bir tavrı benimsemiştir. Türkiye Müslümanları’nın bir diğer özelliği ise Hıristiyanlığı Avrupalılar ile, Yahudiliği ise İsrail ile özdeşleştirmemeleridir. Çünkü Türkler bu dinden gelen kişiler ile yüzlerce yıl bir arada yaşamışlardır ve bu dönemin tamamına yakın kısmında yönetici konumunda olmuşlardır. Sonuç olarak bugünün Türkiye’sinden bakıldığında İsrail’in hataları Museviliğe, Avrupa veya Amerika’nın hataları da Hrıstiyanlığa yüklenemez. Türk İslam’ının bir diğer ayırıcı yönü ise toplumdaki din adamlarının ağırlığı ile ilgilidir. Geniş kitleler dinin kutsal olduğunu ve dini mevzuların günlük hayatın tartışmaları içinde ‘kirletilmemesi’ gerektiğini düşünürler. Bu yaklaşım en ideal örnekleri dikkate alınırsa dinin tamamen hayatın dışına çıkarılması anlamını taşımaz. Aksine dini kurallar toplum tarafından benimseniyorsa uygulama bulur. Ancak din sürekli olarak günlük tartışmalarda taraf haline getirilmemelidir. Din adamları kendi aralarında konuları tartışmalı, bir mutabakata varmalı ve toplumda ortak kanaatlerini uygun yerlerde halka aktarmalıdırlar. Özellikle siyaset alanında ise bu konular fazlaca ele alınmamalıdır. Örneğin camii ile siyaset karıştırılmamalıdır. Siyasete şüphe ile yaklaşıldığından dinin siyasete, siyasetin dine bulaştırılması nispeten daha muhafazakar kesimlerde dahi tepki ile karşılanmıştır. Bu tablonun doğal bir sonucu olarak Türk geleneğinde din adamları siyasetten uzak durmuşlardır. Bir çok din adamı dini görevlerini siyasetin üstünde görmüş, siyasete girme gereğini dahi duymamıştır. Oysa ki Arap ve Şia geleneğinde din ile siyaset daha çok iç içe geçmiştir. Çok sayıda din adamı aynı zamanda siyaset adamıdır. Bir çok dini lider aynı zamanda siyasi lider konumundadır. Siyasi ayrışmalarda dini yorumlardaki farklılaşma büyük bir rol oynar. Özellikle Şia’da camii ile siyaset arasındaki ayırım neredeyse tamamen ortradan kalkmış ve camii bir tür miting alanına dönüşmüştür. Sonuçta siyasi farklılaşmalara dini yorumdaki farklılaşmalar girince gruplaşmalar bloklaşmaya dönüşür ve şiddete uygun bir ortam ortaya çıkmaktadır. Bugün Filistin, Lübnan, İran, Irak gibi ülkelerdeki silahlı siyasi grupların önemli bir kısmı aynı zamanda dini bir grup olduklarını da iddia etmektedirler. Türk İslam yaklaşımının bir diğer özelliği ise yapay olmamasıdır. İran İslam Devrimi ya da Vahabi anlayışları belli oranlarda İran Şia yorumunu veya ikincisinde Arap İslam yorumunu barındırsa da bir yönüyle yapay, belli grup ve kişilerce şekillendirilmiş anlayışlardır. Toplumsal ihtiyaçlar bu ve buna benzer hareketlerde mutlaka etkili olmuştur. Ancak hareket gerek İran’da, gerekse Suudi Arabistan’da belli bir siyasi-dini grup tarafından sürüklenmiştir. Benzeri durumları Mısır, Cezayir, Afganistan gibi Müslüman ülkelerde de görmek mümkündür. Nispeten dar ve belli bir dönemin konjönktürel aktörleri tarafından iktidara getirilen yaklaşımlar güçle iktidara geldikleri için diğerlerine fazla bir yaşama şansı vermemekte, alternatif gruplar ya şiddet yoluyla iktidarı etkilemeye/değiştirmeye çalışmakta, ya da belli bir süre için yeraltına çekilmektedir. Oysa ki Türkiye’de günümüzde gözlenen ve diğer coğrafyalardan ayrılan İslam yorumu kolektif bir tecrübenin ürünüdür. Hiçbir tarihçi veya sosyolog Türkiye İslamı’nı tek bir partiye, siyasi veya dini gruba bağlayamaz. ‘Türk İslamı’ olarak adlandırılan yaklaşım bir kurgu değildir, bir evrimin sonucunda gelişmiştir. İktidara veya yaşamın diğer alanlarına şiddetle girmemiştir. Bu nedenle şiddet kullanarak kendisini savunmamıştır, savunmamaktadır. Bu anlamda pasifist olmakla, iktidara eklemlenmekle suçlandığı dahi olmuştur. Eleştirilecek yönleri çok olmakla birlikte istikrar sağlayıcı olduğu ve yeni şartlara uyumu açıktır. Ne kadar devrim, çatışma, sosyal ve iktisadi kriz yaşanırsa yaşansın gerekli esnekliği gösterebilmekte, olağanüstü durumların ardından kendi tabiatı içinde, kendine özgü ve çoğu kez mevcut kavram ve yöntemler ile açıklanamayacak şekilde yenilenmektedir. Elbette sözü edilen dönem yüzlerce yıllık bir periyottur ve bu dönem içinde çok sayıda istisna gerçekleşmiştir. Bizim yukarıda saydığımız özellikle dikkat çeken genel karakteristik yönlerdir. Bu anlamda bu özellikler değerlendirilirken dikkatli olunmalıdır. Fakat tüm tehlikesine rağmen ‘cesur’ bir girişimle yukarıdaki tartışmanın ışığında Türk İslam anlayışını şu şekilde özetleyebiliriz: - Türk İslamı tepkisel bir ortamda gelişmemiştir, - Türk İslam anlayışında batı’ya karşı özgüven dikkat çekicidir, - Türk İslam anlayışı daha fazla eleştireldir. Sorunların kaynağında kendi eksikliklerini görebilme özelliği dikkat çekicidir, - Türk İslamı dini kuralları yorumlamada daha liberaldir, - Türk İslamı diğer İslam anlayışlarını kucaklayabilme özelliğine sahiptir, - Türk İslam’ı diğer dini grupları yakın zamanda İslam kuralları çerçevesinde bir arada yaşatma deneyimini canlı ve yoğun bir şekilde uygulama fırsatını bulmuştur, - Türkiye Müslümanları Hristiyanlık ile Batı’yı, İsrail ile Yahudiliği özdeşleştirmezler. Dinin siyasi gruplaşmalardan daha geniş bir anlamı olduğunu tarihi tecrübeleri ile öğrenmişlerdir. Osmanlı döneminde nüfusun kayde değer bir kısmı Yahudi ve Hıristiyan olduğundan bu dinlerden Türkiye için yabancı unsurlar sayılamaz, - Türk İslam yorumunda dünyevi konular yalnızca dini referanslar ile ele alınmaz. Türk geleneği pragmatik ve pratik yaklaşımlarıyla dikkat çeker, - Türk İslam’ı modernite bağımsız olarak, ilk karşılaşan önemli İslam yaklaşımı olmuştur, - Türk İslam’ı modern siyasi anlayış ile din arasındaki sorunlar ile karşılaşan ilk ciddi İslam yaklaşımıdır, - Türk siyasi hayatı ile dini hayatı belli çizgiler ile ayrılmıştır. Din adamları siyasette aktif aktörler olarak yer almazlarken siyaset de çoğu zaman dini kutsal ve korunması gereken bir alan olarak görür. - Türk İslam’ı bir projenin ürünü değildir. Yapay, belli kişi veya gruplarca üretilmiş değildir. Uzun bir geçmişin, belli coğrafi ve tarihi gelişmelerin sonucunda kendiliğinden gelişmiştir. Görüldüğü üzere İslam’ın Türkiye geleneğinde yorumlanışı ile diğer İslam coğrafyalarında yorumlanışı arasında büyük farklar bulunmaktadır. Bu farkı daha uzun anlatmak mümkündür. Fakat AB-Türkiye ve AB-diğer kültürler arası ilişkiler bağlamında ele alındığında Türkiye’nin ve onun din-kültür-medeniyet anlayışının içinden geçilen hassas dönemde çok hayati bir şans olduğu ortaya çıkmaktadır. Diğer İslam yorumları ile karşılaştırıldığında Türk İslamı diyalog kurulabilecek, uyumlu ve istikrarlaştırıcı bir özelliğe sahiptir. Medeniyetler Çatışması’nın teşvik edildiği bugünlerde eğer ‘Batı medeniyeti’ ‘Türk İslamı’ ile de uyumlu bir birliktelik gösteremeyecek ise diğer Müslüman toplumlar ile uzlaşmaya girebilmesi neredeyse imkansızdır. Eğer Türkler de Batı’nın çifte standartlı olduğu yönünde kuvvetli bir algılamaya sahip olurlar ve mağduriyet hissini siyaset anlayışlarının merkezine yerleştirecek olurlar ise Batı-Doğu ilişkileri bugünkünden çok daha sorunlu bir hale gelecektir. Bu açıdan bakıldığında Avrupa’nın güvenliğinin Türk İslamı’nın genel olarak İslam dünyasındaki başarısı ile yakından ilgili olduğu rahatlıkla söylenebilir. Özellikle Türkiye’nin AB’ne tam üye olmasının ardından Türk İslamı ve Avrupa başkentlerinde gelişen Avrupa İslam Anlayışı yeryüzünde El Kaide benzeri örgütlerin İslam’ı ve Müslümanlar’ı temsil edemeyeceklerini açıkça ortaya koyacaklar, geniş kitlelerde mağduriyet hissinin yerini adım adım barışçıl araç ve yöntemler alacaktır. Türkiye’nin Batı dünyasının eşit, hür, güçlü ve saygın bir üyesi oluşunun kesin olarak onaylanmış olması Filistin’den Endonezya’ya kadar güçlü bir mesaj verecektir. Bu mesaj Müslümanlar’ın Batı ile ilişkilerini Türkiye örneğini izleyerek siyaset, ekonomi ve diğer barışçıl araçlar ile yola koyabilecekleri tavsiyesini içerecektir. Yani bir yandan Türkiye’nin AB üyeliği ile güç kazanan Türk İslam anlayışı tüm Müslüman coğrafyada daha fazla taraftar bulacak ve yayılacaktır, hem de Müslümanlar’ı radikalleştiren ve marjinal gruplara yönlendiren nedenlerin en önemlisi, yani kurban edilmişlik, mağdur edilmişlik (victimisation) hissi zayıflayacaktır. Bu da Müslümanlar arasında terör bataklığını kurutacak ilk adım olarak değerlendirilebilir. Bu noktada belirtilmesi gereken bir diğer husus da Türk İslam anlayışının diğer ülkelere ihracının İran İslam Devrimi, ya da Komünist Rusya’nın izlediği yöntemler ile olamayacağıdır. Daha önce de belirtildiği üzere Türk İslam anlayışı bir tür toplum mühendisliği ile ortaya çıkmamıştır. Anadolu ve diğer Osmanlı coğrafyasındaki yayılması ve güçlenmesi de güçle olmamıştır. Gönüllülük ve evrim en önemli özelliği olmuştur. Bu nedenle ABD’nin Müslüman ülkeleri demokratikleştirme ve liberalleştirme projesi ile kıyaslandığında Türkiye’nin AB üyeliği ve Türk İslamı’nın yayılması tamamen farklı bir alternatife işaret etmektedir. Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi Irak ve Afganistan örneklerinden de anlaşılacağı üzere zorla, güç kullanarak bir değişime işaret etmektedir ve şu ana kadarki uygulamalar başarı şansının çok düşük olduğunu ortaya koymaktadır. Amerikalı yöneticiler (Başkan Bush da dahil olmak üzere) sıkça Türkiye’yi diğer Müslüman ülkelere bir model olarak sunmakta, kendilerinin de Türkiye benzeri Müslüman ülkeler hedeflediklerini söylemektedirler. Ancak şu ana kadarki uygulamaları göstermektedir ki Amerikan yönetimi henüz Türk İslamı ve Türk modelini anlayabilmiş değildir. Aslında Türk İslamı Amerikan uygulamalarının tam tersi bir yöntemi ve araçları işaret etmektedir. her şeyden önce zorlamayı içermemekte, siyasal ve askeri yöntemlerden çok daha çok sosyal, kültürel ve ekonomik araçları içermektedir. Bu çerçevede AB üyeliği ile güçlenmiş bir Türkiye ve Türk İslamı Büyük Ortadoğu Projesi’nin öngörülerinin tersine Müslüman dünyada bir tür kutup halini almayacaktır. Aksine diğer Müslüman toplumlar ve din anlayışları ile daha yoğun bir iletişim içinde olacak, İslam dünyasının sorunlarında daha fazla söz sahibi olabilecektir. Filistin’den fakirliğe, dini konulardan ekonomik ilişkilere kadar yoğunlaşan ilişkiler sayesinde etkileşim de hızlı olacaktır. Bu sadece naive bir tahmin olarak ele alınmamalıdır. Şu ana kadarki tecrübeler göstermiştir ki Türkiye Müslüman dünyada kurduğu hemen hemen her iletişim sonucunda diğer Müslüman ülkeleri etkilemeyi başarmıştır. Üstelik kimi zaman böyle bir hedef gütmediği halde bu sonuç ortaya çıkmıştır. Bunun en önemli nedeni Türkiye’nin bir çok alanda diğer Müslüman ülkelerden nispeten daha ileri bir aşamada olmasıdır. Türkiye’nin iktisadi ve siyasi gücü bir çok Müslüman ülke için esin kaynağı olabilecek niteliktedir. Sonuç olarak AB üyesi bir Türkiye ile ilişkileri artacak bir Suudi Arabistan veya Pakistan’ın daha liberal ve daha demokratik uygulamalar ı gündemlerine almaları kaçınılmazdır. Nitekim en son İslam Konferansı Örgütü zirvesi de bu savımızı kanıtlamıştır. O ana kadar uzlaşma ile ‘seçilen’ İKÖ genel sekreteri Türkiye’de yapılan zirvede seçimle işbaşına gelmiştir ve seçimde İKÖ üyeleri bir Türk adayı, Emeleddin İhsanoğlu’nu, Genel Sekreterliğe seçmişlerdir. Seçim İKÖ tarihinin en önemli seçimlerindendir. Çünkü seçim yöntemi Türk yaklaşımı olarak gündeme gelmiştir ve başta Suudi Arabistan olmak üzere bazı üyelerin seçim istememelerine rağmen 57 üyeden 32’sinin desteğiyle seçimi İhsanoğlu kazanmıştır. Bu da göstermektedir ki demokratik yöntemler İKÖ üyelerince de güçlü bir şekilde arzu edilmektedir. Demokrasi yaşandıkça anlaşılabilen ve yararları fark edilen bir yöntemdir. Bu nedenle İKÖ’nün bundan sonraki faaliyetlerinde demokratikleşmenin hızlanarak süreceğini tahmin etmek güç değildir. Nitekim Türk Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün seçim tartışmalarını değerlendirirken “Seçim yapacağız ve genel sekreteri belirleyeceğiz. Bu da gösteriyor ki reformist hareketler ve demokratikleşme teşkilatın içinden başlıyor”[2] demesi ve yeni Genel Sekreter’in demokratikleşme yönündeki cesur açıklamaları bu yönde umut ışıkları olarak beliriyor. Özetleyecek olur isek Türk yaklaşımı Türkiye’nin İslam dünyasındaki ilişkileriyle hızla yayılabilecek bir potansiyele sahiptir. Çünkü İsrail ve ABD’nin yaklaşımlarının tersine Türk yaklaşımında zorlama değil gönüllü katılım bulunmaktadır. Diğer Müslüman ülkeler Türk tecrübesini mecbur edildikleri için değil mecbur olduklarını hissettikleri için, ihtiyaç olarak gördükleri için takip etmektedirler. İlk etapta yavaş gelebilecek bu süreç aslında ilkinden hem çok daha hızlı, hem de çok daha güçlü sonuçlar verebilecek bir niteliktedir. Türkiye modeli ve Türk İslam anlayışının yayılmasında bir diğer avantajı ise ‘Türk dünyası’dır. Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Azerbaycan devletleri bilindiği üzere Türkik bir nüfusa sahiptirler ve halklarının önemli bir kısmı Türkçe konuşur. Aynı şekilde Afganistan, Rusya Federasyonu ve daha bir çok Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu ülkesinde kayda değer bir Türk nüfus yaşamaktadır. Bunlara Avrupa, Avustralya ve Kuzey Amerika Türk diasporası da eklendiğinde 150 milyonu aşan güçlü bir Türk dünyası karşımıza çıkmaktadır. İlginçtir bağımsızlıklarını yeni kazanmış olmalarına ve iktisadi ve siyasi açılardan sorunları olmasına karşın Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve diğer Türk toplumlarında yaşanan İslam anlayışı ile Anadolu İslamı arasında da önemli benzerlikler bulunmaktadır. Özellikle devlet-vatandaş ilişkileri, pragmatizm, pratik düşünme şekli, dinin şiddet ve siyasetten uzak durması, diğer dini inançlara saygı, hoşgörü vb. konularda Türkiye İslamı’nın farklı modellerinin bu topluluklar arasında yaşadığını söylemek mümkündür. Bu da Müslüman toplumlar içinde Türkiye’nin konumunu güçlendirmekte ve Türkiye yaklaşımının yayılmasını kolaylaştırmaktadır. Tüm bu bilgilerin ışığında Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin AB için en önemli katkısının Avrupa-İslam dünyası ilişkilerinde sağlayacağı kolaylıklar ve İslam dünyasındaki istikrarsızlık ve çatışma unsurlarının giderilmesi şeklinde ortaya çıkacağı söylenebilir. Bu sayede Avrupa güvenliğini tehdit eden bir çok sorunda giderilmiş, ya da hafifletilmiş olacak, medeniyetler arası sorunların çatışma haline dönüşmesi gerçek anlamda engellenecektir. Bu yararlarına ek olarak AB’nin Türkiye gibi güçlü ve temsil gücü yüksek bir ülkeyi tam üye olarak kabul etmesi AB ile bir çok Asya ve Afrika ülkesi arasındaki ilişkileri olumlu yönde etkileyecektir. AB bu ülkelerde sadece Hıristiyan ve ‘yabancı’ bir güç olarak görülmeyecektir. Bunun doğal sonucu olarak ekonomik ve siyasi ilişkilerin daha hızlı gelişeceği söylenebilir. Sedat Laçiner. |