| | Mitglied werden | | | Hilfe | | | Login | ||||||||
![]() |
Sie sind hier: Startseite > Vaybee! Forum |
Hilfe | Kalender | Heutige Beiträge | Suchen |
![]() |
|
Themen-Optionen | Thema durchsuchen |
#811
|
||||
|
||||
![]() İlkönce bir notum var; Sormunu cevabını hala anlayamadılar. Ben Namaz vakitleri değil, NAMAZINI NASIL KILINACAĞINI, KAÇ REKAT OLDUĞUNU (mesela sabah, öğle namazları kaç rekat), NAMAZI BOZANLAR NELER?.. Hala cevap bekliyorum...Hep demogoji ve hakaret belden aşağı YAKIŞMIYOR...
Gelelim konumuza; İsra Suresi 15. ayetinde mealen "Biz, Peygamber göndererek bildirmeden önce azap yapıcı değiliz." buyruluyor. Tarihi inceleyecek olursak, insanların, önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde anladı. Fakat ona giden yolu bulamadı. Peygamberleri işitmeyenler, Halıkı, yani yaratıcıyı önce etraflarında aradı. Kendilerine en büyük faydası olan güneşi, yaratıcı sandılar ve ona tapmaya başladılar. Sonra, büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, yanardağları ve benzerlerini gördükçe bunları yaratıcının yardımcıları zannettiler. Herbiri için bir suret, alamet yapmaya kalktılar. Bundan da putlar doğdu. Böylece, çeşitli putlar zuhur etti. Bunların gazabından korktular ve onlara kurbanlar kestiler. Hatta, insanları bile bu putlara kurban ettiler. Her yeni hadise karşısında, putların miktarı da arttı. İslamiyet zuhur ettiği zaman Kâbe-i muazzamada 360 put vardı. ÖZETLERSEK; Kısacası insan, bir, ezeli ve ebedi olan Allahü teâlâyı kendi başına bir türlü tanıyamadı. Bugün bile güneşe ve ateşe tapanlar vardır. Bunlara şaşmamalıdır! Çünkü, rehbersiz, karanlıkta doğru yol bulunamaz. |
#812
|
||||
|
||||
![]() ohne Text
|
#813
|
||||
|
||||
![]() Belki konuyu bilmeyenler olabilir. "Biz İslamiyet"i yalnız Kur"andan öğreniriz, başka kaynak tanımayaz" diyenlere şöyle bir sorum olmuştu:
"Lütfen bana, NAMAZIN NASIL KILINACAĞINI, KAÇ REKAT OLDUĞUNU (mesela sabah, öğle namazları kaç rekat), NAMAZI BOZANLAR ŞEYLERİ Kur"anda gösterin". Fakat hala cevap yerine demogoji yapıp, hakaret ettiler. Ne yapabiliriz ki; KABIN İÇİNDE NE VARSA DIŞARI O SIZAR.. Kolaygelsin.. |
#814
|
|||
|
|||
![]() Bakiyorum yazdiklarimi silmissiniz :O)
Ne o tekerinize comak mi soktum ? Muhahahahahhaahahahahahahahahahahahahahahaha.. Günesi balcikla siviyamazsiniz °!.. Artik cok gec.. Insanlar uyandi.. Sormadan Aramadan bilmeden IMAN yok ! |
#815
|
|||
|
|||
![]() Tarih: Cmt Ağu 16, 2003 12:07 pm Mesaj konusu: ISLAM ve DEMOKRASI
-------------------------------------------------------------------------------- el-Cabiri, “Kur’an ve Sünnet’te yönetim sorununu düzenleyen hukuki bir nas yoktur ve bu temelde içtihadi bir sorundur Her ictihadi sorun gibi burada da ictihad şartlara ve faydalara bağlı olarak değişmeye uğrar” tespitine bizde katılıyoruz. İslam, yöneten yönetilen ilişkisinde belirli bir şekil ve model önermemiştir, Müslümanlar her dönemde ihtiyaçlarına, şartlarına en uygun şekli geliştirebilmişlerdir. O halde, “o halde İslam düşüncesi etrafında kendi modelimizi oluşturabilmemiz için yeni bir okumaya ihtiyaç vardır” Nitekim el-Cabiri, buna dair “bir okuma” yapıyor ve yönetim meselesini düzenleyen “bir nas” olmadığını şöyle delillendirmektedir. 1. İlk dört Halifenin tayini için kanunlaştırılmış tek bir yolun kabul edilmemesi ve her halifenin farklı yöntemlerle seçilmesi. 2. Yöneticinin yönetim süresinin belirlenmeyişi. Nitekim hz. Osman döneminde büyük sorun olmuştur. 3. Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın halife olarak kabul edildiği zaman yöneticinin görevlerinin belirlenmeyişi. O halde, İslam siyasal düşüncesinin yeniden kurulması için Muhammedi davet döneminde çıkarılacak temel ilkeleri güncelleştirerek “okumaya başlamak” gerekmektedir. İslam’ın temel ilkeleri ve Demokrasi el-Cabiri, bu ilkeleri şöyle tespit ediyor: 1) Onların işleri aralarında şu’ra iledir., 2) İş konusunda onlara danış, 3)Dünya işlerinizi benden daha iyi bilirsiziniz, 4)Hepiniz çobansınız ve güttüğünüzden sorumlusunuz İslam şiarını yükselten siyasi hareketlerden bazılarının modern demokrasiyi önemsememelerinin hiç bir mazereti olmadığını belirten Cabiri, “demokrasi” teriminin içeriğini “şu’ra” teriminden hareketle kısmen belirlemektedir. Bunun için öncelikle serbest demokratik seçimle şu’ranın uygulanma biçiminin belirlenmesi, zorunludur. Sonra cumhuri sistemde “devlet başkanı”nın görev süresinin belirlenmesini gerekmektedir. Akabinde yaşadığı Fas’ın kraliyet sistemini benimsediğinde olsa gerek, hem kralcı, hem de Cumhuriyetci rejimlerde, yürütme erkine ait görevlerin parlamento önünde sorumlu hükümetlere verilmesini şart koşar. Son olarak, Devlet, hükümet ve millet meclisi başkanlarının görevlerini, iktidarın biricik kaynağı yapacak biçimde belirlemek lazımdır. Ona göre, bunlar olmadan çağımızda “şu’ra”yı uygulamak mümkün değildir Görüldüğü üzere burada Cabiri, demokrasi (A) ile şu’ra (B) arasında bir özdeşlik kurmaktadır. Demokratik yönetim şu’ra yönetimidir.(A’ B’dir) “İslam, şu’ra’dır. ( C B’dır); O halde İslam demokrasidir. (A, B’dir,) Diğer bir ifadeyle “İslami Demokrasi uygulanabilir” Bu şekilde yapılan mantıksal bir çıkarım geçerlidir. Fakat burada zaten ilk öncülde var olan bir hüküm çözümlenerek sonuç olarak verilmesi vardır. Bu çıkarımın geçerliliği onun doğru olduğu anlamına gelir mi? “A A’dır” şeklinde verilen bu özdeş önerme bir totoloji değil midir? Bu mantıksal çıkarımı çelişmezlik ilkesinden türetilen“akıl doğrusu” çerçevesinde doğruluğunu göstermek istersek, bu önermenin karşıtını (değili ya da çelişiğini) göstermek lazımdır. Önerme eğer çelişki içeriyorsa, doğrudur. Zira bunun akıl doğrusu olarak verilmesi için zorunluluğu ve karşıtının da imkansızlığı gösterilmelidir. Bir başka ifadeyle, ilk öncülde verilen önermenin, yukarıda “demokrasi” hakkında sorduğum soruları karşılayacak bir şekilde tahlili yapılmış mıdır? Sadece iştişare/şu’ra ile demokrasiyi meşrulaştırmak, demokrasinin biçimselliğinin taşınması demek değil midir?Halbuki bu iki kavramın birbirlerine nisbet edilmesinin gerçekleşmesinin bilgisel şartlarını ortaya koyması gerekirdi. Şu’ra; dolayısıyla istişare zorunludur, ama bunun nasıl yapılacağını Müslümanlara ve yöneticilere bırakmıştır. Dolayısıyla şu’ra meclisine (ehl-i hal ve’l-akd) bugünkü terminoloji ile parlementoya seçimle getirilebilir: bunun yanı sıra devlet yönetiminde belirli görevlere ehil olan fazilet sahibi kimseler, taşıdıkları nitelik ve sahip oldukları birikimlere göre doğrudan şu’ra meclisine ya da senato adıyla atanacaklar mıdır. Vahyi bilgiyi temel almasıyla yasamada bir sınırlılık yok mudur? Ya da hangi konular istişare (danışma) dışında kalmaktadır. Kur’an ve Sünnet’in zahiri naslarından birinin bulunduğu kesin meselelerde ve bunlara ters düşecek veya şeriat esaslarının dışına çıkılacak herhangi bir meselenin istişare ile neticelenmesinde, şu’ranın işlevi olmadığı belirtilmektedir. Hakkında kesin nas bulunmayan meselelerde içtihadi kaynakların ürünü olan örfi hukuk esas alınır, diyerek bu sorun aşılabilir, ama bu takdirde devlet başkanı ile şu’ra arasında görüş farklılıkları ortaya çıkarsa ne olacaktır? Üstelik “seçim” kavramın günümüzdeki işlevselliği ve temsil oranı nedir? Toplumların nasıl işleyeceği konusundaki önemli kararları gerçekten biz; yani halk mı alıyoruz, yoksa genellikle gözlerden uzak duranlar mı? Bu sorular oldukça önemlidir, zira, İllich’in ifadeleriyle söylemek istersek, “siyasetin sararıp solduğu, profesyoneller tarafından idare edilen seçmelerin ihtiyaçlarının listesini tespit hakkını teknokratlara terk ettiği “körelten meslekler döneminde” yaşamaktayız. Bu dönemde birey, neye ihtiyacı olduğunu belirleme hakkından feragat etmiş, bu hakkını kullanan tekelci oligarşilerin oyuncağı haline gelmiştir. İnsanların ”sorunları”, uzmanların ise “çözümleri” vardır. Profesyonellerin her şeyi bildiği ve her şeye kadir olduğu yolundaki toplumsal kabul, ya faşizmin yeni bir türü olan siyasal bir inanca; ya da neo-prometyan yapının tarih sahnesine bir kez daha çıkmasına neden olacaktır. Her iki durumda ölümcül saçmalıkla sonuçlanacaktır.” Bu durum, totalitarizmin faşist Hitler ve komünist Stalin rejimlerine eş kılınarak, sanayileşmiş toplumların bu ortak ayırt edici özelliğinin gözden kaçması ve sanki artık bir daha ortaya çıkmayacağını düşündürmektedir. Yoksa liberal demokratik bir rejimde, dünyaya ilişkisin fikirlerimizin statüs qou’nun ya da tanımlanabilen başka çıkarların değer ve ideallerini yansıtmak üzere denetlendiği ve ambalajlanarak sunulduğunu kim inkar edebilir? Dolayısıyla totalitarizm, kitlesel sanayi medeniyetin bir olgusudur; ve maalesef, yakın dönemde neden totalitarizmin ağına düştüğümüzü açıklayacak bir teoriyi henüz daha oluşturamadık(!) Bu nedenle gelecek hakkında kurgulanmaya çalışılan bir siyaset teorisinde zorunlu olarak totalitarizmden kaçınmanın yollarını da düşünmek zorundayız 20. yüzyıla iki dünya savaşı yaşadığı ve ihtilalci kışkırtmalar sürekli olarak yaygınlaştığı için “bunalım yüzyılı” denmektedir. Böyle bir asırda “modern toplum” diye sunulan şey, bir “çelişkiler bütünü” olarak sürekli bir değişim içindedir, fakat gelişmesini tamamlamış durağan bir toplum olarak tahlil edilmeye ve benimsettirilmeye çalışılması bir ikilemdir. Üstelik, tarihte, bir toplumun geçirdiği evreleri ve kazanımlar, evrensel bir tarih anlayışı çerçevesinde diğer toplumlarında geçirmesi beklenemez. Dolayısıyla da “demokratikleşme” ile batılı bir anlamda “modernleşme” arasında özdeşlik kurmak tutarlı/doğru değildir. Zira “demokrasınin olabilirliği, insanların kendi iradelerini karşılıklı ve kısıtlanmamış, çarpıtılmamış bir iletişim içinde belirlemelerini ve bu belirlenmiş ifadelerin kamusal kararları etkileme gücüne sahip olmalarını gerektirmektedir.” Modern toplum, bu anlamda, gereken söylem alanlarının ayrıştığı bir örgütlenmeye sahip olabilir. Bu ifade, modern toplumun “geleneksel toplum” diye nitelendirilenden daha fazla “aydınlaması” anlamına gelebilir. Fakat bu da, modern toplumun demokratik ideali gerçekleştirmiş bir örgütlenme tarzı olduğu anlamına gelmez. Son söz olarak, pozitivist bilgi anlayışı üzerine kurulu modernleşme kuramının doğal sonucu olarak demokrasi, siyasal düzenin meşru bir temeli olarak görülmektedir. Bu, modern çağın bütün dünyada bir görüngüsüdür. Bu nedenle herhangi bir Batı ülkesindeki liberal-demokratik siyasal sistemi “nesnel gerçeklik” olarak idealleştirmenin ve evrenselleştirmenin doğru olmadığını belirtmek istiyoruz. Çünkü insanlığın doğası gereği, her deneyim farklı olacaktır. Bu farklığı veren ise yerli temellerin farklı olmasıdır. Bunun yerine, her somut tarihsel-toplumsal oluşumun kendi özgüllüğü ve rasyonalitesi içinde farklı yöntemlerle demokratik davranışları içselleştirmiş adil ve iyi bir toplum projesini gerçekleştirebilecek olan bir sistemi savunan eleştirel teorinin daha tutarlı olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bu teori, temelde liberal demokrasilerin kolayca faşist veya bürokratik yönetimlere dönüşmesine, bürokratik akılcılığın tepeden aşağıya indirilmesine, büyük ölçüde de pozitivist anlayışa bir tepkidir. Burada kültürel sürekliliğimizi sağlayan yerel değerlerin yanı sıra evrensel değerlerin; yani insanlığın birikiminde de göz önünde tutulması gerektiğinin de idrakindeyiz. Dünya tarihinin yaklaşık bin beş yüz yıllık birikiminin özel ve özgün bir kısmına sahip olarak, genel hususlardan da haberdar olarak bugüne cevap verebilecek siyaset modelini (isimlendirmelere takılmaksızın) oluşturabiliriz. “İsimlendirmelere takılmamak” önemlidir, zira eğer “demokrasi” terimini tüm vatandaşların her an siyaset oluşturulmasına katılımı sağlayan bir siyasal sistem olarak idealleştirmek, dünyadaki ülkeler arasında hiç demokratik yönetim olmadığını kabul etmek demektir. Bunun teminatı ise, Kur’an’ın şu’ra emrinin tekabülü diyebileceğimiz demokrasi ilkesi zaman zaman kırılmasına rağmen, özellikle Sünni İslam’ın teoride bile olsa, devlet başkanın seçimi ve yönetiminin biat yoluyla halk tarafından kabulü ilkelerinden hiç bir zaman vazgeçmemesidir. Bu yüzden son tahlilde, dünyanın her hangi bir bölgesinde, dönemin gereklerine, o ülkenin insanlarının kültür durumuna, siyasi şartlarına, zamanın ve coğrafyanın getirdiği imkan ve zorunluluklara göre, yönetim modeli geliştirilebilir. Bu bağlamda demokrasinin benimsenmesi Batı’yı “meşrulaştırma” değil, gerçek bir yeniden keşif olarak da görülebilir. Batılı demokrasi ile yöntemde bazı farklılıklar gösterse bile, gayelerindeki benzerlikler dikkate alınarak birbirinden istifade edebilirler. Tabii bu istifade, Hasan Turabi’nin ifadesiyle söyleyecek olursak, eğer Batılılar, demokrasinin “Müslüman bir çocuk doğurmasına” müsaade ede(bili)rlerse gerçekleşebilir. Çünkü hala Batı’da bir çok kişi için “islami demokrasi” kavramı lanetli olarak görülmektedir. Özellikle Türk-İslam filozofu Farabi’den bu yana, geleneğimizde, “hürriyet”, “eşitlik” ve bunların koruması üzerine haklılığını kazan “otorite” kavramlarına sahip olması hasebiyle “erdemli devlet”e en yakın “cahili devlet “ türünün “demokratik devlet”(el-Medinetu’l-Cemaiyye) olduğu fikri bu istifadeyi kolaylaştırmıştır da diyebiliriz. Bunun için kültürümüzde yönetim-yönetilenlere dair metinleri diğer metinlerle karşılaştırmalı olarak (içerden)okuyarak bir nevi nassın ontolojisini yapmak gerekmektedir. Bu sayede Erdemli Bir Yönetimin en azından İslami Bir Demokrasinin oluşturulmasından söz edilebilir, ama bu kesinlikle taklit değildir. Çünkü bu demokrasi ne halka idareciler tarafından verilen bir ihsandır; ne de Devlet Başkanıyla Millet arasındaki bir sözleşmenin sonucudur, tam tersine İslam’ın kabul ettiği hak ve yükümlülüklerin zorunlu bir neticesidir. Zira dini sosyal bir hadise olarak anlamak, onu siyasi bir terminoloji içinde anlamak demektir. Fakat yükümlülüklerin yerine getirilebilmesi için öncelikle hakların (hukuk) ; yani temel ihtiyaçların karşılanması gerekir. Bu yapıldığı zaman toplumsal bilinç gelişir ve vatandaş, yükümlülüklerini yerine getirebilir. Eğer insanların maddi ve manevi varlığını geliştirecek olan haklarını devlet gerçekleştirmezse, hiç kimse üzerine düşen vazifeleri yerine getirmez. |
#816
|
|||
|
|||
![]() Tekbir getirince kurbanlık koç gibi âlemden çıkarsın. Ey ulu , tekbirin manası şudur : “Yarabbi, huzurunda kurbanız!...” Hani koyun keserken ,”Allahu Ekber-Allahu Ekber ” dersin ya!... O ölesice nefsini keserken de bu söz söylenir. Allahu Ekber de de ; vehmî benliğinin başını kes, ki , can mahvolmaktan kurtulsun. Ten; İsmail’e, Can ; Halil’e benzer. Can, yaptırdığı bu senin bedeninde tekbir getirdiğinde; ten kesilir, yani beden kaydından çıkar, şehvetlerden, hırslardan kurtulur, besmeleyle kesilmiş temiz bir kurban haline gelir.
Kıyamette olduğu gibi Hak huzurunda saf tutulur . Hesaba, rabbi ile konuşup görüşmeye geçilir. Allah huzurunda gözyaşı dökerek ayakta durmak, kıyamet gününde kabirden kalkıp mahşer yerinde dikilmeye benzer. Hak: - Sana bunca zamandır mühlet verdim, bana ne getirdin?... Ömrünü ne ile geçirdin , verdiğim gıdayı, ihsan ettiğim kuvveti ne uğurunda harcadın?.. Gözünü, kulağını , aklını, arşa ait bütün cevherleri harcadın... bunlara karşılık ne getirdin?... Sana kazma ve bel gibi el ve ayaklar verdim , bağışladığım bunca şeye karşılık ne var elinde, neler getirdin bana?... der. Kıyamda iken kula gelen bu haberlerden kul utanır, iki büklüm olur, Rükûa varır. Utanmaktan ayakta duramaya kudreti kalmaz, rükûda Allah’ı tesbih eder. Allah’tan: - Başını kaldır, rükûdan kıyama dön de, sorulara birer birer cevap ver , fermanı gelir. O utanan kul, rükûdan başını kaldırır,fakat olgun bir iş yapmamış olduğundan yüzüstü yere düşer. Yine emir gelir: - Başını kaldır. Secdeden kalk da, yaptıklarından haber ver!... Tekrar utana utana başını kaldırır ama, yine yılan gibi yüz üstü düşüverir. Hak tekrar sorar: - Başını kaldır da söyle , kıldan kıla bütün yaptıklarını araştırmak istiyorum!... Artık ayakta durmaya kudreti kalmadığından, Hakk’ın heybetli hitabı da canına tesir etmiş olduğundan, o ağır yükün altında ezilir , yere çöker, oturur. Hak: - Söyle bana ; sana nimet verdim, nasıl şükrettin?... Sermaye verdim, haydi göster kazandığını?... der. Kul, sağ yanına dönüp peygamberlere, o ululara selam verip : - Padişahlar, bu kötü kişiye şefaat edin , der. Peygamberler: - Çareye baş vuracak gün geçti. O , orada yapılacak bir şeydi. Elde alet oradaydı, orada kaldı. A bahtsız kişi , git oradan!.. Sen vakitsiz öten bir horozsun. Bırak bizi, kanımıza bulaşma, derler. Bunun üzerine sol tarafa başını çevirir. Hısımından, akrabasından yardım ister. Onlar da: - Sus!... Allah’a kendin cevap ver. Biz kim oluyoruz ki?.. Elini çek yakamızdan, derler. Ne bu yandan bir çare olur, ne o yandan. O biçarenin canı da yüz parça olur. Herkesten ümidini keser de ellerini açar, duaya başlar : - Yarabbi!... Herkesten ümidim kesildi. Evvel de sensin, âhir de. Senden başka önü, sonu olmayan yok!... Namazdaki bu hoş işaretleri gör de, bunun eninde sonunda böyle olacağını bil. Namaz yumurtasından civcivi çıkarmaya bak!... Yoksa; tane toplayan yolsuz yordamsız kuş gibi yere başvurup durma!... Mesnevi: 3. Cilt - Sayfa:174- ... -177 |
#817
|
|||
|
|||
![]() Ten"den gecer de can"a erisirsen bir hadis"e yani sonradan yaratilmis varliga kavusmus olursun. Hak kadim"dir; baslangici olmayan varliktir. Hadis, kadimi nereden bulur?
Kadimden sana birsey erisir. Iste o ask"tir. Ask tuzagi gelir ve seni sarar; nasil ki Kur"anda, "Onlar Tanriyi severler , Tanri da onlari sever."(Maide, 54) nukteleri iste bu sevginin etkisine isarettir. O kadimden kadimi gorursun, "O, gozleri kavrar."(En"am, 103) ayetindeki nukte de buna isarettir. Bana veli diyorlar. Belki ben bununla ogunursem cok cirkin duser, ancak Mevlana, Kur"an ve hadiste yazili vasiflardan anlasildigina gore veli"dir. Ben de velinin velisi, dostun dostuyum; bu bakimdan daha saglamim. Aynaya yuz kere secde etsen hic yerinden oynamaz. Onda eger sonradan olmus bir cirkinlik varsa, kusuru kendinde bil aynayi kotuleme. Onun yuzunde gordugun bu tek kusuru ondan gizle, cunku o benim dostumdur. O hal diliyle der ki, "Bu elbette olmaz." Dedi(m) ki: -Simdi ey dost, aynayi elime ver de bakayim diyorsun! Buna bir bahane bulamiyorum, sozunu kiramiyorum, ama gonulden bir bahane bulayim da aynayi sana vermiyeyim diyorum. Cunku senin yuzunde bir kusurun var desem, belki ihtimal vermezsin, eger aynanin yuzu kusurludur desen daha beter olur. Sevgi birakmaz ki bir bahane bulayim. Simdi diyorum ki, aynayi eline vereyim, ancak aynanin yuzunde bir kusur gorursen onu aynadan bilme; aynada sonradan olmus bil! Onu kendi hayalin bil, yahut kusuru kendinde bul! Bari benim yanimda aynaya bakma. Sart odur ki aynanin yuzunde kusur bulmayasin. Eger kendine de kusur bulamiyorsan, bari o kusuru bende bul ki aynanin sahibiyim, Aynayi kotuleme! -Kabul ettim and ictim, aynayi getir artik sabrim kalmadi dedi. Tekrar gonlu razi olmadi, -Ey ustad dedi. Tekrar bir bahane bulayim ola ki bu sarttan vazgecersin. Ayna isi ince bir istir. Tekrar aradaki sevgi buna musade etmedi. - Simdi o sarti bir daha tazeleyelim dedi. O da su cevabi verdi: -Sart ve sozlesme sudur: Her kusurunu gordukce aynayi yere vurmayacaksin, onun cevherini kirmayacaksin! Cevheri kirilmaya elverisli olmasa bile bunu yapmayacaksin. -Hasa dedi. Asla boyle bir kasitta bulunmam ve bunu da dusunmem bile. Ayna hakkinda hicbir kusur dusunmem. Simdi aynayi bana ver ki bendeki edebi goresin; bendeki vefayi goresin! Dedi(m) ki: -Eger kirarsan onun cevheri su kadar, bedeli bu kadardir. Simdi butun bu sozlerden sonra aynayi eline verince kendisi kacti. Oteki kendi kendine "Eger bu ayna iyi ise, o nicin birakip kacti?" diyordu. Hemen kirmayi dusundu, yuzune tuttugu zaman yuzunde cok cirkin bir hayal gordu; istedi ki yere vursun. Ama bunu yapamadi. Dedi ki: -Onun yuzunden cigerim kan oldu. Su suc ve ziyan karsiligi odeyecegi paralar, bu is icin tutulan taniklar, sozlesmeler hatirina geldi. -Keski dedi. O sartlar, o taniklar ve para cezalari olmayaydi. Ben de gonlumu hos eder ne yapmak gerektigini ona gosterirdim. O bunu soylerken ayna da hal diliyle ona soyle cikisiyordu: -Goruyorsun ya! Ben sana ne yaptim? Sen bana ne yapiyorsun? Simdi o kendini seviyor, bahaneyi aynada buluyor. Cunku kendini seven kimse nefsine saygi gosteriyor. Aynayi seven de her ikisinden de vazgecer. Bu ayna, Hakkin kendisidir. O sanir ki ayna ondan baskasidir. Bununla beraber aynaya donenlere ayna da karsilik verir. Aynanin egiliminden dolayi onu n da aynaya karsi egilimi vardir. O tersine olarak aynayi kirmis olsaydi beni de kirardi. "Ben gonlu kiriklarin yanindayim", buyrulmadi mi? Sozun kisasi, aynanin kendi kendine egilmesi ve ihtiyat gostermesi imkansizdir. O bir mihenk tasi ve terazi gibidir; egilimi daima Hakka dogrudur. Bir defa ona desen ki, "Ey terazi! Bu agirlik azdir dogru oturmuyorsun! Dogru goster!" O ancak hak olan seyi gosterir. ----0---- Halk ile iki yuzlu konusursan hoslarina gider; sen de onlarin sozlerini dinlersen hos karsilarlar. Yoksa baska turlu konusmaktan sikilirlar. Bugun onlar bizimle iyi gecinmeseler bile yine dogru hareket etmek gerekir. Kendine ve dostlarina karsi daima dogru davranmak yarasir. Nasil ki ulu Tanri Peygamberine, "Emrolundugu gibi dogruluk goster" (hud,113; Sura,15) buyuruyor. Sen ki dogrusun, dogru kal! Dogruluk goster. |
#818
|
||||
|
||||
![]() insan sirf akil ile allahi bulur ama bu bulusma uzun sürmez,
akilli insan düsünür! düsünen insanda soru isaretlerinin cevabini bulur! mevcut dinler düsünen insani pek sevmez :P koyun coban olayi yani... |
#819
|
|||
|
|||
![]() ;ö)
|
#820
|
|||
|
|||
![]() ohne Text
|