Vaybee!
  |   Mitglied werden   |   Hilfe   |   Login
 
Sie sind hier: Startseite > Vaybee! Forum > Gesellschaft & Soziales


Hilfe Kalender Heutige Beiträge

Antwort
 
Themen-Optionen Thema durchsuchen
  #21801  
Alt 22.07.2005, 22:15
Benutzerbild von balikiz
balikiz balikiz ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard o.T.

eger ölümden sonraki hayat seni bu kadar ilgilendiriyorsa, sana sormak gerek: ahiret icin ne hazirlik yapiyorsun?
  #21802  
Alt 22.07.2005, 22:18
Benutzerbild von balikiz
balikiz balikiz ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard DU nervst! o.T.

ohne Text
  #21803  
Alt 22.07.2005, 22:19
unknown
 
Beiträge: n/a
Standard Hay Allah :o)

Bende insan neden NEY den korkar diye düsünmeye baslamistim )

Ben sahsen Ne zaman birileri Kaval calmaya baslasa bilirim ki birileri de "Me "lemeye basliyacak..
Iste benim en cok korktugum budur..
  #21804  
Alt 22.07.2005, 22:29
Benutzerbild von balikiz
balikiz balikiz ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard aynen!

buna %150 katiliyorum!
  #21805  
Alt 22.07.2005, 22:33
unknown
 
Beiträge: n/a
Standard Uzaklari Gören KÖR :o)

Hani masallar vardır ya!... Kocaman şehirler , garip insanlar ... tuhaf olaylar !... Görünüşte saçma şeyler söylerler ama, sakın sen onları masal sanma. Bütün viranelerde define aramaya koyul!...

Seba şehri de pek büyük, azametli bir şehirdi , lakin büyüklüğü bir tepsiden fazla değildi!!!...

Pek ulu , pek geniş , pek uzun , pek kocamandı ... bir soğan kadar!!!...

On şehir halkı kadar insan toplanmıştı, fakat hepsi de yüzleri yıkanmamış üç kişiden ibaretti!!!... Sayısız adam vardı ama, hepsi yalnız ölmüş hayvan eti yiyen o üç ham adam !!!... Canana ulaşmayan, sevgiliye kavuşmaya çalışmayan can, binlerce bile olsa yarım tenden ibarettir!..

O üç kişiden birisi pek uzakları görürdü, fakat kör gözlü, Süleyman’ı görmezdi de, karıncanın ayağını görürdü.

Diğeri pek keskin kulaklı idi, fakat sağır!... Adeta bir define lâkin, içinde yarım arpa kadar dahi altın yoktu.

Üçüncüsü çırılçıplak, edep yerleri açık bir adam idi. Fakat elbiselerinin etekleri uzun, yerleri süpürmekte!...

Kör dedi ki:

-İşte bakın ; şuracıktan atlılar gelmekte. Onların hangi kavimden olduklarını ve kaç kişiden ibaret bulunduklarını görüyorum!

Sağır:

-Evet, evet!... Ben de seslerini duyuyorum, açık gizli ne söylüyorlarsa işitiyorum, dedi.

Çıplak:

-Benim korkum ise; gelirlerse elbisemin eteğini keserler, dedi.

Kör dedi ki.

-İşte bakın yaklaşıyorlar. Haydin onlar gelip çatmadan, bizleri yakalayıp , bağlayıp , dövmeden kaçalım!.

Sağır dedi ki:

-Gerçekten öyle dostlar!.. Gürültüler gittikçe yaklaşmakta!... Haydin!...

Çıplak:

-Eyvahlar olsun!... Gelirlerse tamah edip elbisemi alırlar. Hiç emniyette değilim , dedi.

Şehri bırakıp çıktılar, koşa koşa bir köye ulaştılar. Semiz bir kuş buldular o köyde. O kadar semizdi ki; vücudunda zerre kadar et yoktu!... Zaten ölmüş bir kuştu, kargaların gagalamasından kemikleri bile incelmiş, ipliğe dönmüştü adeta. Aslanın avını yemeleri gibi o kuşu yediler. Tok filler gibi semirip şiştiler üçü de. Öyle semirdi, şişmanladılar ki ; aleme sığmaz oldular da; şişmanlıklarıyla, kocaman kelle kulaklarıyla, yedi adama bedel iri endamlarıyla kapının çatlağından süzülüp geçtiler!...

Ölüm de halka görünmez, göze gelmez, yolu gizlidir!... İşte bak; kervanlar bir biri ardınca ulanmış , o kapının gizli çatlağından geçip gitmekteler !... Fakat o çatlağı ararsan bulamazsın. Pek gizlidir, ama ondan bunca kişileri geçirdiler. Gelin evine güvey götürür gibi götürdüler.

Sağır; istektir , dilektir!... Herkesin ölümünü duyar da, kendi ölümünü duymaz!.

Kör de; hırstır!... Halkın ayıbını kıldan kıla görür, söyler de; kendi ayıbını zerre kadar görmez!.

Çıplak ; elbisesinin eteğini kesecekler diye korkar ama,çıplak adamın eteği mi olur ki kessinler!... Dünyaya çıplak geldi, çıplak gidecek ama, hırsızların korkusundan yüreği kan ağlamakta!... Dünyaya kapılan hem müflistir, hem korkak. Hırsızlardan korkmaması gerekirken, hayatı boyunca bunca feryadı figan etti , ağlayıp sızlandı ya , ölürken kendisi de bu korkusuna şaşar, güler!... O zaman zengin; hiç bir malı olmadığını, zeki; hiç bir hünerinin bulunmadığını anlar. Hayattaki bu korku; eteğine saksı kırıkları doldurup; kendini mal sahibi sanan... onları kaybedeceğinden korkan, üzerine titreyen çocuğun haline benzer. O saksı kırıklarından birini alsan ağlar, geri versen sevinir, güler. İşte bilgi elbisesini giymedikçe, çocuğun ağlamasına da değer verilmez, gülmesine de!... Ahmak iğreti malı kendinin sanır da, üzerine titrer!.. Hay aşağılık adam!.. Uykuda kendisini mal sahibi görür, çuvalını hırsız çalacak diye korkar, kulağı çekilip uyandırılınca kendi korkusuyla alay eder!

Mesnevi:3. Cilt - Sayfa:211-...215
  #21806  
Alt 22.07.2005, 22:41
unknown
 
Beiträge: n/a
Standard KOCAKARI :o)

Yüzünde kırışık olmayan yer kalmamıştı neredeyse doksan yaşındaki kocakarının. Rengi safran sarısı, dişler dökülmüş, saçları süt gibi ağarmış, beli yay gibi bükülmüş, yanağı, gerdanı sarkmış kat kat olmuş, her duygusu değişmiş, lakin şehveti ve koca isteği hâlâ yerindeydi. Erkek avlamaya iştahı vardı ama, tuzağı paramparça idi. Vakitsiz öten horoza, kızgın ateşe konmuş boş tencereye, yolcusu olmayan yola benziyordu.
Meydana aşıktı; fakat, ne atı vardı, ne ayağı...

Allah; ihtiyarlıkta, kafire bile hırs vermesin!.
Köpek kocadığı, dişleri döküldüğü zaman insanlara saldıramaz da, pisliğe, gübreye saldırır!.. Öyle olduğu halde, şu çöplükteki köpeklere bir bak ki, her an köpek dişleri biraz daha uzamakta!.. İhtiyar köpeğin tüyleri dökülür derisinden, ama şu gözü oynaştaki kartlara bak bir kere!.. Bu köpeklerin; aşkları da, hırsları da, alt yanları ile parayadır!.. Böyle ömür cehennem sermayesidir!..

Birisi onlara:

- "Ömrün uzun olsun!.." dese, hoşlanır, gülerler, ağızları açık kalır!.. Eğer kıl ucu kadar ahireti görebilseydi, böyle diyene:

- "Senin ömrün uzun olsun!.." derdi.

BİR İNSAN KOCALDI DA ER OLAMADIYSA , ADINI KOCAKARI TAKIVER GİTSİN!..

Ne sermayesi var, ne değeri, ne de sermaye kabul edecek kabiliyeti!..

Ne hoş ve güzel bir şey verir, ne de alır!..

Ne manası var, ne anlama kabiliyeti!..

Ne dili var, ne kulağı!..

Ne aklı var, ne gözü !..

Ne kendinde, ne kendinden geçmiş, ne de düşünce sahibi!..

Ne niyazı var, ne nazlanacak güzelliği!.. Soğan gibi kat kat olmuş da her katı kokmuş!..

Ne bir yol almış, ne yola gidecek ayağı kalmış!..

O kahpenin ne bir yanıklığı var, ne bir ah ve feryadı!..
Düdük çalmaya sevdalıydı; fakat ne zurnası vardı, ne dudağı...

Tıpkı şu misaldeki eve benziyordu:

Bir yoksul gelerek:

- Allah rızası için bir parça kuru ekmek verin,çok açım!.. Dedi ev sahibine.

Ev sahibi:

- Burada ekmek ne arar, fırın mı burası, aptal adam!.. dedi.

Dilenci:

- Bari biraz yağ ver, dedi.

- Burası kasap dükkanı değil,cevabını aldı.

- Azıcık un ver hiç olmazsa!..

- Yahu utanmaz adam, değirmene mi benziyor burası?..

- Her şeyden vaz geçtik, bir çanak su olsun ver de içeyim, dedi dilenci.

- Burası ırmak değil, cevabını aldı.

Vel hasılı dilenci ekmekten kepeğe kadar ne istedi ise, ev sahibi kendisiyle alay etti, yok dedi. Dilenci eve daldı hemen, eteklerini kaldırarak apdest bozmaya niyetlenince, ev sahibi:

- Ne yapıyorsun, diye feryadı bastı .. Dilenci de:

- Böyle yere ancak apdest bozulur, dedi.

O bunak kocakarı sokağa çıkmak istedi. Aynanın karşısına oturdu. Kaşlarını yoldu, yanağını, yüzünü, ağzını süslemek istedi, neşeyle eline aldığı boyayı sürmeye başladı. Fakat pörsümüş suratı bir türlü boya tutmuyordu. Mushafı aldı eline, aşır başlarındaki tezhipleri yırtıp yırtıp, tükürükleyerek yüzündeki kırışıklıkları örtmek için başladı yapıştırmaya. Güzel görünmek, yüzük taşı gibi fark edilmek istiyordu. Çarşafı giydiğinde yapıştırdıkları düşüyor, bir türlü yerinde kalmıyordu. Defalarca tekrarladı, nafile.. Kızdı, köpürdü:

- Lanet olsun kör şeytana!.. Der demez İblis göründü karşısında:

- A kademsiz, kadit olmuş, kurumuş, kokmuş kahpe!.. Ben bütün ömrümde bunu düşünmediğim gibi, senden başka bu işi yapan kahpe de görmedim!.. Öyle bir kötülük tohumu ektin ki, alemde Mushaf bırakmadın. Yüz tane şeytan ordusundan daha tesirlisin. A pis kocakarı, bırak beni!..
Kitaptan çaldıklarını yüzüne yapıştırdın ki güzel görünüp, aldatasın, ama eğreti renk tutmadı. Hurma ağacına bağlanan dal, hurma işlevi görmedi. En sonunda ölüm çarşafı gelip seni kapladığında, bütün bu ziynetler düştü yanağından!.. Sükut alemi geldiğinde bütün dedikodular biter!.. Bari sen o gelmeden sus .. Vay o kişiye ki ölümle yakınlığı yoktur. Ömrünün ahirinde kalan iki gününde gönlünü cilala da o aynayı kendine defter edin!.. Kocakarı soğuğunun soğukluğu, temmuz güneşiyle değişiverir..

A kocakarı!.. Kaza ve kaderle daha ne kadar savaşacaksın?. Geçmişi bırak da , elindekini kaybetmeden faydalanmaya bak ondan!..

Mesnevi:6.Cilt-Sayfa:100-.....-105
  #21807  
Alt 22.07.2005, 22:53
unknown
 
Beiträge: n/a
Standard Cuha ile CENAZE

Çocuk ölen babasının tabutu önünde ağlamakta , kanlı yaşlar dökmekteydi :

- Götürüyorlar seni baba!. Toprağın altına koyacaklar !. Öyle dar, öyle elemli bir yere götürüyorlar ki ; ne halı var orada ne hasır . Ne geceleyin bir ışık , ne bir dilim ekmek , ne mamur bir kapı , ne de sığınılacak bir komşu olmayacak!. Damına çıkacak yol da bulunmayacak . Halkın öptüğü , değer verdiği cismin ; o elemli yurda , amansız eve nasıl gidecek ?... Orada ne bet kalır , ne beniz!... diye o gidilecek yerin vasıflarını sayıp döküp ağlarken Cuha babasına dedi ki :

-Vallahi babacığım bu adamı bizim eve götürüyorlar !.

Babası :

-Ahmaklık etme Cuha , dedi.

Cuha bunun üzerine :

-Hiç kızma , şu nişaneleri dinlesene : Ne hasır var , ne ışık , ne yemek var, ne kapısı , ne içi , ne de dışı mamur.

Halkta da böyle bir çok âlametler bulunduğu halde , bu nişanelerden hiç birini görmezler. Kibriya güneşinin ışığından mahrum olan gönül evi Yahudilerin canı gibi dar ve karanlık , muhabbetin zevkinden mahrumdur. Böyle bir gönülde kalmaktansa mezar daha iyidir. Gönül mezarından çık artık . Ey şuh ve neşeli olan can ; sen dirisin , diri oğlusun. Vaktin Yusuf’usun, zindandan çık , göster yüzünü. Yunus gibi tespih et .

Mesnevi : 2.Cilt - Sayfa :239-241
  #21808  
Alt 22.07.2005, 22:58
unknown
 
Beiträge: n/a
Standard OOOOoooo Muhterem PEDER..

bakiyorum yine entellektuel takiliyorsun )

Arkandan bakti seytan )
Sivri sakalinda biraz daha az kahir
Cekik gözlerinde biraz daha fazla Umut..

)

Gelsem mi acaba diyorum..

Bakiyorum Buralarin Ahvali iyiden iyiye kötülesmis...
Yeteneksiz sairler
Acinacak Komikler türemis..
  #21809  
Alt 22.07.2005, 23:06
unknown
 
Beiträge: n/a
Standard Komiklik

Yaptigini zannediyor )
ama ne yazik ki nereden gelip nereye gittigini bile bilmiyor..
Hayati tas ve topraktan ibaret zan ediyor..
aynada suretini görüyor ama onun bu alemde bir hacim kaplamadigindan haberi yok )

Ne yazik ki hic bir insan kendini aynadan baska bir yerde göremez.. Gördügü de bir hacim kaplamaz yani yoktur..
Bakiyorda aslinda yok oldugunu görmekten bile uzak.. Gördügünün aslinda yok oldugunu bile anlamaktan yoksun.. Cenneti filan tartisiyor..

biliyor mu acaba cennet bir mekan midir Yoksa bir hal mi ?..

Bilmedigi seylerle alay etmege kalkan zvalli insanlara artik bagisiklik kazandik..
)
  #21810  
Alt 22.07.2005, 23:12
unknown
 
Beiträge: n/a
Standard KURAN daki EVRIM

76-İNSAN:

"Geldi."

HEL ; soru edatlarından olmakla beraber bazan "Bu bir insandan başka bir şey değil."(Enbiya, 21/3)de olduğu gibi (değil) mânâsında olumsuzluk edatı; bazan da burada olduğu gibi mânâsında olumluluk ifade eden bir edat yerinde kullanılır. Tefsirciler bu kelimenin burada ve "Kaplayıp örten kıyametin haberi sana geldi."(Ğaşiye, 88/1) âyetinde mânâsında olduğunu söylemişlerdir. Bunun iki türlü izahı vardır:

BİRİSİ, "hel" aslında mânâsına bir şeyin gerçekleştiğini veya olmasının yaklaştığını ifade etmek için kullanılır ki, "hakikaten geldi" yahut "yaklaştı, geldi" demek olur.

BİRİSİ de, ikrar ifade eden bir soru olmak sûretiyle "geldi mi?" şeklinde sorularak" geldi, geldi ya" diye aynı mânâyı ifade etmesidir. Bununla insan yaratılışının, kâinatın yaratılış tarihinden sonra olduğu kesin bir ifade ile anlatılmıştır ki sonra da bunun hikmeti, derece derece terbiye edilip seçilmek sûretiyle olgunlaştırılarak başlangıç ve gayeyi anlayacak Allah bilgisi ile yükümlülük sırrını alabilecek bir hale getirilerek kendi bilinç ve çabasıyle ileri doğru, daha yüksek bir hayata seçilmek için Mülk sûresinin başında geçtiği üzere imtihan ve bela ile deneme meydanına sevkedildiği anlatılacak ve şükrünü bilmeyip bu görevden kaçınmak için kâfirlik edenlerin felaketleriyle, şükrünü bilip görevlerini yapan iyi kulların temiz ruhları, çalışma şekilleri ve bunun meyvesi olarak ahirette elde ettikleri hayatın zevkleri anlatılacaktır.

İnsan üzerine. Burada insandan maksadın Âdem veya Âdem oğulları olduğunu söyleyen görüşler varsa da, açık olan bunun Âdem"i ve Âdem oğullarının hepsini kapsayan insan cinsi olmasıdır ve bu hüküm Âdem oğlunun her ferdi hakkında doğrudur. Dehirden bir süre.

DEHR, Câsiye sûresinde de geçtiği gibi Ragıb"ın açıklamasına göre asıl mânâsı, âlemin var oluşunun başlangıcından son bulmasına kadar bütün süre, yani zamanın tamamı demektir. Burada da bu mânâyadır. Bilinmeyen uzun zamanlara da dehr denilir. "Zaman" kelimesi ise bunun aksine olarak az süreye de çok süreye de denir. Zaman, zincir ve serilerinin toplamına da parçalarına da zaman denildiği halde asıl dehr tek olan bütün zamana ve bazan da bunun büyük kısımlarına denir. Mesela; bir saat, bir gün, bir ay müddete zaman denir, dehr denmez. Bundan dolayı Fıkıh"ta yemin meselelerinde "dehr" kelimesinin belirli veya belirsiz hallerindeki mânâlarının en azını belirlemek hususunda ashabın ve müctehitlerin ihtilafları olmuştur. İmam-ı Azam belirsiz olarak kullanılan dehr kelimesinin en az mânâsının ne olduğunu tayin hususunda duraklamış "bilmem" demiştir.

HÎN, zamanın az veya çok, sınırlı bir süresine denir. Zamanın tamamı için kullanılmaz. Vakit gibi zamanın bir parçasına denilir. Buradaki hin kelimesi, dehrin başlangıcı olan âlemin yaratılışı ile insanın yaratılışı arasında kalan, bunlarla sınırlanan süreyi ifade eder. Nekire, yani belirsiz olarak kullanılması ise, aslında sınırlı olmakla beraber insan açısından miktarının bilinmediğine işarettir. Yani şu bir gerçek ki insan cinsi, âlemin yaratılışından bir hayli zaman sonra yaratılmıştır.

Alemin yaratılışı ile başlayan dehirden, insan cinsinin yaratılmasına kadar sizin için bilinmeyen ve bununla beraber bu iki sınırla sınırlanmış bir süre geçmiş, insana doğru gelmiştir. O halde ki O süre içerisinde insan anılır (bu nam ile tanınır) bir şey olmamıştır". Bu cümle insanın halini bildirir veya hin = zaman kelimesinin sıfatıdır. Cümlenin ifade ettiği olumsuzluk, bir kayda yöneliktir. Yani hiçbir şey olmamış değil, anılan bir şey olmamıştır.

MEZKÛR, hem esre ile zikirden, hem de ötre ile zükürden olabilir. Asıl maksat, sadece insan lafzının söylenmesi değil, bununla anlatılmak istenen mânâ olduğu için ötre ile olan "zükür" kelimesinden türetilmiş olması akla daha uygundur. Bununla beraber "zikir" kelimesi bundan daha geneldir. Yani insan adıyla anılan, anlaşılan, insan diye düşünülen bir şey olmamış, bu gün insan adıyla zihnen göz önüne getirilip anlatılan cins var olmamıştı, ancak insan ünvanı ile tanınmayan bir şey olmuştu. Başlangıçta ilk maddeleri olan unsurlar ve madenler, sonra onlardan aşama aşama yaratılıp orta maddeleri olan bitkisel, hayvansal gıdalar "çamur hülasası"(Müminun, 23/12), sonra onlardan süzülen yakın maddesi olan meniye doğru yavaş yavaş aşama ve mertebeler içinde gelen bir şey olmuş, fakat insan diye anılan şey olmamıştı. Gerçekte insanın her ferdi gibi cinsi de ezeli değil, sonradan olmadır. Hem dehrin başlangıcından, âlemin yaratılışından çok sonra var olmuştur. Niçin öyle olmuş da daha evvel olmamış?

2. Çünkü biz insanı şöyle yarattık: Yani, o kendi kendine, kendi keyfine göre olmadı, basit ve sınırlı birmertebede boş ve mânâsız olarak kalmak için de yaratılmadı. Şu şekilde yaratıldı bir nutfeden. Rağıb"ın açıkladığı üzere nutfe, esasen saf suya denir. Erkeğin suyuna da nutfe denilmiştir. Örfte nutfe ile meni eş anlamlı gibi sayılmıştır. Fakat Kıyâme sûresinin sonunda da geçtiği gibi Kur"ân"da "Dökülen meniden bu nutfe."(Kıyâmet, 75/37) buyrularak nutfenin meniden bir parça olduğu ifade edilmiştir. "Sahih-i Müslim"de rivayet olunduğu üzere "Suyun hepsinden çocuk olmaz." hadis-i şerifinde de bir bütünün her parçası kastedilerek "Bir suyun her bir parçasından" buyrulmamış, bir parçası kastedilerek "suyun tamamından" buyrulmuş olmasından çocuğun meydana geldiği o suyun, suyun toplamı olan bütün meni değil, onun bir parçasından ibaret olduğu anlatılmış bulunduğundan nutfe, meniden bir cüz olan saf tohumun adı olduğu anlaşılır. Sonra insan cinsinin bir nutfeden yaratılmış olmasının görünen mânâsı, Âdem"in de bir nutfeden yaratılmış olduğunu ifade eder.

Ancak şu var ki bu, nutfenin bir insandan gelmemiş olmasını gerektirir. "hülasadan"(Müminun, 23/12), "çamurdan"(En"âm, 6/2) âyetlerinden maksat da bu olmalıdır. Gerçi "Onu topraktan yarattı."(Âl-i İmran, 3/59) âyeti ile Âdem"in bundan istisna edilmiş olduğu neticesine varılabilir. Fakat "Çamur hülasasından"(Müminun, 23/12), "Sonra da ona ol dedi, o da oluverdi."(Âl-i İmran, 3/59) gibi diğer âyetler topraktan ve çamurdan yaratılışın başlangıç itibariyle olduğunu gösterdiği gibi, "sizi çamurdan yarattı"(En"âm, 6/2), "sizi topraktan yarattı"(Rum, 30/20) gibi genel olarak herkese hitap eden âyetler de başlangıç bakımından bunların bütün insanlar hakkında doğru olduğunu anlattığından Âdem"in insandan gelmeyen bir nutfeden yaratılmış olmasıyla çelişkili olmayacağı cihetle "Allah insanı, ateşle pişmiş gibi kupkuru bir çamurdan yarattı."(Rahmân, 55/14) âyetinde olduğu gibi burada da cinsin başlangıcı şeklinde gelen "bir nutfeden" denilmesinden hiçbir insanın istisna edilmemesi daha açıktır.

Fakat o nasıl bir nutfe? "karışık"

EMŞÂC: Nutfeye sıfat yapılan bu kelimenin, bir şeyi bir şeye karıştırmak mânâsında olan "meşc" kökünden olduğu belli. Ancak bunun tekil veya çoğul olduğunda ihtilaf edilmiştir. Zemahşerî, tekil olan nutfe kelimesine sıfat olduğu için "on parça olmuş çömlek", "yırtılmış aba" tabirleri gibi tekil lafızlardan olmasını tercih etmiştir. Ve "nutfetin emşâcin" denilmesiyle "nutfetin meşcin" denilmesi arasında fark olmadığını, burada "meşc" kelimesinin çoğul olmasının sahih olmayıp ikisinin de birbirine karışmış iki şey gibi karışık demek olduğunu söylemiştir. Fakat "emşâc" lafzında açıkça görünen sebebesbab, ketif-ektâf, şehid-eşhad kelimelerinde olduğu gibi çoğul olmasıdır ki tekili sebeb kalıbında meşec, ketif kalıbından mesic, şehid kalıbında meşictir. Bu nedenle tefsircilerin çoğu bunu ahlât yani karışık şeyler diye yorumlamışlardır. Bu durumda bu kelimenin tekil bir kelimeye sıfat olması "zât-i emşacin" şeklinde takdir edilerek "karışık şeyleri olan" yahut "karışık şeylerden ibaret, yani "herbiri karışık cüzlerden meydana gelmiş karışımlar toplamı olan nutfe" demek olması itibariyledir.

"Emşâc" kelimesinin tekil kabul edilmesi halinde, cüzlerinin bir kez birleşip karıştığı düşünülen bir karışım; çoğul olması halinde ise, cüzlerinden her biri başka bir karışım olan farklı karışımların birbirine karıştırılmış olduğu düşünülen katmerli karışım demek olur.

Gerçekte ahlat, karışık demek olan "halat" kelimesinin çoğuludur. Farklı unsurların karışımıyla meydana gelen ve kimyasal bir biçimde birbiriyle karıştığından dolayı "mizac" dahi denilen kan, safra, salya, dalak gibi karışık kimyasal bileşimlere ahlat denilir.

Şu halde nutfenin karışımı nedir?

Kuşkusuz bu, nutfenin tam bir analizi yapılarak bilinebilecek bir şeydir. Bunun tamamını ise ancak yapan bilir. Bunu sade "karışık" mânâsına anlayanların çoğu, nutfenin rahimde kadın menisiyle karışması yani döllenme hali olarak kabul etmişlerdir. Fakat nutfe o vakit embriyon adını aldığı için "emşâc" vasfının onda daha önce bulunmuş olacağı açıktır. Bazıları da kan ve benzeri karışımlar demişlerdir.

Bu kelimenin mânâsı ile ilgili olarak rivayet edilen yorumlar arasında ikisi dikkate değerdir:

BİRİNCİSİ, Keşşâf"ta zikredildiği üzere İbnü Mesud Hazretleri"nden gelen rivayettir ki, buna göre emşâc, nutfenin urûku yani damarlarıdır.

İKİNCİSİ, Katâde"den gelen rivayettir ki, buna göre emşâc, nutfenin taşıdığı renkler ve geçirdiği hallerdir.

Nutfenin urûku görünüşte meninin liflerinden ibaret zannedilebilirse de nutfe, asıl tohumdan ibaret olan döllenme hücresi olarak düşünülünce onun urûku; damarları, hayatî teşekkülünde taşımış olduğu değişik özellikleri çizen asıl çizgileridir ki ilk şekillenmiş maddesi olan protoplazmasında, çekirdekciğinde, zarında, bünyesine, organizmasına dahil ve nitelikleri içinde insanın özellikleri girmiş bulunan ve özü ve içyüzü henüz bilimsel analizlerin ötesinde atomik inceliklere kadar varan damarlar demek olur ki bunlar önce insan diye anılmayan şeylerden başlamıştır.

"Nutfenin renkleri ve geçirdiği haller" deyimi de, nutfe meydana gelene kadar geçirdiği ve anılmayan şeylerden süzüle süzüle halden hale girerek, geldiği birçok süzülme mertebelerindeki hâl ve durumları ile bundan sonra embriyon ve et parçası yapılmak ve yaratılışı tamamlanmak suretiyle geçireceği embriyon ve cenin hallerindeki aşamaları kapsayabilir.

Kısaca, insan kendi kendine var olmuş ve olgunlaşmış, başlangıcı olmayan bir varlık olmadığı gibi, bir anda yaratılıvermiş basit bir yaratık da değil, zamanın başlangıcından bu yana devir devir, aşama aşama yaratılagelmiş adı sanı geçmeyen şeylerden süzülüp birbirlerine katıla katıla birleştirilmiş ve terbiye edile edile bir takım nitelik ve özellikler ilave olunarak yetiştirilmiş karışımlardan meydana getirilmiş bir nutfeden yaratılmıştır.

Basit olmayan böyle bir nutfenin yaratılması öncelikle her şeyi bilen, hikmet sahibi ve dilediğini yapabilen bir yaratıcının yaratmasına bağlı olduğu gibi, sonra karıştırılacak, birleştirilecek ve terbiye olunacak basit parçaların yaratılmasına, birleştirilmesine ve süzülmesine de doğal olarak bağlıdır. Bundan dolayı insanın yaratılması zamanın yaratılması ile beraber başlamış, bu nutfenin yaratılmasından sonraya kalmıştır. Şu halde bunda ilâhî ilimdeki insan tabiat ve mahiyetinin hiç gereği ve lüzumu yok değil; fakat o tabiat, yaratıcı ve etkileyici olmayıp kendine kalsa hiçbir şey yapamıyacak olan aciz ve muhtaç bir "mümkin"dir. Bu nedenle hüküm tabiatın değil, ona hakim olan yaratıcı, yüce Allah"ındır. O tabiat esasen yok, onun ilminde vardır. Düşünmeli ki basit bir hidrojen diye anılan şey ile "karışık bir nutfe" denilen şey arasında ne büyük fark vardır. Sonra da düşünmeli ki, "karışık bir nutfe" diye anılan şey ile "insan" denilen şey arasında tabiat bakımından aşılmayacak ne büyük bir ilerleme adımı, ne yüksek bir sanat ve kudret eseri vardır. İşte bu âyetler insanlara özellikle bunu duyurmak ve göstermek içindir. Evet, insan kendi kendine olmadığı gibi basit bir yaratılışla da yaratılıvermedi. Yüce Allah insanı ululuk şanı ile gittikçe mükemmelleştirmek ve en aşağı mertebeden kendine doğru en yüksek mertebelere erdirmek üzere, işe yaramazlarını atıp temizlerini süzmek suretiyle karışımlardan meydana gelen bir nutfeden yarattı. Böyle yaratmasının hikmeti şu şekilde açıklanıyor:

Öyle ki, onu sınamak için evire çevire yarattık. Yani o insanı öyle yaratıp artık işi bitti diye başıboş bırakıvermek için değil, onu bir takım emanet ve yükümlülüklerle yükümlü tutup kendisine duygular, görevler, zor işler yükleterek imtihana çekmek ve Mülk sûresininin başında "Hanginizin amelce daha güzel olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yaratan odur."(Mülk, 67/2) diye açıklandığı ve Kıyame sûresinin sonunda "Bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?"(Kıyamet, 75/40) diye hatırlatma yapıldığı gibi daha ileri bir âlemde yüksek bir hayata geçirmek üzere halden hale evire çevire yarattık. Bu imtihan ve yükümlülükle ileri doğru sonuçlarını kabul etmesi ve verilen emirleri, yapılan irşadları dinleyip önünü ardını görerek ona göre yoluna gitmesi için yarattık da onu işitici ve görücü kıldık. Gerek kendisinde ve gerek kendi dışında işitilecek, görülecek Kur"ân"daki ve kâinattaki âyet ve delilleri işiticek, görecek, kalp gözüyle bilip ona göre bilinçli bir şekilde görevini yapacak yükümlü bir yaratığa çevirdik. İşte daha önce anılan bir şey değil iken sonra insan diye anılmaya başlayan, sonradan yaratılan bu yaratık; zamanın başlangıcından beri nice hallerden geçirilip, söz edilmeye değmez nice şeylerden süzülüp nice katkılarla karıştırılarak meydana getirilmiş karışık bir nutfeden "O sizi aşama aşama yaratmıştır."(Nuh, 71/14) mânâsında evrile çevrile düzgün bir şekilde yaratıldıktan sonra, "Sonra onu bambaşka bir yaratılışla inşa ettik."(Müminun, 23/14) ifadesince bambaşka bir ruhani yaratılışa mazhar kılınmış; işitici, görücü kılınıp ölüm ve hayat geçitleriyle imtihan edilmiş, henüz varacağı gayeye varmamış, ölümden sonra da bir hayata aday ve yolcu bir yaratıktır. Şu halde tam anlamıyla işitici görücü olmayan va Rabb"ına karşı görevlerini düşünmeyen kimseler insan ünvanına layık değildirler. Görülüyor ki insanın bu şekilde tanıtımı, onu "konuşan hayvan" diye tanıtmaktan daha derin ve daha güzeldir.

"Onu imtihan ederiz" kaydı, genellikle Kur"ân"da ifade edilegelen yükümlülüklerin hepsine işaret olmakla beraber, özellikle Mülk sûresinden beri anlatılan ve bu cümleden olarak Kıyâmet Sûresi"nde tasvir edilen ve bundan sonra da bu sûrede ve gelecek sûrelerde tekrar hatırlatılacak olan insanlığın mukadderatı ile ilgili görev sıkıntılarını ve ceza ve mükafat için yapılacak imtihanları özetle anlatır.

"Görücü" vasfı da, yine Kıyâmet Sûresi"nde geçen "Doğrusu insan kendi nefsini görücüdür."(Kıyamet, 75/14) âyetini özellikle hatırlatmaktadır.

Burada Razî tefsirinde yazıldığı üzere şöyle rivayet olunuyor: Hz. Ebubekir bu âyeti işittiği vakit; "Ah ne olurdu, o tamam olsaydı da mübtela kılınmasaydık." demişti. Bu temenni Hz. Ebubekir"in bu âyeti ne ince bir görüş ve seziş ile anlamış olduğunu gösterir. Çünkü bu temennide, insanın eksikliğini ve olgunlaşmak için gelecekle ilgili görevlerinin ağırlığını derinden duyan bir korku seslenişi vardır.

Gerçekte bu iki âyet, insanın daha sonra yaratılmasının hikmeti, geçirdiği süzülme mertebeleriyle yaratılış şekli, hâl ve geleceği ile mahiyeti ve alınyazıları bakımlarından çok derin uçları ve ince saçakları kapsayan ve nice nice amellerin analiz ve tetkiklerine müsait esas sınır ve çizgilerini aydınlatan ilâhî sırları özetleyip kısaca bildirmiş; insanın aslını, yaratılışın başlangıcından bu yana en derin, en seçkin damarlarından toplanıp süzülerek özel bir şekilde özümlenen özsu; mahiyetini de, tabiatın kendiliğinden yetişmesi ve atlaması ihtimali olmayan yüksek bir evrim adımıyla doğrudan doğruya yüce Allah"ın sıfat ve fiilini gösteren duyma, görme ve sezme gibi bir ruhani gerçek olarak tarif ederken, yaratılış hikmetiyle bütün kaderini de, bir ucu kendi şuur ve iradesine bağlanmış olan evrim için deneme ve sorumluluk kanununda özetlemiştir. Böylece insan diye anılan şeyin; gayesine ermiş, tam anlamıyla olgunlaşmış ve dehrin son ucuna gelmiş veya ölümüyle bütün kaderi tükenip bitecek bir şeyden ibaret olmayıp, Rabbinden geldiği gibi, "O gün sevk ancak Rabbinedir." (Kıyâmet, 75/30) ve "O gün varıp durulacak yer Rabbinin huzurudur."(Kıyâmet, 75/12) buyurulduğu şekilde yine Rabbine gitmek üzere altı cehenneme, üstü cennete varan ve tehlike ve sıkıntılarala dolu bir yolun yolcusu olduğu anlatılmıştır. ( Elmalili Hamdi YAZIR )
Antwort



Forumregeln
Es ist Ihnen nicht erlaubt, neue Themen zu verfassen.
Es ist Ihnen nicht erlaubt, auf Beiträge zu antworten.
Es ist Ihnen nicht erlaubt, Anhänge anzufügen.
Es ist Ihnen nicht erlaubt, Ihre Beiträge zu bearbeiten.

vB Code ist An.
Smileys sind An.
[IMG] Code ist An.
HTML-Code ist Aus.
Gehe zu