| | Mitglied werden | | | Hilfe | | | Login | ||||||||
![]() |
Sie sind hier: Startseite > Vaybee! Forum |
Hilfe | Kalender | Heutige Beiträge | Suchen |
![]() |
|
Themen-Optionen | Thema durchsuchen |
|
||||
![]() parcasi olarak gosterilmek bile beni artik nefretle dolduruyor inanki... Biliyorum elbette dinle alakali degil... ama artik yani pes cidden pes!! bu kadar celiskili, iki yuzlu bir toplum gormedim ya... ich kann es mir einfach nicht mehr mit ansehen!
|
|
||||
![]() konuyu anlamak için değerli yazılar.
"Mal Muamelesi Görmemek İçin Yegane Koşul, Hissetme Yetisidir" (05.03.2006) Yazar Gary L. Francione Hayvan hakları yaklaşımı, hayvanların insanların sahip olduğu bütün haklara sahip olması gerektiğini mi savunuyor? Hayır. Ben hissetme yetisine sahip tüm varlıkların tek bir hakka sahip olmaları gerektiğine inanıyorum: Mal yerine konmama, insanların amaçlarına hizmet etmek dışında da bir değer taşıma hakkı. Introduction to Animal Rights: Your Child or the Dog? adlı son kitabımda eğer hayvanlara bu yegane hakkı tanımazsak, çıkarlarını ne kadar ciddiye aldığımızı iddia edersek edelim, onları salt mülkten ibaret varlıklar olarak görmek durumunda kalacağımızı öne sürdüm. Şu anda olan da tam olarak bu: Hepimiz hayvanların çıkarlarını ciddiye aldığımızı iddia ediyoruz, ama içinde yaşadığımız toplum gerçekte hayvanlara da herhangi bir mülkmüş gibi davranıyor. Ama hayvanlara mülk yerine konmama şeklindeki bu yegane hakkı tanırsak, hayvan sömürüsünü düzenlemenin ötesine geçerek onu tamaman ortadan kaldırmaya karar vermiş oluruz; çünkü hayvanları gıda olarak, deneylerde, ürün testlerinde, eğlence sektöründe ve giysi yapımında kullanırken onların mülkten başka bir şey olmadıkları varsayımına dayanıyoruz. Hayvanların mülk yerine konmama hakkı olduğunu kabul edersek, yeni evcil hayvanlar hayata getirmeye tamamen son vermemiz gerekir. Benim derdim bir ineğin çiftçiye karşı dava açma hakkı olup olmaması değil, her şeyden önce niye böyle bir hayvanın var olduğu. ABD’de hayvan hakları hareketinin şu anki durumu hakkında ne düşünüyorsunuz? ABD’de hayvan hakları hareketi falan yok. Sadece hayvanların “insanca” sömürülmesini teşvik etmeye çalışan hayvan refahı hareketi var. Hayvan haklarının kabul edilmesini sağlamak için, sömürünün toptan kaldırılması yönündeki temel hukuki ve felsefi tezleri anlamamız şart. Hayvanları sömüren bir sistemde reform yapmak mantıki açıdan imkansız, sömürüye son vermemiz gerek. Bu tez mantıklı görünüyor. Peki ya iş, fikirlerinizi bir taban hareketiyle pratiğe taşımaya gelince? Ben, mevcut [Peter Singer’in] hayvan hakları kuramının yerini alacak yeni bir kurama ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Hayalperest değilim. Sömürüye toptan son vermeyi hedefleyen bir kuramı benimsesek bile, sömürünün hemen ortadan kalkacağını düşünüyor değilim. Değişim ister istemez tedrici olacaktır. Ama açık hedefimiz bence sömürünün kaldırılması olmalı, tedrici değişimi de bu hedef şekillendirmeli. Öte yandan, gerçekçi olmayan bir beklenti varsa o da şu: Kâr sağlamak amacıyla hayvanları kullanan işletmelerin kendi kendilerini denetleyeceğini düşünmek. “İnsanca kesim” yasalarının uygulanması çok zor ve hayvancılık sektörünün ekonomik gerçeklikleri, işletmelerin bu tür standartlara kendiliklerinden uymalarını engelliyor. Dahası bu tür yasaların hayvanların acı çekmesini arttırdığını söyleyebiliriz, çünkü insanlar belli kurallar gözetildiği takdirde et tüketmek ya da hayvanları başka amaçlarla kullanmak konusunda kendilerini daha rahat hissediyor. Sömürünün kaldırılmasını savunanların şu an için pratiğe yönelik olarak yürütebileceği herhangi bir kampanya olmadığını iddia edenlere karşı uzun zamandır aksini savunuyorum. Uluslararası hayvan hareketinin vejetaryen beslenmeyi teşvik etmek üzere bütünlüklü ve kararlı bir kampanya yürüttüğünü düşünün. Kaynaklarımızın önemli bir kısmının insanları neden hayvan ürünlerini tüketmemeleri gerektiği konusunda eğitmeye harcadığımızı düşünün. Beş yılın sonunda şüphesiz dünya nüfusunun tamamının vegan olmasını sağlayamazdık, ama “süt danası yemeyin” türünden kampanyalara kıyasla hayvan ürünlerinin tüketimini çok daha aza indireceğimiz kesin. Siz bir hukuk profesörüsünüz. Görüşlerinizin, sadece hukuk eğitimi almış insanları ilgilendirdiğini savunanlara yanıtınız ne olur? Hukuk sisteminin sağlayacağı yararlar konusunda bir yanılgı içerisinde değilim. Veteriner hekimlerin ihmalleriyle ilgili davalar, hayvanlara işkence davaları ya da Hayvanları Koruma Yasası çerçevesinde görülen davalar hayvanların çektiği acıyı azaltma noktasında pek anlam taşımıyor ve hayvanların mülk statüsünü değiştirmede hiçbir etkileri yok. Yasalar çoğunlukla toplumdaki hâkim tavrı yansıtır, bu tavrı şekillendirmez. İnsanlık manevi bir devrim yaşamadıkça insandışı hayvanlar sömürülmeye devam edecek. Ataerkil şiddete uyum ve müsamaha gösteren paradigmayı değiştirmeye çalışan öncü insanlar olmadan böyle bir devrim yaşanmayacaktır. Hayvan hakları davasında yer alan hukukçuların görevi, şu an için, sistemi değiştirecek başat güç olmak değil. Hukukçular olarak, bizler de mülkiyet haklarını koruyan bu sistemin bir parçasıyız. Hukukçular olarak görevimiz, eylemcileri savunmak. Bence işe yarar bir “hayvan hakları” avukatı, bir sefer sivil itaatsizlikle suçlanan eylemcileri savunan bir ceza avukatı; başka bir sefer eylemcilerin gösteri izni almalarına yardımcı olan bir idari avukat; başka bir sefer derslerde canlı hayvanları kesip biçmek istemeyen öğrencilere ya da vegan yiyecekler isteyen mahkumlara yardımcı olan bir anayasa avukatı olur. Hukukçu eylemciyi korur ve ona hizmet eder. Paradigmayı değiştirecek olan, eylemcidir. Artan bir toplumsal konsensusu yansıtan müvekkiller olmadan avukat hiçbir işe yaramaz. Devrimin şart olduğuna inanmakla birlikte, şu noktayı açıklığa kavuşturmama da izin verin: İster insanlara ister insandışı varlıklara yönelmiş olsun, şiddetin her türlüsüne kesin olarak karşıyım. Şiddet içermeyen eylem anlayışına bağlıyım. Benim sözünü ettiğim, manevi bir devrim: İnsanların -özellikle de diğer erkeklerin- şiddeti sorgulayıp reddetmesini sağlamaya çalışıyorum. Ataerkini ve bazı varlıkların -beyaz erkeklerin, zengin erkeklerin ya da genel olarak insanların- diğer varlıklardan daha değerli olduğunu fikrini yıkmak istiyorum. İnsansı maymunların kişi olarak kabul edilmesini savunan çalışmalara ne diyorsunuz? Toplumu, mevcut sistemin içinde faaliyet göstererek, eşitlik meselesini ciddiye almaya yönelten bir hareket değil mi bu? İnsansı maymunların kişi olduklarını savunan kampanya en azından iki sorunla malul: Öncelikle, bazı hayvanların sırf bize daha çok “benzedikleri” için diğerlerinden daha üstün oldukları anlayışını pekiştiriyor. Bu da “diğer” hayvanların büyük çoğunluğunun hiyerarşinin “alt” basamaklarında kalması ve “üst” basamaklara yerleşmeye hak kazanan “özel” hayvanlarda bulunan insansı özelliklerden yoksun oldukları için bu hiyerarşide asla yükselemeyecekleri anlamına geliyor. İkincisi bu kampanya sadece kuramsal açıdan zayıf olmakla kalmıyor, hayvanlar açısından da vahim pratik sonuçlara yol açıyor. Jane Goodall’dan esinlenip, çeşitli insansı maymunların bize ne kadar benzediğini kanıtlamak için daha çok deney yapmamız gerektiğini savunan yığınla bilişsel etolog türedi. İyi de, daha ne kadar “araştırmaya” ihtiyaç var? Bu hayvanların, kurduğumuz hiyerarşide basamak atlayabilmesi için daha ne kadar “bize benzemesi” gerekiyor? İnsansı maymunların karmaşık yaşamları olduğunu, bizimkiyle çarpıcı benzerlikler gösteren genetik bir yapıya sahip olduklarını zaten biliyoruz. Ama Great Ape Project’te siz de yer almıştınız. Doğru. 1993’te yazdığım “Kişi Olma, Mülkiyet ve Cezaî Ehliyet” adlı makale Great Ape Project’te yer aldı, ayrıca Büyük İnsansı Maymunların Hakları Bildirgesi’nin imzacıları arasındayım. Büyük insansı maymunların hukuken kişi statüsünde olmalarını öne süren ilk hukuk kuramcısı da benim. Ama 1993 tarihli makelemde şunun altını özellikle çizmeye dikkat ettim: Büyük insansı maymunlar insanlara çok benziyor, bu benzerlik onların kişi olarak görülmesi için yeterli koşuldur ama gerekli koşul değildir. Kişi olmak için gereken özellik, hissetme yetisidir. İnsandışı bir canlı acıyı hissedebiliyorsa, o canlıya sadece amaçlarımıza ulaşmamızı sağlayan bir araç muamelesi etmemek ahlakî bir yükümlülüktür. Son kitabım Introduction to Animal Rights’ta da bu noktayı özellikle vurguladım: Bir nesne ya da mal muamelesi görmeme hakkına sahip olmak için yegane gerekli koşul, hissetme yetisine sahip olmaktır. Jane Goodall Afrikalıları şempanze yerine keçi yemeye davet ediyor. Neden? Şempanzeler keçilere nazaran “bize daha çok benzedikleri” için mi? Bu benzerlik benim açımdan hiçbir anlam ifade etmiyor, Goodall’ın tavrı da hayvan hakları hareketiyle kesinlikle bağdaşmıyor. Hissetme yetisi yerine bilme yetisinin temele alınması diğer hayvanlar açısından ne gibi anlamlar taşıyor? Hayvan hakları savunucularının, papağanların matematiksel becerilerinden, arama kurtarma köpeklerinin üstün algılarından ve etkileyici yeteneklere sahip başka hayvanlardan söz ettiklerini görüyoruz – özellikle de, zekâlarıyla şu ya da bu şekilde bize hizmet eden hayvanlar seçiliyor. O halde kılavuz köpekleri hiç dünyaya getirmemek gerek. Hayvan hakları konusunda ciddiysek, hayvanları kendi amaçlarımız uğruna dünyaya getirmekten vazgeçmeliyiz. İnsanların, diğer hayvanlara karşı tavırları bağlamında “ahlakî şizofreni”yle malul olduklarını söylüyorsunuz. Bununla tam olarak neyi kastediyorsunuz? Bugün birçok insan evinde kedi, köpek ya da başka bir hayvan besliyor ve o hayvanı ailenin bir üyesi gibi görüyor. Gelgelelim, ailenin üyesi olarak gördükleri o hayvanlardan hiçbir farkı olmayan başka hayvanları yemekten de geri kalmıyorlar. Düşündüğünüz zaman, bunun tutarsız bir davranış olduğunu görüyorsunuz. Daha geniş bir açıdan baktığımızda, hayvanlara zorunlu olmadıkça acı çektirilmemesi gerektiği konusunda hemen hemen herkes hemfikirdir. Gelin görün ki, diğer hayvanları kullandığımız durumların yüzde 99.9’u herhangi bir zorunluluk içermiyor ve tek gerekçesi insanlara eğlence ya da kolaylık sağlaması. 2002 yılındayız. Artık hiç kimse sağlıklı yaşamak için et yemenin şart olduğunu savunmuyor. Hatta, giderek artan sayıda sağlık uzmanı et ve süt ürünlerinin insan sağlığı açısından taşıdığı zararlara dikkat çekiyor. Ayrıca, hayvancılık ekolojik bir felaket. Bir kilogram hayvansal protein üretmek için 5 ila 10 kilogram bitkisel protein harcanıyor ve bir kilogram et üretmek için harcanan su miktarı, bir kilogram tahıl üretmek için harcanan miktarın yüz katı. Et yemek için geçerli tek nedenimiz tadının güzel olması. Rodeolar, sirkler, hayvanat bahçeleri vs. için geçerli tek nedenimiz bizi eğlendirmeleri. Kısacası, Batı kültürü hayvan haklarını ciddiye aldığını iddia ediyor, hepimiz hayvanlara zorunlu olmadıkça acı çektirilmemesi gerektiğini savunuyoruz, yine de hiçbir zorunluluk içermeyen durumlarda hayvanlara acı çektirmekten ve onları öldürmekten geri kalmıyoruz. “Ahlakî şizofreni” dediğim bu. Kuramla ve eylemcilikle ilgili düşünceleriniz zaman içinde değişti mi? Evet, değişti. İlk başta hayvan refahı yaklaşımını savunuyordum. Hayat koşullarındaki iyileştirmelerin, yavaş yavaş hayvan sanayiini ortadan kaldıracağını düşünüyordum. Ama yıllar geçtikçe şunu gördüm ki koşulların iyileştirilmesinin bizi götürebildiği tek yer koşulların biraz daha iyileştirilmesi. Bir toplama kampının varlığını protesto ediyorsanız, o kampın koşullarında iyileştirmeler yapılmasını talep eder misiniz? Etmezsiniz, çünkü bunu talep etmekle aslında o kampın var olmasında bir sakınca görmediğiniz mesajını vermiş olursunuz. Kuramınızın “ya hep ya hiç” yaklaşımını temsil ettiği, şu an hayatta olan ve acı çeken hayvanların hayat koşullarında iyileştirme talep etmemenin haksızlık olacağı iddia edilebilir. Hayvan hakları tanınıp yerleşene kadar uzun bir süre geçeceğine göre, bugün acı çekmekte olan hayvanlar için ne yapabiliriz? Vegan olun ve günde en az bir saati ailenizi, arkadaşlarınızı, komşularınızı ya da sizi dinleyecek herkesi veganlığın ahlakî ve çevresel temelleri konusunda bilgilendirmeye ayırın. Sizi temin ederim ki bir yılın sonunda, hayvan sömürüsünün toptan kalkması yönündeki değişimi hazırlamak bakımından, kümes bataryalarının genişletilmesi ya da mezbahalarda hayvanların daha “insanca” yöntemlerle kesilmesi için çalışmakla elde edeceğinizden çok daha büyük kazanımlar elde edersiniz. Burger King’in “veggie burger”i hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir kere “veggie burger” dedikleri şey, vegan yiyeceği değil. Burger, et ürünleriyle aynı ızgaranın üzerinde kızartılıyor, ekmeği de süt ürünü içeriyor. “Veggie burger” vegan yiyeceği olsaydı bile, bence hayvan hakları savunucularının Burger King ya da McDonald’s gibi yerlerle işi olmamalı. Tabii ki oturduğumuz yerde hayvan hakları kuramını tartışıp duralım demiyorum. Vegan kampanyaları sonuna kadar destekliyorum. Ama eylemcileri, bu kampanyaları nerelerde ve hangi yöntemlerle yürüteceklerini çok iyi düşünmeye davet ediyorum. Vegan beslenmeyi teşvik etmek için, hayvanlara ve çevreye büyük zararlar veren fast-food şirketlerinin reklamını yapmaktan daha iyi yollar var. İnsanları Burger King’de yemek yemeğe davet etmek yerine, vegan restoranları ve vegan yiyeceği satan yerleri tanıtmalıyız. Son zamanlarda basında sanki Burger King ve McDonald’s hayvan hakları hareketiyle işbirliği içindeymiş gibi bir izlenim olduğunu fark ettim. Benim desteklediğim hiçbir hareket, bu tür şirketlerle ittifak kuramaz. Söyleşi, Friends of Animals adlı hayvan hakları örgütünün “act.ionline” adlı dergisinde (<a href="redirect.jsp?url=http://www.friendsofanimals.org/programs/animal-rights/interview-with-gary-francione.html)" target="_blank">http://www.friendsofanimals.org/programs/animal-rights/interview-with-gary-francione.html)</a> yer alan söyleşiden derlendi. Çeviren ELÇİN GEN |
|
||||
![]() Hayvan Hakları Hareketi Sivil İtaatsizliğe Başvurmalı (06.06.2006)
Yazar Tom Regan Çeviren Sultan Akın Raleigh’teki Kuzey Carolina Devlet Üniversitesi’nde Felsefe Profesörü olan Tom Regan, ABD’nin en tanınmış hayvan hakları savunucularından biridir. Regan bu metinde, hayvanlara kötü muameleyle suçlanan bir laboratuvara federal bütçeden fon ayrılmasını protesto etmek üzere yapılan bir oturma eylemiyle ilgili deneyimini anlatıyor. Regan, bu tarz sivil itaatsizlik eylemlerinin kamuoyuna güçlü bir mesaj ilettiğini savunuyor: Kendilerini davalarına adamış bir grup insanın, hayvanlara yönelik zulme son vermek için tutuklanmayı göze almış olması... Gandhi’ye çok şey borçluyum. Onun düşüncesi ve hayatıyla teşkil ettiği örnek yaşamımı değiştirdi – şimdi bile, arzu ettiğim gibi bir insan olmaya çalışırken, beni değiştirmeye devam ediyor. Gandhi bugün yaşıyor olsaydı, benim adım da onun izleyicileri arasında olurdu. Kimbilir, belki de zaten öyledir. Onun ideallerine kendimi adamam, vejetaryan olma kararımla başladı. Bu hep beni bir adım öteye, sonra bir adım daha öteye götürdü, götürüyor. ULUSAL SAĞLIK ENSTİTÜLERİ PROTESTOSU Haziran 1985’te Ulusal Sağlık Enstitüleri yerleşkesinin 39 numaralı binasının dokuzuncu katındaki idarî ofisler şiddet içermeyen yöntemlerle işgal edildi. Bu klasik oturma eylemini tetikleyen etken, Ulusal Sağlık Enstitüleri’nin, Pennsylvania Üniversitesi’ndeki Kafa Yaralanmaları Laboratuvarı’na malî desteğini kesmeyi reddetmesiydi. Bu laboratuvarda “araştırma” adı altında yapılanlar, Unnecessary Fuss adlı filmde ifşa ediliyor. Orada gördükleriniz, bilime ve insanlığa kara bir leke sürüyor. Buna rağmen, Ulusal Sağlık Enstitüleri, protestoları geçiştirmeye karar vermişti. Laboratuvar işine devam ediyordu. Ben Ulusal Sağlık Enstitüleri’ndeki oturma eyleminde yer alan yüz bir sivil itaatsizden biriydim. Orada dört gün kaldık. Eylem bittiğinde hiçbirimiz tutuklanmadık ve Ulusal Sağlık Enstitüleri, Penn Laboratuvarı’na ayrılan fonu bir sonraki soruşturmaya kadar askıya alma kararı aldı. Bu süre zarfında bütün fonlar durduruldu ve laboratuvar kapatıldı. Bu eylemin gerisinde, 13 aylık yoğun bir aktivizm ve o güne kadar yasayla başı derde girmemiş 100’den fazla insanın tutuklanma riskini göze alma kararı yatıyordu. Hepsi, küçük bir zafer içindi. Bir laboratuvarın kapatılması için ve bu, maymunların bilim bürokrasisine teslim edilmesi anlamına gelse bile... Şimdi onlar, şu ya da bu amaçla, şu ya da bu laboratuvarda tutuluyorlardır - muhtemelen çoktan ölmüşlerdir. Bütün o çaba, zaman, para ve gerginlik: Buna değdi mi? Doğru cevabı kanıtlayabileceğimiz bir yol var mı, bilmiyorum. Belki de yapabileceğimiz en iyi şey, tarihin bu kesitinde rol oynamış insanlara, 39 numaralı binada yürüdükleri sırada Hayvan Hakları Hareketi Marşı’nı söylerken ne düşünüp ne hissettiklerini sormak olacaktır. Biz hayvanlar adına konuşuyoruz, Onların acısı bizimkiyle bir. Biz hayvanlar için savaşacağız, Onların hakları kazanılana kadar. Hepimizin gözleri yaşlarla dolmuştu. Tesellinin ve gururun, umudun ve merhametin, sevginin ve dostluğun gözyaşları... Hayvan hakları davamızı kamuya duyurmak için birleşmiştik. Tutuklanma riskini göze almıştık. Herbirimiz, kendilerine seçme hakkı tanınmamış olanlar için acı çekmeye gönüllü olduğumuzu kanıtlamıştık. Eğer o gün önümüzde bir dağ olsaydı, onu bile yıkabilirdik! Peki buna değdi mi? Bence cevap, o yüzü aşkın insanın haykırdığı bir “Evet!” O gün, hayvan hakları hareketinin görev anlamına geldiğini tüm dünyaya gösterdik. Savaş hatları daha önce hiç o kadar net çizilmemişti. Bizim içsavaşımız resmen ilan edilmişti. Sivil bir yolla yürüteceğimiz bir içsavaştı bu... O savaş devam etmeli. Edecek de... Hayvan hakları mücadelesi yeni başladı - en güçlü silahımızın kullanılması da: Sivil itaatsizlik... Gandhi bizimle gurur duyardı. Ancak, bir uyarı: Sivil itaatsizlik hassas bir silahtır. Yanlış bir yerde veya şiddet kullanmıyor gibi görünen şiddet yanlısı insanlar tarafından kullanılırsa, keskin ahlakî ucu körleşir ve kırılabilir... SİVİL İTAATSİZLİĞE AKILLICA BAŞVURMA Sivil itaatsizliğin güçlü bir destekçisiyim. Kendim de bu tarz eylemlere katılıyorum. Fakat sivil itaatsizlik akıllıca kullanılmalı. Hareketin tamamı bundan ibaret olamaz. Demek istediğim, hareket bundan fazlası olmalı, çeşitlilik içermeli. Sivil itaatsizlik temelde kamuoyunda ses getirme amacı taşır, kamuoyuna yönelik bir taktiktir.... Ben bir Gandhiciyim. Harekete de bu şekilde katıldım, Gandhi sayesinde. Toplumsal adalet için yola çıkan her harekette sivil itaatsizlik olmalı. Gandhi bunun ustasıydı. Ancak onunkisi, sivil itaatsizlikle ilgili keskin bir yaklaşım değildi. Böyle bir yaklaşım hiçbir şey kazandırmaz. BİR KİTLE HAREKETİ Hayvan hakları hareketine bir kurtuluş hareketi olarak kendini gerçek anlamda adamış insanlara giderek daha fazla para aktarıldıkça, hayvanlar için daha önemli zaferlere, acının ve katliamın azaldığına tanık olacağız. Ana-akım medyada, bir kitle hareketine özgü belirgin işaretler görmeye başlayacağız - bildiğimiz korumacı hayvan refahçısı bürokratlarınkinden farklı bir davaya yönelen binlerce, sonra milyonlarca insan, sokaklara çıkıp hayvanların sömürülmesine ve katledilmesine son verilmesini talep edecek, laboratuvarları ve mezbahaları işlemez hale getirecek, avcılığı ve rodeoları engelleyecek... O gün geldiğinde, hayvan kurtuluşu amacımız kelimenin tam anlamıyla gerçeğe dönüşmeye başlayacak. Yani, sivil itaatsizliği savunuyorum dediğimde, akıllıca ve ustalıkla başvurulmuş sivil itaatsizliği savunuyorum demek istiyorum. Kazanım elde edilebilecek bir mesele söz konusu olmalı. Biz bu kazanım adına insanların tutuklunma riskini göze almaları gerektiğini söylüyoruz. Eğer biz sokağa çıkıp sadece belli bir laboratuvarda yapılan işleri protesto eder ve tutuklanırsak, kamuoyunun dikkatini biraz çekmiş oluruz ama hiçbir şeyi değiştirmemiş oluruz, çünkü hedef aldığımız bir odağımız yoktur. Sivil itaatsizlik, bir kampanyada amaçladığımız şeye yönelik olmalı, ama kampanyanın kendisi bundan ibaret olmamalı. Diğer bir deyişle, bu gene, Gandhi’ce bir şey olmalı. Yapmaya çalıştığımız, muhalefetle işbirliği etmek. “Biz bunu yapmak istemiyoruz, istediğimizi buna başvurmadan elde etmenin yolunu bulmak istiyoruz,” vb. Ve ardından –hepsi başarısız olursa– o zaman sivil itaatsizliğe başvururuz. Kampanyada bu son seçenek olmalı, ilk değil. Her şeyden önce, bir kampanyamız olmalı. Yani bir stratejiye sahip olmak zorundayız, bir vizyona sahip olmak zorundayız, odaklanacağımız bir hedefe. Ne istediğimizi bilmek zorundayız... KAMUOYUNDA SES GETİRMENİN ÖTESİNDE Ancak, kamuoyunda ses getirmek uğruna keskin bir sivil itaatsizlik yaklaşımını benimsemek, kendimizi medyanın ellerine teslim etmek anlamına gelir. Halkın hareketi algılayışı, medyanın hareketi algılayışıdır. Bu nedenle, eğer biz sürekli sadece protesto etmek için sokağa çıkarsak ve bir avuç insan tutuklanırsa, bu aslında “tipik radikal hayvancı çatlaklar” olarak görülmemize yol açabilir, halk da bizde bunu görür. Ulusal Sağlık Enstitüleri’ndeki sivil itaatsizlik eylemi, sivil itaatsizlikten nasıl yararlanacağımız hakkında bir reçete olmalı. Hayvan hakları hareketi söz konusu olduğunda, yerleşik araştırma kurumu ve kamuoyu üzerinde bunun kadar ciddi bir etki yaratmış başka bir sivil itaatsizlik vakası aklıma gelmiyor. Sivil itaatsizliğin kamuoyunda ses getirmekten öte bir şeyler başarması için, halkın sempatisini, empatisini ve moral desteğini kazanmak zorundayız. Bizi izleyen insanlar sonunda şunu diyebilmeli: “Bence bu insanlar haklı.” Bu da, Martin Luther King Jr.’ın çok iyi becerdiği, Gandhi’nin de özellikle usta olduğu bir şey. Nihayet, politikacılar, iktidara sahip insanlar, halkın çoğunluğu, protestocuların haklı olduğuna inanır. O zaman biz konuşuruz, o zaman biz güce sahip oluruz... VANDALİZME KARŞI Ben vandalizme birçok nedenle karşıyım; bunlardan biri de, bunun kötü bir strateji olması. Bir laboratuvarı tahrip ettiğinizde, kamuoyuna yansıyan hikâye bu olur. Bu hikâyeye, laboratuvarda ne olduğu veya hayvanların ne durumda olduğu yansımaz; bu, “vandallar içeri girdi ve hayvanları çaldı” hikâyesidir. Bu da, araştırma kurumlarının eline koz verir. Biz Ulusal Sağlık Enstitüleri’ni terk etmeden önce yerleri süpürdük, camları sildik, her yeri cilaladık. Orayı olabileceği kadar temiz bıraktık. Bütün afişlerimizi vs. indirdik, sprey boya kullanmadık. Bu tarz şeyler sadece zarar verirdi. Biz, oturma eylemi yapan sıradan Amerikalılardık - böyle bir görüntü arz etmek ve böyle olmak çok önemlidir. Bununla birlikte, bence hayvanları özgürleştiren insanlar için en doğru strateji ve psikoloji, bunu yapan insanlar olarak ortaya çıkmaları ve kendilerini göstermeleridir. Bu, gerçekten zor bir şey ve biliyorum, birçok insan benden bu noktada ayrılacak. Ancak, bunun stratejik ve psikolojik açıdan doğru olmasının nedeni şu: bunu yapan insanlar, bir laboratuvara girdiklerinde kendilerine güvenlerinin tam olduğu, ifşa edecekleri şeyin kamuoyunun fikrini değiştirmek bakımından çok etkili olacağını bildikleri ve halkın onlara sempati besleyeceğinden emin oldukları mesajını verirler. Ortaya çıkıp “Bunu yapan bizdik,” demeleri, işte gerçek sivil itaatsizlik budur. Ortaya çıkıp “Bizi cezalandırın,” demeleri… Ortada, sistemin inkar ettiği, örtbas ettiği korkunç bir durum var ve bu insanlar tutuklanmayı, yargılanmayı ve hapse girmeyi göze alıyorlar. Bence bu, bu tarz aktivistlerin yüzleşmek zorunda oldukları bir bedel. HAPSE GİRMEYE HAZIR OLMAK Aktivistler gerçekten hareket için en önemli işlevi yerine getirecekse, yani hikâyenin devam etmesini sağlayacaklarsa, bu tarz sivil itaatsizlik en doğru stratejidir. Şimdi olduğu gibi, birileri bir yere izinsiz girer, orada yapılanlar ifşa edilir, yayılır, sonra unutulur. Peki hikâye nasıl devam edecek? Hikâyeyi sürdürecek olan, birinin cezalandırılmasıdır. Hikâye böyle canlı kalır. Doğru strateji budur. Ve bu hikâye halka şöyle der: “Devlete güvenemezsiniz. Araştırmacılara güvenemezsiniz. İşte biz buradayız, sisteme karşı ayaktayız. Araştırma kurumları hayvanlara o kadar kötü şeyler yapıyor ki, biz buna karşı çıkmak uğruna hapse girmeye hazırız.” Janelle Rohr, Animal Rights, Greenhaven Press , San Diego, 1989 |
|
||||
![]() Kürkün Libidinal Politikası (18.07.2006)
Yazar Julia Emberley Çeviren Elçin Gen Zihin, birbirini yansıtan metaforların bitimsiz çemberinden başka bir şey olmayan nesneler âleminin metaforudur. (Pierre Bourdieu, Outline of a Theory of Practice) 1980’lerde kürk avcılığı ve kürk modası sektörleri, kürk elde etmede kullanılan zalimce yöntemlerden ötürü hayvan hakları ve hayvan refahı örgütlerinin giderek artan eleştirilerinin hedefi oldu. Bu tartışma, çeşitli medya ve halkla ilişkiler stratejileri aracılığıyla kamuya taşındı. Örneğin, Stephen Frears"ın Sammy and Rosie Get Laid adlı filminin (1987) bir sahnesinde, pahalı bir kürk mantonun arkasına sprey boyayla çizilmiş bir çarpı işareti görüyorduk. Lynx’in İngiltere’de 1984’te başlattığı kürk karşıtı kampanya ve alternatif pazarlama seçenekleri, reklamlar ve sokak panoları aracılığıyla yalnızca kürk sektörünün zalimliğini değil, kürk alarak bu zalimliğe ortak olan burjuva kadın tüketiciyi de resmediyordu. Mail ya da Globe gibi gazetelerde çıkan, kozmetik sektörüyle ilgili yazılar, ekolojik açıdan doğru şu başlıkla yayınlanıyordu: “Günümüz modasında, kurtların derisini yüzmek yerine kurtlarla dans etmeyi tercih ediyoruz”. Ya da Northwest Territories hükümetinin eski lideri Dennis Patterson, fok derisi yeleğini giymiş, fok derisinin Dene ve İnuit ekonomileri açısından hâlâ taşıdığı ticarî öneme dikkat çekiyordu. Yani kürkün anlamı ve değeri üzerinde yürütülen mücadele, dört bir yanda devam ediyordu. Bu mücadele ve kürk ticaretinin tarihi, genellikle siyasî ve iktisadî çıkarlar çerçevesinde kavranıyor. Kuzey Amerika’da modern dönemlerin başında kürk ticareti Batı Avrupa’ya bir tür ticarî servet kazandırdı. Kuzey Amerika’nın yerli halkları, bu ticaretin ekonomi politiğinde yeni mübadele değeri biçimleriyle tanıştılar; bunlar da sonunda yerlilerin avcı/toplayıcı üretim tarzına baskın çıktı. Silah, tencere, araç gereç, temel besin maddeleri ve lüks mallara karşılık temel mübadele aracı kürk oldu. Britanya, Fransa ve Kuzey Amerika arasındaki sömürge ilişkilerinde kürkün değeri ve önemi göz önüne alındığında, bu nesnenin eleştirel bir bakışla değerlendirilmemiş olması şaşırtıcıdır. Bunun belki de tek istisnası, Harold A. Innis’in The Fur Trade in Canada adlı çığır açıcı eserinde sunduğu faydacı yorumdur. Innis, Kanada’nın sıklıkla öne sürüldüğü gibi coğrafyasına rağmen değil, coğrafyası sayesinde kurulduğunu iddia eder: Kürk ticaretinin iktisadî gerekleri sonucunda ortaya çıkan su ve ticaret yolları üzerine kurulu bir coğrafyadır burası. Innis’in eserinin önemi, Kanada’nın bir ulus-devlet haline gelmesinde kürkün oynadığı kilit rolü kavramış olmasıdır. Kanada milliyetçiliğinin, Fransa ve Britanya emperyalizminin söz dağarı içinde maddî bir gösteren olan kürk,1 bir meta, bir insan giysisi, hayvan derisi olarak algılandı – “işlenmiş kunduz” [made beaver] adı altında bir para birimi olarak sahip olduğu ayrıcalıklı statüden bahsetmeye gerek yok. Ama kürk, Innis’in ve kendisinden sonraki tarihçilerin düşündüğünden daha karmaşık bir simgesel iktidar göstergesi. Kürk modasıyla ilgili kültürel bir incelemede, yalnızca kürk modalarının maddî üretimi (kürk sanayii, kürk avcılığı, kürk ticaretinin geçmişteki ve bugünkü küresel boyutları) değil, kürkün simgesel üretimi, farklı kültürel bağlamlarda, farklı tarihsel uğraklarda, çeşitli gösteren pratiklerinde kürkün değerinin ve anlamının üretimi de ele alınmalı.2 Avrupa veya Avrupa-Kanada bağlamında kürk, çeşitli simgesel ve maddî biçimleriyle, hem siyasî hem de libidinal ekonomiler içerisinde dolaşıma girer. Başka bir deyişle, kürk modasının simgesel üretimi, arzu meselesinden ayrı tutulamaz: bir cinsel fetiş olarak kürke atfedilen cinsel kodlamalar söz konusu. Kürk, hem arzu edilirliği hem de kârlılığı açısından peşinden koşulan çok katmanlı bir nesne. Bir meta fetişi olarak, modernleşen bir toplumun ihtiyaçlarını karşılıyor. Ancak, bir libidinal fetiş olarak, o ihtiyaçlar için duyulan arzuyu yaratan bir nesne. 20. yüzyılda Kuzey Amerika’da kürk modalarına atfedilen, toplumsal cinsiyete dayalı anlamları incelediğimizde şunu görüyoruz: Bu yüzyılda kürkün simgesel değerinde gerçekleşen “yeni”lik (metalaşma ancak “yeni” olanın yeniden nakşedilmesine bağlıdır çünkü) servet ve prestijin açıkça kadınsı bir anlamla yüklenmesidir. 20. yüzyılda kürk manto, esasen kadınların servet ve toplumsal prestij göstergelerini sergilemek için giydikleri, bir kadın modası unsuru olarak dolaşıma girdi. Kürk modalarına atfedilen anlamların ve değerlerin tarihsel ve kültürel özgüllüğü, bence her zaman, başka şeylerin yanı sıra toplumsal cinsiyet, ırk, sınıf, cinsellik ve kolonyal marjinallik gibi farklılaşma tarzları bağlamında müzakere edilmiştir. Tüketicinin, lüksün, sınıfsal ayrıcalığın ve ırksal üstünlüğün timsali olarak Avrupalı burjuva kadınlar, “kadınlık”a yatırılan simgesel sermayeyi biriktirmek suretiyle statü edinme süreçlerine bizzat katılırlar. “Kadınlık”ına kültürel sermayeyle yatırım yapan, kürk giymiş kadın imgesi, toplumsal cinsiyete dayalı bir sosyal farklılaşma tarzıyla simgesel değer kazanır: Bu, hiç kuşku yok ki, kadının iktisadî sermayeye erişimiyle ters orantılı bir değerdir. Kadın her ne kadar bir tüketim eyleyicisi olarak eylemde bulunup lüks mal alımı aracılığıyla toplumsal prestij kazansa da, “Kadın” olarak öznel değerini artırır ve zengin sınıf içinde bir mübadele nesnesi olarak dolaşıma girer. Tüketim pratikleri, burjuva kadınının oluşumunda kilit unsurlardır; bir burjuva kadın tüketici olarak, kürk manto almak ve giymek suretiyle, sınıfının ve toplumsal cinsiyetinin sosyal ve simgesel değerlerini yeniden üretir. 20. yüzyılda “kadınlık” kürkün simgesel değerine hâkim olsa da, toplumsal cinsiyet ve cinsellik meseleleri kürkün toplumsal anlamında daha önceleri de rol oynamıştır. Ortaçağ Avrupası’nda dinî kanunlar, soylular, ruhban sınıfı ve köylüler arasında kürk giyimini düzenleyerek sınıfsal aidiyet ve toplumsal mertebeyle ilgili simgesel bir sistem kurmayı amaçlamıştır. Bu yasanın İngiltere’deki bir versiyonu, fahişelerin giyimi hakkında düzenlemeler içeriyordu, onların kürk giymesi yasaktı. III. Edward dönemindeki dinî kanunlar, “fahişelerin çizgili ve renkli başlıklar haricinde başlık takamayacağını, kürk giyemeyeceğini, …” ifade ediyordu. Fahişenin kimliği, varlığını “ayırt edilir” kılma gereği, sosyal ve ekonomik bakımdan “saygın kadın”la karşıt bir görüntü arz etmesini gerektiriyordu. IV. Henry zamanındaki benzer bir yasa hakkında yorum yapan Frances Elizabeth Baldwin, bu kanunun esasen “fahişeleri saygın kadınlardan ayırt etmek için” çıkarıldığını söyler. Kürkün toplumsal cinsiyete dayalı anlamının tarihini, bir cinsel fetiş olarak ortaya çıkmasında da takip edebiliriz. Kürk giymiş kadına atfedilen cinsel fetişizmin izlerine, Wenceslaus Hollar’ın 17. yüzyıla ait sıradışı Bohem-İngiliz gravürlerinde de rastlanır. Hollar, Dört Mevsim başlıklı gravür koleksiyonlarında, Kış adıyla unutulmaz bir vinyet yapmıştır, fonda Cornhill görünür (1643). Ön plandaysa, ağır bir manto giymiş bir kadının profili vardır, kolunda büyük bir siyah manşon, omuzlarında bir kürk etol bulunur. Yüzü maskeli bir başlıkla örtülüdür. Görünmeyen eliyle ağır mantosunu kaldırarak altındaki elbiseyi ve son moda ayakkabılarını göstermektedir. Resmin altında şu sözler yazılıdır: “Zalimlik değil soğuktur / Kış günü ona kürk ve vahşi hayvanların derisini giydiren”. Sanki kadının baştan çıkarıcı duruşu, maskeli yüzü ve kürk aksesuarları 17. yüzyılın cinsel ekonomisinde kadının bir mübadele nesnesi olarak çizilmesini yeterince vurgulamıyormuş gibi, yazı da bu noktayı iyice açığa çıkarıyor. Hollar’ın metninde, kürk faydacı işlevini korumuş gibi görünüyor; kürkün giyilmesinde amaç, zalim kadın rolünü oynamaktansa, üşütmekten korunmak. Ama metin, zalimlik estetiğini reddetmesiyle, resmin gerçekte tasvir ettiği şeyi açıkça olumsuzluyor: Kürk giymiş kadın despot şeklindeki mitsel figürü. Bu gravür ve Muffs and other Articles of Dress and Toilet (1647) ve Ornatus muliebris Anglicanus: or, The Several Habits of English Women from the Nobility of the Country Woman as They Are in There Times (1640) gibi natürmortlar, kürkün 17. yüzyıl cinsel söylemindeki önemli rolüne işaret eder. Wenceslaus Hollar"ın kadın modasıyla ilgili, kürk mantoları resmeden gravürleri, kürke yönelik libidinal yatırımın atipik ve erken bir habercisi olarak ilgiye değer olsa da, kürke yönelik bu libidinal yatırım bir cinsel fetiş olarak söylem düzeyinde ancak 19. yüzyılda, Leopold von Sacher-Masoch"un Kürklü Venüs’ünün yayınlanmasıyla doruğa çıkar. Cinsel fetişin bu meşhur metinsel tipolojisinde, kürk, kasıtlı maskülen zayıflık ile kadınsı bir güç ve baskınlık figüründen mürekkep mazohistik bir oyunun merkezî unsuru haline gelir: Korkunç zalimlik hikâyelerinin anlatıldığı sayfaları heyecanla çevirmeye devam ettim; bu tür olayları tasvir eden resimlere ve gravürlere bakarken büyük haz aldım ve fark ettim ki her sahnede işkenceci kürkler içinde resmedilmişti. Gelmiş geçmiş en kana susamış despotlar, dinden sapanları yakan eli kanlı engizisyoncular ve büyük tarih kitabının sayfalarında güzelliğin, şehvetin ve şiddetin timsali olarak yer etmiş kadınlar –Libussa, Lucretia Borgia, Macaristanlı Agnes, Kraliçe Margot, Isabeau, Sultan Roxelina ve geçtiğimiz yüzyılın Rus çariçeleri– hepsi kürk giysiler giyiyordu. Masoch’un Kürklü Venüs’ündeki kürk figürü, 19. yüzyıla gelindiğinde kürkün bir sosyal-simgesel anlam fazlasıyla donanmış olduğuna işaret ediyor. Masoch’un aslî unsurlarını inşa ettiği Mazohistik libidinal ekonomi bağlamında kürk, erkek/kadın cinselliği arasındaki sınırı aşan eşik figürüdür. Kadın ile erkek arasındaki hiyerarşik ilişkinin dolayımlanma sürecinde kürk bu ikiliği insan/hayvan eksenine taşır. Kürk figürü, iktidarı insan (kadın/erkek) ilişkileri alanındaki yerinden ederek insan/hayvan ilişkileri alanına taşır. Bu denklemdeki hayvan, kadın figürüdür. Burada şöyle bir soru sorabiliriz: Kürk kadının Doğa’yla özdeşleştirilen statüsünü nasıl yeniden pekiştirir? Kürk giymiş kadın, iki kere doğallaştırılmış kadın haline mi gelir? Kürk aynı zamanda siyasî farkın göstergesi olarak da kullanılmıştır. İngiltere’de 17. yüzyıldaki stil savaşlarında kunduz kürkünden yapılma başlık modaları püritenlerle kraliyet yanlıları arasındaki siyasî karşıtlığın işareti haline gelmiştir; II. Charles’ın, Kuzey Amerika kürk ticareti için Hudson"s Bay Company’ye tekel hakkı verdiği dönemdir bu (1670). Daha yakın geçmişte, Richard Nixon meşhur “Checkers Konuşması”nda onurlu ve onursuzca siyasî pratikler arasındaki ayrımı ifade etmek üzere karısının giyim tarzını metafor olarak kullanır: “Pat’in mink mantosu yok. Ama gayet saygın bir kumaş Cumhuriyetçi paltosu var ve ben ona her zaman ne giyerse giysin güzel olacağını söylerim”. Nixon"ın mink manto göndermesi, siyaset adabı alanına cinsel adabın dahil edilmesine işaret etse de, kürkün kendi içinde ve kendi başına bir siyasî mücadele nesnesi haline gelmesi, ancak Birinci Dünya ülkelerinin, küreselleşen kürk ticaretinin ve hayvan hakları aktivizminin dahil olduğu, kürk avcılığı üzerinde yürütülen siyasî mücadeleler bağlamında gerçekleşmiştir. Gitskan halkına mensup ve Kanada’da başarılı bir kürk tasarımcısı olan D"Arcy Moses, kürk mantonun simgesel boyutunu stratejik biçimde yeniden müzakere ederek bu mücadele alanını büyük ustalıkla kendi lehine çevirdi. Avrupa kürk modaları ile Gitskan motif ve tasarımlarını birleştiren Moses, aynı zamanda yerli kürk avcılarının ve tüccarlarının ürünlerini kullanarak onlara destek vermiş oluyordu. Hayvan hakları örgütlerinin, Güney Kore gibi yeni sanayileşen ülkelerde kürk avcılığına ve kürk üretimine son verme yönündeki baskısına karşılık, ana-akım moda sektörü başka bir taktik izledi. Eylül 1992’de, New York Times dergisinde “Kılık Değiştirmiş Kürkler” başlığıyla bir moda dosyası yayınlandı. 1980’lerin sahte kürk modası yüzünden zarara uğrayan kürk sektörü, değişik boya ve kesim biçimleriyle kürkün çehresini değiştirmişti. Bu değişim, kürkün kullanılmış olduğu gerçeğinin üzerini örtüyor, bir zamanlar o kürkün sahibi olan hayvan ile giyilen ürün arasındaki bağın kurulmasını engelliyordu. D’Arcy Moses’ın tasarımları da, kılık değiştirmiş kürkler de, çatışan simgesel ve maddî çıkarlar çerçevesinde verilen stratejik karşılıkları temsil ediyordu. Postmodern dönemde kürke yönelik simüle edilmiş ekonomik ve libidinal yatırımın bir alegorisi olan “Kılık Değiştirmiş Kürkler”, altta yatan çıkarların fark edilmemesini sağlayan ideolojik işlemi gerçekleştirir: Bu işlem, tıpkı fahişenin kimliğinde olduğu gibi, bilinir kılınmaya çalışılan bir nesnenin meta fetişizmi ve cinsel fetişizmi açısından şarttır. Çıkarların fark edilmemesi, nesnenin özerk bir estetik nesne olarak algılanmasına yol açar ve maddî gerçekliği dışarıda bırakırken nesnel mübadele mekanizmalarını korur. Kürk giymiş kadın tüketici figüründe, bu nesnel mübadele mekanizmalarını dolayımlayan, kadınların bedenidir. Kürke yönelik ekonomik ve libidinal yatırıma atfedilen cinsel fetişizim ve meta fetişizmi, görünürde kürkün anlamını ve değerini kuşatma işlevi görse de, fiilen kadın figürünü siyasî, poetik ve erotik bir iktidarın seyirlik malzemesi olarak nakşeder. Modayı takip eden burjuva kadın tüketici, kürk manto gibi bir moda unsurunun simgesel ve maddî anlamlarını üretmeye yönelik birbiriyle bağlantılı bir dizi faaliyet aracılığıyla inşa edilen bir varlıktır. Moda dergileri, yazarları ve fotoğrafçıları, kürk sektörünün yayınları, medya ve sinema, estetik ya da estetik öncesi bir çözümleme nesnesi olarak modanın meşruiyetinin sınırlarını belirleyen moda eleştirileri ve kuramlar - bunların hepsi, kendi maddî ve simgesel çıkarlarını “yanlış okuyabilecek” ve böylece kürk modası tüketiminde eyleyici olarak yer alabilecek tüketicileri üretir. Kürk manto, kadın erotik gücü ideolojisinin eşlik ettiği, servet ve prestije işaret eden simgesel bir nesne olarak var olur, çünkü bu şekilde algılanır – yani, kürk mantoyu burjuva kadın açısından arzu edilir kılan kodları çözmelerini sağlayan kültürel sermayeye sahip izleyiciler ve tüketiciler tarafından sosyal olarak bu şekilde kurulur ve algılanır. Kürke anlam atfeden metinsel ve görsel pratikler, yani kılık kıyafet yasaları, siyasî kodlar, yazınsal ve görsel temsil biçimleri, kürkü geniş bir söylemsel libidinal ve ekonomik mübadele alanı içerisindeki bir iletişim nesnesi olarak yerleştirmeye yarayan bir dizi gösterge pratiği oluşturur. Kürk, moda ve kadınlık göstergeleri arasında işleyen iletişim süreci, altta yatan çıkarların fark edilmemesine dayanan bir dilin konuşulması açısından stratejiktir: Bu dil, kadın erotik gücü kodunun kadınla, burjuva kadının ekonomik ve siyasî gerçeklikleriyle özdeş olduğunun sanılmasına dayanır. Kürkün siyasî ve libidinal ekonomisi günümüzde çok çarpıcı şekillerde biraraya geliyor. Hayvanların katledilmesinden zevk devşiren hâkim bir sosyal ve ekonomik sınıfın fetişistik arzularına karşı çıkmak, hayvan hakları hareketinin gündeminde baş sırayı teşkil ediyor. Hayvan hakları hareketine yönelik desteği ve eleştirileri şekillendiren insan/hayvan karşıtlığı, örtük olarak, yeni bir fetişizm biçimine katkıda bulunuyor: Kitle iletişim araçlarının gösteri fetişizmine ve hayvanlara karşı zalimlik ve sadistik şiddet içeren imgelerine. Bugün kürke atfedilen değerler ve anlamlar, geçmiş değerlerin kalıntıları ile yeni çıkarların, kürkün bir kavram-metafor olarak kullanımını üst-belirleyecek şekilde biraraya gelmesinden kaynaklanıyor. 20. yüzyılın başında kürk ticareti büyük ölçüde azaldı ve kürk, Batı iktisadî bağlamında marjinal bir meta haline geldi, bu da kürkün lüks tüketim nesnesi olma statüsünü ikiye katladı: Kürkü için kullanılan bazı hayvanların soyu tükenmeye ya da sayıları azalmaya başladıkça, kürk manto da ender bulunan bir metaya dönüştü. Bu arada, başka dünyaların yerli halkları için kürk iktisadî değerini korumaya devam ediyor ve modern yerli kültürler açısından hayatî bir kaynak olması, kürkün simgesel değerini arttırıyor. “Günümüz modasında, kurtların derisini yüzmek yerine kurtlarla dans etmeyi tercih ediyoruz” sloganı, ekolojik doğruculukla üzeri örtülmüş eski sömürge ilişkilerinin ve burjuva kadın tüketicinin elinde zulüm gören hayvan imgesine dayalı seyirlik fetişizmin kalıntılarını akla getiriyor. Kürke yüklenen bu anlam fazlalığında, bana kalırsa emperyalizmin tarihinin post-kolonyal bir alegorisini okumak mümkün. Dahası, farklı bağlamlarda farklı değerler yüklenen kürkün tarihi, Avrupa’nın erken dönemlerdeki genişlemesinde toplumsal cinsiyetin ve sömürgeciliğin izlerini saptamamızı sağlayacak zengin bir gösterge hazinesi sunuyor. (<a href="redirect.jsp?url=http://www.utpjournals.com/jour.ihtml?lp=product/utq/652/652_emberley.html" target="_blank">http://www.utpjournals.com/jour.ihtml?lp=product/utq/652/652_emberley.html</a> adresindeki yazının kısaltılmış halidir.) |
|
||||
![]() Sınırsız Zulüm: Eğlence Sektöründe Hayvanlar - Hayvan Yarışları, Sirkler... (25.11.2006)
Yazar Elif Erdoğan Güney Afrika"nın en eski yerlilerinden olan Kikuyu kabilesine mensup Sawtche, bir çiftçinin kölesiyken aşırı gelişmiş kalçaları ve cinsel organı nedeniyle genç bir cerrahın ilgisini çeker. O dönemde Avrupa"da normal dışı görünümlü, egzotik olarak addedilen farklı ırklara ait insanların sergilenmesi moda halindedir. 1810 yılında ingiliz cerrah tarafından bu genç kadın Londra"ya getirilir. Chester piskoposunun özel izniyle Saartjie Baartman olarak vaftiz edilir. Kadın kısa sürede bir gösteri, sergi nesnesi olarak defalarca alınıp satılır. İlk önce İngiltere"ye, daha sonra Hollanda"ya, en son olarak da Fransa"ya götürülür. Şov dünyasında kendisine Hotanto Venüsü ismi takılır. Sirklerde, fuarlarda, müzikhollerde, yüksek burjuvazinin salonlarında bir merak ve seks objesi olarak sergilenir. Büyük kalçaları ve anormal boyuttaki cinsel organı şehvetle karışık bir merakla izlenir. İzleyenler kadının vücudunu eller, çimdikler, kalçalarına iğneler batırırlar. Bu yabancı beden onlarda açgözlü, doymak bilmez bir ilgi uyandırdığı gibi, aynı zamanda da bir Avrupalı için "daha aşağı bir ırktan" bir insan, hatta bir hayvan olduğu için; bu yaratık kendilerini daha üstün hissetmelerini sağlar. Bir yanda medeni Avrupa diğer tarafta cahil, olsa olsa Avrupalının eğlencesi, kölesi, oyuncağı olan bir hayvansı yaratık vardır. Saartjie artık bir insan, bir doğal varlık değil, kamunun merakını tatmin eden bir nesnedir. Bir süre sonra halk bu tuhaf varlıktan bıkar. Derken bu hilkat garibesini bilimadamları incelemek ister; bu sefer de kadın bilimsel bir vakka, bir inceleme nesnesi haline gelmiştir. Dokuz ay sonra kadın alkolik bir fahişe olarak sefalet içinde ölür. Naaşı da huzura kavuşamaz. Canlıyken kendisini inceleyip bir rapor yazan zoolog ve karşılaştırmalı anatomi uzmanı Baron George Cuvier kadının cansız bedenini teşrih eder; beyni ve cinsel organı çıkartılıp kavanozlara konulur. Bedeninin alçıdan kalıbı ve vücudundan geriye kalanlar Paris"teki Musée de l"Homme"da sergilenir. 1994"te Güney Afrika"daki ırkçı rejim sonrasında Kikuyu kabilesi Nelson Mandela"dan Saartjie"nin bedeninden arta kalanları talep eder. Bu talep Fransız bilim çevreleri tarafından ilk önce reddedilir. Ancak 2002"de Fransa naaşı iade etmeyi kabul eder. 2002"nin Mayıs ayında başbakan, birçok bakan ve kabilenin ileri gelenlerinin de bulunduğu bir tören yapılır ve Saartjie"nin yeniden biraraya getirilmiş bedeni halkının adetleri gereğince bir ot yatak üzerine ateşe verilir. Günümüz insanı için bu örnek, insanlıkdışı ve akıl almazdır. İnsanlar işlerine geldiği kadar da olsa bir insanlık onurundan, insan haklarından bahsediyor. Ama konu insan değil de hayvan olunca, az da olsa varolan bu etik kavrayış yok olup yerini ben insanım kaynaklı bir benmerkezciliğe, "her şey benim hakkım" görüşüne bırakıyor. İnsanlar eğlenmek için sirklere, hayvanat bahçelerine gidiyorlar. İspanya"ya giden bir turist boğa güreşlerini görmek için can atıyor. Değişik bir gösteriyi görmüş olmak için veya bahis amaçlı olarak at yarışları, köpek yarışları, horoz dövüşleri izleniyor. Bütün bunları yaparken nedense kişiler hep neyin içinde bulunduklarını, aslında neye hizmet ettiklerini biraz olsun sorgulamaktan uzak durur. Cevap çok da basit; dönemin Avrupalısının yerli kadına davranışının aynısı, daha da beteri sorgusuz sualsiz hayvanlara uygulanmaktadır. Hayvanlar modern insan için tüketim nesnesi olduğu kadar; görülüp,seyredilip eğlenilecek; hoş ve ilginç zaman geçirilecek, üzerlerinden para kazanılacak birer varlık konumundadır. Sirkler, hayvanat bahçeleri, deniz memelilerinin bulunduğu su parkları, kültürün bir parçası sayılan boğa güreşleri, tazı yarışları, at yarışları, horoz dövüşleri boş zaman geçirme amaçlı masum aktiviteler değil, dolaylı ya da dolaysız olarak hayvanların katledildiği zulum dolu, kanlı aktivitelerdir. Kimse kendini kandırmasın, bir fil sirkte mutlu değildir, at yarışında hiçbir at severek koşmaz, hayvanat bahçeleri kim ne kadar iddia ederse etsin bir hayvanın gereksindiği doğal ortamı yaratamaz. Bütün bunlar kâr amacı güden birer sektördür, unutulmaması gereken nokta da budur. Ekonominin her alanında olduğu gibi bu kuruluşlarda ve etkinliklerde de ilk kriter çok kazanç az maliyettir. Bu maliyetlerse hayvanlar gözden çıkartılarak, onların huzuru, sağlığı pahasına düşürülmektedir. Hayvanların bahis veya eğlence amaçlı olarak yarıştırılmaları ülkeden ülkeye kullanılan hayvanların türlerine göre benzerlikler ya da farklılıklar gösterir. Dünyada ve Türkiye"de yaygın ve bilinen olanlar horoz, köpek dövüşleri, at ve tazı yarışlarıdır. Bunların dışında rodeo, Meksika rodeosu, boğa güreşi, kızak köpekleri yarışları (iditarod) daha yerel şekilde yapılmaktadır. Horoz dövüşleri Türkiye için de geçerli olduğu gibi Meksika, Endonezya, Malezya, Haiti, Porto Rico, İspanya, İtalya, Fransa ve Belçika"da da kültürel bir özellik taşıyor. Dövüşte kullanılacak horozlar yumurtadan çıktıktan sonra 9-15 ay boyunca fındık, fıstık, ceviz, bal ve pişmiş yumurta ile beslenir. Bu sürenin sonunda horoza antrenman olarak otuz dakika dövüş yaptırılır. Ayrıca horozun güçlenmesi için ayak bileklerine ağırlıklar takılarak yürütülmesi de çalışmaların bir parçasıdır. Ringe çıkmadan önce, dövüş sırasında hayvan için bir engel teşkil edeceği düşünülerek horozların tüyleri yolunur, ibikleri ve ayaklarının arkasında mahmuz şeklindeki et parçaları kesilip alınır. Tüylerinden mahrum bırakılması kuş için zararlıdır: vücutlarında ter bezleri bulunmadığından tüylerinin kaybı horozu sıcağa çok duyarlı hale getirir.. Dövüştürülecek horozlar sahip oldukları "silahlara" ve ağırlıklarına göre sınıflandırılır. Horozlar kokpit ya da sadece pit denilen dairesel veya kare alanlarda dövüştürülür. Horozlar doğal yapılarıyla ringe çıkmazlar. Rakiplerine öldürücü yaralar vermesi, rakibin gözlerini oyması, kemiklerini kırması için pençeleri zımpara ile sivriltilir, pençelerinin ucuna onları birer keskin bıçak gibi kılacak metalden mahmuzlar takılır. Horoz dövüşü seyretmiş bir kişinin anlattıkları bu sürecin ne kadar kanlı olduğunu göstermekte: "Her on beş dakikada bir su molası verildiğini öğrendiğim dövüş, en çok sekiz devre sürüyor. Horozlardan biri ya ölecek ki dövüş bitsin, yoksa berabere kabul ediliyor. Dövüş başlayalı neredeyse bir saat oldu ve kırmızı horoz vura vura diğerinin kafasını patlattı. Her tarafı kan içinde kalan kafası yarılmış horozun boyu biraz kısa olduğu için, kırmızının kafası yerine gırtlağına vuruyor.Herkes kırmızının kazanacağından emin. Mola bitiyor. İğne iplikle kafasındaki yarılan yerleri dikilen tavuk tüylü horoza, şırıngayla şekerli su verildikten sonra tekrar arenaya dönüyor. Son olarak, kanlar temizlensin diye gırtlağına tüy sokuluyor." (<a href="redirect.jsp?url=http://www.boluolay.com/kose.php?id=122)" target="_blank">http://www.boluolay.com/kose.php?id=122)</a> Horoz dövüşlerini meşrulaştırmak için ortaya atılan bahane dövüşün belli tür horozların doğasında olduğudur. "Hint horozuna dövüş öğretilmez, doğasında vardır......Yarıştan men edildiği takdirde soyu körelir. Bu kanatlının gıdası dövüştür. Bu dünyadan bihaber sözde hayvanseverler, tutumlarıyla Hint horozunun kökünü kuruturlar. Konu bilimsel olarak incelenmelidir. Böylece Hint horozunun nesli korunmuş olur." (<a href="redirect.jsp?url=http://www.hurriyetim.com.tr/koseprinterversion/1,,nvid~274429,00.html)" target="_blank">http://www.hurriyetim.com.tr/koseprinterversion/1,,nvid~274429,00.html)</a> Gerçekten de hint horozu ve bazı diğer türler saldırgan, dövüşme güdüsü yoğun hayvanlardır. Doğal yaşantılarında bu hayvanlar yiyecek, eş, sınırlarını korumak, belli bir bölgede hakimiyetlerini kurmak için dövüşürler. Fakat bir horozu alıp doğasında varolmayan bir biçimde besleyerek, antrenmanlarla olduğundan daha vahşi hale sokup, bedenlerine müdahale ederek ve sonra da rakibini bertaraf etmesi için ringe çıkarmak, hayvanı dövüşe zorlamak bir hayvanın doğası gereği dövüşmesiyle aynı şey değildir. Doğada nadiren kendi türünden hayvanlar birbirleriyle ölümüne dövüşür, yenilmesi kaçınılmaz olan taraf kaçar gider ve haliyle dövüş de sona ermiş olur. Horoz dövüşlerinde ise kaybetmekte olan hayvanın kaçma ve kurtulma imkanı yoktur. Dövüşlerin acı verici ve hayvanın doğasına aykırı olması dışında dövüş horozlarının yaşamları da birçok farklı amaçlarla esir tutulan hayvanlar gibi işkenceden farksızdır. Ringe çıkmadıkları veya çalıştırılmadıkları zamanlar bu hayvanlar bir ayaklarından bir yere bağlı olarak barınak niyetine yapılmış, çoğu zaman bir beton zemin üzerine konulmuş tel ya da plastik kafeslerde hareketsiz ve rahatsız bir durumdadırlar. Dövüşü kaybeden horozlar ise zaten gözden çıkartılmışlardır. Onları en iyi ihtimal ölüm bekleyebilir. Bir kere dövüşe alışan horoz normal bir yaşam süremez çünkü dövüşmekten başka bir şey elinden gelmez. Oyun alanlarından, ringlerden kurtarılan horozlar genelde bu nedenden dolayı öldürülür. Horoz dışında köpek de dövüştürülen hayvanlardandır. Köpek dövüşlerinde dövüş süresi 15 dakika ile 2 saat arasında değişebilir. Köpek dövüşleri rakiplerden biri devam etmek istemeyinceye kadar sürer. Dövüşlere katılan köpeklerin aldıkları ve neden oldukları yaralar ciddi; hatta ölümcüldür. Fiziksel ve zihinsel olarak yeterince güçlü hemen her ırk dövüşler için kullanılabilmesine rağmen Amerikan Pit Bull Terrierler rakipleri karşısında en fazla yorulmaz yenme hırsını ve başarısını gösteren ırktır. Bu köpeklerin inanılmaz güçlü çene kuvveti, ön dişleriyle tutarken arka dişleri ile çiğnemelerine imkan verir. Bu nedenle yaralar derin kesikler hatta kırılan kemikler halindedir. Çoğu köpek kan kaybı, şok, dehidrasyon, aşırı yorgunluk ya da dövüşten saatler hatta günler sonra enfeksiyonlardan ölmektedir. Diğer hayvanlar da ayrıca dövüş adına kurban edilmektedir. Köpek sahipleri genellikle kedi, tavşan ve daha küçük köpekleri hayvanlarını dövüşe alıştırmak için kullanmaktadırlar. Greyhound olarak da bilinen tazı yarışları, spor, eğlence adı altında hayvanlara yapılan başka bir eziyettir. Bu yarışların ardında büyük bir köpek yarışı endüstrisi mevcuttur. Yarışacak en hızlı ve bedensel açıdan en güçlü türü yaratmak için sektör fabrikasyon köpek üretimine ihtiyaç duyar. İngiltere"de sadece tazı üretmek için tasarlanmış haralar vardır. Bu şekilde İngiltere"de yılda ortalama kırkbin köpek üretilmektedir. Bunun sonucu olarak ortaya üretim fazlası çıkmakta, seri üretim sonucu çoğalan köpeklerden koşmaya, yarışmaya yeterince uygun olmayanlar sektöre kâr getirmeyeceklerinden öldürülmektedir. Yarışacak köpekleri ise zorlu ve riskli yarışlar bir yana, birçok kötü koşul bekler. Tazılar sürekli olarak bir yarıştan diğerine taşındıkları için bu köpeklerin ömürlerinin geniş bir kısmı seyahat halinde, düzgün havalandırma sistemleri olmayan, kalabalık (bir kamyonda aşağı yukarı altmış köpek taşınmaktadır) taşıtlarda, aşırı sıcağa veya soğuğa maruz şekilde geçer. Yarış köpeklerinin bedenleri kastan ibaret olup üzerinde yağ dokusu bulunmaması sebebiyle bu hayvanlar sıcak ve soğuk havaya karşı çok hassastır. Yolculuklar dışında da bu hayvanların durumu iç açıcı değildir. Sağlıksız ve rahatsız barınaklar, yorucu antremanlar, çalışma veya yarış esnasında başa gelen kazalar, yaralanmaları kemik kırıkları, kalp krizi bu köpeklerin yaşamlarının sıradan bir parçasıdır. Bir örnek verilecek olursa 2005 yılında West Virginia"da yetmiş üç greyhound bozuk klima yüzünden çıkan yangında kulübelerinde ölmüş, bundan beş yıl sonra ise aynı kişiye ait elliden fazla greyhound kötü havalandırma sistemi nedeniyle kalp krizi geçirerek ölmüşlerdir. Greyhoundlar genellikle rayların üzerinde dönen bir maket tavşanı kovalama yoluyla çalıştırılır. Bu cihaz köpeklerin yaralanmasına ve ölümlerine sebep olmaktadır. Tazıdan en iyi verim ilk üç yılda alınır. Hızdan düşen, yaşlanmış köpekler boğularak, zehirlenerek ya da asılarak öldürülmektedir. Öldürülmeyenler araştırma laboratuvarlarına satılmakta veya yarış köpeğine ait kimlik bilgileri kulaklarına takılı olan çiplerde bulunduğundan kulakları kesilerek sokağa atılmaktadır. Verim alınamayacak köpeklerin öldürülmeleri konusunda ABD, Idaho"da yaşananlar çarpıcıdır: Idaho"da bulunan Coeur d"Alene grehound parkında ağzı klipse kapatılmış rektumundan elektrik verilerek öldürülmüş dişi bir greyhound bulunur. Şahitler bunu tek örnek olmadığını, parkta birçok köpeğin de bu şekilde öldürülmüş olduğunu söylerler. Bu olaydan sonra Idaho"da greyhound yarışları yasaklanmıştır. Greyhound yarışlarının tek kurbanı köpekler değildir. Her ne kadar koşu idmanlarında maket tavşanların kullanımı yaygınlaşmış olsa da tavşan, kedi, gine domuzu diye bilinen kobaylar da kullanılmaktadır. Birçok ülkede greyhound yarışları zalim bir spor olarak görülmeye ve kamunun tepkisini çekmeye başlamıştır. ABD"de 34 eyalette ve Güney Afrika"da yasak olup İtalya"da son yarış pisti geçen yıl kapatılmıştır. Fransa"da ise ticari olmayan şekilde köpek koşuları yapılmasına izin vardır. Tepkilerden ötürü özel şirketler ve dünyada greyhound yarışlarının yönetim mercii olan Dünya Greyhound Yarışları Federasyonu bu yarışları ve bu köpeklerin üretimlerini Asya ülkelerine kaydırma girişimleri başlatmışlardır. Yeni yarış coğrafyası Filipinler, Kamboçya, Vietnam, Çin ve Kore"yi kapsamaktadır. Bu yeni merkezler belirleme noktasında KKTC"de köpek yarışları için yeniden düzenlenerek Ağustos ayında yarışlara açılacak Meserya Stadyumu önemlidir. Bu durum dünyadaki ve özellikle KKTC"deki hayvanseverleri de ayağa kaldırmıştır. Hayvanları Koruma Derneği, Baraka Kültür Merkezi, POST (Project Oriented Searching Team), Lefke Çevre ve Tanıtma Derneği ve tüm hayvanseverler, 14 Ağustos Cumartesi günü saat 20.00’da Mesarya Stadyumu önünde bir protesto gösterisi düzenliyor. Aynı gün açılışı yapılarak köpek yarışlarının başlayacağı Mesarya Stadyumu’nda biraraya gelecek olan hayvanseverler, tüm duyarlı kişileri, çevrecileri, hayvan hakları savunucularını protestoya katılmaya davet etti. Hayvanseverler köpek yarışlarının , hızlı köpeklerin yarıştırıldığı bir spor değil, hayvanlar üzerinden kumar oynanarak hem topluma zararı olan hem de hayvanlara yapılan bir eziyet olduğunun ve Köpek yarışlarının, gerek Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne gerekse KKTC’de yürürlükte bulunan Hayvanlara Zulüm Yasası’na aykırı olduğunun altını çizdi. Hayvanların bahis amaçlı yarıştırılması sözkonusu olduğunda ilk akla gelecek olan şüphesiz at yarışlarıdır. At yarışları dünyada milyarlarca dolarlık; kazanma, daha fazla kazanma hırsının ön planda olduğu bir endüstridir. Bu kazanç peşinde sektörün kurbanları ise doğdukları andan itibaren mal olarak alınıp satılan, ölümüne çalıştırılan, yarışamayacak duruma düşünce öldürülen, mezbahalara satılan atlardır. Yarış atları için emeklilik yoktur. Atlar henüz iskelet sistemleri gelişmekteyken yarışlar için hazırlanmaya başlanır. Bu dönemde taylar, kemiklerinin çok yumuşak olması nedeniyle hızlı koşabilecek, ağır yükün verdiği baskıyı kaldıracak kadar güçlü değildir. Yarışlar ve antremanlar bu hayvanlar için aşırı zorlayıcıdır. Tendonlarının gerilmesi atlara geri dönüşü olmayan hasarlar verir. Yarış atlarının yüzde ellisinde kemik kırılması ve sürtünmeye bağlı kemik aşınması görülür. Bu bir örnekle açıklanacak olursa: iki taş birbirine bir müddet sürtüldüğünde taşlardan küçük tanecikler kopacaktır. Aynı durum koşmaya ve bunun yarattığı sürtünmeye bağlı olarak atların kemiklerinde de ortaya çıkar. Bir at ortalama olarak her yirmi iki yarışın birinde yarışı tamamlayamayacak şekilde yaralanmakta, sekiz yüz at ise yarış sırasında yaralanma sonucu ölmektedir. Tıbbi bakım ve teknolojik ilerlemeler de atları iyileştirmeye yetmemektedir, bunun nedeni ise atların bedensel olarak büyük hayvanlar olması, cerrahi müdahaleye ve anesteziye dayanamamaları ve bu hayvanların, üzerlerinde alçı ya da askı gibi kısıtlayıcı gereçlere izin vermemeleridir. Zaten, yine ortalama sayılarla konuşulacak olursa, bir at dokuz yüz bin dolara satın alınmakta, yıllık gideri ise ellibin doları bulmaktadır. Bir kere bu kadar fahiş paralar gözden çıkarıldıktan sonra atların sahipleri ameliyatın ve ameliyat sonrası bakımın masraflarını karşılamaya yanaşmazlar. Yaralı at ya tedavi edilmeden koşturulur veya ölüme terk edilir. Yara almış bir atınsa koşması haliyle kolay değildir. Daha hızlı koşmaları ya da sakatlıklarına rağmen koşmaları için yarış atlarına onları birer ilaç bağımlısı haline getirecek kadar ilaç yüklenir. Hangi ilacın yasak, hangisinin olmadığı ülkeden ülkeye değişir. Bu maddelerden bazıları akciğer kanamalarını engelleyen Lasix, acıyı maskeleyip atın daha hızlı koşmasını sağlayan bir ağrı kesici görevini gören fenilbutazon ; sakat hayvanın acısını hissetmesini engellemek için kullanılan morfindir. Bu tarz ilaçların çeşitleri de çok fazla olduğu için laboratuarların bunları saptaması da kolay olmaz. At yarışları bu tarz skandalları çok yaşamış ve yaşamaktadır. Bu eziyet dolu yaşantının ardından yarışamayacak atların sonu haliyle bir şekilde öldürülmek olur. ABD"de şu anda 3 tane at mezbahası bulunuyor ve at eti ihracatı oldukça kârlı bir iş. Mezbahalar ise "istenmeyen" atların ortadan kaldırılması gibi "yararlı" bir iş yaptıklarını savunuyorlar. Üç mezbahadan biri olan Beltex mezbahasının kayıtlarına göre, 2004 yılı bir temmuz- yirmi iki temmuz arasında, mezbahaya 1845 at gelmiştir ve bu atların arasında fazla sayıda yarış atları da vardı. (<a href="redirect.jsp?url=http://www.kaufmanzoning.net/horsemeat/Beltex/Number.htm)" target="_blank">http://www.kaufmanzoning.net/horsemeat/Beltex/Number.htm)</a> Konu ile ilgili diğer bir araştırma ise Colorado Devlet Üniversitesi"ne aittir, bu araştırmaya göre ise mezbahaya gönderilen 1348 attan 58 tanesi yarış atıdır. Çoğu çocuğa okulda ya da ailesi tarafından yüzeysel bir şekilde hayvanları sevmesi gerektiği öğütlenir. Bu sevginin tek gerekçesi de insanların, hayvanların "etinden, sütünden, yününden" yararlanıyor olmasıdır. Hayvanlar kafalarda her zaman insanın ancak emirlerine ve isteklerine tâbi bir konumda yer alır. Hayvanların dünya üzerinde kendilerine özgü sebeplerle varoldukları, insan ihtiyaçlarını karşılasınlar diye varolmadıklarını düşünmek nedense çok aykırıdır. Bu kadının erkek için, siyahın beyaz için yaratılmış olduğu gibi hep iki kutuplu işleyen araçsal görüşün aynısıdır. Kendini akıl sahibi varlık olarak niteleyip doğadaki diğer hayvan türlerinden ayıran insan uygarlaştığından itibaren ve daha yoğun olarak da Aydınlanma hareketi ile birlikte kafasında iyi-olumlu , kötü-olumsuz şeklinde karşıtlıklar yaratmış, biri (iyi-geçerli) olan hak sahibi sayılıp diğeri pahasına ön plana çıkartılmış, öte tarafta kalan ise yürürlükte olanın sömürüsüne maruz kalmıştır. Ardından ilerleme adı verilen zihniyet değişimleriyle eski yaklaşım bırakılmış, hatalardan nedamet getirilmiş fakat yeni şekillenen bir kafa yapısına uygun olarak tekrar değişik bir sömürü nesnesi yaratılmıştır. Ne yazık ki insanlık tarihi hep böyle çalışmış ve çalışmaktadır. Peter Singer"ın sözleri ile ifade edilirse insanlığın şu an hayvanlara karşı zorbalığı ve "eşit önemseme ilkesi"nden uzak muamelesi "mevcut son ayrımcılık biçimi"dir. Bu hal karşısında insanlık hâlâ gözünü açmaya direnmekte, hayvanlara karşı kullanım odaklı bakış sürmektedir. Bu düşünme ve akıl yürütmeyi terk etmek kolay olmayacaktır. "Her özgürlük hareketi ahlaksal ufkumuzun biraz daha genişletilmesini gerekli kılar; eskiden beri doğal ve kaçınılmaz kabul edilegelen bazı uygulamaların aslında hiçbir şekilde haklı gösterilemeyecek bir önyargının sonucu olduğu ortaya çıkar ve bunun meşru bir biçimde sorgulanabilecek hiçbir yaklaşımı ya da uygulaması olmadığını kim ileri sürebilir?" (Peter Singer, Hayvan Özgürleşmesi, Ayrıntı Yayınları) Olanı, sorgulamadan yapageldiğimizi köklü bir şekilde gözden geçirmek ve alışmışı zarar görenlerin gözüyle değerlendirmek gerekir. Kısacası Foucault"nun Özne ve İktidar"da altını çizdiği gibi "bugünlerde amacımız ne olduğumuzu keşfetmek değil, ne olmuş isek onu red etmek olmalıdır". Hayvanlara karşı bir miktar sempati duyan, "çok da eziyet görmelerini (!)" tasvip etmeyen herhangi bir kişi olan sağduyusu sayesinde hayvan dövüşlerinden, at yarışlarından rahatsızlık duyabilir. Ama çoğu insan sirkleri, hayvanat bahçelerini, deniz memelilerinin bulunduğu parkları sevimli bulur, bunları çocukları için şirin bir eğlence, hayvan sevgisi yönünde yararlı bir etkinlik olarak değerlendirir. Gerçekten de hayvanları sevmediğini dile getiren bir kişi için bu mekanlar cazip değildir. Bu nedenle, birçok kimse bu yerlerin ve bu tarz gösterilerin hayvanlar için gerçekte ne kadar eziyet dolu, dayanılmaz bir yaşam yarattığını, arka plandaki görünmeyen sefaleti biraz olsun bilseler, bunlardan artık zevk almayacaklardır. Olumsuz koşullar, sirklerde uygulanan şiddet dolu eğitim yolları bir yana, unutulmamalıdır ki söz konusu hayvanlar insanları eğlendirmek amacıyla birer tutsak konumundadır. Hiçbir yapay müdahale, ne kadar doğaya uygun olduğu iddia edilirse edilsin hayvanlara kendi özgür ortamlarını, sosyalleşme, yiyecek arama, oyun oynama, çiftleşme gibi temel gereksinimlerini sağlayamaz. Artık daha şıklaştırılıp demir parmaklıklar, kafesler kaldırıldı diye isimleri doğal park ya da zoolojik park olarak değiştirilen hayvanat bahçelerinin sunduğu görüntü vahşi yaşamın sadece bozulmuş, çarpık bir sunumundan öte değildir.Öyle ya da böyle sirklerde olsun doğal parklarda olsun hayvan kontrol altında ve özgürlük içinde yaşama haklarından mahrumdur. Bu ortamların esir durumda olan bazı hayvanların doğalarına ne kadar aykırı olduğunu görmek için birkaç basit bilgi yeterli olur. Filler günün on sekiz saatini aktif geçiren, günde 30 mil kadar yürüyebilen, göllerde serinlemekten hoşlanan, sürü içinde yaşayan, oldukça sosyal hayvanlardır. Ayılar kısıtlanmaya en zor dayanan hayvanlardan biridir. İyi yüzücü olan ve saate 35 mil koşabilen ayılar meraklı, enerjik fakat bir o kadar da utangaç yapıdadır. Gösteri zamanı dışında filler sirklerde günün yüzde yetmişinde, büyük kediler yüzde doksandokuzunda zincire vurulu ve kafeslere kapalıdır. Sirkte kendisi için tahsis edilen alan, bir kaplanın doğal yaşam alanından onsekizbin, aslanınkinden ise onyedibin misli dardır. Bütün bu sayısal ifadeler durumun vahametini gösterir. Rahatça hareket edememeye ve sürekli dayak tehditine bağlı olarak bu hayvanlarda strese ve psikolojik bir mahrumiyete işaret eden sürekli kafa sallama, bulundukları yerin zeminini tırmalama gibi anormal davranışlar görülür. 2001 senesinde Kelly Miller isimli bir sirke ait bir römorkta aşırı derecede aç ve susuz, volta atmaktan ayakları kan içinde kalmış 3 tane ayı bulunur. Eğitimcileri hayvanlara karşı zalimlikten ve buna bağlı dört farklı suçtan suçlu bulunur. Akuatik parklarda tutulan balina, yunus, deniz aslanı gibi deniz memelilerinin yazgıları da ehven sayılmaz. Orkalar ve yunuslar aileleri ile birlikte sürü halinde yaşarlar. İçlerinden birinin yakalanması ailenin ve sürünün bütünlüğünü bozar. Bu memelilerden ele geçirilip daha sonra tekrar denize bırakılanlar stres veya şok nedeniyle ölür. Tüm benzerleri gibi hareketli olan bu hayvanlar için de havuzlarda, su tanklarında yaşamak dayanılmazdır. Normalde kırk-elli yıllık ömürleri olan yunuslar esaret altında ancak yirmi yıl; doksan yıldan fazla yaşayabilen orkalar ise çok nadiren on yıldan fazla yaşarlar. Bu ölümlerin başta gelen nedeni ise strese bağlı ülser ve intihardır. Bu hayvanlar çoğu zaman kendilerini suyun üzerine bırakarak ya da havuzun zeminini dişleme gibi zarar verici hareketlerle hayatlarından vazgeçer. Deniz kaşifi kaptan Jean Jacques Cousteau ve oğlu tutsak yaşama dayanamayarak kendini su tankının zeminine vura vura öldüren bir yunusa şahit olduktan sonra hiçbir deniz memelisini yakalamayacaklarına dair yemin etmişlerdir. İkinci sırada gelen ölümler ise atılan bozuk paralar, havuz suyunun pis olması gibi insan ihmalkarlığı ve dikkatsizliğinin sonucudur. Ayrıca bu havuzlar güçlü kimyasallarla temizlendikleri ve içlerindeki suda yüksek oranda klor bulunduğu için hayvanlar için zarar teşkil eder. Bütün bu olumsuzlukların arasında hayvan özgürleşmesi adına birer küçük adım sayılacabilecek gelişmelerle de karşılaşmak mümkün. 31.Mayıs.2005 "te alınan bir kararla Belçika"da yeni yunus parkı açılması yasaklanmıştır, bunu takiben var olan delfinaryumların ise kapatılması yönünde girişimlere başlanmıştır. Diğer karar ise sirklerle ilgilidir. Yine Belçika"da sirklerde bazı hayvanların tutulmasını yasaklayan kanun yürürlükten kaldırılmıştır. Bu değişim ilk başta olumsuz görünse de bir iyileştirme söz konusudur Çünkü bu yeni kararla 2012 yılına kadar sirklere zoolojik parklardaki standartları karşılama zorunluluğu getirilmiştir. Örnek olarak fil için zorunlu olan yüz metrekarelik dış alan genişliği bin metrekareye, kaplan için mecburi olan otuz metrekarelik dış alan ise yüz metrekareye çıkartılmıştır. Ayrıca yine bu kanuna göre sirklerde sadece tutsak doğmuş hayvanların kullanılması ve sadece gösterilerde yer alan hayvanların bulundurulması yeni zorunluluklar arasındadır. Konu hakkında alınan başka bir karar ise taşıma ve sert olmayan eğitim yöntemlerinin uygulanması ile ilgilidir. Esaret hayatının yanı sıra sirklerdeki yaşam koşulları da berbattır. Akıldan çıkmamalıdır ki sirkler kâr amacıyla kurulmuş birer iş yeridir. Hayvanlar ise bu iş yerlerinin en alt kademedeki çalışanlarıdır. Maliyetlerse ilk elden bu hayvanların üzerinden azaltılacaktır. Sirkler şehirden şehire ülkeden ülkeye sürekli gezdikleri ve çoğunlukla seyahat halinde olmaları nedeniyle hayvanların gereksindikleri su, yiyecek, veterinerlik hizmetleri gibi temel ihtiyaçlara erişim kısıtlıdır. Hayvanlar saatlerce küçük kafeslere tıkılmış hareketsiz ve bağlı olarak ,aşırı sıcak ya da soğuk havaya maruz kalarak yolculuk ederler. Yine de sirklerde eğitim adı altında uygulanan zalim öğretme tekniklerine kıyasla bu rahatsız yolculuklar bir dinlenme bile sayılabilir. En azından dayak, zorlama bir süreliğine de olsa ortadan kalkmıştır. Sirk hayvanları şovlarda sergiledikleri zorlanma gerektiren numaraları isteyerek öğrenmezler. Kimse de durduk yere alevler içindeki bir çemberden atlayan bir kaplan ya da dans eden bir fil göremez. Değişen kademelerde kamçılama, elektrik şoku verme, fillere kanca şeklinde bir alet batırma veya bu aletle darp etme gibi bedensel cezalandırma teknikleri kullanılarak hayvanlar kendilerine emredileni yapmak zorunda bırakılır. Bedensel cezalandırmanın yanı sıra su, yemek vermeme, hayvanı kafesinde tek başına bırakma da direnen hayvanların direncini kırmak için başvurulan yollardandır. Zincir, kırbaç, sopalar, kanca, ip, ağızlık gibi gereçler bu canice eğitimin vazgeçilmezleridir. Fil kancası olarak da bilinen bu alet filleri "yola getirmek" için bir eğiticinin demirbaşıdır. Bir filin derisinin kalınlığı vücudunun bölgelerine göre değişir. Bu kanca derinin ince ve bir böcek ısırığını fark edecek kadar hassas olduğu kulak araları, burnun içi, çene altı ve ayak çevrelerine batırılır. Sirklere ve hayvanat bahçelerine danışmanlık yapan bir fil terbiyecisi olan Alan Roocroft, Managing Elephants adlı kitabında şöyle yazar: "Bir file bedensel cezalandırma uygulanırken bu ceza o şekilde zorlayıcı olmalıdır ki fil bunun gerçek bir ceza olduğunu sezebilsin. Üstün pozisyonu sağlayabilmek için eğitici fili iyice sindirmelidir. Asi bir fili zap etmek için yeterli miktarda kas gücünü temin etmek için 8 tercihen 10 yardımcıya gerek vardır. Fil bir kere hareketsiz hale getirildikten sonra tahta bir sopanın darbelerine maruz kalır." Yine birer fil terbiyecisi olan George "Slim" Lewis ve Byron Fish konuya devam ediyorlar. ".....böyle bir durumda ise fil korku ve bıkkınlık emareleri gösterecektir: gözleri dolar ve gözlerinden yaşlar akar. En sonunda fil teslim olur....Karşısındakine kıyasla çaresiz olduğunun farkındadır." (<a href="redirect.jsp?url=http://www.circuses.com/bullhooks.asp) Fazla" target="_blank">http://www.circuses.com/bullhooks.asp) Fazla</a> söze gerek yok, insanlık utancı denilen şey bu olmalıdır. Hayvan refahı konusunda Avrupa Birliği uygulamaları ve kanunları birçok ülkeye kıyasla, insana "hiç yoktan iyidir" dedirtecek şekilde ileri sayılabilir. "1997"de imzalanan ve 1999"da yürürlüğe giren Amsterdam Anlaşması hayvanları ilk kez duygulu varlıklar olarak kabul eden ve hayvan refahına ilişkin bir protokolü içermesi bakımından önemlidir. Fakat at yarışları, boğa güreşleri, tazı yarışları, tazı ile avlanma konularında üye ülkere ulusal düzenlemeler yapma hakkı tanımıştır." "Mart 1999"da ise hayvanat bahçelerinde tutulan vahşi hayvanlara ilişkin bir direktif bakanlar kurulunca kabul edilmiş, hayvanat bahçelerinde bulunan vahşi hayvanlara doğal davranışlarını sergileyebilmeleri için yeterli alanların ayrılması ve hayvanat bahçelerinin 2002"den itibaren ruhsat ve denetimlerinin sağlanması zorunlu hale getirilmiştir." (<a href="redirect.jsp?url=http://www.ist-vho.org.tr/kurultay/ab_uyum.htm) 2004’te" target="_blank">http://www.ist-vho.org.tr/kurultay/ab_uyum.htm) 2004’te</a> Avrupa Parlamentosu Konseyden sirkleri resmî olarak Avrupa kültürünün bütünleştirici bir parçası ya da sirklerde hayvan bulunmasının bir kültürel öge olarak tanınmasını istemiştir. Şu anda bu tanımlama kabul edilmiş olduğu için; hayvanların eğlence amaçlı kullanımı İsveç, Avusturya, Finlandiya ve bazı idari merkezlerde yasak olup, diğer üye ülkelere bu konuda düzenleme yapma yetkisi verilmiştir. (<a href="redirect.jsp?url=http://www.europarl.eu.int)" target="_blank">http://www.europarl.eu.int)</a> Topluluğun 1 Ocak 2007"den itibaren geçerli olacak, Ekim 2005 tarihli düzenlemesiyle her sirkin kayıt altına alınması, bulunan her hayvanın kaydının yapılması; her hayvan için aşıları, geçirdikleri hastalıkları, yapılan testleri belgeleyen kimlik niteliğinde bir pasaportun çıkarılması, her yer değiştirmenin 48 saat önceden ilgili merciilere haber verilmesi ve resmî izin alınması zorunlu hale getirilmiştir. Hayvan refahına ilişkin olarak üye ülkelerin düzenlemelerinde yer alan bazı yasaklamalar ise şöyledir: - evcil ya da vahşi hayvanları su ve yiyecekten mahrum bırakmak, - yaralanma ve hastalık durumlarında bakımsız bırakmak, - kendi doğal ortamlarına uygun olmayan yerlere yerleştirilmeleri, - mutlak zorunluluk olmadıkça kapatma, hapsetme, bağlama aygıtlarının kullanımı - (gösterilerde) ilaç niteliğindeki maddelerin kullanımı, - cerrahi müdahalelerle hayvanların özelliklerinin değiştirilmesi - hayvanın, kendisine kötü muameleye yok açacak oyunlara ve faaliyetlere sokulması - hayvanın hedef tahtası olarak kullanılması Paulo Freire Ezilenlerin Psikolojisi isimli kitabında, ezilenleri köylü ve kentli emekçiler sınıfı, öğrenci grubu olarak ele almasına ve kesin bir insan-hayvan ayırımı çizmesine karşın, duruma sadece ezen-ezilen ilişkisi şeklinde bakıldığında, insanoğlu içindeki ezen-ezilen dengesizliğinin, ezilen hayvan-ezen insan arasındaki bağa benzerliği şaşırtıcıdır. İnsanların kendi aralarında olsun, insan-hayvan arasında olsun , bir varlığı aşağı olarak etiketleyip hükmetmek tek bütünün bir parçasıdır. Adı geçen kitapta Freire "okul içinde veya dışında, herhangi bir düzeydeki öğretmen-öğrenci ilişkisi"ni masaya yatırır. Bu ilişki bir özne (öğretmen) ve nesnelerden (öğrencilerden) oluşur ve aktarım tek tarafın (özne) elinde tuttuğu erke dayanır. Yazarın "’bankacı" eğitim’ diye nitelendirdiği modelde "bilgi, kendilerini bilen sayanların, yine onlar tarafından hiçbir şey bilmez sayılanlara verdiği bir armağandır. Başkalarını mutlak bilgisiz saymak baskı/ezme ideolojisi için karakteristiktir...."Öğretmen kendisini öğrencilere, onların zorunlu karşıtı olarak sunar; öğrencilerin cehaletini mutlak sayarak kendi varlığını gerekçelendirir." "Bankacı" model "öğretmen düşünür,öğrenciler hakkında düşünülür.", "öğretmen disipline eder, öğrenciler disipline sokulurlar." , "öğretmen bilginin otoritesini,kendi mesleki otoritesiyle karıştırır ve bu otoriteyi öğrencilerin özgürlüğünün karşıtı olarak öne sürer" şeklinde özetlenebilecek bir yapıdır. (Paulo Freire - Ezilenlerin Pedadojisi, Ayrıntı Yayınları) Bu yapı ezen-ezilen ilişkisinin bulunduğu her yerde benzer şekillerde örgütlenir. Kaynağını belli bir varsayımdan alan gücün sorgulanmayışı ve bu güce sahip olanın kendine sonsuz derece hak tanır oluşu bu tarz ilişkilerin esasını oluştur. Öğretmen-öğrenci örneğinde varsayılan, öğretmenin bildiği ve karşı tarafın cahil olduğudur. Gerçekliği bir kurgu olan veya gerçekliğinden şüpheye düşülebilecek (ama düşülmeyen) bu varsayım öğretmenin tahakkümüne izin verir. Hayvan-insan ilişkisi de farklı varsayımlardan hareket ederek kurulmuş olsa bile (burada varsayılan insanın akıl sahibi olduğu ve bu aklın sömürü için yetki olduğudur). ezeni (özne-insan) ve ezileni (nesne-hayvan) karşı karşıya getirir ve içinde de dünyanın en acımasız ve geniş çaplı tahakkümünü barındırır. İşin acı yanı ise bu sömürünün kolayca geri dönüşü olmayacak biçimde rasyonalize edilmiş olmasıdır: hayvanlar insanlığın gereksinimleri ve eğlenceleri için vardırlar. Nokta burada konulduğu ve olan biten de sorgulanmadığı takdirde bu sömürü beslenme alışkanlıkları, hayvan testleri, sirkler, yarışlar olarak tekrar tekrar ortaya çıkacaktır. |
|
||||
![]() ja,machen wir was..du für tiere ich für kinder..mit kindern scheint auch nicht so toll zu sein..
Kinderpornographie im Internet "Liste der Schande" Nirgendwo auf der Welt wird so oft im Internet nach Kinderpornographie gesucht wie in der Türkei - zumindest laut Google Trends. Die Meldung löste in dem muslimischen Land eine Welle der Empörung aus - und eine lebhafte Debatte in Presse, Parlament und Regierung, die begleitet wird von fast täglichen Razzien. Von Kai Strittmatter, Istanbul ANZEIGE Vergangene Woche bekam die türkische Öffentlichkeit verstörende Zahlen vorgesetzt: Offenbar wird nirgendwo auf der Welt so oft im Internet nach Kinderpornographie gesucht wie in der Türkei. Laut Google Trends, einem Service der Suchmaschine Google, stehen in einer Liste der Städte, aus denen der Suchbegriff ,,child porn‘‘ nachgefragt wird, auf den ersten fünf Plätzen ausnahmslos türkische Städte. Innenminister Abdulkadir Aksu nannte das Resultat umgehend eine ,,Katastrophe‘‘, Ministerpräsident Tayyip Erdogan zeigte sich ,,ernsthaft irritiert‘‘. Die Meldung hat eine lebhafte Debatte in Presse, Parlament und Regierung losgetreten, die begleitet wird von fast täglichen Razzien. Eine ,,Liste der Schande‘‘, nannte die Zeitung Milliyet die Google-Trends-Liste, die von der Schwarzmeerstadt Trabzon angeführt wird. Istanbul liegt an fünfter Stelle, erst dahinter folgen Städte aus Neuseeland, den USA und Australien. Großangelegte Polizeiaktionen Das Entsetzen in der Öffentlichkeit wuchs, als die ersten Ergebnisse großangelegter Polizeiaktionen bekannt wurden: Die Polizei hat nicht nur Studenten und - auf einen Tipp der deutschen Polizei hin - einen Anwalt festgenommen, die unter dem Verdacht stehen, Kinderpornographie verbreitet zu haben. Die größten Schlagzeilen machte die Festnahme ausgerechnet eines Kinderarztes, der direkt aus seiner Luxusvilla im Ort Silivri bei Istanbul abgeführt wurde. Er soll eine hochprofitable pornographische Webseite betrieben haben. Darauf brüstete er sich, seine Webseite habe ihm so viel Geld eingebracht ,,wie ein Flugzeug, das mit Sonnenenergie fliegt‘‘. Zuletzt wurde am Dienstag der Betreiber eines Internetcafés festgenommen. Polizeisprecher Ismail Caliskan warnte jedoch, die Überwachung durch die Polizei werde nie lückenlos sein und mahnte alle Eltern, sie sollten ihre Kinder davon abhalten, über das Internet Kontakt mit Fremden aufzunehmen. Im türkischen Parlament wurden neue gesetzliche Regeln zum Schutz von Kindern diskutiert. Die ,,Yeniden Gesellschaft für Gesundheit und Erziehung‘‘ meinte, die Gesetze seien längst ausreichend, es hapere jedoch bei der Umsetzung. Yeniden hat eben erst eine Untersuchung zum Missbrauch von Kindern in der Türkei veröffentlicht. Dem Bericht zufolge ist Kinderprostitution das größte Problem in den Städten, Leidtragende sind vor allem Mädchen zwischen 12 und 18. ,,Soziale Normen und Traditionen spielen oft eine größere Rolle als Gesetze‘‘, heißt es in dem Bericht: Die Opfer sexuellen Missbrauchs hielten oft still, weil sie sich fürchteten vor der Verurteilung durch die Gesellschaft. "Kaum Fortschritte" In den Medien wird derweil nach den Ursachen geforscht. Der Fall des Kinderarztes, kommentierte etwa die liberale Zeitung Radikal, zeige mit ,,perverser Klarheit‘‘, dass ,,die kapitalistische Profitgier das eigentlich pornographische‘‘ sei. An bittere Zahlen erinnerte zudem Radikal-Kolumnist Yildirim Türker: Jedes fünfte türkische Kind werde gezwungen zu arbeiten, bevor es zwölf Jahre alt ist, oft bis zu zwölf Stunden am Tag. Auf dem Land verweigern noch immer viele Eltern ihren Töchtern den Schulbesuch. Türker zitiert Statistiken, wonach 72 Prozent aller türkischen Kinder von ihren Eltern und 22 Prozent von ihren Lehrern geschlagen werden. Vor zehn Jahren habe die Türkei die UN-Konvention über Kinderrechte unterzeichnet, schreibt der Kolumnist: ,,Bis heute aber haben wir kaum Fortschritte gemacht.‘‘ |