| | Mitglied werden | | | Hilfe | | | Login | ||||||||
![]() |
Sie sind hier: Startseite > Vaybee! Forum |
Hilfe | Kalender | Heutige Beiträge | Suchen |
![]() |
|
Themen-Optionen | Thema durchsuchen |
|
|||
![]() Yazan Kişi: Alpi003
Tarih: 10-03-04 18:12 Selamlar; Seytan in egemenlik kurmasinin Sasmaz göstergelerinden biride ilimsizlik ve ilim düsmanligidir. Seytan in kötülüklerini * TELBISU IBLIS * ( Seytan in kaosa itmesi-kirletip pisletmesi ) Adini verdigi Ünlü eserinde Ibnü"l CEZVI Bu noktayi ele alirken söyle yaziyor: "" Seytan in Tasavvuf ve tarikat erbabini telbisi ( Adladip pisletmesi )nin esasi bu insanlari ilme sirt cevirir duruma getirilmesidir. Seytan onlari: ILIM degil IBADET önemlidir diyerek aldatmistir.Bu aldanis üzerine Ilim kandilleri sönen tasavvuf ve tarikat cevreleri, Karanliklara yuvarlanmistir...Ilimlerinin yetersizligi yüzünden bilincsiz bir sekilde Uydurma Hadsilerin baskisi altinda kalmislardir.. Bu hal onlari kendi vesveselerine BATIN ILMI adini verip ILIMLERI ise ZAHIR Ilmis diye kücümsemeye ve Nihayet BILIMI Inkara götürmüstür.. ( Teblisü Iblis ,188 ) Halkin Zihnine Bir ZEHIRLI KIYMIK gibi sokulmus bulunan bir slogana göre: "" Seytan in bilgisi coktu ama yinede batti.O halde önemli olan ilim degil ibadettir "" Bu zehirli slogana dayanak olabilecek tek bir VAHIY ÜRÜNÜ gösterilemez. VAHYE GÖRE: Seytan Bilgisi yüzünden degil Inadi ve CEHALETI yüzünden batmistir. Günümüzde de Kuran ilminden cok Cehaletle istigal eden kitleler Seytan in konumunda seyr etmektedirler. Peygamberden sonraki yüzyillarin özellikle Sekil ve merasimi öne cikararak Slogan ve kisve ile seckinlesmek isteyen Tarikat cevreleri,ilimin denetiminden kacmak icin yogun bir bilim düsmanligi gelistirdiler.Yukarida andigim slogan bu düsmanligin MASKELENMIS BIR IFADESIDIR ! Bu slogani Islam dünyasina Egemen kilmak isteyenler kendi hesaplarina uygun bir TAKVA anlayisi gelistirerek ILIMLE MÜCADELEYI bir tür TAKVA SAVASI halinde tanittilar. Öyle ki onlarin katinda Ilimle TAKVA arasinda ters oranti vardir: ILIM ARTTIKCA TAKVA AZALIR ! Cünkü Ilim arttikca insan biraz daha SEYTANLASIR !.. Bu anlayis KURAN in hayata sokmak istedigi anlayisin tam tersidir.. Kuran Allah a yakinlik ilim arasinda dogru oranti Göstermektedir. Tarikat Seytanciliginin tam tersini söyler KURAN: Ilim arttikca Takva ve ALLAH i bilmek artar ( Fatir ,28 ) Dogrusu su ki: Ilim sahiplerinin Zaman zaman Din e ve Diyanete karsi cikislarinin sebebi,Ilmin dinden ve Allah dan uzaklastirici rol oynamasi yüzünden degildir;sebep Din adina ortaya getirilen anlayislarin Sahtelikler ve akildisiliklarla dolu olmasidir. Seytan in ordusuna kayitli sahte din cevreleri buna hic deginmezler.Sanki ortada gercek bir Din var da ILIM SAHIPLERI buna karsi cikiyorlar !.. Bu yaptiklari isledikleri günahlara tas cikaran bir kötülüktür. Cünkü bu kötülük Topluma ve Hatta bütün insanliga zarar vermektedir. Anilan Kötülük Günümüzde ILMIN yerine eski Din temsilcilerinin kabullerini koyan bir taklitcilik seklinde sergilenmektedir. "" Eski Ulemaya saygi "" seklinde yürütülen bu Ilim düsmanligi,Islam a ve insanliga Ihanetin en tehlikelilerinden biridir. Setan ordusunun Dogal elemanlari olan dinci sömürü sinifi,Vahyin ilimsiz hic bir ise yaramiyacagi yolundaki ( Güven in vurguladigi gibi ) Kuransal Kabulüde Unutturmustur. Baska hic bir kanit olmasa,Kuran in ilk emrinin ** IKRA- OKU ** olusu Bu söyledigimi belgelemeye yeter.Halbuki daha pek cok KURANSAK KANIT vardir .. Kuran a göre vahiy Insanlik dünyasina indigi andan itibaren ilme dönüsmektedir.Bunun acik anlami sudur: Vahyin muhatabi olan bizlerin,yeryüzüne inmis Vahiy ürünlerinden yararlanmamiz ancak bilim sayesinde mümkün olacaktir. Asirlardir Fark edilmeyen veya Üstü örtülen bu gercek su ayetlerde Ifadeye konmaktadir. ( Bakara,145; Ra"d,37 ) Bu iki ayette Peygamber e Vahy edilen gercekler **ILIM ** Olarak adlandirilmaktadir.Hz.RESUL ilim ile degil,Vahiy ile beslenen bir bilgi-isik odagi oldugu halde ,ona gelen mesajlara neden ILIM denmektedir ? BIZE DERS VERMEK ICIN !.. Adete su söylenmektedir: Iste VAHIY> yeryüzüne indi.Bundan sonrasi Ilimle ona yaklasarak yararlanmaya kaliyor.Artik O sizin icin iLIM konusudur.Eger o na ILIM ile yaklasmazsaniz ZALIM DAMGASINI YERSINIZ !.. Hoscakalin.. simdilik gayet tabii.. ![]() |
|
|||
![]() Iskembe-i KÜBRA dan konusacagina AYETLERINI getir.
Esi benzeri olmayan bu Din in MUCIZE BIR KITABI VAR !.. Bana " Kirmizi baslikli kiz ile KURT " hikayesini anlatma.. Delillerini getir. |
|
|||
![]() Göklerin ve yerin melekûtuna, Allah"ın yarattığı herhangi bir şeye bakmadılar mı; ecellerinin gerçekten yaklaşmış olabileceğini düşünmediler mi? Peki, bu kur"an"dan sonra hangi hadise/söze iman ediyorlar?( A"raf 185 )
** Ayetlerimiz onlara açık-seçik parçalar halinde okunduğu zaman, bize ulaşmayı ummayanlar şöyle dediler: "Bundan başka bir kur"an getir yahut bunu değiştir." De ki: "Onu kendiliğimden değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkuya düşerim."( Yunus 15 ) ** Bu kur"an, Allah"ın berisinden birilerince yalan isnatlarla oluşturulmuş değildir. O, kendinden öncekinin tasdiki ve Kitap"ın ayrıntılı kılınmasıdır. Kuşku ve çelişme yoktur onda. Âlemlerin Rabbi"ndendir o.( Yunus 37 ) ** (87) Yemin olsun ki, biz sana ikişerlerden/ikililerden/iç içe kıvrımlar halindeki çift mânalılardan yedi taneyi ve şu büyük kur"an"ı verdik. ( HICR ) ** (91) Onlar ki kur"an"ı parça parça/bölük bölük/falcılık aracı yaptılar ( HICR ) ** (41) Biz, gerçeği, kur"an"da türlü biçimlerde ifade ettik ki, düşünüp anlayabilsinler. Fakat bu onların sadece kaçışlarını artırıyor. ( ISRA ) ** Kalpleri üzerine, onu anlamamaları için kabuklar geçiririz, kulaklarına da bir ağırlık koyarız. Rabbini yalnız Kur"an"da andığın zaman/Kur"an"da yalnız O"nu andığın zaman, nefretle geriye dönüp kaçarlar.( Isra 46 ) ( Aynen sizin yaptiginiz gibi Yanliz KURAN YETMEZ diyerek ) :O) ** (30) Resul de şöyle der: "Ey Rabbim, benim toplumum, bu Kur"an"ı terk edilmiş/dışlanmış halde tuttular." ( FURKAN ) ** (1) Tâ, Sîn. İşte bunlar Kur"an"ın ve açık-seçik beyanda bulunan Kitap"ın ayetleridir. ( NEML ) ** (92) "Ve Kur"an okumakla emrolundum. Artık kim yola gelirse kendi nefsi için gelir. Sapmışa gelince, böylesine de ki: "Ben uyarıcılardan biriyim. Hepsi bu!" ( NEML ) ** (85) Bu Kur"an"ı sana farz kılan, elbette ki seni vaat edilen yere/belirlenen sona götürecektir. De ki: "Hidayeti getireni de açık bir sapıklık içinde olanı da en iyi Rabbin bilir." ( KASSAS ) Ve Bizler KURAN diyenler: KURAN dedigimiz Icin Rabbimiz bizi Cehennemine koyacaksa: VARSIN BÜTÜN CEHENNEMLER BIZIM OLSUN !.. |
|
|||
![]() Hep söy*le*dik ve söy*le*me*ye de*vam edi*yo*ruz: Din*dar Al*lah""ın rah*me*ti, dinci ise Al*lah""ın mu*si*be*ti*dir.
Din*ci, din*da*rın kıy*me*ti*ni bil*me*yen*le*re, Al*lah""ın mu*sal*lat et*ti*ği bir be*la*dır. Top*lu*mu*mu*zun te*mel sı*kın*tı*la*rın*dan bi*ri iş*te bu din*dar-din*ci ay*rı*mında ki*lit*len*miş bu*lu*nu*yor. Bu ül*ke*yi yö*ne*ten*ler, yıl*lar ve yıl*lar, dindar üre*t*me*di*ler; ken*di eme*ği ve gay*re*tiy*le dindar ola*bi*len*le*rin de kıy*me*ti*ni bil*me*di*ler. On*la*rın bu aymazlığı, in*san sö*mür*me*yi ve Allah ile aldatmayı (deyim Kur""an""ındır) en ve*rim*li mes*lek haline getirenler ta*ra*fın*dan fark e*dil*di ve ala*bil*di*ği*ne boş ka*lan mey*da*na kor*kunç bir din*ci*lik sa*na*yii ku*ruldu. Din*ci*lik (veya siyaset dinciliği); di*ni, çı*kar, koltuk, baskı, egemenlik ara*cı ya*pan bir sa*na*yi ko*lu*dur. İşin esası bakımından ne dini vardır ne de imanı. Onun dini-imanı, Tanrısı, ibadeti hep çıkarı ve hesabıdır. Dincilik, ta*ri*hin en ve*rim*li ama en za*lim iş kol*la*rın*dan bi*ri*dir. Dinci ise bu sa*na*yi ko*lu*nu mes*lek edin*miş ola*nların adı-un*va*nı*dır. Şimdi bu sa*na*yi kolu, tüm dünyanın nefesini kesiyor, uykularını kaçırıyor; o arada ül*ke*mi*zin de gırt*la*ğı*nı sı*kı*yor. Ne yazık ki, tek kutuplu dünyanın süper zalimleri, sömürülerine destekçi sağlamak için, bu dinci sektörün her türüyle işbirliği içine giriyorlar. Özellikle, kendilerine "İslam dünyası" diyen aldatılmış kitlelerin aymazlarıyla... Ne*dir dindar ve ne*dir din*ci? Ana hat*la*rıy*la görelim: Din*dar, her şey*den ön*ce, di*ni Al*lah""a var*ma*nın, O""nun hoş*nut*lu*ğu*nu ka*zan*ma*nın, da*ha iyi ve da*ha yet*kin in*san ol*ma*nın yo*lu ve ku*ru*mu bi*len ve bu an*la*yış*la ya*şa*ma*ya ça*lı*şan insan*dır. Bu*nun için*dir ki, din*da*rın te*mel me*se*le*si da*ha iyi*ye ve da*ha gü*ze*le ulaş*mak*tır. Dindar, bu inanç ve an*la*yış*la sü*rek*li iyi*lik ve ha*yır üre*tir. Din ona "İn*sa*na hiz*met Al*lah""a hiz*met*tir" de*di*ği için o hep baş*ka*la*rı*na bir* şey*ler ve*re*bil*me*nin gay*re*ti için*de olur. Bu ruh ha*li, dindarı, şer*de pa*sif kal*mak*la ye*tin*me*nin öte*si*ne ge*çi*rir ve din*dar, sü*rek*li bir bi*çim*de ha*yır*da faal ol*ma*nın yol*la*rı*nı arar. Bir tür va*ro*luş se*be*bi olan bu "ha*yır*da faaliyet", dinda*rı top*lum için "Al*lah""ın rah*me*ti" du*ru*mu*na ge*ti*ren te*mel un*sur*dur. Din*dar, ken*di*si*nin iyi ve ra*hat ol*ma*sıy*la işi*nin bit*ti*ği*ni ka*bul et*mez; baş*ka*la*rı*nın da iyi ve mut*lu olup ol*ma*dı*ğı*nı sü*rek*li göz*ler. Bu yaklaşım, din*da*rı, "Ken*din için se*vip is*te*di*ği*ni, baş*ka*la*rı için de se*vip is*te*me*dik*çe mü*min ola*maz*sın" nok*ta*sı*na ge*ti*rir. Bu*nun için*dir ki din*dar, hiç şaş*ma*dan ve ak*sat*ma*dan dü*rüst olur. İki*yüz*lü*lük, dinda*rın ha*ya*tı*na as*la gi*re*mez. Çün*kü iki*yüz*lü*lük sa*de*ce ima*nı şir*ke bu*laş*tır*mak*la kal*maz, dün*ya*yı da ber*bat eder. Din*ci*nin ha*ya*tın*da ise "İyi ve gü*zel şey*le*ri sa*de*ce ken*din için is*te, baş*ka*la*rı*nın bun*la*ra sa*hip ol*ma*sı*nı ön*le!" il*ke*si yü*rür*lük*te*dir. Din*ci, baş*ka*la*rı*nın mut*lu ol*ma*sın*dan, cen*ne*te gir*me*ye mü*sa*it ha*le gel*me*sin*den akıl al*maz bi*çim*de ra*hat*sız olur. Din*ci* için en bü*yük sı*kın*tı, dinda*rın var*lı*ğı*dır. Çün*kü dindar, baş*ka*la*rı*nın mut*lu ol*ma*sı*nı, cen*ne*te git*me*si*ni se*vinç*le kar*şı*la*ma*nın da di*nin ge*re*ği ol*du*ğu*nu söy*le*mek*te*dir. Bu söy*lem, din*ci*yi çok öfkelendirir. Din*dar, iş*te bu se*bep*ler yü*zün*den*dir ki, din*ci ta*ra*fın*dan "ta*viz*ci, sos*ye*te*nin kur*ta*rı*cı*sı, günahkârların pa*pa*zı, bur*ju*va*zi*nin din fi*lo*zo*fu, mo*der*nist*le*rin gü*nah çı*ka*rı*cı*sı..." gi*bi sı*fat*lar*la it*ham edi*lir. İtham ve iftira dincinin temel ibadeti, varoluş nedenidir. İftira ve itham, dincinin hayatında kazandığı haysiyetsizlik düşüşünü başka hiçbir zihniyette kazanamaz. Çünkü dinci, itham ve iftirayı "fî sebîlillah" (Allah yolunda) yaptığını söyleyerek, alçaklığı akıl almaz bir iblislikle taçlandırır. Suç ve günah, en büyük günahkârlarda bile işleyene boyun büktürür, gözyaşı döktürür. Ama dincide suç ve günah bir ibadet şevkiyle işlendiği için dinci tip suç ve günah işledikçe yüceldiğini sanan sadist bir psikoloji sergiler. Dinci, Allah""ın tüm yasakladıklarını "fî sebîlillah" damgası vurarak işlemenin şeytanî sanatını en iyi bilen tipik bir firavundur. Din*dar için din, da*ha çok so*rum*lu ol*ma*nın, da*ha çok pay*laş*ma*nın, da*ha çok fedakârlığın yoludur. Dinci için ise din, baş*ka*la*rın*dan da*ha çok al*ma*nın, baş*ka*la*rı*nı da*ha ra*hat it*ham et*me*nin do*ku*nul*maz ve eleş*ti*ril*mez ku*ru*mu*dur. Bu yüz*den*dir ki, din*ci*nin elinde din bir ıs*tı*rap ve ka*hır ku*ru*mu*na dö*nü*şür ve in*san hak*la*rı*nı çiğnemenin kut*sal ara*cı ya*pı*lır. Din*da*rın di*ni "in*san için" bir din*dir. Ay*nen Kur""an""ın gös*ter*di*ği gi*bi... Din*ci için ise din "in*sa*na rağ*men" bir din*dir. Ay*nen dinci hezeyan kitaplarının da*yat*tık*la*rı gi*bi... Din*da*rı rü*ya*da gör*mek uğur ve be*re*ket*le yo*rum*la*nır, din*ci*yi gör*mek*se uğur*suz*luk ve fe*la*ket*le. Din*le-di*ya*net*le il*gi*si ol*ma*yan in*san*lar bi*le ma*hal*lelerinde, apart*ma*nlarında bir ve*ya bir*kaç din*da*rın ol*ma*sın*dan hu*zur du*yar. Bi*lirler ki, ba*şları*na bir dert gel*se, dindar hiç*bir ka*yıt ve şart ara*ma*dan onların ya*nın*da ola*cak*tır. Çünkü dindar rahmet adamdır. Din*ci*ye ge*lin*ce, en dindar in*san*lar bi*le ma*hal*le ve*ya apart*ma*nların*da bir din*ci*nin ol*ma*sı*nı is*te*mezler. Çün*kü bi*lirler ki, din*ci, bir şe*kilde fe*sat üre*te*cek, or*ta*lı*ğı ka*rış*tı*rıp in*san*la*rı ra*hat*sız ede*cek*tir. Gıy*bet et*mek, Al*lah""ın kul*la*rı*na suç ve ayıp bul*mak, en kü*çük bir kız*gın*lık anında on*la*rı ce*hen*ne*me gön*der*mek din*ci*nin âde*ta alâmeti fa*ri*ka*sı*dır. Din*ci, fe*sad-ı âlem (dünyada bozgun çıkarmak) ve if*sad-ı di*n (dini yozlaştırmak) kötülüğü yayan bir mu*si*bet*tir. Ze*hir*li bir di*ken gi*bi, sü*rek*li bi*ri*le*ri*nin aya*ğı*na ba*tar. Bir di*ken*dir ki dinci, aya*ğı*nı*za bat*ma*sı için üs*tü*ne bas*ma*nız ge*rek*mez; o bir şe*kil*de ge*lip si*zin aya*ğı*nı*zı bu*lur. Kı*sa*ca*sı, din*dar, Al*lah için iş ya*pıp de*ğer üre*ten rah*met in*san*dır; din*ci ise Al*lah ye*ri*ne iş yap*ma*ya kal*kan bir şer gücüdür. Din*dar tüm can*lı*lar için bir rah*met, din*ci ise tüm can*lı*lar için bir zah*met*tir. Din*dar, "ya*ra*tı*lan*la*rı Ya*ra*tan""dan ötü*rü" se*ver; din*ci ise ya*ra*tı*lan*la*rı Ya*ra*tan""dan nef*ret et*tir*mek üze*re ra*hat*sız eder. İs*lam""ın vic*dan adam*la*rın*dan bi*ri olan Mu*ham*med İk*bal, dinci*den söz eder*ken onun sa*de*ce dün*ya*yı de*ğil, ce*hen*ne*mi bi*le ber*bat ede*bi*le*cek bir ya*ra*tık ol*du*ğu*na dik*kat çe*ker... Din*dar için aydınlığın ve hak*kın kay*na*ğı Kur""an""dır. Din*ci ise hida*yet ve hak*kın kay*na*ğı ola*rak ken*di*ni ve ken*di*si gi*bi dü*şü*nen*le*ri gö*rür. Bu yüz*den*dir ki, din*ci*nin en çok ra*hat*sız ol*du*ğu şey Kur""an""a yol*la*ma ya*pıl*ma*sı*dır. Din*ci, ya*pay kut*sal ki*tap*lar (zü*bür) oluş*tu*rup bun*la*rı Kur""an""ın ye*ri*ne ge*çi*re*rek di*ni par*ça*la*ra bö*ler. (bk. Kur""an, Müminûn Su*re*si, 53) Din*dar için tar*tı*şıl*maz ki*tap tek*tir ve Kur""an""dır; din*ci içinse, tartışılmaz kitap, ilahlaştırdığı şeyhlerinin, efendilerinin hurafe dolu kitaplarıdır. Din*dar için tar*tı*şıl*maz ki*şi de tek*tir ve Hz. Pey*gam*ber""dir. Din*ci ise men*fa*at*le*ri*ne uyan ki*şi sa*yı*sın*ca tar*tı*şıl*maz insan ka*bul eder. Din*dar, düş*man*la*rı*nın bi*le ken*di*sin*den emin ol*du*ğu ki*şi*dir. Çünkü o, rah*met in*san*dır. O bi*lir ve ina*nır ki, bağ*lı*sı bu*lun*du*ğu Hz. Mu*ham*med hem âlem*le*re rah*met*tir, hem de Emin (gü*ve*ni*lir ki*şi) un*va*nı*na sa*hip*tir. Din*dar, mu*az*zez Pey*gam*be*ri*nin bu ni*te*lik*le*ri*ne göl*ge dü*şü*re*cek ta*vır*lar*dan uzak dur*ma*yı ha*ya*tı*nın en önem*li işi bi*lir. Din*ci*ye ge*lin*ce o, dost*la*rı*nın bi*le gü*ve*ne*me*di*ği bir namerttir. Namertlik, dincinin temel huyları arasındadır. Dindar*da*ki ah*de ve*fa ah*la*kın*dan din*ci*de eser bu*la*maz*sı*nız. Onun ve*fa*sı bir tek şe*ye*dir: Çı*ka*rı... Din*ci, çı*ka*rı*na ters dü*şen hiç*bir şe*ye ve hiç*bir ki*şi*ye ve*fa gös*ter*mez. Bu*nun için*dir ki, din*ci*yi dost edin*mek, kob*ra yı*la*nı ile ya*ta*ğa gir*me*ye ben*zer. Ah*de ve*fa, di*nin ve din*dar*lı*ğın omur*ga de*ğer*le*rin*den bi*ri*dir. Ve dinci*nin yok*sun ol*du*ğu şey*le*rin ba*şın*da da ah*de ve*fa gel*mek*te*dir... Bu tes*pi*tin bir uzan*tı*sı ola*rak, din*dar kıy*met bi*lir, şük*ran bi*lir in*san*dır. Din*ci ise nan*kör*dür. Ye*di*ği ek*mek di*zi*nin üs*tün*de*dir, aya*ğa kal*kın*ca dü*şer. Din*ci nan*kör*lü*ğün en be*lir*gin te*cel*li alan*la*rın*dan bi*ri de ya*şa*dı*ğı ül*ke*ye nan*kör*lük*tür. Din*ci*nin iba*det ha*li*ne ge*tir*di*ği dav*ra*nış*lar*dan bi*ri de ken*di ül*ke*si*ne sö*vüp say*mak, ken*di ül*ke*siy*le kav*ga*lı olan*lar*la dost*luk kur*mak*tır. Bu dost*lu*ğun, di*ne-ima*na sö*ven*ler*le bi*le ku*rul*du*ğu*nu gö*rür*sü*nüz. Çün*kü dinci için din-iman, onun he*sa*bı*na ya*ra*dı*ğı sü*re*ce de*ğer ta*şır... Dinci, kim*li*ği*ni ta*şı*dı*ğı, ço*cuk*la*rı*na ya*şa*ma ala*nı ola*rak bı*ra*ka*ca*ğı ül*ke*ye ha*ka*ret et*mek*ten, ona prob*lem çı*kar*mak*tan as*la çe*kin*mez. Din*ci*nin alâmeti fa*ri*ka*la*rın*dan bi*ri de sü*rek*li bir bi*çim*de baş*ka*la*rı*nın di*ni-ima*nı hak*kın*da hü*küm ver*mek*tir. Dinci hiç dur*ma*dan in*san*la*rın di*ni-ima*nı, cen*ne*ti-ce*hen*ne*mi hak*kın*da fet*va çı*ka*rır. Din*ci, Al*lah""ın kul*la*rı ile uğ*raş*tı*ğı*nın on*da bi*ri ka*dar Al*lah""a kul ol*mak için uğ*raş*say*dı dün*ya cen*ne*te dö*ner*di... Da*ha çok şey söy*le*ne*bi*lir ama bu ka*dar*la ye*ti*ni*yo*ruz. Ve di*yo*ruz ki: Tür*ki*ye, din*da*rın rah*me*ti*ni yay*gın*laş*tır*mak, din*ci*nin de zah*me*ti*ni engellemek zorundadır. Rahmeti ta*nı*ma*ya ve zah*met*ten uzak kal*ma*ya ni*ye*ti olan*la*rın yo*lu "Kur""an""da*ki İs*lam"a çı*ka*cak*tır. Bu*nu ne ka*dar er*ken an*lar*sak o ka*dar er*ken kurtuluruz. Prof Yasar Nuri ÖZTÜRK |
|
|||
![]() Tarih boyunca tevhide musallat çok değişik teslis türleri üremiş veya üretilmiştir. Son zamanların en tahripkâr ve en ibret verici teslisi AKP-ABD-AB üçlüsünün oluşturduğudur.
AKP-ABD-AB teslisi, tevhidi boğma ihtirasının en çarpıcı ve şaşırtıcı örneklerinden birine vücut veriyor. Bu teslis, belki de tarihte ilk kez, Hilal’ın Haç’a, tevhidin teslise boyun büküşünün bir meziyet ve hizmet olarak Müslüman kitlelerin önüne çıkarıldığı sürecin ifadesidir. Bu öylesine yıkıcı ve öylesine damardan giren bir teslis olmuştur ki, sadece siyasal birliktelikle yetinmemiş, İslam’ın en dinsel verilerini araç yaparak Müslüman dindarların ruhlarına, beyinlerine, vicdanlarına girmeye kalkmıştır.Ve ne yazık ki büyük ölçüde de başarılı olmuştur. Dinciliğiyle öne çıkmış büyük basın organlarında ünlü dergilere şu sloganın kapak olduğunu görebildik: “İsa gelecek, insanlığı kurtaracak. İnsanlık onu bekliyor.” Peki, Muhammed ne oldu, ne olacak? Hani ‘en son’ o gelmişti, hani son ışık ve son kurtarıcı o idi? Müslüman coğrafyalarda ilk kez rastlanan bu Haçlı meddahlığı, andığımız AKP-ABD-AB teslisinin yaman bir ürünüdür. Bu havadan ilham alan başka ürünler de var. Son teslisin birinci unsuru AKP’nin dümen suyunda siyaset (veya şeytanet) üreten çevrelerin eşraf takımınca yapılan ‘önemli’ bir toplantıda, AB’ye teslimiyeti eleştirmeye kalkan birine, oradaki hıyanet ve alçaklık eşrafından birince şu ‘muknî ve susturucu’ cevap verilmiştir: “Biz bu teslimiyeti boşuna tercih etmedik. Ankara’nın şerrinden Brüksel’in şefaatine sığındık.” Ankara dedikleri, Atatürk Cumhuriyeti ve onun değerleri...O değerlerin sonucu olan nimetleri tepe tepe sömürürken hiç utanıp arlanmadan o değerlerin mimarına küfretmeyi sürdürüyorlar. Kur’an’daki küfrün esas anlamlarından biri de nankörlük olduğuna göre bu alçaklığın temsilcileri kelimenin en ileri mânâsıyla kâfir değil de nedir? Bu nankör mantık şunu unutmuş görünüyor: Müslümanların kasalarını-keselerini boşaltıp dünyanın en kirli kara para imparatorluğunu CIA desteğiyle kurarken, Brüksel’in değil, Hz. Muhammed’in şefaati öne çıkarılmıştı. Yılar ve yıllar... Şimdi ne oldu? Şimdi, Bush ve ekibi dünya egemenliğini ellerine aldılar; artık onların şefaatine sığınmak daha garantili, daha verimli bir yol haline geldi. Bu yola girmenin bir tek engeli vardır: Hakka saygılı bir vicdan. O da bu dinci eşraf denen alçaklarda yok. Sığındılar Brüksel’in şefaatine, kaldırıp attılar Muhammed’in şefaatini... Ne ilginç kaderdir ki, yürüyüp giden Haçlı-Hilal savaşında iki taraf da Haçlı çıkarı için çalışıyor. Peki, nasıl iştir bu? Hem Haçlı-Müslüman savaşı diyeceksiniz hem de amacın Haçlı zaferi olduğunu söyleyeceksiniz, böyle bir şey olabilir mi? Ne yazık ki, böyle bir şey oluyor. Ve aynen böyle oluyor. Sebep şu: Hilalin, gerçek anlamda temsili yok. Ortada, gerçek anlamda bir Hilal yok. Hilali paravan yapıp Haç’a hizmet veren kişiler, kadrolar, yönetimler, devletler ve ekipler var. Bu bakımdan şu gerçeğin altını çizmek kaçınılmaz bir vicdan borcudur: Günümüz dünyasında, Siyasal İslam denen ‘İslam’ı kemirici illet’ ile Haçlı çıkarları akıl almaz bir beraberlik kurmuş durumdalar. Hiçbir vicdan, olup bitenlere baktığında şu gerçeği inkâr edemez: Siyasal İslam, Haçlı hesaplar için çalışır hale getirilmiştir veya gelmiştir. Sebepleri tartışabilir, yorumlar getirebilirsiniz. Bizi ilgilendiren, sonuç. Ve sonuç budur. Gücü, parayı, oyu, sloganı, halkı kandırmada kullanılacak tüm unsurları Müslümanlardan alan siyasal İslam, hizmeti Haçlılara veriyor. Hem de kaşınızın üstünde gözünüz var demeden; incinmesinler, gücenmesinler diye büyük özen göstererek. Son ABD seçimlerinin ortaya koyduğu sonucun şu olduğunda dünyanın ittifakı var: Bush, İsa’nın misyonunu hedefine taşıyan ve İsa’dan işaret alarak hareket eden bir Evangelist kurmaydır. Bunun siyaset ve diplomasi diline çevirisi şöyle olur: Bush’un arkasındaki güç, Evangelist köktendinciliğidir. O halde, Bush’un kavgası, bu gücün kavga etmesi beklenen karşı güçtür. O karşı gücün İslam’dır. Evangelismin en büyük düşmanı İslam’dır. Irak yeni bir Vietnam mı? Ne münasebet! Vietnam’da köktendincilik savaşı yoktu. Oysaki Irak’taki savaş, Haçlı köktendinciliğinin İslam’a karşı savaşıdır. Petrol, ikinci sırada bir beklenti... Irak’ta bebelere, dedelere, ninelere, mâbetlere, kütüphanelere, Ramazan günü, Kadir Gecesi demeden kan ve kahır kusan öfkenin arkasında Evangelist köktendincilik var. Ateş yağmurundan yaralı olarak kaçıp son çare halinde İslam’ın mâbedine sığınan Iraklının kafasına keyifle kurşun sıkan Haçlı Coni’nin hıncı bir ‘kutsal hınç’ olmasaydı dünya böyle bir fotoğrafı seyretmek zorunda kalır mıydı? Yıllar ve yıllar, “Egemenlik Allah’ındır; laik TC ise egemenlik milletindir diyerek Allah’ın hâkimiyetine karşı çıkmış, kâfir olmuştur!” diye fetva basan, şimdilerde ise Beyaz Saray’ı ‘yüce ruhların mekânı’, AB’ye üyeliği de İslam’ın ve Müslümanların kurtuluşu olarak gören İslamcılık adlı İslamdışılık, şimdi şu soruya neden cevap vermez: “Hâkimiyet Allah’ın mı, Brüksel’in mi, Beyaz Saray’ın mı?” Cevap veremez. En iyi yol, susmak. O da öyle yapıyor. İşte bir acaiplik daha: Fransız Devlet Başkanı Jaques Chirac, Müslüman Türkiye’yi de kastederek “Hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız!” dedi. Ben şahsen Bizans’ın çocuğu değilim. Ama bu ülkede, kendini Bizans’ın çocuğu sayanlar ve bundan gurur duyanlar olduğunu biliyorum. Analarının önemli bir bölümü aslen Hıristiyan olan Osmanlı yöneticilerinin Bizanslı olduğunu öne sürüp bundan bazı sonuçlar çıkarmak isteyenlerin bulunduğunu da biliyorum. Ama ben, Bizanslı değilim... ‘Allah’ın hâkimiyeti’ diye yıllarca tepindikten sonra tüm hâkimiyetin Beyaz Saray’a veya Brüksel’e teslim edilmesini kurtuluş bilen siyasal İslamcıların Bizans çocuğu olup olmadıklarını tartışanlar da var. Chirac, belki de bu noktaya parmak basmak istiyor. Bu noktaları tartışanlar, varsın tartışsın! Biz şu soruyu sormak istiyoruz: Din-iman naralarıyla söylenen yalanların arkasına takılıp kendini de ülkeyi de Müslümanları da rezil-perişan eden ‘Allah ile aldatılmış kitle’, hâkimiyetin, siyasal İslam tarafından Beyaz Saray ve AB’ye devredilişinin arka planını hiç merak etmiyor mu? Fark ediyorsa gereğini neden yapmıyor? Yoksa, çıkarlara araç yapılan Allah’ın gazabı bu kitleye hak olmuştur da biz mi farkında değiliz? |
|
|||
![]() “Komünizm geliyor” yaygarasıyla Türkiye’yi ürkütüp yarattığı Yeşil Kuşak İslamı ile bizi Demir Perde’ye karşı bedava şövalye olarak kullanan Haçlı Batı, şimdi aynı şeyi ‘Ilımlı İslam’ slogan ve projesiyle yapıyor. Tek fark, Türkiye’nin bu kez, gayri Müslimlere karşı değil, doğrudan doğruya İslam âlemine karşı kullanılmasıdır.
Yeşil Kuşak oyunundan çok daha zor bir iştir bu. Çünkü Müslümanı Müslümana karşı kullanmak söz konusudur. Artık “Allahsız komünistler geliyor, Allahsız komünizme karşı dine inananlar birleşmeli...” edebiyatı yeterli olmaz. Kaldı ki o edebiyatın ne kadar namussuz bir emperyalist edebiyat olduğu artık anlaşılmış bulunuyor. Ucuz şövalyeyi cepheye sürmek için belli ki yine ‘İslam’ kullanılacak, ama bu sefer İslam’ı İslam’a karşı kullanmak söz konusu olduğundan Haçlı iblisliği de çare bulmakta zorlanıyor. Nasıl yapacaklar bunu? Önce, bir numaralı direnç noktası olabilecek değerleri yıkmak, Türkiye’nin ve Türk insanının omurgasını kırmak lazım. Omurga, Türkiye’yi farklı kılan Kemalist mirastır. Onu işe yaramaz hale sokmak gerekiyor. Onun petrolden daha güçlü olduğu anlaşılmıştır. Petrolün işini bitirdiler ama Kemalist mirasın işini bitiremiyorlar. Çare şöyle bulundu: “Sizi model yapacağız” diyerek Türkiye’yi model olmaktan çıkarmak. İlk iş, Kemalizm’in koruyucusu aydın güçleri bloke etmektir. Bu bloke edişin iki ayağı var: Birincisi, dinci ekipleri güçlendirmek, ikincisi, kilit noktalara oturtulan bazı teneke adamların morfinli salon nutuklarıyla Atatürkçü güçleri uyutmak. Ve tam bu sırada ‘Ilımlı İslam’ denen hıyanet ve fesat projesini işletmek. Neden bu ülke sormuyor bu ılımlı İslam hıyanetinin fesat kodamanlarına: “Bizi İslam dünyasına model yapacaksanız bu modelin kaynağı olan mirasın yaratıcısına neden savaş açmış durumdasınız? Neden Atatürk’ten ve laiklikten vazgeçin diye avazınız çıktığı kadar bağırıyorsunuz?” İngiliz yazar Andrew Mango oyunun belini kıran şu sözleri söylüyor: “İslam coğrafyasındaki ülkeler tabii ki laik ve demokratik Türkiye’den ders alabilirler. Ama bugünkü Türkiye yerine 1930’ların Türkiyesine bakarlarsa ve o Türkiye’nin bu hale nasıl geldiğini incelerlerse. Bunu yaparlarsa kendilerini düzeltecek daha birçok şey öğrenebilirler.” Niçin sevmezler Atatürk’ü? Kişiliği, dehası, dirayeti ve milletine imanı, aşkı vardı da ondan. Sevmeleri için bu değerlerden birini veya birkaçını yitirmiş olmanız şart. Aksi halde sizi adam yerine koymazlar. İşlerine gelmezsiniz. Atatürk’ü niçin sevmediklerini anlamanıza yardımcı olsun diye bir olayı anımsayalım: Yıl 1932. Birleşmiş Milletler’in nüvesi veya ilk şekli olan Milletler Cemiyeti (veya Cemiyeti Akvam) kurulmaktadır. Dünyanın bu en büyük uluslar topluluğuna katılmamız için Atatürk’e çevresi telkinde bulunuyor. Cevabı şu oluyor Atatürk’ün: “Başvurmayı düşünmüyoruz, ama davet ederlerse katılırız.” Ve topluluk, başvurma koşulunu Türkiye’yi davet için iptal ederek 43 üyenin oybirliğiyle Türkiye’yi katılıma davet kararı aldı. Ve Türkiye, işte bu davet üzerine o topluluğa katıldı. Atatürk Türkiye’sinde o idik; bugün AB önünde ne olduğumuz belli. Oradan buraya nasıl gelindiğini anlamak için Atatürk’ün şu sözü bize yardımcı oluyor: “Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvela biz, kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün iş ve hareketlerimizle göstermeliyiz!” Haçlı Batı, Cumhuriyet Türkiyesi’ni küllerden yaratan Mustafa Kemal’i sevebilir mi? Türk halkının onun mirasını değerlendirmesine seyirci kalır mı? Sen gel de bunu anlat dincilikle kafayı yemişlere! Atatürk’ün içtiği rakıların kadeh çetelesini tutan ahmak zihniyet, bu abur-cuburla uğraşırken, canına okumak isteyen Haçlıların nelerimizi alıp götürdüklerinin hesabını asla yapmıyor, yapamıyor. Atatürk’e kinle beslenen sadizmi bu hesabı yapmasına engel oluyor. Adamların beyinleri ışık ve dirayet düşmanlığına uyarlanmış. Gerisi yok! Hep söyledim, hep söyleyeceğim: Haçlılar; Atatürk’ün yıkılması için Kâbe’nin yıkılmasını şart koşsalar, İslam dünyasında, bu namussuz şartı rahatlıkla ve zevkle kabul edecek alçaklar bulabilirler. Ve bunların sayısı az değildir. Haçlı kodamanlar, bu eşsiz alçaklığın kokusunu çoktan almışlardır. ABD’si, AB’si onun için bastırıyor. Orada-burada birtakım fesat başlarını besleyip elde hazır tutuyorlar. Yeni bir İran yaratabilmenin hesabı içindeler. Ancak, Atatürk mirasının güçlü kalesi Türk ordusunu ‘istedikleri kıvam’a getirme işini tamamlamak zorundalar. Yoksa yeniden hayal kırıklığı yaşarlar. Demek olur ki, Damat Ferit ekipleriyle mütareke edebiyatına bir süre daha ihtiyaçları var!.. |
|
|||
![]() Feminizim, kadının kurtuluşunu ve özgürleşmesini amaçlayan bir hareketi olarak açıklanıyor. Bu noktada ya da bu açıklama etrafında çeşitli soruların sorulması kaçınılmaz. Gerçekten kadın kurtulması gereken bir durumda mıdır ya da kadın özgür değil midir? Kadının özgürlüklerini kim ve (ve ya ) ne kısıtlar? Bu soruların cevabını tarih verebilir kanısındayım. İngiliz feministlerinin yaptıkları sözcük oyunu; "erkeklerin tarihi" ("History is his story") aslında cevap niteliğindedir, büsbütün.
Çok eskilerde kadın ve erkek arasındaki biyolojik fark çok önemliydi, çünkü kadın hayatının çoğunluğunu ya hamile ya da çocuk emzirerek geçiriyordu. (Doğum kontrolu ve ana sütünün dışında başka gıdalar yoktu.) Bu yüzden kadınların çalışma alanları, evleri ve eve çok yakın arazilerle kısıtlanıyordu. Çabukluk ve kas gücüne dayanan işler ise erkekler tarafından yapılıyordu. "İlk işbölümü", kadın ve erkek arasında böyle gelişti. Tarım toplumuna geçildiğinde, kadının üretimdeki rolü oldukça önem kazandı. Erkek avcılıkla uğraşırken, kadın tarlada çalışyor, tarım aletleri icat edebiliyordu. Bu çagda kadın, erkek hegamanyasında değildi büsbütün.Ama erkeklerin, avcılıktan hayvancılığa geçmesiyle, çoğaltabilecekleri "ilk mülkiyet" oluştu. Bu oluşumda ataerkil kavramını ve baskıcı, kısıtlayıcı erkek hegamonyasını ortaya çıkardı. Orta çağda , insanlar bağımsız üretim birimleri içinde yaşıyorlardı. Yani bu oluşumda toplum, tüm ihtiyaçlarını kendi içinde karşılamaya çalışıyordu. Bir bakıma işbölümün genişlediği bir birlitelik; baziları yalnızca dericilik, bazıları yalnızca demircilik, vb yapıyorlardı. Bu çağda, ev kadını sözcüğü bugünkü anlamıyla pek örtüşmüyordu. Kadın pazarda takas edeceği ürünlerin yapımı ve ya üretimi için çalışırdı .Bu aile geçiminde önemli bir yer tutuyordu. Ayrıca, kadın işi, erkek işi ayrımı pek olmadığı için, kadının toplum ihtiyaçlarının karşılanmasında önemli bir yere sahipti. Kadın toprakta erkekler kadar ağır işlerde çalışıyor, ev-atölyesinde kocasıyla çalışıyordu. Bu nedenler dolayı da kadınlar söz hakkına, pazarlık gücüne sahiptiler. Buna karşın burjuva ve soylu kadınlar erkek egemenliğine daha fazla boyun eymek zorundaydı. Bu zorunluluk, bu sınıftaki kadınların üretim gücü ve değeri olmamasına ve bundan dolayıda erkeklere bağımlı kalmalarına bağlanabilir. Burjuva kadınlarının toprak sahibi olmalarıda, mülkiyetin bölüneceği düşüncesinden ötürü pek mümkün değildi. Eskiden atölyede ve toprakta yan yana çalışan kadın ve erkek arasındaki ilişkiler, ev-atölyelerinin seri üretim yapan manüfaktörlerin karşında durumamasıyla büyük değişimlere uğradı. (Buharlı makinelerin bulunmasıyla manüfaktörler yerlerini fabrikalara bırakacaktı.) Artık erkeklerin işyerleri manüfaktörler ve daha sonra da fabrikalar oldu. Bu sürecin doğal bir sonucu olarakta, kadınlar bazı mesleklerden dışlandılar. (Ev-atölyelerinin kapanmasından dolayı.) Maddi durumu iyi olan kadınlar evde oturmaya, üretimden uzaklaştıkları içinde bağımsızlıklarını, özgürlüklerini yitirmeye başladılar. Maddi durumu iyi olmayan kadınlar ise, toplumda küçük görülen ve aşağılanan yeni meslekler ürettiler: hizmetçilik, sekreterlik, fahişelik (hayat kadını) vb. Fakat resmi tarih bunları meslek olarak kabul etmemiştir. (Tabi bunu yaparken, oluşumunu da görmemezlikten gelmiştir.) Bunun yanında, evişlerini gören, çocuğunu yetiştiren ve kocasının bakımını üstlenen "ev kadını" tipini idealize etmiştir. Yani kadının bağımlılığı övülmüştür. Kapitalizmin, insanların kendi yaşamlarını sürdürecek kadardan fazlasının üretilmesiyle ortaya çıkşmıştır demek çokda yanlış olmaz. Kapitalizm öncesi insanlar kendi ihtiyaçları kadar üretiyorlardı. Özel mülkiyet kavramı henüz olumamıştı. O zaman kulnanılan her alet herkes tarafından yapılabilinecek kadar basitti. Toprağı işlemeyi öğrenen insan, rastlantısal beslenmeden düzenli üretime geçti. İhtiyaç üzerinde ne kadar üretim yapılırsa o kadar çok değiş-tokuş imkanı ortaya çıkıyordu. Bu gelişmiş bir işbölümünü ortaya çıkarıyordu ama herkes aynı zamanda herşeyi üretebilecek konumdaydı. Paranın ortaya çıkışı ile birlikte, değiş-tokuş yerini ticarete bıraktı. Ticaret yapan birşey üretmeden, üretildiği yerde alıp, ihtiyaç olan yere ürünleri taşıyıp satarak kar elde etmeye başladı. Bu karda daha fazla mülkiyet edinebilmenin yolunu açtı. Tüccar ticaretten elde edilen bu karla başka insanları kendi için çalıştırmaya başladı. Makinelerin bulunmasından önce, en ilkel anlamıyla kapitalizm tarihteki yerini böyle aldı.Daha sonra kendini manüfaktörlerde gösterdi. Mülkiyet iyice belirginleşiyordu. Buharlı makinelerin bulunması ve bunun üretim alanına girmesi bu dengeleri büsbütün bozdu. Küçük işletmeler, rekabete dayanamayıp ya iflas ettiler ya da şubeleşip "ücretli" çalışan oldular. Bu dengesizlik farklı ve uzlaşmaz çıkarlara sahip iki sınıf oluşturdu: makinalara sahip olanlar (kapitalistler) ve ücret karşılığı çalışmak zorunda kalan insanlar (proleterya). Bir tarafta daha çok kar elde etmek isteyen kapitalistler, diğer yanda ise rahat ve en önemlisi kendi yaşamını kendi belirlemek isteyen ücretliler. Kapitalizmde en büyük haksızlık, üretenlerin neyin ve nasıl üretileceği konusunda söz sahibi olamayışlarıdır. Kapitalizm başlangıçta, daha çok kazanmak daha çok çalıştırıyor ve bunun sonucu olarakda işgücündeki çabuk yıpranmalara yol açiyordu: işçiler ya hastalanıyor ya sakatlanıyor ya da erken ölüyorlardı. Bu kötü koşulları değiştirmek isteyen işçiler ve oluşturdukları hareketler şiddetle karşılaşıyorlar ve bu yolla baskı altında tutulmaya çalışılıyordu. Deneyimli işçilerin üretimi artırdığı farkedilince, bu politakalarda değiştirilmeye başladı. İşverenler, işçilerin emekli oluncaya kadar sağlıklı tutmanın daha çok çıkarlarına yaradığını farkettiler. Kadının sorumlulukları arasına kapitalizmin vazgeçilemez kar unsuru olan işgücüne bakma sorumluluğunu yerleştirerek bu politikayı hayat geçiriyordu. Yani kapitalizm, en değerli kar (ya da kazanç) sağlayan işgücü realitesini korumanın en ucuz yolunu; aile mekanizması içinde erkek ve kadının konumlarını belirleyerek çözüyordu. Bunu sadece bedensel ihtiyaçların karşılanması için yemek yaparak, evi temizleyerek vb değil aynı zamanda kocasının ruhsal durumunu dengeleyerek, işne teşvik ederek, çalışma sırasında karşılaştığı sorunları gidermeye çalışarakda yapar. Kadın bu " görevini" yaparsa erkek işe dinçleşmiş olarak gidecek ve üretim gücü daha yüksek olacaktır. Ancak kadının bu emeği hiçbir toplu sözleşmede göz önünde bulundurulmaz, bir bakıma bu emek çok değerli ve bedavadır. Eğer kadının yaptığı işler için kamu sektörünce sağlanmaya çalışılsa; yemek için lokantaya, kirlileri için temizlikçiye,ev işleri için hizmetçiye, başvurulsa, bu çok pahalıya gelecektir. Ev kadını her zaman yedek işgücü, "gönüllü işgücü", demektir. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde eğitim,sağlık ve kamu hizmetlerinde yapılan kısıntılardan doğan aksaklıkların giderilmesi, boşlukların doldurulması kadınlardan beklenir. Savaş zamanlarında ise yedek güç artık asıl güç olur. Savaştan önce kadının yapamıyacağı öne sürülen işler artık kadınlar tarafından yapılır. Çalışma hayatında ise kadınlar aşağılanmaya çalışılır, genelde tek başlarına yetecek kadar ücret alamazlar. Çok uzun yıllar (ve belki biryerlerde halen) eşit işe farklı ücret politikası uygulanmıştır. Böylece kadınlara evlilik "yaşam sigortası" olarak sunulmuş ve benimsetilmeye çalışılmıştır. Bu politika aynı zamanda evine bağlı, "bağımlı " kadın imajını öven ve "dinçleşmiş iş gücü politikasının" devamlılığını koruyan bir içeriğe sahiptir. Yaşamını işine göre değilde, evliliğe göre kuran kadın doğal olarak bir gelecek olarak görmediği işyeri problemlerine de uzaktır. Çalışan evli kadınlar aynı zamanda evin bütün sorumluluklarınıda üstlenmek zorundadır. Ev işleri, varsa çocuk (ve ya çocukların ) bakımı, kocalarının bakımı hep kadının sorumluluğudur. Çocukları hastalandığında işe gitmemesi beklenen yine kadındır. Tabi kendine de bakmak ve bakımlı olmakda zorundadır. Zaten iş hayatında kadına uygun görülen işler genelde ev içindeki "görevlerinin" devamı niteligindedir. Özellikle hizmet sektöründe kadının yapabileceği iş genellikle garsonluk ve hizmetçiliktir. Bürolarda daktilo yazan, magazalarda satış elemanı olan, çocuk ve hasta bakıcılığı yapan hep kadındır. Bunları yaparken "güzel bir görünüş ve iyi bir yürek" beklenen kadından, aslında onun kadınsı çekiciliğini sunması beklenir. Kadınlardan becerileri yanında, evde "doğal görevi" olarak yaptığı işlerde beklenir: çay ve kahve yapmak, çiçekleri sulamak, çalıştığı yeri temizlemek gibi. Kadınlar sanayide ise paketleme, bantta küçük parçaların montajı ya da atölyede hep aynı parçanın dikilmesi gibi tekdüze işlerde çalıştırılır. Kapitalist sistem ve (ve ya sınıflı toplum) içinde yetişmiş erkekte, kendine biçilmiş misyon gereği kadınların ezilmesinde ya da bu tarihsel sürecin oluşumunda yadsınamayacak kadar önemli bir role sahiptir. Erkeğin gözünde evi, ihtiyaçlarının karşılandığı bakımının yapıldığı yer, bunları gerçekleştiren ise evdeki kadındır. Bu anlayış çok "doğal " kabul edilmiş ve yeni nesillerde bu anlayışla yetiştirilmiştir. (Belki bütün kız çocukları "sen erkek misin!" sözleriyle yaptığı işten dolayı azarlanmıştır.) Genellikle sistem içinde ezilen erkek, kendi hakimiyetinde gördüğü evinde, evde yaşayan karısını ve (ve ya) çocuklarını ezerek psikolojide "yansıtma " denilen savunma mekanizmasını kullanılırlar. (Bu bir defa da kadın uygularsa çocuklarının üzerinde, gelecek sağlıklı nesillerden söz etmemiz mümkün olamıyacaktır.) Böylece kadın hem sistem hem de erkek tarafından ezilmiş olur. (Çocular için kadınıda eklersek baskı mekanizma sayısı üç olacaktır) Kapitalizm kadın gücüne ihtiyaç duyduğunda ise "ücretilerin" isteklerinin hiçte yapılamaz şeyler olmadığını görürüz. 1960"lı yılarda kadın gücüyle ayakta duran tekstil sanayinde çalışanlara birçok sosyal haklar verilmişti:işyeri servisi, okul saatlerine uyacak şekilde çalışma saatleri, özel tatil günleri, alış-veriş yapılabilecekleri seyyar mağazaların fabrika bahçesine getirtilmesi gibi. Ama bunlar işgücü fazlalığı, sanayi krizleri nedenleri ortaya atılarak bu haklar geri alınmıştır. Kapitalizm doğası gereği genelde insana, özelde kadına değer vermez. Hatta bu tarihsel süreç göstermiştir ki kadını olabildiğince ezmeye, onu metalaştırmaya çalışmıştır. Kapitalizmin eleştirisi olarak |
|
|||
![]() George Santayana, " Kendi tarihlerini bilmeyen kuşaklara o tarihleri tekrar etmeye mahkumdur" der. Kadın sorunu, erkek sorunu gibi bu tarihsel gelişimden kolayca görüleceği gibi, kar amaçlayıp, aksine insanı ve onun ihtiyaçlarını önemseyen bir sistemde mümkündür. Russell, böyle bir sistemi şöyle biçimleştirmeye çalışmıştır. "Özel hayat" kavramını tartışmaya açıp, yeni bir "mimari" önermiştir: Tek tek ayrı mutfaklarda milyonlarca kadın aynı işi yapıyor. Bu işgücü müsrifliğini önlemek için, topluca yaşanılan yeni mimari yapılar önerilyor. Bu yapılarda mutfak, çamaşırhane gibi "özel hayat" statüsüne girmeyen yerler ortak kullanıma sunuluyor. Çocukların bakımı belirli bir süreden sonra (üç ay- altı ay) profösenel çocuk bakıcılarına bırakılyor. Yani çocuklar toplumun en önemli unsuru gerçegi ortaya konmuş oluyor. Böylece hem çocuklar sağlıklı yetiştirileceği hem de ebebeyinler bütün zamanlarını çocukla geçirmedikleri için, onları özleyecekleri ve birlikte oldukları zamanı daha ilgili ve sevgi dolu geçirebilecekleri düşünülüyor. İyi bir nufus planlanması ile işsizliği kaldırabilineceğini de savunuyor Russell. Günde dört saat çalışarak, bütün insanlığın aynı belki daha rahat yaşayabileceğini ortaya atmıştır. Gerçekten de rekabete dayalı bu sistemde insan ihtiyaçları tüketilmiyor, tüketilen ihtiyaç oluyor. Aynı zamanda dayanıklı mal üretimi yerine daha çok gelir getirsin diye daha çabuk bozulan mallar üretiliyor. Böylece dört saat çalışan kadın ve erkek kendilerine, eşlerine ve çocuklarına zaman ayırabilecektir. Üretim ve ürünler devlet tekelinde olduğu için kadın erkek, erkeğinde kadın üzerinde baskı kurması mümkün olmayacaktır. Kadın ve erkek her alanda eşit sayıldığından ikiyüzlülük olarak değerlendirilebilecek olan "çifte ahlak" anlayışıda ortadan kalkacağını iddia etmiştir.
Tarihsel süreç kadının kurtulması gereken bir konumda olduğunu hiçbir şüpheye yer bırakmadan gösteriyor. Ama aynı tarihsel süreç, kadınları ezen, baskı altında tutan, özgürlülüklerini kısıtlayan erkeklerinde aynı sistemin farklı dişlileri tarafından ezildiğini gösterir. Erkekler suçsuz değiller tabiki, ama kadınlarda öyle. Erkeklerin bir, kadınların iki, çocukların ise üç kez ezildiği bu sistem asıl suçludur. Kadının kurtuluşu, erkeğin kurtuluşu, çocuğun kurtuluşu, kısacası insanın kurtuluşu, kadın ve erkeğin bir arada omuz omuza verdiği insalığın kurtuluş mücadelesinden geçiyor. Ne erkek kurtulmadan kadın kurtulur, ne de kadın kurtulmadan erkek. Bu sistemden en çok faydalanan erkekler bile tam anlamıyla özgür değillerdir: mutsuz ve çok kazanma, daha çok kazanma hırsıyla varlar yalnızca. Yaşamı elde etmek olarak görüp, mutluğu neden elde edemediklerini bir türlü anlayamayarak, mutluluk taklitleri yaparak yaşıyorlar yalnızca |