| | Mitglied werden | | | Hilfe | | | Login | ||||||||
![]() |
Sie sind hier: Startseite > Vaybee! Forum |
Hilfe | Kalender | Heutige Beiträge | Suchen |
![]() |
|
Themen-Optionen | Thema durchsuchen |
#2251
|
|||
|
|||
![]() insan haklari derneginden geldi hahahah..bi alem bunlar ya..gerci terörist halari dernegi desek daha dogru olur ya neyse konu o degil..evrene destek IHD den..kiyamete az kaldi galiba
|
#2252
|
||||
|
||||
![]() Tanıl Bora ile Söyleşi: Tahrikten Sonsuz Bir Meşruiyet Devşiren Bir Potansiyel, Gürül Gürül Akıyor (22.02.2007)
Söyleşi Tanıl Bora Türkiye"de milliyetçi şiddet, inişli-çıkışlı bir seyir izlese de hep var oldu. Türkiye"de milliyetçi-şiddetin beslendiği temel kaynaklar nelerdir? Milliyetçi-şiddetin tarihsel sürecinden kısaca bahsedebilir misiniz? Öncelikle, milliyetçi ideolojinin şiddete yapısal olarak yatkınlığını belirtmek gerek. Çünkü milliyetçilik, bir ‘ötekileştirme’ ideolojisidir. Biz-Öteki ayrımını en yalın biçimde koyan bir ideolojidir. İnsanın seçişlerinden, tavırlarından, iradesinden bağımsız, doğuştan gelen, kader gibi alnına yazılı bir kimlik tanımı yapar. Biz ile öteki arasındaki ayrım da, böyle bir kimlik tanımına dayanınca, değiştirilemez bir ayrım haline gelir. Böylesine esastan farklılaştırılmış, ezel-ebed düşmanlaştırılmış özneler arasındaki uzaklığın, kolayca şiddet üretmeye yatkın hale geleceği açık değil mi? Kendinden-olmayanı, ‘yabancı’yı, şu veya bu nedene bağlı olarak değil, ‘özü’ itibarıyla ‘kötü’ -en azından şüpheli- sayan, insan-değil olarak görmeye meyleden bir ideoloji, onunla olan sorununu ancak şiddet yoluyla halledeceğini düşenecektir. Milliyetçiliğin, “milli duygu”yu doğal bir güdü olarak tasavvur etmesi de besliyor bu potansiyeli. Milliyetçilik fiziki bir refleksmişçesine doğallaştırılınca ve aklın-fikrin-siyasetin de bu “doğal” duyguyla uyum içinde olması gerektiği düşünülünce, “güdü”nün hakimiyetine sokmuş oluyorsunuz insanları. Milliyetçilik, insanın güdüselliğini yüceltmektir ve güdülerine indirgenen insan da şiddete daha yakındır. Ayrıca unutmamalı ki milliyetçilik, modern kapitalist uygarlıktan bütün devletlerin resmî ideolojisidir. Yeni zamanların dinidir. Devletin ve milletin bekası, ulus-devletlerin kutsalıdır. Resmi ideolojiler, bu kutsal etrafında bir ajitasyon-propaganda yürütürler. Tarihsel tecrübe veya sosyal, ekonomik, Politik konjonktür gereği tehdit algılaması fazla yoğun olmayan ulus-devletlerde, bu şiddete yatkınlık potansiyelinin ‘uyuduğunu’, ılımlılaştırıldığını gözleyebilirsiniz. Ama o potansiyel her daim mevcuttur. Türkiye, tehdit algılamasının ziyadesiyle yüksek olduğu, hatta tehdit algısını habire okşayarak kendini meşrulaştıran bir ulus-devlet. Sadece ders kitaplarına bakarak, bunu görebilirsiniz. Bu daimi teyakkuz ideolojisi, milliyetçiliğin sözünü ettiğim yapısal dinamiğinin tam gaz çalışmasına olanak veriyor. Türkiye’de, bu zemin üzerinde bereketli bir biçimde serpilen bir milliyetçi şiddet potansiyeli var. Dahası, bu potansiyelin ‘kendiliğinden’ akışıyla da yetinmeyen bir siyasi irade var. Tarihimiz, resmi ellerce yönlendirilen ‘gayrınizami harp’ operasyonlarıyla dolu ve bu operasyonlarda hem milliyetçi bir ajitasyonun etken olduğunu görüyoruz. Ayrıca, doğrudan doğruya bu potansiyele yaslanan bir siyasi hareket de var: MHP geleneği. Bu gelenek, gerek ana akımı gerek ondan ayrılan kollarıyla, başlıbaşına milliyetçi şiddeti körükleyen bir işlev görüyor. Belirli evrelerde fiziki şiddet eğilimi gerilese veya gemlense bile, diliyle, zihniyetiyle, simgeleriyle, hiç küçümsenmemesi gereken bir sembolik şiddet jeneratörü olarak işliyor. Özellikle son dönemde milliyetçi-şiddette bir tırmanma eğilimi göze çarpıyor? Bu durumun nedenleri hakkında neler söylenebilir? 2000"li yılların özgünlüğü nedir? 2000’lerden önce, 1990’lara bakmalıyız. 1980’lerin sonundaki göreli iyimserliğin ardından, 1990’larda Türkiye’nin ‘milli’ siyasi ortamına çok kuvvetli bir tehdit algısı hakim oldu: Kürt meselesi, uluslar arası politikadaki çalkantılar, Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’daki çatışmalar… 2000’lere girerken bunlara eklenen ek faktörler oldu: Irak’ta tüm Ortadoğu’yu içine alan bir şiddet sarmalının harekete geçmesi… bence ondan da önemlisi, Öcalan’ın yakalanmasının ardından Kürt sorununun çözülmüs sayılması, 15 yıllık silahlı çatışma döneminin muhasebesinin hiç yapılmaması; böylece yaraların pansuman yapılmadan enfeksiyona uğraması… Türk milliyetçiliği söyleminin etkisi altında olanların, bitirildiğini düşündükleri PKK ile birlikte zımnen Kürtlerin de kendi etno-kültürel kimlikleriyle ‘yok’ olmasını bekledikleri bu ortamda, çatışmaların mevzii de olsa yeniden başlaması,. Muazzam bir hınç duygusunu ortaya çıkardı ve açıkça ırkçı bir nefret gelişti, gelişiyor. Bütün bunları, 1990’lar/2000’ler dönümündeki ekonomik krizin darbesiyle birlikte düşünmeliyiz. Neoliberal ekonomik ve sosyal politikaların üzerine tüy diken üstelik ‘azmasına’ vesile olan bu ekonomik kriz, özellikle ‘kaybedecek bir şeyi olanların’, orta sınıfların tutunumsuzlaşmasını, reaksiyoner bir hissiyata girmesini tetikledi. Kendi sınıfsal-toplumsal gelecek perspektiflerindeki kararmanın yol açtığı çaresizlik duygusu, milliyetçi zihniyeti yeniden üreten komplo teorilerine düşkün kıldı onları. Emperyalizmin, katipalist sistemin ta kendisi olarak değil de müdahale edilemeyen muazzam “dış” güçler olarak tanımlanması ve “öteki” konumuna oturtulan herkesin bir biçimde “dış güçler”in işbirlikçisi olarak kodlanması, bilhassa bu kesimlerin üç cümleden ibaret “dünya görüşü” haline geldi. Bu reaksiyoner dalgaya kapılan şehirli, tahsilli aydınlar ve yarı-aydınlar, milliyetçi atmosferin sadece nicel yönden yayılmasına değil, genişleyen bir zeminde meşrulaşmasına muazzam katkıda bulundular. Misal, bu dalganın sol muhitlere de sirayet etmesine önemli ölçüde etki eden Cumhuriyet gazetesinin ve Yalçın Küçük’ün, bu değirmene su taşır hale gelmelerinin “katkısı” ve vebali, nicel ölçüyle sınırlı değildir. Trabzon"da TAYAD"lılara yönelik linç girişimi, çeşitli illerde Kürlere yönelik linç-saldırı olayları, üniversitelerdeki "ülkücü" saldırılar, Trabzon"da papaz cinayeti ve son olarak da Hrant Dink"in öldürülmesi... Bu olaylar birbirinden kopuk, münferit olaylar mıdır? Bu olayların ardındaki güç odakları hakkında neler söylenebilir? Her şey tıkır tıkır onların planlarına göre gelişmese bile, böylesi provokasyonları azmettiren birtakım odaklar olduğu kesin. Bana öyle geliyor ki, kapitalist ekonomik sistemin “çağdaş” rejimindeki değişim, “bu işlere” de yansıyor. Planlayanlar, azmettirenler, failleri devşirenler ve failler arasındaki halkalar, Soğuk Savaş ve “Fordist” üretim döneminde olduğundan daha esnek gibi görünüyor; artan oranda taşeron ve “fason” ilişkilere yayılıyor bu zincir. Şuraya gelmek istiyorum: bu saldırı ve cinayetler arasında somut bir bağ olmadığını varsaysak bile, asıl önemlisi, bunların mümkün olmasına elverişli bir toplumsal iklimin varlığıdır. Gizli ya da yarı-gizli odakları bir kenara bıraksak bile, böylesi eylemleri azmettiren çevreler, ilişki ağları, açık seçik görünüyor. “Tahrik olmaya” amâde olan ve bu tahrikten sonsuz bir meşruiyet devşiren bir potansiyel, gürül gürül akıyor. Asıl mesele budur. "Duyarlı vatandaşların tepkisi" tarzındaki söylemler ve şiddetin aktörlerinin çoğu zaman cezalandırılmamasının milliyetçi-şiddeti meşrulaştırdığı söylenebilir mi? Tabii, ben de bunu vurgulamaya çalışıyorum. En başta söylediğim şeyle de bağlantılı bu: İnsanların, “reflekslerine” indirgenmesi ve “reflekslerin”, akan suları durduran bir meşruiyet gerekçesi olarak konması. Lincin olağanlaştırılması, derin bir medeniyet kaybının uç noktasıdır. Zira medeniyet, insanın “doğal” sayılan yanlarını, güdülerini, reflekslerini falan aşmasıdır, onlara hakim olması, onların üstüne çıkmasıdır. “Başka” insanları gözeterek, vicdanını ve aklını yoklayarak davranması, yapıp ettiklerinin sorumluluğunu taşımasıdır. Linç nedir? Vurmanın, öldürmenin serbest olması, kimsenin bundan ötürü sorumluluk taşımamasıdır. Medeniyet kaybının doruğu. Medeniyet kaybı dediğim süreç, kuşkusuz salt milliyetçilikten beslenmeyen, eğitim sistemimizle, sosyal devletin aşınmasıyla, insanların yoksullaşması ve yalnızlaşmasıyla, “vahşi kapitalizm” denen şeyle, -aslında bizzat kapitalizmin vahşi oluşuyla- ilgili derin bir süreç. Fakat bundan şevkle nemalanan ve nemalanmakla beraber onu çoğaltan akım, milliyetçiliktir. Milliyetçi şiddetin, herhangi bir ideolojik gayrete de girmeden, herhangi bir “işlemden” geçirmeye lüzum görmeden doğrudan doğruya lümpen ortamından beslenebilmesinin nedeni de budur. Milliyetçi-şiddetin faillerine bakıldığında (Hrant Dink cinayetinde de olduğu gibi) gençlerin yoğunlukta olduğu göze çarpıyor. Bunun nedeni nedir? Trabzon"un öne çıkmasının ardında neler yatmaktadır? Gençlik, bu sözünü ettiğim toplumsal ortamda, bu medeniyet kaybı vasatında, bir türlü sona ermeyen, aşılamayan, hatta belki ebedileştirilen bir ergenlik hali anlamına geliyor. Ergen, nasıl biridir? Empati kuramaz, feci derecede egosantriktir, bununla beraber feci derecede güvensizdir; “doğal” arzuları, güdüleri çok şiddetlidir ama beri yandan bunları tatmin etmeyi “doğallaştıran”, böylece onu rahatlatan çözümler bulamamıştır. Savrulmalara, fanatik coşkulara kapılmaya yatkındır. Bu ergenlik halinin sündürülmesinin, Türkiye’de gençlerin yapısal krizi olduğunu düşünüyorum; dahasıb unun Türkiye’nin bir türlü reşit hale gelemeyen toplumsal-siyasal kültürü için bir metafor olarak kullanılabileceğini düşünüyorum. Her neyse, konumuz açısından önemli olan; ergenliği aşamayan gençlik potansiyelinin, faşizan tahrikler için müsait bir tarla olduğu ortada. Trabzon’un öne çıkmasının bir nedeni, “delikanlılık”, bıçkınlık… adı altında, sözünü ettiğimiz ergen halinin iyice uçlarda yaşandığı bir memleket köşesi olması olabilir. Ama başka nedenlere de bakmalıyız. Kentin sosyo-ekonomik gerilemesi gibi. Tahrikçi faşizan odakların burada özel surette “çalışmış” olduğuna dair işaretler de var. Hrant Dink cinayetinin ardından ilk defa milliyetçi-şiddet bu kadar geniş tabanlı eleştiri ve tepkiye maruz kaldı. Dink cinayeti bir dönüm noktası olabilir mi? Öyle olmasını umalım. Asıl önemlisi, bunun için çalışmak gerekir. Evrensel, 28.1.2007 |
#2253
|
||||
|
||||
![]() Keşki olabilsen vs.
Ama gökgürültüsü gibi sol sitede devrimciyim rolleri komiklik bile yaratamıyor Alpi. Orada yazdığım gibi sen önce Demokrat olmayı öğren. Geç bunları yazdıkların ve aktardıkların ne olduğunu anlatmana gerek bırakmıyor. Pek ilgi alanımda da değil ne olup, olmaman. Beni bireyler değil zihniyetleri ilgilendirir. Ha bir de ortamcıları hiç sevmem. |
#2254
|
||||
|
||||
![]() yazmaktasın.
Sana ailesinin onun hakkında yazdığı eleştirisel, kızgın, kötüleyen, lanetleyen bir tek satırlık yazısını göster dedim. YOK... Peki halen ne halt yemeye palavranda direnmektesin.??? Rahmetli babasıda yazardır, erkek kardeşide yazardır, madem böyle bir şey varda neden bir tek satırlık bir yazı yoktur bu konuda??? Yalancılığın her türlüsü pisliktir!!! Pis Yalancı. |
#2255
|
||||
|
||||
![]() şiirini bir dünya yazarını aşağılaman için böylesine pervasızca kullanmana karşı söyleyeceği çok lafları olurdu.
Utanç verici! |
#2256
|
||||
|
||||
![]() ğü Nazım Hikmetin şiirleri ile ne beni aşağılayabilecek, nede diğer antifaşist, aydın, demokrat, hümanist, yazar, çizer, ressam, sanatçı bilimum insanlıktan, dostluktan, daha güzel bir dünyadan yana olan insanlığı böylesine kurnazca çarpıtma oynaklıkları ile aşağılayabileceğini sanmakta isen sen ancak kendini aşağılarsın Alpi!!
Bizler hiç bir zaman ürettiklerimiz ile birbirlerimizi aşağılamadık, böyle ne bir geleneğimiz nede kültürümüz bulunur. Bu tür kültür ki kültür bile demek doğru değildir ancak Türk Faşistlerine mahsusdur. Demek Nazım usta bu şiirlerini bizleri MHP dönmeleri bir gün aşağılayabilsinler diye üretti yazdı o zindanlarda, sürgünlerde.??? Ha!!! Ardamarın var mı senin Alpi??? Yüzünde renk var mı senin ??? Tiksinti verici... |
#2257
|
||||
|
||||
![]() senin ile iki konuyu tartıştım.
Bir Orhan Pamuk. İki, AB konusu, Herkese tavsiye ederim gidip oradan yazılanları ve tartışmaları okusunlar. |
#2258
|
||||
|
||||
![]() Yeni Çağ Gazetesi"nde Bu Hafta Çıkan Yazısı, 14 Eylül 2005
Ulus Irkad TANER AKÇAM’DAN FAYDALANMAK Taner Akçam’la karşı karşıya gelerek tanışmış değilim ama internet yoluyla kendisiyle tanışma olanağına kavuştum. Bugün Türkiye dışında yaşayan özgür düşünceli bir bilimadamı Taner Akçam. Akçam’ın babası da eski bir öğretmen, sendikacı ve yazardı. Yakın bir geçmişte vefat etti. Taner Akçam ve babası hakkında Türkiye basınında çıkan yazıları da okuma fırsatım olmuştu. Bana göre Türkiye’nin aydınlanmasında Taner Akçam ve babası gibi demokrat ve ilericilerin oynadıkları önemli rol gelecekte onurlu bir şekilde anılacaktır . Ben Taner’in bilgisayarıma aldığım ama daha yakın bir geçmişte okumaya fırsat bulduğum makalelerinden(Özgürlükçüsol sitesinde 6 makale olarak yayımlandı) yola çıkarak bu görüşleri Kıbrıs’a da yansıtarak elimden geldiğince ona söz vermeye çalışacağım. Herne kadar da bu yazılar Türk-Ermeni sorunu üzerinde yazılsa bile biz Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürklerin de faydalanacağı ve Kıbrıs ’a indirgeyeceği bilgilerle doludur. Akçam yaklaşık altı dizi olarak yayımlanan makalelerinin başında şöyle diyor: “Bu yazı esas olarak Türk-Ermeni ilişkilerine yeni bir yaklaşım önermek amacıyla kaleme alınmıştır. Bugüne kadar, soruna, sorunu yaratan eski paradigmalar içinden yaklaşıldığı ve bunun değiştirilmesi gerektiği yazının ana tezidir. Bu paradigma en genel anlamıyla, Osmanlı devletinin dağılması, ve bu süreçte çeşitli din-ulus grupları arası ortaya çıkan çatışmalardır. Bu çatışma sürecinde, her bir grup, belli bir toprak parçasının kendisine ait olduğunu iddia etmiş ve bu toprağın sınırları içinde kalan ve kendisinden olmayan, “öteki” diye tanımladığı ulus veya din gruplarını etnik temizlik veya göç/sürgün yolu ile yok etmeyi tercih etmiştir. Ermeni-Türk meselesi böyle çatışmanın kavramları ile ele alınmakta ve anlaşılmaya çalışılmaktadır. Benim bu konudaki teklifim, sorunun yeni bir tarzda kavramlaştırılmasının gerektiği dir. Önerim sorunun ulus-devletlerin demokratikleşmesi meselesinin bir parçası olarak uluslararası adalet paradigması alanına taşınmasıdır. Bunun anlamı şudur: Çatışma artık iki tarafın toprak ve sınırları üzerinde yürüttüğü bir çatışma olarak geçmişten miras kalmış bir sorun olarak görülmemeli, bunun yerine her iki toplumun bugünkü demokratikleşmesi meselesinin bir parçası olarak; yani bir insan hakları sorunu olarak ele alınmalıdır.” Akçam makalelerinde özür dileme konusunu da ele alırak şunları söylüyor: “Özür dileme siyaseti 20.yy’da öyle bir hal almıştır ki, bazıları çağımıza “Özür Dileme Çağı” adını takmıştır. Bu özür dilemeler, tarihin bir yerinde yapılmış yanlıştan kendisine pay çıkaran değişik kesimler tarafından yapılıyor. Bu da yerine göre, ya bireyler, meslek adamları, ticari organizasyonlar, dinsel liderler gibi sivil kuruluşlarca ya da devlet temsilcileri, hükümetler, devlet başkanları gibi resmi kişilerce yapılıyor. Özür dileme patlamasının arkasında yatan nedenler hakkında değişik fikirler ileri sürülmektedir. Küreselleşme, ulus-devletlerin yıkılması, Nazi Soykırımı’nın etkisi bu izah tarzlarının başında geliyor...” Bu konudaki görüşlerine de yine şöyle devam etmektedir: “Giderek yakınlaşan dünyada artık “öteki” görülmez yabancılar değildir, aksine öylesine yakındırlar ki onları hergün görebilir ve iletişim kurabiliriz. Böylece “öteki”ni tanımlamakta kullandığımız tüm küçültücü eski klişeler artık kullanılmaz hale gelmiştir. Bunun bir sonucu, düşmanı aşağılamadan duyduğumuz onurdan ya da etnik saflığımızı sağlamak için başkalarını imha etmek üzerine oturtulmuş olan şanlı tarihimizden sözetmemizin artık anlamını yitirmesidir. Ona göre kültürel hafızanın yaşaması ancak olayların ağırbaşlı ve ciddi milli bir mesele olmaktan çıkıp, tehlikesiz folklor düzeyine aktarılması ile mümkündür. Hafızanın edindiği bu yeni biçim, dışarıda bıraktıklarına artık saldırmak zorunda değildir, hatta turistlerin ilgisini çekmesi bile muhtemeldir. Böylece artık muzaffer olan yerine kurbanın, gelecek yerine geçmişin, içeridekilerin homojenliği yerine dışarıda kalanların kader arkadaşlı ğı, geçmiş ve gelecek arasındaki devamlılık yerine tarihsel kesintilere odaklanmak mümkün olacaktır. Özür dileme siyasetinin bu denli yaygınlaşmasının elbette bu izah tarzları dilemenin sonuçta ciddi hiçbir bedeli yoktur. Özür dileme çabalarının çoğu, hatta hepsi, geçmişte yaşanmış bazı “kötülüklerin” acısını teskin etmeye yönelik ucuz çabalardır. Özür dileme ciddi politik analizcilerin ve gazetecilerin sıkça dile getirdikleri gibi içi boş jestler dışında hiçbir anlam ifade etmemektedir. Bu eleştiri, kendi içinde ciddi haklılık payı taşısa bile görmek zorundayız ki özür dileme geleneği uluslararası ilişkilerde yeni standartlar ve yeni normların geliştirilmesine katkıda bulunmaktadır. Özür dilemenin arkasında hangi gerçek olursa olsun, önemli olan bu akımla birlikte artık tarihle yüzleşme meselesi, yeni paradigmaların içine yerleştirilmiştir.” Akçam en son makalesinde ise genelde çatışan tüm toplumlara olduğu gibi bize ve bilhassa Türkiye’ye de göndermeler yapmaktadır. Bu sözleri Kıbrıs üzerine yorumlarsanız Kıbrıs da bundan payını ve dersini almaktadır. Sözü tekrar Akçam’a vererek yazımızı da onun sözleriyle noktalayalım: “Eğer bir sorunu çözmek istiyorsanız, herşeyden önce kamuoyunun sorunu algılayış tarzını değiştirmeniz gerekir. Egemen bilgilenme ve konuşma tarzının değiştirilerek kamuoyunun bilgilendirilmesi ve kamuoyu bilincinin uyarılması her sorun çözme stratejisinin merkezinde durur. Uluslararası düzeyde, benzeri sorunların çözümünde sıkça tekrar edilen genel bir kural vardır: Sorun çözümü ancak iki tarafın birbirleriyle doğrudan ilişki kurmasıyla mümkündür. Doğrudan ilişki ile, taraflar birbiri hakkında oluşturdukları ön yargı ve hurafeleri değiştirebilir ve birbirleri hakkında daha gerçekçi bir resme sahip olabilirler. Sorunu tartışırken “biz ve onlar” veya “kurbanlar ve suçlular” söylemlerinden uzaklaşmak, ortak ahlaki değerler üzerinde yükselen fakat aynı zamanda farklılıkları da vurgulayan “hayatta kalanlar” ve “insan” söylemine geçmek bu yolda atılması gereken ilk adımdır. Türkiye’de, tarihi üzerin e tartışmak istemeyen ve sorumluluktan kaçan çevrelerin, “suçlama” ile “sorumluluk” arasındaki sınırı yok eden dili bir bahane olarak kullandıkları bilinmektedir. Dolayısıyla, bugünkü Türkiye insanını suçlayan bir dilin değiştirilmesi bu tür bahanelerin de kolayca ortadan kaldırılmasını sağlayacaktır.” Dostum ve arkadaşım Taner Akçam’a bilimsel araştırmalarında başarılar diliyorum. |
#2259
|
||||
|
||||
![]() ich glaub da brauch man nicht viel zu sagen, er ist es auch nicht wert besprochen zu werden, genauso seine 5cent gedanken.
was genau er gesagt oder nicht gesagt hat hab ich nicht so recht verstanden aber die Ausage von Prof Yalcin Kücük letzten Sonntag auf sky türk(glaub ich) war einfach nur großartig. konnte es leider nicht aufnehmen. Auf die frage des Moderators "Sizce Evren Kimdir?" antwortete Prof Kücük "Evren bir Hayindir" ve "pkk yi pkk yapanda Evrendir"... agzina saglik hocam... |
#2260
|
||||
|
||||
![]() Korkuyla parçalanmak…
Türkiye bitmez tükenmez korku krizleri geçiriyor. Biz, o kadar uzun zamandır bu krizlerle yaşıyoruz ki artık bunları “normal” sanmaya başladık, nasıl tuhaf bir haleti ruhiye içinde yaşadığımızı anlayabilmek için başka ülkelere gitmemiz, oradaki insanların doğal davranışlarını görmemiz ve insanlardan yayılan o özgürlük havasını solumamız gerekiyor. Bu ülke neden böyle bir hastalığa tutuldu? Neden bütün dünyanın ona düşman olduğuna ve onu “bölmek” istediğine inanıyor? Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri hiç bölünmediğine göre bu hastalığın başlangıç noktasını Osmanlı’da aramamız gerektiğini anlıyoruz. Osmanlı’nın işgal ettiği toprakların tümü “asıl sahipleri” tarafından geri alındı. Yunanlılar Yunanistan’ı, Bulgarlar Bulgaristan’ı, Sırplar Sırbistan’ı, Macarlar Macaristan’ı, Araplar Arabistan’ı Osmanlı’nın elinden kopardı. İmparatorluğun parçalanması dediğimiz şey aslında toprakların gerçek sahiplerine geri dönmesiydi. Silahla aldığımız yerleri silahla koruyamadık. Zaten bu mümkün değildi. Tarih boyunca bunu kimse yapamadı. Romalılar da, İspanyollar da, Portekizliler de, İngilizler de, Hollandalılar da, Fransızlar da silahla aldıkları toprakları sonunda sahiplerine iade ettiler. İngiltere ve İspanya dışında kimsenin pek sorunu kalmadı. İspanya’nın “Bask” bölgesi, İngiltere’nin de “İrlanda” ile yani “isimleri” yabancı olan bölgeleriyle dertleri vardı, bunları önce silahla çözmeye çalıştılar, olmayınca barışçı bir yol buldular. Biz niye parçalanmaktan korkuyoruz peki? Bu korkunun kaynağı ne? Bizim, “Kuzey Irak” ya da “Güneydoğu” gibi coğrafi terimlerle andığımız bölgenin gerçek adının Osmanlı’da “Kürdistan” olması belki. Değil Güneydoğu’ya, bize ait olmayan Kuzey Irak’a bile “Kürdistan” denmesine tahammül edemiyoruz. Bir başka ülkenin dışişleri bakanı, bir başka ülkenin topraklarından “Kürdistan” diye söz etse tepki gösteriyoruz. Tepki göstermek sonucu değiştirmiyor, o bölgenin adı Kürdistan. Çünkü orada Kürtler yaşıyor. Sanırım, toplum ve devlet, “bilinçaltında” oranın “başkalarına” ait olduğuna inandığı için o bölgenin de ayrılacağından endişe ediyor. Bu endişe o boyutta ki, bütün hayatını Türkiye’nin yasaklarla yaşayan bir ülke olmasına adamış bir darbeci bile “eyalet” düzeninden söz etse onu “bölücülükle” suçlayabiliyoruz. Eyalet düzenine geçersek Kürtler ayrılacak bize göre. Devletler, binlerce yıllık alışkanlıklarıyla toprak kaybetmek istemezler, bunu biliyoruz. Ama hiçbir devletin kendisine ait olmayan toprağı silahla elinde tutamadığını da biliyoruz. Bunu bilmemize rağmen sürekli olarak silahla, baskıyla, yasakla Kürtleri Türkiye’nin parçası olarak tutmaya çalışıyoruz. Neredeyse bütün varlığımızı, bütün enerjimizi, dünyayla ilişkilerimizi “Kürtler Türkiye’den ayrılacak” endişesi üzerine inşa ediyoruz. Bu endişe, Türkiye’ye para, zaman, enerji kaybettiriyor. Kürtler de Türkler de özgürlüklerinden oluyor. Sürekli bir gerginlik yaşıyoruz. Mutsuzluk hayatın her yanına nüfuz ediyor.. Bu “ayrılma” korkusu Türkiye’yle dünyayla arasına giriyor, içerde adil bir hayatı bu korku yüzünden yaratamıyoruz, bu korku yüzünden hukuku zedeliyoruz, bu korku yüzünden devlet kendi yasalarını çiğniyor. Bu korku bizi mahvediyor. Bana sorarsanız, “ayrılmanın” yaratacağı herhangi bir kayıp varsa, ondan çok daha fazlasını “ayrılma korkusu” nedeniyle kaybediyoruz. Bu konuyu da bir türlü açıkça, akıl ve mantık ölçüleri içinde konuşamıyoruz. Bir toplum, bu çağda böylesine büyük bir korkuyla yaşayamaz. Bu korkunun bedelini de dünyanın en zengin toplumu bile ödeyemez. Gerçeğe gözlerimizi yummak yerine artık sorunumuzu açıkça konuşmak daha iyi olacak sanıyorum. Türkiye, Kürtlerin bu devletin ve toplumun parçası olarak kalmasını istiyorsa, bu ülkede Kürtlerle Türklerin aynı haklara sahip olmasını sağlaması, Kürtlerin kendini ikinci sınıf vatandaş gibi görmesini engellemesi gerekiyor. Baskıyı, yasağı ortadan kaldırmalıyız. Türkiye bütün vatandaşlarına aynı hakları verirse, bu ülkedeki Türkler bilinçaltlarında “biz ülkenin asıl sahibiyiz, bizden başka herkes bizim kölemizdir” inancını bilincine çıkarıp bu inancın tuhaflığını anlarsa bu sorun çözülür. Korku, korkulan şeyin gerçekleşmesinden daha büyük bedel ödetiyor Türkiye’ye. En ucuzundan “hainlik” suçlamalarıyla, bunu görmeyi, bunu tartışmayı engellemek toplumun lehine olmuyor. Herkesin susmasını istiyoruz. Susmak gerçeği değiştirmeye yetmiyor. İnsanlar ölüyor, yasaklarla bütün ülke hapishaneye dönüyor. Korku, karanlık bir kabus gibi üzerimize çöküyor. Bölünme korkusuyla, bölünmenin yaratacağını sandığımız zarardan daha büyük bir zarar yaratıyoruz. Artık yeter bence. Her şeyi açıkça konuşalım. Korkularımız yüzünden işler öyle sarpa sardı ki Evren bile “acaba federasyon mu yapsak” demek zorunda kalıp “hainlikle” damgalandı. Korku, korkulandan daha çok zarar verdi bize. Şimdi korkudan kurtulmanın zamanı. Bunun, en azından benim bilebildiğim, tek yolu da konuşmak. Ülkenin geleceğini konuşmanın “ihanet” sayılmayacağını anlamak. Susmak bizi karanlığa itiyor. Bölünmeyelim derken gerçeklerin atında ezilerek paramparça olacağız. Sokağa çıkılamayan şehirler, patlayan suçlar, devlet içinde üste itaatsizlikler, hukuksuzluklarla o korkunç parçalanma da zaten kendini göstermeye başladı. Bunu istememe hakkına sahibiz. Ve istememeliyiz. 5 Mart 2007, Pazartesi Ahmet Altan. X X X X Mehmet Altan Darbe yap ama fikir söyleme.. Darbe yaptığında... Dillerini ceplerine sokanlar.... Şimdi gazaba geldiler: -Hain... -Bölücü... -Bunak... Öfke kime? Kenan Evren’e.. Neden? Çünkü eyalet sisteminden bahsetmiş. Sövene... Sayana... İhbar için kuyruğa girene bakılırsa.. Türk düşün ve demokrasi hayatının ruhu özetleniveriyor: “Darbe yap ama fikir söyleme” Fikir de... Hani... Bilinmedik derin bir cevher olsa.. Almanya eyalet... İsviçre eyalet... ABD eyalet... Bizdeki “vatansever saz heyeti” orada olsa.. Cehaletlerine mi son verirlerdi, şamatayı mı keserlerdi.. Eyalet sisitemiyle yönetilen herhangi bir ülkede “bölünme” tehlikesi duydular mı? Gördüler mi? Kokladılar mı? Biz güya üniteriz ama,hergün “bölünüyoruz” şamatısnıdan gına geldi. Bu ortalarda sallanıp,yuvarlanan zevata soracaksın : Üniter ile federal arasında ne fark var? Eminim ki, alayı “federal” ya da “eyalet sisitemini” toprak verme sanmakta.. Halbuki federal de, eyalet sistemi de, aynen üniter gibi idari bir yapılanma biçimi.. Ne bölünmeyle, ne de toprak vermeyle yakından ve de çok çok uzaktan alakalı değil.. Üstelik de Türkiye gibi gelişmemiş, bölgeler arası uçurumları içinde barındıran, doymamış bir ülkede bu tür bir idari yapılanma pek mümkün değil... İstanbul’un Şişli ilçesi ile.. Bitlis’in Yedisu ilçesi arasındaki gelir farkını.. Yıllarca yazar dururum... Çünkü ikisi arasındaki fark iki yüz yetmiş dört mislidir.. Bu müstehcen durum, kimsenin “bölünüyoruz” avazelerine muhatap olmadı.. Ama eski bir darbeci “eyalet” der demez sazendeler ortaya döküldü.. Ne mantık ama? Çakar çakmaz çakan mantık.. Tabii Evren de.. 12 Eylül darbesinin sonucunu.. Herhalde görmüştür.. Buralarda gelişmiş birçok ülkedeki idari sistemi telaffuz bile olay oluyor.. Bu fikrin sefaleti mi? Yoksa sefaletin fikri mi, belli değil.. Evren’i, askeri darbe nedeniyle yargılamak isteyen savcı Sacit Kayasu’nun yazdığı “iddianame” nedeniyle hayatı değişmişti.. Aynı Van savcısı Ferhat Sarıkaya gibi.. “Darbe” soruştursan fena... Hem de “çok fena”.. Basma kalıp tekrarın dışına doğru hafifçe seyirtir isen, ona soruşturma... Ona tetkik... Ona dava açmak çok iyi.. Hem de çok iyi.. Evren darbeyle,zulümle,acıyla,idamla,hapisle,işkence yarattığı Türkiye’nin zihinsel atmosferini “bir vatandaş” gibi görüyordur.. Kimbilir,belki bir vatandaş gibi de yaşayacak.. “Darbe yap ama fikir söyleme” 12 Eylül’ün Türkiye"yi getirdiği nokta.. Öyle hale geldi ki, darbeyi yapanı bile bunaltmaya başladı.. Ama, her bunalana yapacakları muameleyi ona da yapmaya niyetli gibiler.. Ancak, bu tablo da dünyayı bunaltabilir.. Onu da unutmamalı... 5 Mart 2007, Pazartesi Mehmet Altan. |