Vaybee!
  |   Mitglied werden   |   Hilfe   |   Login
 
Sie sind hier: Startseite > Vaybee! Forum > Gesellschaft & Soziales


Hilfe Kalender Heutige Beiträge

Antwort
 
Themen-Optionen Thema durchsuchen
  #32421  
Alt 25.03.2007, 01:00
unknown
 
Beiträge: n/a
Standard Nerden biliyorsun?

Woher willst Du wissen, was ich oder was andere Frauen hier nicht schon alles erlebt haben? Was rätst Du uns? Das wir uns einen Sündenbock suchen und alle, die diesem ähneln in einen Sack werfen und den Rest unseres Lebens diesen Sack auf unseren Schultern rumschleppen? Verschwendete Energien! Es ist eine andere Sache, ob ich etwas aufzeige, was falsch läuft, aber das bitte, was Du machst, ist der falsche Weg.
  #32422  
Alt 25.03.2007, 01:01
Benutzerbild von aysenisahoca
aysenisahoca aysenisahoca ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard heyy jetza bin ii baff

ich weiss besser als du, dass das nicht mit der religion zu begründen ist dindar kardesim.
diese leute kennen die grundsäulen des islam, deuten es auf ihre eigene art und weise, ich hab kein einziges mal mich über ein vers im koran lustig gemacht, aber über all die erfundenen geschichten schon, diese sind zum weinen witzig (kocaya karisini ne sebeple dövdügü sorulmaz, z.b.) bunlari uyduranlari ne sebeple dövdügümü bari sorma

und das kopftuch gehört nicht zu den grundsäulen des islam, es steht nicht einmal im koran...

eline diline beline sahip ol dindar kardesim, 88 erenler seni korusun

@fii emanillah...
  #32423  
Alt 25.03.2007, 01:06
Benutzerbild von aysenisahoca
aysenisahoca aysenisahoca ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard sicherich gibt es ausnahmen

aber diejenigen ausser einige wenige, dessen beiträge ich gerne lese sind nunmal von diesem strom mitgerissen.
ich kann mit leuten nicht vernünftiger umgehen, denen die erfundenen märchen wichtiger sind als das, was eindeutig im koran steht.
vielleicht bringt es ja was, wenn man das gegenteil rüberbringt von dem, was man eigentlich denkt.
  #32424  
Alt 25.03.2007, 01:10
Benutzerbild von roman
roman roman ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard o.T.

ÖZGÜR-MEYDAN Forum Ana Sayfası -&gt ÖZGÜR MEYDAN -&gt El-veda AB !.. Sayfa 1, 2 Sonraki
Önceki başlık :: Sonraki başlık
El-veda AB !..
Tarih: 01 Ksm Çrş , 2006 2:40

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Bekir COŞKUN bcoskun@hurriyet.com.tr

Elveda AB...

BEN böyle bir yazı yazacağımı ta başından beri biliyordum.

Bu kaçınılmazdı.

İstesem de, istemesem de başlık bu:

"Elveda AB..."

*

Çünkü biz zaten olmayacak bir şeyi gerçekleştirmeyi denedik. Olacakmış gibi yaptık.

Oluyor sandık.

Olacağına inandık.

Kendi kendimizi kandırdık...

Ben de, AB"ye ne şartta olursa olsun girmemiz gerektiğini savunurken, içimdeki yazı başlığını görmemeye çalışıyordum.

Olmadı...

*

Çünkü bizim açımızdan en büyük engel bünyeseldi.

Hukukun asla olmadığı, demokrasinin bir türlü yeşermediği bir ülke...

Üretime değil vur-kaç"a dayalı bir ekonomi... Eğitimsiz, sanatsız, tabii ki işsiz kalabalıklar...

Ev sahibi olmak için türbelere bez bağlamaya koşan kitleler...

En büyük sosyal korumacılığı ramazan çadırları olan bir yapı...

Nüfus planlamasını, doğum kontrolünü reddeden bir sağlık politikası ve mahalleden geçen arabaların peşinden koşan yarı çıplak, bakımsız, okulsuz milyon çocuk...

Devlette işleyişi sağlayan ilk üç güç:

Rüşvet, torpil, yağma...

Tüm doğal zenginlikleri çalınmış, yağmalanmış, tükenmiş, çöplüğe dönmüş bir yurt...

*

Ama asıl; Batı uygarlığına koşmak için gericileri iktidara getiren bir ahmaklık...

Daha dün İstanbul"un göbeğinde erkeklerin giremeyeceği "kadın parkı" kurmaya kalkan, içkiyi yasaklayan, birden fazla evliliğe bayılan, teknik devlet kadrolarına dahi imamları dolduran, çağdaşlığın ilk şartı "laiklik" ilkesini değiştirmeye çalışan...

İşte o bildiğiniz İranvari aile fotoğraflarıyla Türkiye"yi temsil edenleri seçtiniz demek, Avrupalı olmak için...

Geri vitesine taktınız ki ileri gidesiniz...

Öyle mi?..

Medya, patronlar, aydınlar, demokratlar yanıldılar.

Birkaç günden bu yana söylemleri dinleyin.

Bir rüyanın sonu bu; elveda AB...


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 01 Ksm Çrş , 2006 2:41

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






iyi de;
Bu saydiklarinizin Hangisi AB" de yok Bekir bey ?..

Medeniyetin ortasinda CIA tarafindan Kacirilan Insanlar ve olup bitenlerden haberdar Hükümetler,Dünya nin her bölgesinde gizli hapisaneler..

Bu mu HUKUK ?..
Bu " GU-GUK " bekir bey GUGUK !..

Hani Bir fikra vardir:

Iki eski arkadas Yillar sonra karsilasirlar ve kizlarindan söz acilir;

Birincisi der ki ( Kisaca )
Benim kiz cok dürüst bir genc ile tanisti O gencin yaninda calismaya basladi..
Derken gencin müdür muavini kizimi kesf etti sekreteri yapti..
Isine Erken gelsin diye de bir araba aldi.. Otobüslöerden kurtuldu evladim..
Derken Müdür kizimdaki yetenegi gördü ve sekreteri yapti Maasini arttirdi.. artik bize de yardimi oldu evladimin gayet tabii..

Derken genel müdür Fark etti kizimi ..Özel sekreteri yapti

simdi Onunla Avrupa yi geziyor kizim, aldigi maas i da millet vekilleri bile alamiyor..

Bu arada Kizarip bozaran arkadasini Fark eden adam sordu:

Eeee ?.. anlat bakalim senin kizin ne yapti ?

Derin bir ic cekerek Söze basladi ikinci adam:

Sorma Dostum !..
Benim kiz da orospu oldu !..
Ama ben senin kadar güzel anlatamiyorum !...

Biz de Avrupali Dostlarimiz kadar Güzel anlatamiyoruz Bekir bey..

Tek sucumuz bu..

Biz de olan Her adilik Onlar da Fazlasiyla var.. ama Makyaj iyi..


Onlar Pek Güzel anlatiyorlar,süslüyorlar..
Bizim sosyete gibi

Garibin ki FUHUS !..
Onlarinki Masum bir kacamak Ya da " Bir Gönül macerasi "

Romanya da Bulgaristan da olup da Türkiye de olmayan ne Bekir bey ?..

Bak Avrupali dostlarimiz Ne güzel anlatiyorlar..

dinle..

Insan Haklari
Bagimsiz yargi

Nerede ?..

Romanya da
Bulgaristan daaaa..

Kazakistan daki Diktatörden Yüklü siparis ile gelmis Alaman Dis isleri bakani ..

Duydun mu ?..

Al sana HUKUK !..
Tugla gibi..

Dinimiz-Müslümanligimiz O kadar büyük Bir cinayet ki Bekir bey
Verilen cezalar Cok kücük kaliyor..

Hoscakal





_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 10 Ksm Cum , 2006 23:47

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Alpi,

Bu yazdıkların ile AB bu kadar mı basit bir kuruluş???

AB hakkında tüm karşıt görüşlerin ben her zaman, ırkçılık ve milliyetçiliğe yardımcı olmaktan başka bir görevi olduğunu düşünmüyoum.

Bir tek yasa göster bana AB sayesinde Türkiyede çıkarılmış ve toplumun temel ihtiyaçları, demokratik istemleri ve özgürleşmesine ters düşebilen.

Tek bir tane yasa.

Ben olduğunu düşünmüyorum, yok öyle bir yasa.

Senin savunduğun düşünce yapısı emin ol bir kaç yüz yıl önce Kaspitalizmin ilk dönemlerine ait.

Ne o dünya mevcut, nede o Kapitalistler!!!


AB bu dünyanın şu an için oluşturabildiği en gelişmişlik barışçıl bir dünya sisteminin oluşumudur.

Savunduğun tüm sosyal terminalojiye ait kavramların genel sahipleri AB ülkeleridir, ama milliyetçilik, ama ırkçılık, ama pozitif tüm insani bilimlerin tümünün sahibi.

Bütün bunlara karşı çıkarken insan önce nasıl bir dünya, nasıl bir sistem, nasıl bir toplumlar sorusunu önce kendisine sormak zorunda.

İlk soru hangi çağ sorusu olmalı!!!

Çağ değişti, sistemler değişti, teknolojiler değişti, üretim ilişkileri ve üretenler değişti. Değişemeyen üçüncü dünyanın solcuları, sosyal özlemleri ve beklentileri oldu Türkiyenin belirli bir kesiminde.

Ben seni bir solcu görmediğim için sosyal pozitif bilimlerin içinde oluşan tüm değişimlerin farkındalığının farkında olmanı bekleyemem. Beklediğim tek şey tüm değişimlere karşı çıkman olur zaten bunu yeterince yapmaktasın....

Lakin solculuğunun temel dayanak noktasını bilenler bu terminolojinin Avrupa kaynaklı olduğunu bilirler. Yeterki hem Türk sol milliyetçiliğini aşabilen, hem ulusal sol milliyetçiliğini aşabilen kesim sol süreçin gelişiminin devamını AB içinde oluşumunun gelişmesinin sürdürülmesinde görüp o merkezin içinde bulunmasında olduğunun temel sosyal, politik ve evrensel bir kişilik olduğunuda bilirler.

Ben AB ye karşı çıkanların 18 yüzyıl ulusalcıları, milliyetçileri ve ırkçıları ve yeni kapitalist üreticileri ve yöneticileri olarak çok ilkel bir geçmişin( o dönem için çok ilerici olabilir ama bu gün için dönemselliğini tamamlayıp bitirmiştir.) mirasçıları olarak görmekteyim.

( yeri gelmişken yazayım belki konunun dışında L. Tolstoyun Muhammet isimli kitabından açıklamaların bulunmakta, neden Tolstoy bir İslami bir Müsilman olamazmı??? Sevemez mi,
savunamaz mı??? İslamı... Diğer dinleri savunan o kadar büyük düşünürler var ki!!!! Eğer sen Tolstoyun "" İTİRAFLARIM"" kitabını Muhammet kitabından önce okuyabilse idin böylesine bir mağrur gururun içine düşmezdin...

Selamlar...








Tarih: 13 Ksm Pts , 2006 17:54

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Galvani dostum;

Benim Ikna Olabilmem Icin senin Bana bir degerlendirme yapman gerekiyor:


Bulgaristan-Romanya - Güney kibris- Polonya - Cek rep.-Slovakya -Avusturya -Yakin gelecekte Sirbistan "da Olupta Türkiye de olmayan Nedir ?..

Bunu Bana Bir anlat Lütfen ..
Öyle bir anlat ki ben EU nun Bir Hacli Tarikati olmadigina inanayim..

Buyur..


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 14 Ksm Sal , 2006 18:58

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Merhaba Alpi,

Ben senin ne açıklamaya çalıştığını anlamış değilim.

Bir önce ki yazında kökten AB karşıtlığını savunman bulunmakta ( her ne kadar B. Çoşkun alıntılıda olsa, ek yorumların ike yazıyı destekledğin görülmekte.)

Son yazında isimlerini verdiğin ülkeler ile Türkiyenin arasında ne fark var da neden Türkiye alınmamakta diye soru yöneltmektesin.

Anlatmak istediğin saydam değil. Neye ve nasıl karşı olduğun belirli değil.

Sorduğum sorular hakkında tek bir kelime bile olsa bir cevabın mevcut değil.

AB nin sayesinde Türkiyede yapılan yasalar değişikliklerinde seni rahatsız eden nedir???

Bireye ve toplumlara karşı olan, onların insani haklarına karşı olan bir tek yasa gösterebilir misin???

Bu yasalar için yıllarca mücadele veren, can veren, cezaevlerinde yatanlar acılar çekenler, zulümler görenlerin sayısı on binlerle verilir.

Neden bu yasaların hiç birisini Türkiye kendi iradesi ile çıkarmadı???

Bu yasaları isteyenlere bu baskıları uyguladı???

Neden AB hem bu yasaları çıkmasını, hem uygulanış denetimini ve güvence ile korunmasını istemekte ve dayatmakta!!!

AB yi kavramak bir zihniyet oluşumu ve değişimidir.

AB Demokrasi, Demokrat bir ülke ve bireyin evrensel hukuk güvencesi ile yaşatılması ve korunmasını ister.

AB geçmişi ile ve günü ile şeffaf bir şekilde hesaplaşabilen bunu yasalar ile güvenceye alıp uygulanmasında her türlü güvenceyi yaratan bir ülke sistemini destekler.

Bu demekratik yasaların Türkiyede uygulanma biçiminde hem zihniyet olarak, hem gelenek olarak, hem de el altından uygulanılmasına karşı çıkanların önemli bir gücü ve yaptırımı bulunmakta.

AB ülkelerinin tutucu sağ ve radikal milliyetçileri de karşıdırlar Türkiyenin AB ye üye olmasına, aynı Türkiye bulunan tutucu sağ ve radikal milliyetçiler de olduğu gibi.

Ama AB nin sol, demokrat ve liberal kesimi Türkiyenin AB ye üye olabilmesini desteklerler.

Diğer ülkelerden ne farkı var diye bir soru yöneltmişsin, bu ülkeleri tek, tek incelemeye ne zamanım var, nede şu an için uygun bulmuyorum gerekirse oda yapılır. Ama her ne kadar sol bir milliyetçi çizgiye sahipte olsa güney Kıprıs AB nin en gelişmiş en zengin ülkelerinden birisidir Yunanistandan bile kişi başı geliri yüksektir. Slovakyada, Avusturyada, Polonyada Türkiyede kişi başı gelir ücretlerinden oldukça yüksektir gelirleri.

Sorunun özü gelir dağılımı ülkenin her yerinin eşit bir sosyal kalkınma ile paylaşımıdır. Türkiyede bugünün Türkiyesinde hem zihniyet, hem sosyal yaşam ve kalkınma temelinde AB ye bu gün bile hiç bir sorunu olmadan girecek kasabalar ve şehirler bulunmakta, bunların büyük bir kısmı ege ve ak deniz kıyı kentleridir. Fakat Türkiyede kelimen tam anlamı ile orta çağ karanlığında, yoksulluğunda, kültür yapısında, sosyal yaşam biçiminde olan çok fazla bölgeler bulunmakta. Ve bu bölgeler AB de bulunan bir kaç ülkenin toplamından bile fazla.

Sorun (senin gizli fısıldaman gibi) din farklılığından kaynaklanması Türkiyenin AB üyeliğini destekleyen kesimlerde söz konusu bile değildir. Salt Almanyada üç bine yakın camiler ve mescitler bulunmaktadır. Ki Türkiyede daha bir ruhban okulunun açılmasına izin çıkmamakta, papazlar öldürülmektedir.

AB de kutsal olan bireydir devlet değildir.

AB sürekli kendisini yeniliyen dönüştüren ve değişimini sürekliliğe bırakan bir barış ve demokrasi kurumudur.

Türkiyenin tam üye olmasının önünde bulunan süreç zihniyetin değişim sürecidir.

Asker sivil Oligarşik yapılanmanın dönemini bitirip tam sivil bir toplumculuk ülke yapılanmasının kurumsal olarak yerleşmesi ve düşünsel olarak içselleştirilme sürecidir.

Selamlar...








Tarih: 15 Ksm Çrş , 2006 18:44

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Ikna Olmadim galvani;

Cünkü soruma bir yanit vermedin.

Senin dediklerinin Hic biri yoktur Saydigim ülkelerde

Hele Bulgaristan ve romanya da " Kutsal " dedigin birey 2 cent etmez

Üzgünüm..


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 15 Ksm Çrş , 2006 18:50

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Ayrica Benim neye Karsi oldugumu " Arastirmak - Bildigini sanmak " yerine Türkiye de Olmayanin "Ne" oldugunu yazman daha saglikli olacakti..

Diyelim ki senin dedigin dogrudur.

Pekiii Bu Demokrasi ve insan haklari havarileri neden Türkiye ile iliskilerini kesmek Erdemini göstermiyorlar ?..

Bak ne kadar Saydam bir soru

Öyle Ya Madem Insan bunlar Barbarlari red etsinler..
Yapamiyorlar degil mi ?..

Neden dersin ?..


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 16 Ksm Prş , 2006 19:07

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Alpi, benim seni ikna etme diye bir sorunum hiç olmadı, yalnız sen değil her kes için aynısını düşünürüm. İnsanlar kendileri için yaşamdan ne istediklerinin ve beklediklerinin değerini her zaman kendileri karar vermelidirler.

Beni rahatız eden uluorta kökten AB karşıtlığında alaycı yazılmış bir şekilde karşı çıkan yazılar aktarmandır. Sana AB üzerine aktardığın yazıların AB gerçeğini yansıtmadığını ve doğru açıklamalar taşımadığına olan bakış açılarımdır karşıtlığım. Kimse seni AB içinde yaşamaktan ve onun sana sunduğu nimetlerden yararlanmana ve yıllarca buralarda olmana ve ki öyle gözüküyor daha bir ömür boyu kalacak gibi bulunmana rağmen, böylesine karşı çıkılanan ve sevilmeyen bir sistemler ve kurumlar bütünlüğünde olan 26 ülkede halen neden oturuyorsun sorusunu da sormuyor.

Halen sorduğum sorular üzerine bir tek açıklamanda bulunmamakta. Soruları tekrarlamanın bir anlamı da bulunmamakta, çünkü bir tek yasa yoktur bireyin özgürlüğüne, güvencesine ve mutluluğuna ters düşebilecek AB sayesinde düzenlenen ve yaşamın içine sokulmaya çalış ılınan yasalarda. Elbet kolay değildir o bahsettiğim zihin değişiklikleri ceza yasalarının tümü Faşist Musoloninden alınıp bu kadar yıl uygulanmış ve zihinsel, toplumsal bir baskıcı düşünce ve kültür geleneğinden kurtulabilmek. Buna ne toplum şu an için tam anlamış, nede devletin tüm kesimi(yasama, yargı, yürütme ekseninde) bunun uygulanmasından mutludur. Değişim Türkiye gibi bir ülkede o kadar kolay olmuyor. 10 milyona yakın okur yazarı olmayan, eğitim sistemi daha yeni, yeni bir düzene sokulmaya çalışılan, kadın ve erkek arasında toplum, aile, iş, ve bireysel eşitliliği ve özgürlüğü halen uç noktalarda erkek egemenliliğinin baskısı altında bulunmakta koruyucu yasalar bile oluşmaya başladı ise de etik ve kültürel baskılardan çıkabilmesinin önünde, dini, ahlaki, ataerkil Feodal baskılar hem yönetenlerde, hem yönetilenlerde günü birlik geniş bir kesimde sanki kurumlaşmış gibi yaşanmakta. Yeni doğan çocuk ölümlerinde halen bir muz cumhuriyetlerinin içinde bulunmakta Türkiye. Sağlık ve iş sigortaları yeni, yeni değiştirilmeye, geliştirilmeye çalışılan bir ülke var.

Bu ülkenin devlet bankalarının içi boşaltılmış, milyarlarca dolar olan dış borçları var, devlet sanki kapalı bir rejim ( yıllar önce gördüğüm DDR e benzetiyorum görüntüsünü) bir tarafta dinsel baskı, bir tarafta toplumsal baskı, bir tarafta devlet baskısı, bir tarafta yoksulluk ve işsizlik ve inanılmaz bir genç nüfus ve ne bitirdikleri okulların, fakültelerin diplomalarının bir yaşam güvencesi bulunmakta. Bu durumdan çıkabilmek içinde yüzde 5 yada 6 olan büyüme hızının verebileceği bir çözüm şansı yok. Çünkü koskoca bir yüz yıl yok edilmiş. Çağın ülkeleri ile eşitlenebilmesi için ne bütçesi yeterlidir nede o parası ve üretimi ve eğitimi bulunmaktadır. İnsan AB ye karşı çıkarken binlerce kere düşünmelidir. Neden karşıdır bir milliyetçi çizgi AB ye şu anki Statükodan yani bu durumdan mutludur, ve bulunduğu egemenlik mevkilerinden de mutludur, ülkenin neden bu kadar geri kaldığından ve içinde yaşayan insanların neden bu kadar yoksul, eğitimsiz ve çaresiz ve mutsuz olduğundan da mutludurlar. Başka türlüsü nedir diye sormaktan edemiyorum. Devrimci değilsin ki devrim yaparız deyip kestirip atasın, ki o dünya devrimcileri de değiştiler, çağı yakalayabildiler senin düşündüğün gibi klasik devrimcilikte yok. Ekonominin bir bilim olduğu ve evrensel olduğu artık kavrandı. Kapalı bir dünya yok artık, iyi ki de yok.

Senin gibi düşünenlerin Türkiye’ye verebilecekleri nedir???

Nedir planınız, projeniz, varmı benim bilmediğim başka bir yönünüz yada düşünceniz. Bildiğimin ne olduğunu sende bilmektesin, bunu şu an için yazmaya gerek duymuyorum...

Sorun canım halkım diye yazılar ile çözülmüyor...

Selamlar...








Tarih: 17 Ksm Cum , 2006 19:30

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Galvani;

Kisa yazacagim

Senin sözünü ettigin yasalarin Hic biri Bulgaristan ve romanya da yok.

Neden onlar Aliniyor da Türkiye ye 16-20 yil sonra Belki deniliyor ?..
Neden Bazi politikacilar acikca. Türkiye bu topluluga giremez " diyor.

Var mi bir yanitin ?..
Varsa söyle
Yoksa Keselim..

Avusturya Ve Almanya nin Hatta fransa nin Yabancilar Yasalari Tamamen insan hak ve özgürlüklerine aykiridir !..

Ayrica &ltBu yasalar Yabancinin Cinsine ve dinine göre esneklik Gösterir.

Bir Türk evlendigi Karisini Yanina iki yil boyunca getiremez
Bir Amerikali,isvicreli,kanadali Getirir.

Neden ?..

Cünkü AB iki yüzlü Irkci Bir Hristiyan tarikatidir.

Hayir diyorsan bunun neden öyle oldugunu yaz Rahatliyalim..

Hoscakal


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 18 Ksm Cmt , 2006 0:09

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Alpi,

Sunduğun bilgilere ekleyerek sorduğun sorular gerçeği içinde taşımıyor. Romanya ve Bulgaristan henüz AB ye tam üye değiller, tam üyelikleri için beklenilen dönem gelecek yıl.

Kaldı ki bu her iki ülkede Türkiye’den zengin bir konumda, kişi başı kazançları Türkiye’den daha fazla. Aşağıda bir çizelge sunuyorum bu konu hakkında, yeni eklenen adaylıkta bulunan Makedonya’dan zengin ama diğer AB ülkelerinin hepsinden fakir ve sondan ikinci durumdadır Türkiye.


XXXXXXXX

Lüksemburg 223 248
Norveç 153 165
İrlanda 139 137
İsviçre 130 128
İzlanda 116 126
Danimarka 122 124
Avusturya 122 123
Hollanda 120 123
Belçika 119 118
İngiltere 119 115
İsveç 116 115
Finlandiya 115 112
Almanya 109 110
Fransa 111 109
İtalya 105 103
İspanya 98 99
GKRY 82 83
Yunanistan 82 82
Slovenya 78 80
Çek Cum. 72 73
Portekiz 73 71
Malta 72 69
Macaristan 61 61
Estonya 50 57
Slovakya 52 55
Litvanya 48 52
Polonya 47 50
Letonya 43 47
Hırvatistan 46 47
Romanya 32 35
Bulgaristan 30 32
Türkiye 29 31
Makedonya - 26
(veriler 2004 ve 2005 e aittir.)

XXXXXXXXX



Sanıyorum sorduğun soruna ekonomik açıdan yeterli bir cevaptır.

Türkiye her ne kadar son elli yılda başaramadığı yabancı sermaye girişini son iki yılda elli yılın toplamından daha fazlasını başarabildi ise de yukarıda bulunan otuz üç ülkenin sondan ikinci konumundadır gelişmişlik düzeyi.

İkinci önemli bir konu, bu ülkelerin hiç birisinin içinde bir bölgesinde düşük veya yüksek yoğunluklu savaş da bulunmamaktadır. Ve bir türlü bitmeyen, çözülmeyen iğrenç bir savaş. Hiç birisinin sokaklarında galeyana gelen yurttaşların linç girişimleri yoktur ve linç girişimcilerinin uyguladıkları şiddetten sonra hiç bir hukuki soruşturma açılmamasının doğallığı da bulunmaz. AB ülkelerin de bu tür girişimlerin hukuksal yaptırımları cana kast etmekten açılır davaları. Bu ülkelerde yaşayanlar Genelkurmay başkanının adını bile bilmezler, belki bir tane bile general ismini bilmezler. Ben şahsen Almanya’nın Genelkurmayının adını bilmiyorum, merak da etmiyorum, ilgi alanımın içinde bile değil. Türkiye her yönüyle belirsizliğini korumakta, yarın ne olacağının bir garantisi yok. Her kes birbirinin adeta hasmı, düşmanı. Dindarı, Milliyetçisi, solcusu, sağcısı, ulusalcıları, hukukçusu vs. Ve her kesimin ne olması gerektiğini tam anlamıyla açıklayamadığı ama beklentilerinin olduğu karmakarışık bir muğlak atmosfere sahip.

Türkiye’nin temel eksikliği Demokrasi ve evrensel hukuktur. Bunu yaratamadığı sürece o ülke her şeye gebedir. Bu ikisini sağlayamadığı sürece ne kadar zengin bir ülkede olabilse AB nin içinde asla yer alamaz.


Selamlar...








Tarih: 18 Ksm Cmt , 2006 3:13

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






THE FINANCIAL TIMES: "SARKOZY"YE BİR KIBRIS SORUSU"



ANKARA, 14/11(BYE)--- İngiltere"de yayımlanan Financial Times gazetesinin 15 Kasım 2006 tarihli sayısında S.R. Sonyel imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında bir okuyucu mektubu yer almıştır. İnternetten sağlanan mektubun çevirisi şöyledir:



Daniel Dombey, Nicholas Sarkozy"nin, "ülkenin topraklarının çoğunun Asya kıtasında bulunması" nedeniyle Türkiye"nin Avrupa Birliği"nde yer almaması gerektiğini söylediğini bildirdi. ("AB, Limanlar İhtilafında Türkiye"ye Karşı Alacağı Tavır Konusunda Bölündü", 6 Kasım)

Fransa"nın bir sonraki cumhurbaşkanı olmayı arzulayan birinin bunu söylemiş olmasına inanmak imkansız. Sarkozy, bölünmüş ve Asya"da yer alan Kıbrıs adasının üye olup da Türkiye"nin üye olamamasını nasıl açıklayabilir? Bunun ötesinde eğer bir Asya devletiyse Türkiye neden çeşitli Avrupa kuruluşlarına ve Avrupa"nın savunulmasını üstlenen NATO"ya kabul edildi





THE FINANCIAL TIMES: "TÜRKİYE BELİRSİZ BİR DURUMDA"



ANKARA, 15/11(BYE)--- Financial Times"ın 15 Kasım 2006 tarihli sayısında yukarıdaki başlık altında bir mektup yer almıştır. İnternetten sağlanan mektubun çevirisi şöyledir:



Türkiye"nin AB"ye girişi zaten yeterince zorlukla karşı karşıya değilmiş gibi başka bir koşul da ekleyen bir dilekçe daha ortalıkta dolaşıyor.

Dilekçede Aya Sofya"nın Hristiyan kilisesi olarak restore edilmesi talep ediliyor. Bu muhteşem 1500 yıllık bina bir kilise olarak inşa edilmiş, 1453"te camiye çevrilmiş ve 1935"den beri de müze olarak kullanılıyor.

Bu davayı destekleyenlerin arasında, Cambridge Üniversitesinin eksantrik ve gerici ünlü koleji Peterhouse"dan tarihçi Mark Berry bulunuyor. Berry, "Ümitsiz olsa da harikulade çılgın bir dava" diyor.

Tarihçinin yürüttüğü diğer davalar arasında, 158 üye toplayan ve Vatikan"ı vaftiz edilmemiş bebeklerin akıbeti konusundaki doktrinini değiştirmekten vazgeçirmeyi amaçlayan kampanya da bulunuyor.

Aya Sofya ile ilgili dilekçe daha fazlasını amaçlıyor. Dilekçede, AB"nin bunu ciddiye alması için en az bir milyon imza gerektiği iddia ediliyor.

Ekim 2005 tarihinde Türkiye ile Avrupa Birliği üyelik müzakerelerinin başlamasından -zaten dolambaçlı ertelemeler ve güçlüklerle kendisini gösteren bir olaydı- bu yana geçen bir yıl, kolay bir yıl değildi. Kıbrıslı Rumların Türk limanlarına ve havaalanlarına girmesi konusunda çıkan ihtilaf, görüşmelerin ivme kazanmasını engelleyen yalnızca sonuncu ihtilaflı konudur ve bu konu birçok karamsar gözlemciyi, sürecin, sonunda 2015 yılı civarında (takvimin öngördüğü gibi) Türkiye"nin AB üyeliğine gidip gitmeyeceği konusunda endişeye sevk etmiştir.

Bu problemlerin ışığında, önde gelen Avrupalı politikacı ve yorumcular bu çekişmeli ilişkiyi tarif etmek için giderek abartılı bir dile başvuruyorlar. AB Komisyonu"nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, geçtiğimiz yılki tartışmalar çerçevesinde ortaya çıkan problemleri tanımlamak için akılda kalıcı bir ibare olan "tren kazası" deyimini kullandı. Fransa"nın muhtemel cumhurbaşkanı adayı Nicolas Sarkozy AB"nin Türkiye"yi "hazmetme" kapasitesi olmadığını söylemekten hoşlanıyor. Medya ise iki taraf arasındaki havayı aktarmak için "boşanma", "kopma" ve "kriz" gibi dramatik terimleri manşetine taşıdı.

Sıradan bir gözlemci, Avrupa Birliği ile Türkiye "trenlerinin" aslında "çarpışmaya" doğru gittiğini, veya daha şiirsel olarak, flört eden iki taraf arasındaki ilişkilerin, karmaşık bir "kopuşa" doğru sürüklenmekte olduğunu farzettiği için mazur görülebilir. Fakat aslında tren kazası veya romantik sorunlar gibi metaforlar Türkiye"nin Avrupa Birliği üyelik sürecini kuşatan konuları ve dinamikleri netleştirmekten ziyade bulanıklaştırmaktadır.



-- Ekonomi ve Korku--



Bu bağlamda önemli bir nokta, başlangıçtan itibaren Avrupa Birliği- Türkiye ilişkilerinin, hiç bir zaman aşk veya psikolojik etkilenme gibi hislere değil, soğuk ve stratejik bir maliyet-yarar mülahazasına dayanmasıdır. Bu tür bir ilişki karşılıklılık, karşılıklı yararlar ve etkileşim tarafından belirlenir ve sosyologların "sosyal-takas teorisi" dedikleri olgu tarafından beslenir.

Her iki tarafta yer alan, Türkiye"nin AB üyeliği lehindeki tezlere daha yakından bakmak bu görüşü güçlendirir. Kamuoyu yoklamaları tutarlı bir şekilde, Türklerin tamamen olmasa da prensip olarak üyeliği, ekonomik gelişme ve sosyal refah sebeplerinden dolayı onayladıklarını gösteriyor. Türkiye"nin AB yanlısı Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan artık "izole ve kapalı olmayan" fakat açık ve şeffaf ve dostlarıyla daha fazla dayanışmayı gerçekleştirmiş bir Türkiye"yi" düşlüyor. Bu hedefler pratik, akılcı ve stratejiktir, fakat duygusal değildir.

Aynı şekilde Avrupa üyeliğinin yandaşları stratejik tezlere başvuruyorlar: Türkiye"nin Orta Doğu"ya istikrar getirmekteki, AB"nin enerji güvenliğini arttırmaktaki, yaşlanan Avrupa"ya demografik olarak katkı sağlamaktaki ve AB pazarlarını büyük oranda genişletmekteki, insan ve uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele etmekteki ve Müslüman dünyası bakımından bir reform örneği olarak hareket etmekteki önemi vurgulanıyor.

Üyeliğe kuşkuyla bakanlar ise (yine hem Türkiye hem de AB"deki) üyelik yandaşlarının tavrının altında yatan maliyet-yarar prensibinin tamamen tersi bir yaklaşımı benimsiyorlar ve çoğunlukla Türkiye"nin AB üyeliğine karşı kaba ve alarm verici duygulara başvuruyorlar. Burada Avrupalı politikacılar ve halkın Türkiye"nin üyeliğine itirazı, İslam korkusuyla yakından bağlantılıdır. Fransa"nın eski Başbakanı Jean-Pierre Raffarin "Bizler (Avrupalılar) İslam nehrinin laiklik nehrinin yatağına girmesini istiyor muyuz?" diye gürlüyor.

Nicolas Sarkozy, "Avrupa"da İslam konusunu gündeme getiren bir Müslümanların topluma entegrasyonu sorunu ile karşı karşıyayız. Bunun bir problem olmadığını söylemek gerçeklerden kaçmaktır. Eğer 100 milyon Müslüman Türkün gelmesine izin verirseniz, ne olur?" diyor. (Türkiye"nin nüfusunun 2025 yılına kadar 80-85 milyonla en üst seviyeye çıkacağı ve sonra bunu bir düşüş eğiliminin izleyeceği tahmin ediliyor)

Almanya"daki koalisyon hükümetinde yer alan Hristiyan Sosyal Birliği (CSU) lideri Edmund Stoiber, Avrupa"nın Türkiye"yi içine alamayacak "bir değerler topluluğu" olduğundan söz ediyor. Alman Şansölyesi Angela Merkel ve Nicolas Sarkozy gibi diğer merkez sağ politikacılar daha ihtiyatlı konuşuyorlar, fakat onların Türkiye"nin Avrupa ile "kültürel farklılıkları" konusuna yaptıkları vurgu, kesinlikle İslam"a bir göndermedir.

Hızla laikleşen ve modernleşen nüfus içinde azalmakta oldukları öne sürülebilen Türk milliyetçileri, üyeliğin ülkenin sosyal geleneklerinin ve toprak bütünlüğünün aleyhinde olduğundan endişe ediyorlar. Bu kesim sık sık, Avrupa"nın kendilerini hor gördüğü ve hakaret ettiğini düşünerek buna karşı onur, gurur ve öfke hislerini dile getiriyorlar. Bu tarih-merkezli milliyetçiler Osmanlı İmparatorluğu"nun bölünmesi hayaletine saplanıp kalmışlar ve her fırsatta da bunu hatırlatıyorlar. Bu da onların Avrupa"ya yönelik kuşkularını ve Türkiye"nin AB üyeliği sürecine yönelik kuşkularını körüklüyor.

Devam edecegim


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 18 Ksm Cmt , 2006 3:48

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






BBC: "TÜRKLER "VEFASIZ" AVRUPA"YA SOĞUK"



ANKARA, 08/11(BYE)--- BBC"nin 6 Kasım 2006 tarihli internet sayfasında, William Horsley imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında bir makale yer almıştır. İnternetten sağlanan makalenin çevirisi şöyledir:



Avrupa Türkiye"yi kaybediyor mu? Yeni gerginlikler, uzun zamandır Batı"nın güvenliği için hayati görülen stratejik bağlara zarar verme tehlikesi doğuruyor.

Türkiye NATO ittifakına Almanya"dan önce üye oldu ve demokratik olmayan rejimlerin damgasını vurduğu ve ihtilaflarla sarsılan bir bölgede istikrarın kalesi olarak kaldı. Fakat Türkiye"nin AB üyelik müzakerelerinde önemli tavizler vermesi için yıl sonunda sona erecek olan süre, ülkenin, tarihi 1963 yılına giden Avrupa ile entegrasyonunun geleceğine şüphe düşürüyor.

Kıbrıs, çıkmazın ana konusu. Türkiye"nin Avrupa ile ilişkileri, çıkmaza kısa zamanda bir çözüm bulunmazsa kalıcı bir hasar görebilir.



--Fransız Aleyhtarı Öfke--



Son yapılan kamuoyu yoklamalarında, üç Türkten yalnızca birisi ülkelerinin kesinlikle AB"ye katılmasını istediklerini söylediler. Bu rakam iki yıl önce yapılan benzer bir kamuoyu yoklamasında alınan sonucun neredeyse yarısı.

Türkiye, her testten geçse bile hiçbir zaman tam üyeliğin verilmeyebileceği temeline dayalı olarak üyelik görüşmelerine başlamakla yükümlü kılınan tek aday ülke.

Geçen ay Fransız Ulusal Meclisi, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilere karşı yapılan "soykırımda" Türklerin sorumluluğunu inkar etmeyi suç haline getirecek bir tasarıyı onaylayarak, Türkiye"yi geçmişinden dolayı utandırmak istedi. Bu oylama Türkiye"de bir dizi öfkeli Fransız aleyhtarı gösterilere neden oldu.

Aslında Türkler arasında Avrupa"nın küstahlık konusundaki ünü, Türkiye"deki ana siyasi akımları, "haksız" uygulama olarak gördükleri olguyu protesto etmekte birleştirdi. Türkler arasında önde gelen gelen şahsiyetlerin yaptıkları son açıklamaları düşünün:

- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kıbrıs konusunda "mantıksız" olarak nitelendirdiği taleplere boyun eğmektense, AB üyelik müzakerelerinin askıya alınmasını kabul edeceğini söyledi.

- Türkiye"nin eski Cumhurbaşkanı ve Başbakanı Süleyman Demirel, AB"nin Türkiye"nin Kürt azınlığının hukuki hakları için yaptığı taleplerin devletin birlik ve bütünlüğünü tehdit edebileceğini ve bunu Türkiye"nin "kabul etmeyeceğini" belirtti.

- Muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi"nin Genel Başkan Yardımcısı ve Türkiye"nin NATO"daki eski Büyükelçisi Onur Öymen, AB"yi, Türkiye"nin üyeliğini geciktirmek veya engellemek için bahane aramakla suçladı. Öymen, Avrupa"nın şimdiki liderlerinde "stratejik vizyon" bulunmadığından ve Müslüman dünyasının tek laik demokrasisi olan Türkiye"yi desteklemenin önemini kavrayamadıklarından yakındı.

Ünlü TV haber yapımcısı Mehmet Ali Birand, Türkiye"nin Avrupa"ya 45 yıldır sadık olduğunu, fakat Avrupa"nın Türkiye"ye sadık olmadığını söyledi. Şimdi Birand, Avrupa"nın "hayal kırıklığı yaratmasından" endişe ediyor.



--Evlilik Umutları--



Avrupa"da Türkiye"ye yönelik siyasi tavırlarda, kamuoyunda göçmenlere yönelik korku ve İslama yönelik kuşkuların da körüklediği dramatik bir soğukluk ortaya çıktı.

Bazı kamuoyu yoklamaları, Türkiye"nin üyeliğine karşı çıkanların sayısının Fransa, Yunanistan ve Kıbrıs"ta nüfusun üçte ikisi olduğunu gösteriyor. Avusturya"da ise bu rakam yüzde 80"lerde.

Dönüm noktası Fransa ve Hollanda"da geçen yıl yapılan referandumlardır. Bu referandumlarda seçmenler AB anayasa taslağını reddettiler.

Referandumlardan sonra Almanya"dan Angela Merkel ve Fransa"dan Nicolas Sarkozy gibi muhafazakar liderler, 15 veya 20 yıl sonra bile Türkiye"nin AB"ye tam üyeliğine karşı çıktıklarını yüksek sesle dile getirmeye başladılar. Türkiye"nin Müslüman nüfusu da bir mesele haline geldi.

AB"nin Ankara"daki Büyükelçisi Hans-Joerg Kretschmer, Avrupa"nın "insanlık tarihinde ilk kez bir Müslüman ülkenin Batı uygarlığının değerlerini kucaklayıp kucaklayamayacağını ve bunu isteyip istemediğini" görmek istediğini söylüyor. Fakat Türkiye Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Türkiye"nin AB üyeliğinin, AB"nin "tek bir dine ait olmadığını" göstereceğini belirtiyor. Gül, hükümetinin, Avrupa ile uzun süreli siyasi bir "evliliğe" tamamen bağlı olduğunu söylüyor ve Türkiye"nin Avrupa yanlısı radikal reformlarının "sessiz bir devrim" olduğundan gururla söz ediyor.



--Verilen Sözler--



Avrupa Komisyonunun bizatihi kendisi Türkiye"yi, idam cezasını kaldırdığı, polisin yaptığı işkenceye karşı önlem aldığı ve ordunun nüfuzunu dizginlemek için anayasada değişiklik yaptığı için övmüştü. Fakat şimdi Komisyon tekrar Türk demokrasisindeki eksikliklere odaklanıyor. Komisyon, eğer Türkiye, Kıbrıs konusundaki AB taleplerine boyun eğmezse ve sivil hakları artırmak için harekete geçmezse bir "tren kazası" olabileceğine dair uyarılarda bulunuyor.

Gül, Kıbrıs gemilerinin Türk limanlarını kullanmasına yönelik ambargonun sona erdirilmesi yönündeki AB talebini hükümetinin uygulayıp uygulamayacağı konusundaki bir soruya cevaben kısaca, "Bunu yapmayacağız" dedi. Gül, "İlk önce Avrupalılar verdiği sözleri tutsunlar" diyerek, ilk önce AB"nin Kuzey Kıbrıs"taki Kıbrıslı Türklerle doğrudan ticareti kolaylaştıracak adımlar atması gerektiğini ima etti.

2004 yılında Kıbrıslı Türkler bölünmüş adayı birleştirmeyi öngören uluslararası bir barış planı lehine oy kullandılar. Kıbrıs"ta uluslararası alanda tanınan tek hükümeti temsil eden Kıbrıslı Rumlar ise, plan aleyhinde oy kullandılar, buna rağmen bir şekilde AB"ye üye olarak kabul edildiler. Şimdi onlar, her üye devlet gibi, Türkiye"nin ilerlemesine veto haklarını kullanıyorlar.



--Ticaret ve Yatırımlar--



Tüm bunlara rağmen bir "tren kazası" kaçınılmaz değil. Türk liderler şimdi, Kürt ve Ermeni meselesiyle ilgili eleştirel fikirler kaleme alan yazarlara karşı kullanılan, "Türklüğe hakareti" yasaklayan ve çok eleştiri alan yasa maddesinde değişiklik yapabileceklerini söylüyorlar.

İngiltere, Finlandiya ve Türkiye"nin üyeliğini destekleyen diğer ülkeler, Türkiye"nin ilerlemesinin ciddi olarak aksatılmaması gerektiğini söylüyorlar. Açıktır ki, AB, ilişkilerin soğuması halinde bundan zarar görmeden çıkamaz. Türkiye halen Avrupa"nın ticaret ve yatırımları için en cazip ortaklardan birisidir. Fransız otomobil üreticileri ve Avusturya bankaları Türkiye"nin büyüyen ekonomisi ve liberalleşen piyasalarından kar edenler arasındadır.

AB"nin Türkiye nezdindeki eski elçisi Michael Lake, Türkiye"nin AB üyelik olasılıklarının engellenmesinin AB"nin güvenilirliğine zarar vereceği konusunda uyarıda bulunuyor.

Onur Öymen, AB için, Türkiye"yi gelecek planlarından çıkarmanın vahim bir stratejik hata olacağını söylüyor ve "O zaman, Türkiye"yi, düşman olmasa bile rakibiniz yaparsınız" diyor.





BBC: "SORU-CEVAP... TÜRKİYE"NİN AB ÜYELİK MÜZAKERELERİ"



ANKARA, 08/11(BYE)--- BBC"nin 8 Kasım 2006 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında bir haber yer almıştır. İnternetten sağlanan haberin çevirisi şöyledir:



Türkiye, ilk kez Birliğe dahil olmaya çalışmasından 40 yıl sonra nihayet Ekim 2005"te AB"ye katılım müzakerelerine başladı. Halihazırda işler oldukça yanlış gidiyormuş gibi görünüyor.

Esas problemler neler? Daha genel bir ifadeyle Türkiye"nin AB"ye üye olmasının lehinde ve aleyhinde kullanılabilecek olan argümanlar neler ve katılım süreci nasıl işliyor?



--Türkiye"nin AB Üyelik Girişimi Neden Sıkıntılı?--



İki mesele söz konusu.

Avrupa Komisyonu Türkiye"nin limanlarını AB üyesi Kıbrıs"a açması gerektiğini söylüyor. Türkiye ise, AB, Kıbrıslı Türklere uygulanan ekonomik izolasyonun kaldırılmasına yönelik adım atmadığı müddetçe bunu yapmayacağını söylüyor.

Komisyon ayrıca Türkiye"nin yasal düzenlemelerini Avrupa standartlarına getirmek konusundaki çabalarının ivme kaybettiğini kaydediyor. Komisyon bu konuda özellikle ifade özgürlüğüne zarar verdiğini belirttiği maddenin kaldırılması çağrısında bulunuyor.



--Bu Meselelerin Müzakere Sürecine Ne Gibi Bir Etkisi

Olabilir?--



Avrupa Komisyonu müzakerelerin temposunun yavaşlatılması gerektiği yönünde tavsiyede bulunuyor.

Brüksel"de bulunan BBC muhabirleri aralık ayında müzakerelerin kısmen askıya alınması yönünde karar verilebileceğini söylüyorlar.



--Acaba Türkiye Günün Birinde AB"ye Katılacak mı?-



AB yetkilileri bugüne dek Türkiye"nin muhtemel üyeliğinin 10 ila 15 yıl sürebileceğini söylüyorlardı. Son olarak Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso "15 ila 20 yıl" ifadesini kullandı.

AB"nin üye devletlerinden bazıları, Türkiye"yi kapı suratına çarpılmış gibi hissetmemesi gerektiği ve üyeliğin hala gelecekte mümkün olabileceği konusunda temin etmek konusunda oldukça istekli.

Geriye kalan üyeler ise her daim Türkiye"nin üyeliğine mesafeli yaklaşmakta.



--Şayet Türkiye Kendisinden İstenilen Her Şeyi Yerine

Getirirse, Üyelik Kesin Olur mu?--



Hayır. AB, müzakereleri "ucu açık bir süreç ve şimdiden sonuçlarının ne olacağı konusunda garanti verilemez" şeklinde tarif ediyor.

Ayrıca Fransa ve Avusturya, eğer bir gün müzakereler başarılı bir şekilde sonuçlanırsa Türkiye"nin katılım anlaşmasının onaylanması konusunda referanduma gideceklerini belirtmişlerdi.



--Türkiye"nin Üyeliğinin Aleyhindeki Argümanlar Neler?--



AB içerisinde bir dizi argüman seslendiriliyor. Bunlardan bir tanesi, Türkiye kültürel olarak "Avrupalı" değil. Bir diğeri ise üyelik Türkiye"den Avrupa"ya bir göçmen dalgasına sebep olacak. Üçüncüsü, AB"nin, Türkiye"yi kapsayacak şekilde genişlemesi Birliğin ekonomik ve siyasi açıdan derinleşmesini önleyecek. Dördüncüsü, Türkiye çok büyük ve dolayısıyla AB içerisinde çok güçlü bir konuma gelecek. Beşincisi, Türkiye çok yoksul ve AB"nin geri kalanına pahalıya mal olacak.

Avrupa Komisyonun eski Başkanı Jacques Delors bir keresinde AB"nin bir "Hristiyan Kulübü" olduğunu söylemişti. Bu görüş bazı Avrupalı Hristiyan partilerince savunulmaya devam ediyor.

AB"nin reform talepleri karşısında Türkiye"de sabır gittikçe tükeniyor ve Kürtler için azınlık hakları konusunda ısrarın ülkenin bölünmesine sebep olacağından korkuluyor.



--Türkiye"nin Üyeliği Lehine Savlar Nelerdir?--



En başlıca savlardan biri, üyeliğin Batı ve Müslüman dünya arasında bir bağ kuracağı ve ülkenin doğu ve güney sınırları ötesinde, karmaşa içerisindeki bölgede istikrarın yayılmasına etkisi olacağı yönünde.

Bir diğeri ise, Türkiye"nin genç ve giderek daha da eğitimli hale gelen nüfusunun AB"nin yaşlı nüfusunun yarattığı sorunlarla başa çıkmasına yardımcı olacaktır.

Türkiye için ise çekici olan üyeliğin modernleşme yolculuğunda ileriye bir adım olmasıdır. Vize başvurusu olmadan diğer ülkelere seyahat ve çalışma özgürlüğünün yanı sıra AB"nin ortak pazarına üyelik de başka bir çekici unsur.

Nüfusun yüzde 20"sini oluşturan Kürtler için de AB üyeliği ayrımcılığa karşı bir garanti.



--Türkiye"nin Kıbrıs"ı Tanımayı Reddetmesi Bir

Problem Yaratır mı?--



Çok yakında bir sorun haline gelebilir.

Şu an Avrupa Birliği Türkiye"nin limanlarını ve havaalanlarını Kıbrıs"a açma sözünü gerçekleştirmesine odaklanmış durumda. Ancak Eylül 2005"te AB üyeleri tarafından yayımlanan bir bildiride, Türkiye"nin AB üyesi olmadan önce Kıbrıs"ı tanıması gerektiği ifade edildi ve Türkiye"nin tüm AB üyeleriyle ilişkilerini normalleştirilmesi istendi.



--Hangi Ülkeler Türkiye"nin Üyeliğine Taraftar,

Hangileri Değil?--



Kıbrıs, Fransa, Avusturya ve Danimarka Türkiye"nin üyeliğine oldukça mesafeli. Almanya"nın iktidardaki Hristiyan Demokratik Birliği de Türkiye"ye tam üyelik dışında bir "imtiyazlı ortaklık" teklif edilmesi gerektiğini düşünüyor.

İngiltere, İskandinav ülkeleri ve 2004"te AB üyesi olan devletler genel olarak Türkiye"nin üyeliği lehinde tavır sergiliyor.



--Türkiye ile Üyelik Görüşmelerini Başlatma Kararını

Kim Aldı?--



Bu önemli karar AB"ye üye 25 devletin liderleri tarafından alındı. 2002"de Kopenhag"daki bir zirvede Türkiye"nin demokrasi, insan hakları ve hukuki reformlar konusunda katettiği kayda değer ilerleme nedeniyle görüşmeleri "gecikme olmaksızın" başlatma kararı aldılar.

Avrupa Komisyonu 2004"te Türkiye"ye geçer not verdiği bir ilerleme raporu yayımladı. Daha sonra 2004 yılının aralık ayında, 25 AB üyesi, görüşmelerin 3 Ekim 2005"te başlaması gerektiğini belirtti. Bu son tarih, AB"ye üye 25 devletin dışişleri bakanlarının 3 Ekim arifesinde müzakerelerin çerçevesini belirleyen bir metin üzerinde son dakikada mutabakata varılmasıyla ucu ucuna yakalandı.



--Anlaşmayı Neredeyse Engelleyecek Olan Sorun Neydi?--



Avusturya müzakereleri iki nedenden ötürü uzattı. Birincisi, çerçevede görüşmelerin tam üyelik yerine "imtiyazlı ortaklık" ile sonuçlanabileceğinin açık bir şekilde ifade edilmesini istedi. İkincisi, AB"nin yeni üye alma kapasitesine açık bir atıfta bulunulmasını istedi.

En sonunda, metnin "müzakerelerin ortak hedefi tam üyeliktir" şeklindeki orijinal ifadesi korundu.

Ancak, "Birliğin sindirme kapasitesi dahil tüm AB kriterleri göz önüne alındığında, Türkiye üyeliğin tüm yükümlülüklerini üstlenecek bir pozisyonda değilse, ülkenin mümkün olan en güçlü ilişkiyle Avrupa yapılarına tam olarak bağlanması sağlanmalıdır" eklemesi yapıldı


Bitti

Demek ki neymis ?

Evrensel Hukuk bir guguktan ibaretmis..

Neyse Zaman Gectikce Daha iyi anliyacaksin


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 18 Ksm Cmt , 2006 20:28

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Alpi,

AB yi ve oluşumunu pek bilmiyorsun gibi gelmekte bana. Bir şeye karşı çıkmak için çıkıyorsun görüntüsü vermektesin. Ama, senin mizacını yakından tanıdığım için bu tavırlarını ciddiye almaya hiç gerek duymuyorum. Çünkü bir yararı yok. Tartışma üslubunda, yönteminde ne saygın nede dürüst. Halen bir bilgi ortaya sunamadığın gibi, sorularımın hiç birisine cevap vermediğin gibi, eksik bilgilenmelerini sürekli düzeltmeye çalışmama rağmen sanki bunları yok sayar gibi sürekli bir şeyler ortaya atarak sunmaya çalıştığın ek yazıların içinde dolaşıp durarak bitti ve bir gün öğreneceksin diye tepeden bakmacı ve bir o kadarda sıyrılmacı cümlelerini bir tarafa bırakarak tekrar sorularıma döneyim.

AB ye neden karşısın bana dosdoğru kendi görüşlerin ile yaz.

1, AB iticiliği ile Türkiye’de çıkarılan hangi yasaya karşısın ve nedeni nedir.

2, Türkiye’de AB nin yaşadığı bir hukuk ve demokrasi sistemi, düzeni ve kurumları bulunmakta mıdır?

3, Son katılan on beşler diye bilinen ülkelerin ilk kurucu on ülkeye ekonomik olarak eşitlenmesi 2040 yılında sağlanabileceğini Ekonomistler açıklamalarına rağmen AB içinde olmayan bir Türkiye nasıl onların seviyesine ulaşabilecek ve hangi ekonomik yöntem ile.

4, Hangi AB ülkesinde azınlıklar ( Kürt sorunu ve 20 yıla yakın süren bir savaş süresi ve halen bitmeyen) sorunu bu tür bir yaklaşım ile çözülmeye çalışıldı veya çözülmek için böyle bir durum vardır??? Kaldı ki halen en gelişmiş ülkelerde bile halen kültürel ve sosyal sorunları olan azınlıklar bulunmaktadır. İsveç’te bile Kuzey göçerlerinin sorunları vardır ama o göçerlerin yaşam güvenceleri ve sosyal güvenceleri demokratik ve hukuksal olarak Türkiye’de azınlık olmayanların hayal bile edemeyecek ölçülerde ve seviyelerdedir.

5, Hangi AB ülkesi askeriyenin denetimi ve baskısı altında yönetilmektedir???

6, Kıbrıs Türk cumhuriyetini tanıyan bir tek ülke varmıdır varsa adı nedir ve yönetimi nedir bu ülkenin???

7, AB ye karşı olan sizler, bir histerik hastalık düzeyinde karşı çıkan Avrupa’da yaşayanlar, buna sende dahilsin, neden Avrupa’da yaşamlarını sürdürürler? Burada elde ettikleri nimetleri neden Türkiye’de yaşayanlara çok görürler???

8, AB den uzaklaşan, onun sosyal, hukuksal, ekonomik ve demokrasi ortamından uzaklaşan bir Türkiye’nin geleceği nedir???

9, AB içinde ki ülkelerin yerel bölgelerinde var olan sosyal sorunların, yabancılar yasaları, ayrımcılık, Nazi saldırıları, işsizlik vs sorunları ile mücadeleler bütün bir yaşam boyu devam edecektir, bunun alanı o sorunların olduğu alanlardır. İnsanlık her zaman daha iyisine sahip olmak isteyecek ve bunun mücadelesini verecektir. Bu sorunları yaratmak isteyen, gericisi, yobazı, Faşistti her bir türlü milliyetçisi her toplumlarda bulunmaktadır ve olmaya da devam edecek gibi, bunun için AB ye karşı çıkmak bana çok basit ve şark kurnazlığının işi gibi gelmekte. Ve tuhaftır senin düşüncelerin ile o bahsettiğin çevreler arasında hiç bir farkta göremiyorum ben. Senin gibi düşünenler Türkiye’nin AB ye girmesine karşı çıkan partilere hem üyeler hem de oy vermekteler neden, bir bilgin varmıdır bu konuda ACABA???

10, Evrensel hukuktan bahsedince çok büyük bir rahatsızlık duymaktasın, seni, dürüst, her kese eşit uygulanan hukuk neden rahatsız eder, hukuktan ne anlıyorsun sen??? sana bu konuda bilgilenebileceğin bir isim bırakayım eski Yargıtay başkanı Sami Selçuk’un çok güzel incelemeleri vardır Türkiye’de ceza hukuklarının nerden oluştuğuna dair, belki bir işine yarar( hiç ihtimal vermiyorum ama belki başka merakı olanlar için bir ip ucu olabilir)

11, Türkiye çok muğlak bir durum da bulunmakta toplumun büyük bir kesimi sürekli linçler ile kışkırtılmakta, Faşizan bir ortama doğru sürüklenmekte. Bu gelişme bu gidişle bölgeler içinde farklı etnik guruplar içinde büyük çatışmaları da yaratacak gibi. Kimdir bu ortamı yaratmak isteyenler, bu kesimler AB için neler düşünmekteler acaba??? Senden farklı bir düşünceye sahip midirler???

12, Tekrar Türkiye ekonomisine dönersek toplumun yüz de 39 tarımdan yaşamaya çalışmakta ve üretemeyen hantal bir güç, ben gittim gördüm kırsal kesimin ne alt yapısı nede üst yapısı bulunmakta buralar ile kıyaslayınca bir orta çağ görüntüsü var.Ve sen yabancı sermayeye Türkçülük bakışı ile karşı çıkmaktasın varmıdır bir reçeten bu insanları bu orta çağ yaşantısından kurtarabilecek ekonomik çözümlerin???

13, Gerçi çok aşırı tuhaf ve bir o kadar da saçma ilkel bir gururun var. Türkiye, Türkiye vatan, millet, Sakarya yada Dumlupınar edebiyatçılığını görmekteyim sende. Evirip, çevirip din sorununu ve ayrımını koymaktasın AB ile elbet vardır bir din sorunu bu sorun bir kaç yıllık değil binlerce yıllık bir sorundur. Çünkü her iki kesimide var eden yüzyıllardır din farklılığı olmuştur ama senin açıklamaya çalıştığın gibi değildir, çok daha derin, çok daha kapsamlı bir geçmiştir o konu.( Özgür gündemcilerin affına sığınarak çok geniş bir inceleme yazısını buraya aktaracağım, sürekli sitenin yazılım kapasitesinin dar olmasını açıklamaktalar ve onları saygıyla karşılıyorum, tek bir ricam bu yazının bir kaç gün kalması sonra isterlerse silmeleridir, şimdiden kendilerine teşekkür ederim.) Belki o kısıtlı ve sürekli çok bildiğini düşündüğün Avrupa ve Türk ve İslam konularında bir bilgi dağarcığın genişler ve kendi kaf dağlarında görmenin hem önüne geçer hem de insanlık tarihi hakkında bilgilenmene yardımcı olur. Ne dersin Alpi???

Selamlar...



Türkiye Avrupa İlişkilerinde Kültür ve Medeniyet: Tarihsel ve İdeolojik Kökenler

Sedat Laçiner

Soğuk Savaş"ın sona ermesi ile birlikte dünyanın sadece siyasi görünümü değil DoğuBatı, KuzeyGüney kavramları da ciddi bir revizyondan geçti. Kavramsal düzeydeki bu değişime en yoğun şekliyle maruz kalan bölge hiç şüphesiz Avrupa oldu. Bu yeni ortamda "kültür, medeniyet, kimlik" gibi kavramlar uluslararası ilişkilerde belirleyici olarak yeniden ve çok daha etkili olarak belirdiler. Ancak, bir kaç provakatif makale ve kitap dışında kimlik olusumu ve kültürel etkenlerin uluslararası ilişkilerdeki ve Avrupa özelindeki etkisi üzerine ciddi bir literatür ortaya çıkamadı.1 Oysa özellikle TürkiyeAvrupa Birliği ilişkilerinde yaşanan son olaylar gösterdi ki Avrupa siyasi olaylarının incelenmesinde sadece siyasi ya da sadece ekonomik verileri kullanmak yeterli değildir. İster Huntington"ın2 isterse Fukuyama" nın3 Hegelian tarih ve çatışma kavramlarını kullanalım, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde, Avrupa ilişkilerini kültür/medeniyet faktörleri görmezden gelerek incelememiz mümkün olamaz. Özellikle söz konusu olan TürkiyeAB ilişkileri ise bu neredeyse imkansızdır.

TürkiyeAB: Özel Bir İlişki

Türkiye son elli yılda Avrupa"daki hemen hemen tüm bütünleşme çabaları içerisinde aktif olarak yer aldı. Bugün geldiğimiz noktada Türkiye, Avrupa Birliği"nin (AB) her hangi bir üçüncü ülke ile kurmuş olduğu en uzun süreli ortaklığa (associate member) sahip ve yine AB ile resmi düzeyde kesintisiz en uzun süreli ilişkisi bulunan bir ülke konumunda.4 Tüm bunlara ek olarak iki taraf arasında gerçekleştirilen gümrük birliği anlaşması (ki bu aşama Birliğin önceki uygulamaları ve yaptığı anlaşmalar dikkate alındığında tam üyelik yolunda son aşama olarak değerlendiriliyor) TürkiyeAB ilişkilerini AB ile diğer ülkeler arasındaki ilişkiler ile karşılaştırıldığında ekonomik ve siyasi birliğe en yakın konuma oturttu. Tüm bu tablo değerlendirildiğinde Türkiye"nin tam üyeliği gelinen noktanın mantıksal bir sonucu olarak görülebilirdi. Ancak 10 Temmuz 1997" de Komisyon Başkanı Santer gerçekçi olunursa Türkiye"nin AB"ne tam üyelik konusunda ciddi bir şansının bulunmadığını ilan etti.5 Sadece Santer değil, bir çok üye ülke ve Komisyon çesitli defalar açıktan ya da ima yoluyla Türkiye"nin ciddi bir aday olmadığını belirtti.6 Yine aynı yıl bir çok AB üyesi ülkenin devlet başkanı ve bakanlarının da üyesi bulunduğu Hristiyan Demokratlar"ın yıllık toplantısında Türkiye"nin AB"ye tam üye olmasının söz konusu olamayacağı, çünkü Türkiye"nin "farklı bir medeniyetin üyesi" olduğu ifade edildi.7 Toplantının Belçikalı Başkanı Wifried Martens, "Bize göre Türkiye AB"ye aday olamaz. Bizler Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesinden yanayız, ancak Avrupa projesi bir medeniyet projesidir, bu çerçevede Türkiye"nin tam üyelik için adaylığı kabul edilemez" dedi.8 Her ne kadar sonrasında sözlerini düzelttiyse de Alman Dişişleri Bakanı Kinkel"in Türkiye"nin hiç bir zaman Avrupa"ya katılması için çağrılmayacağı yönündeki sözleri de anlamlıydı.9 Aynı şekilde bir yıl sonra yapılan Lüksemburg Zirvesi AB"ye kısa ve uzun dönemde girebilecek olan ülkelerin listesini açıklarken Türkiye AB"nin en uzun ve en yakın ilişkiye sahip ülkesi olmasına karşın bu listede yer alamadı. Böylece AB Türkiye"yi "aday ülke" bile saymamış oluyordu.10 Türkiye sadece başvuruda bulunan; fakat adaylık için bile yeterli sayılmayan bir ülkeydi. Bilindiği gibi Türkiye"nin bu karara tepkisi çok sert oldu ve Yılmaz hükümeti AB ile siyasi görüşmelerin kesilmesine karar verdi.11

Türkiye"ye göre AB"nin yaklaşımı adil olmadığı gibi gelinen sürecin bir sonucu da sayılamazdı. Buna göre Doğu Avrupa ülkeleri ekonomileri ve ekonomik gelişmişlik düzeyleri Türkiye"nin gerisinde olmasına karşın "başka nedenlerden dolayı" sıranın önüne alınıyor, bu arada Türkiye"nin de "hakları yeniyordu".12 Türk Dişişleri"nin verilerine göre Türkiye ekonomik kriterler dikkate alındığında Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti"nin bile önünde yer alıyordu.13 Zaten AB"nin Türkiye"ye karşı sunmuş olduğu gerekçelerin hemen hiç birisi ekonomik değil, aksine çözümü ancak subjektif kriterlerle ölçülebilecek siyasi gerekçelerdi; Kıbrıs, Yunanistan"la ilişkiler, demokratikleşme, insan hakları gibi. Tüm bu verilerin ışığı altında Türkiye"nin vardığı sonuç AB"nin aslında Türkiye"yi istemediği, fakat yapay gerekçelerle oyaladığı şeklinde oldu. Belki de AvrupaTürkiye tarihinde ilk kez Türkiye Avrupa topluluğuna (European society) asla kabul edilmeyeceği yönünde bir ümitsizliğe kapıldı. 1997 yılında dönemin Dışişleri Bakanı Çiller"e göre Türkiye Müslüman olduğu için diğer adaylardan ayrı bir değerlendirmeye tabi tutuluyor, dışlanıyordu.14 Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener de Almanya"daki Türkler"e yapılan saldırılar dolayısıyla yapmış olduğu açıklamada Avrupa"nın Türkiye"yi ve Türkler"i tüm Avrupa"dan "temizleme" hedefi bulunduğunu iddia etti: "Bizleri Avrupa"dan atamıyorlar, böyle olunca da yakmaya çalışıyorlar."15 Lüksemburg Zirvesi"nin ardından gerek hükümetin, gerekse basının göstermiş olduğu benzeri tepkiler de gösterdi ki Türkiye"nin AB politikası ulusal düzeyde bir tepkiyi yansıtmaktaydı.

Örneğin karar sonrası Başbakan Yılmaz AB"nin tutumunun ancak "dinsel ayrımcılık"la açıklanabileceğini ilan etti.16 Sadece Türk siyasetçileri değil tarafsız sayılabilecek bir çok kişi ve kuruluş da AB"nin tutumunu kültürmedeniyet faktörünü kullanarak açıklamaya çalıştı. Örneğin Amerikan Wall Street Journal "Türkiye"nin dışlanmasının bir nedeni de Avrupalılar"ın Türkiye"yi hala hasım bir Asya devi olarak görmesi"17 derken İngiliz The Economist "AB"nin Lüksemburg Zirvesi"nde yanlış bir şekilde yapmış olduğu gibi Türkiye"yi diğer tüm başvuranlardan ayrı bir kategoriye koymanın açıklanabilir hiç bir gerekçesi yoktur" dedi.18

Bu tablodan da anlaşılıyor ki Türkiye"nin AB"yle ilişkileri kendine özgüdür ve kültürel boyut dikkate alınmadan açıklanamaz. Bu çerçevede denebilir ki Türkiye AB ilişkilerinde (genel olarak TürkiyeAvrupa) değişimin dinamiklerini oluşturan iki temel olgu vardır: a) Avrupa"nın Türkiye"yi almakta göstermiş olduğu isteksizlik, b) Türkiye"nin zaman zaman saplantısal boyutlara varan Avrupa topluluğunun eşit bir üyesi olma konusundaki tutku ve ısrarı. İşte bu çalışmanın ilk amacı bu yaklaşımların köklerini incelemek olacak. Bu nedenle ilk bölümün içeriğini "Avrupa" ve "Avrupalılık" kavramları ve bunların oluşumunda Türkler"in "öteki" olarak oynamış olduğu rol oluşturuyor. Bu bölümün temel iddiası Avrupa"nın Türkiye politikalarının yüzyıllar boyunca oluşturulan bir imajın ürünü olduğu ve bu imajın ilişkilerde hayati bir rol oynadığı şeklinde. Avrupalı yazar ve düşünürlerin eserleriyle ispatlanmaya çalışılan bir diğer iddia ise Türk imajının Avrupa"nın olmazsa olmaz, "varolma nedenleri" arasında yer aldığı.

İkinci bölüm ise Türkiye"nin "tavizsiz Batılılaşma" politikalarının nedenlerine bakıyor. Özellikle Atatürk devrimlerinin ve bir iç politika/dış politika ideolojisi olarak Kemalizm"in Türkiye"nin Avrupa politikalarında ne derece belirleyici rol oynadığı bu bölümün temel konusu. Bu bölümde tartışılan temel iddia ise Batılılaşma"nın modern ve laik Türkiye için "varolma nedeni" olarak algılanıp algılanmadığı. Tüm bu anlatılanların sonucunda bu bölüm Türkiye"nin Avrupa tutkusu ya da saplantısının köklerine iniyor.

Son olarak, üçüncü bölüm, Avrupalılar"ın aklında oldukça negatif bir imaja sahip olan Türkiye"nin Soğuk Savaş döneminde nasıl olup da "diğerleri ile eşit" ve "gerçek bir Avrupalı" olarak, en azından kağıt üzerinde, kabul edildiği sorusunun cevabını arıyor. Ayrıca bu bölümde kültürel önyargıların en az rol oynadığı dönemin Soğuk Savaş dönemi olduğu ifade edilerek TürkiyeAB ilişkilerinin de kurulduğu bu yıllarda özellikle Avrupa tarafının Türkiye"ye güvenlik gerekçelerinin dışında bakamadığı, bunun da sorunların Soğuk Savaş sonrası döneme ertelenmesine yol açtığı belirtiliyor. Bu çerçevede bu çalışmanın temel amacı Soğuk Savaş sonrasında alevlenen TürkiyeAvrupa ilişkilerinin bir medeniyet çatışması içerip içermediği yönündeki tartışmalara sağlıklı bir zemin hazırlamak olarak ifade edilebilir. Kavramların tarihsel kökenleri incelenmeden bugünün anlaşılamayacağını varsayan bu makale, ilişkilerde etkili olduğu açıkça görülen kültür ve medeniyet faktörlerinin köklerine eğiliyor.

Avrupa"yı Avrupa Yapan Faktörler ve "Öteki" Olarak Türkler"in Bu Süreçteki Rolü

Delanty"nin de vurguladığı gibi hemen tüm makrokimlikler, ulusal kimlikler ve dünya çapındaki dinsel sınıflandırmalar birleştirici olmaktan ziyade parçalayıcı, bölücüdür19 ve çoğu kez dış tehdit, dışarıyla farklılıklar gösterilerek içeride "kurgulanmış bir kimlik" ve "bir birlik" kurmaya çalışır. Tüm olumlama çabalarına karşın Avrupa birliği ve kimliğinin oluşturulması da benzeri bir sürecin ürünüdür ve birlik derinleştikçe bir kimliğe ve ideolojiye duyduğu ihtiyaç da artmaktadır. Bu ihtiyaç "öteki" kavramına duyulan ihtiyacı ve "öteki" nin yeniden, daha derin çizgilerle belirlenmesine yol açmaktadır. Bu nedenle Soğuk Savaş sonrası dönem, dost ve düşmanların değiştiği tüm büyük değişmelerde olduğu gibi son derece önemli ve tehlikeli bir dönemdir. Bu dönemde AB ile temsil edilmeye başlanan Avrupa ne olduğuna ve ne olmadığına karar verecektir. Fakat bu süreç birazdan göreceğimiz üzere hiç de yeni bir süreç değildi ve şaşırtıcı bir şekilde Türkler "öteki" olarak bu oluşumda başından beri çok önemli bir rol oynadı.

"Avrupa" kavramı görece modern bir kavram.20 Dolayısıyla antik çağlarda Avrupa kavramının kültürel ya da siyasi bir birlikteliğe işaret ettigini söyleyebilmek oldukça güç. Coğrafi olarak bakıldığında Avrupa, Hindistan, Arabistan yarımadaları gibi, Asya"ya bağlı büyük yarımadalardan birisidir. Dahası onu Asya"dan ayıran doğal sınırlardan bahsetmek de zordur. Ayrıca Avrupa, Çin, Mısır, Mezepotamya gibi merkezlerin aksine, klasik medeniyetlerin hiç birisine merkezlik yapmış da değildi. Dolayısıyla bugünkü Avrupa kavramı ile antik çağlardaki Avrupa arasında çok az bir benzerlik vardır.21 Örneğin eski Yunan ve Makedonya devletleri ve Roma İmparatorluğu birer Ege, Anadolu, Akdeniz devletiydiler. Hıristiyanlık ile birlikte Avrupa kimliğinin temellerini oluşturduğu iddia edilen bu devletlerin hiç biri Avrupa kavramı çerçevesinde kendilerini tanımlayıp, Avrupalı olduklarını iddia etmedi. Hay"in deyişiyle, Yunanlılar için Avrupa kelimesi bir efsanenin ötesinde bir anlam ifade etmiyordu.22 Aynı şekilde Roma İmparatorluğu için de hayat sahası Akdeniz"di ve bu dönemde Avrupa karanlık, soğuk, az nufüslu bölgeleri ifade ediyordu. Kısacası Yunan, Roma, Makedon medeniyetleri tıpkı Arap, Pers, Mısır, İsrail medeniyetleri gibi "Doğu"ya aitti ve Avrupa, medeniyeti temsil etmek bir yana medeniyetin nüvelerinin ancak yeni yeni oluştuğu bir bölgeydi.23

Bu bilgilerin ışığında denebilir ki, bugünkü sanıların aksine "Avrupa" kavramı görece modern bir kavramdır.24 Ancak tüm bu söylenenler "Avrupa" kelimesinin kültürel, siyasi ve demografik bir bütünlük arzetmediğini göstermez. Bu durumda bu bütünlüğü oluşturan faktörler nelerdir ve bunlar hangi dönemde ortaya çıkmıştır? Bu soruların cevabı Roma"nın yıkılıp, bugünkü Avrupa coğrafyasının Asya steplerinden ve Akdeniz"in güneyinden gelen saldırılara karşı savunmasız hale gelmesiyle başlıyor. Yani, ilk Avrupa/Avrupalı kavramını oluşturan faktörler iç faktörlerden ziyade dış faktörlerdi.

İlk olarak Orta Asya"dan gelen Türk ve Moğol kabilelerininözellikle Hunlar ve AvarlarDoğu, Orta ve Güney Avrupa"ya yönelik akınları Avrupa"da yüzyıllarca sürecek bir "barbar işgalleri" efsanesini doğurdu. Hızla hareket eden göçmen kitle Avrupa"da derin değişikliklere yol açtı. Fakat gelenlerin alternatif bir kültür ve medeniyeti beraberlerinde getirmemeleri asimilasyonlarını kolaylaştırdı. Sonuçta hemen hemen tamamı Hıristiyanlaştı, hatta gelecek yıllar içinde Hıristiyanlığın bel kemiğini oluşturdular.25 Fakat bu yıllarda oluşan "barbar terörü" bunu takip eden yıllarda oluşacak olan "İslam terörü" efsanesine zemin hazırladı.

İlginçtir, İslam"ın yükselişi ile "Avrupa ve Avrupalı" kelimelerinin kullanımındaki artış arasında büyük bir parelellik oluştu. Bu dönemde İslam, Avrupa ile kıyaslandığında hem teknolojik olarak, hem de siyasi olarak çok ilerideydi ve bu sayede Hindistan, İran gibi bölgelere ek olarak Akdeniz"in güney sahilleri de İslam Devleti"nin eline geçti. "Barbar saldırıları"nın aksine, Arap İslam Devleti hem çok daha organizeydi, hem de daha önemlisi beraberinde alternatif bir yaşam tarzı getiriyordu. Böylece tarihinde belki de ilk defa Akdeniz"in iki sahili birbirinden kültürel ve siyasi olarak ayrılmış oldu. Tarih boyunca iki sahili birleştiren deniz, bundan sonra büyük bir nefretin ve kavganın da sembolü haline geldi. Müslümanların ilerleyişi sonucu Avrupa hemen hemen bugünkü sınırlarına sıkıştı kaldı, hatta bir dönem batıda Pireneler"e, doğuda ise Boğaziçi"ne kadar geriledi. Delanty"nin de vurguladığı gibi, bu saldırılara karşı Avrupalı kabileler ve krallıklar birleşme yeteneğinden yoksundular.26 Bu ortamda hepsini birleştiren tek faktör dindi, yani Hıristiyanlık.27 Böylece aslında bir Doğu dini olan Hıristiyanlık farklılaşmaya, Avrupalı yöneticiler için "meşrulaştırıcı ve birleştirici ideoloji" halini almaya başladı. Sonuç olarak, Müslüman saldırıları altında belli bir cografyaya sıkışan Avrupalı kabileler birleşirken paylaştıkları en genel payda olan din ve onun ürettiği kültür ardında birleşerek Avrupalılıklarını keşfetmeye, tabii aynı zamanda da "öteki"ni keşfetmeye başladılar.28 Bir çok yazara göre Avrupa"nın, feodalizm, çoğulculuk vb. temel özelliklerinin nüvelerinin oluştuğu yıllardır bu yıllar.29 Tarihçi Bartlett"e göre bu dönem Avrupalılık kimliğinin temellerinin atıldığı yıllardır, çünkü Avrupa"nın Hıristiyanlığa geçmiş kavimleri "Christendom" (Hıristiyan alemi) kavramı altında tek bir kimliği hissediyor, bu kavram çevresinde birleşiyorlardı.30 Ancak bu kimlik oluşumu birleştiriciliğinin yanısıra paradoksal olarak bir ikileme dayanıyordu, o da kendilerini karşıtlarının tersi ile tanımlamalarıydı. Dolayısıyla kendi dünyalarını Christendom adı altında bir bütün olarak gören bu insanlar, diğer halkları da bir tek isim altında "heathendom" (putperestler alemi) kavramı altında görme eğilimine girdi. Heathendom, Christendom neyi temsil ediyorsa onun tersiydi. "Normal insan" sayılan Avrupalı"nın yanında, paganismus, insanlığın karanlık dönemlerini temsil ediyordu. Ne yazık ki bu kavramın "Romalı" ya da "Yunan vatandaşı" kavramlarından daha farklı, belki de özgüven eksikliğinin bir sonucu olarak daha yıkıcı, "öteki"ne daha kötü anlamlar yükleyen bir içeriği olduğunu görüyoruz. Örneğin Haçlı seferleri esnasında ele geçirilen Kudüs"ün fethi sadece bir kaç kabilenin zaferi olmanın ötesinde anlamlar ifade ediyordu. Bu zafer iyi (good) ile kötü"nün (evil) savaşının bir sonucuydu.31

Selçuklu Türkleri"nin yükselişiyle birlikte Türkler "İslam"ın kılıcı" konumuna yükseldiler. Tarihin bundan sonraki bölümünde Türkler İslam"ın savunuculuğu ve liderliği görevini başka bir ulusa bırakmadı. Barbar ve İslam tehditleri tecrübesinden sonra, Türkler Avrupa için her iki tehlikeyi de içerir hale geldi. Yani Avrupalılar"ın gözünde yeni tehdit "Barbar ve Müslüman Türkler"den geliyordu. Çünkü Türkler Orta Asya"lı ve göçebe kabilelerden oluşuyordu ve aynı zamanda da Müslümandılar. Yani Avrupalı"nın kötü (evil) olarak adlandırdığı herşeyi üzerlerinde taşıyorlardı. Örneğin Gladstone"a göre "Müslümanlaşmış Barbarlar" olarak Türkler diğer tüm Müslüman halklardan daha tehlikeliydiler:

"Türk ırkı ne idi ve şimdi ne? Bu sadece bir Müslümanlık sorunu değil, fakat Müslümanlığın bir ırka özgü bir karekterle birleşmesidir. Türkler, Avrupa"ya girdikleri o ilk kara günden bugüne, insanlığın insanlık dışı en büyük örneğini oluşturdular. Nereye gittilerse arkalarında geniş kanlı bir yol bıraktılar, ve onların hükümranlıklarının ulaştığı yerlerde medeniyet kayboldu."32

Aynı şekilde Francis Bacon için de Türkler "zalim, medeniyetsiz ve kana susamış bir millet"ti:

"...Çok doğru bir şekilde söylenir ki, nereye Osmanlı atı adımını atarsa, orada insanlar çok incelmeye, zayıflamaya başlar."33

Bir çok Avrupalı için yaşananlar Avrupa"nın görmüş olduğu en yoğun terör ortamıydı. Türk kelimesinin Avrupalıda uyandırdığı ilk duygular korku ve terör idi. Zaten diğer tüm olumsuzlamaların altında yatan neden de iletişimsizlikle yoğrulan bu duygulardı. Brant"in şiirinde de görüldüğü gibi Tuna"ya kadar gelen Türklerin Roma"yı, Sicilya"yı ve tüm Avrupa"yı zapdetmesi an meselesiydi.34 Osmanlılar"ın İstanbul"u fetihleriyle bu korku zirveye ulaştı. Richard Knolles Osmanlı"yı "sınırsız bir güç" olarak tanımlıyor ve Amerika" nın ne kadar şanslı bir kıta olduğunu şu sözlerle açıklıyordu: "Osmanlılar sadece Amerika"yı alamadılar. Amerika sadece zengin madenlerinden dolayı değil, çok büyük ve tehlikeli bir düşmandan yoksun olduğu için de çok şanslıdır."35 İstanbul"un düşmesinin ardından Kardinal Bessarion Venedik"e yazdığı mektupta Türkler"i "insanlık dışı en büyük barbarlar" olarak niteliyordu.36 Bu dönemde yazılanlardan anlıyoruz ki Türkler"in Avrupalılar nezdindeki görünümü "daha önceki paganismus" türünden pek de farklı değildi, hatta denebilir ki çok daha kötü idi. Örneğin Norman şairi Ambroise"e göre Türkler"in bulunabileceği en iyi yer heathendom"dir, yani putperestler alemi.37

Bugün Batı"nın Türkiye"ye karşı izlemiş olduğu "ilgisiz" yaklaşımına karşın, Orta ve Yeni Çağ"da Türkler en önemli uluslararası sorunların başında yer alıyorlardı. Aston"ın38 da ifade ettiği gibi politikacılar ve din adamları Türk tehlikesini hemen her tartışmalarının merkezine yerleştiriyorlardı. Örneğin Fransa"da 15. ve 16. Yüzyıllar arasında Amerika"daki keşifler ile ilgili kitap sayısının tam iki katı kadar kitap sadece Türk tehditi üzerine yazılmıştı.39 Tüm bu yazılanlardan ve tartışmalardan çıkarılan sonuç, Türkler ile birleşmeksizin başedebilmenin imkansızlığıydı. Bu "şeytan"ı defetmenin yolu büyük bir Avrupa koalisyonuydu.40 Böylece Haçlı seferlerine ek olarak, Avrupalılar, Osmanlı"ya karşı oluşturdukları Kutsal İttifaklar sayesinde Avrupalı olduklarını en geniş anlamıyla hissedebildiler.

Türkler"in güneyde ve doğudaki ilerlemeleri Avrupa"yı Akdeniz dünyasından ve Doğu" dan izole ederken, Avrupa fikri ve "Avrupalı değerler" de oluşmaya başladı.41 Diğer bir deyişle Türk tehditi Avrupa"nın birliği için belki de en önemli faktördü. Hatta sadece siyasi olarak Avrupa"nın değil, Hıristiyanlığın bütünlüğünde de bu tehdit büyük rol oynamıştı. Örneğin Timurlenk, Yıldırım Beyazıt"ı yenilgiye uğratıp da Türk tehditi Avrupa üzerinde azalmaya başlayınca Hıristiyan kiliseleri arasındaki ayırımlar daha şiddetli bir hal almaya başladı.42 Türk tehditinin birleştirici etkisi dinin etkisini azalmasından sonra da devam etti. Avrupa siyasi yapısı sekülerleştikçe Avrupa değerleri daha bir belirgin hal aldı, fakat din ve onun oluşturduğu kültür etkisini tüm ağırlığıyla devam ettirdi, özellikle söz konusu olan Türkler olunca. Burke"e göre tüm Avrupa kültürel ortaklığı bulunan büyük bir devletti. Bu devleti birarada tutan ise Hıristiyanlık, Roma hukuk mirası, Germenik gelenekler, feodal kurumlar ve monarkil hükümet ilkesiydi ve tabii ki bunlar "Doğu"da olmayan, "Batı"ya özgü" değerlerdi.43 Voltaire"in Avrupası"nda da Avrupa"yı Avrupa yapan faktörlerin başında din geliyordu:

"Bir çok devlete bölünmüş büyük, muhteşem bir cumhuriyet, kimi monarkil, kimi karışık... Fakat hepsi birbiriyle ilintili. Aralarında ufak farklar olsa da hepsi aynı dinsel temele sahip. Hepsi dünyanın diğer bölgelerinde bilinmeyen kamu hukuku ve siyasetine sahip..."44

Denebilir ki bu denemeler, Avrupa Birliği fikrinin ilk nüveleriydi ve temelinde Türkler"i dışlayan değerler yatıyordu. Örneğin 15. ve 16. Yüzyılda Polonyalılar ve Habsburg İmparatorluğu yöneticileri kendi politikalarını savunmak için Avrupalı değerleri Türklere karşı koruyanın kendileri olduğunu, bu nedenle kendilerine destek olunması gerektiğini söylemekteydi. Kısacası Avrupa Hıristiyanlığı kavramı daha seküler bir forma ulaşmasına rağmen Hıristiyanlık bir kültür ve ortak değerler olarak Avrupalı kimliği içindeki yerini kaybetmedi. Paul"un deyişiyle "Bir çok Avrupalıya göre, Hıristiyanlık Avrupalı olabilmenin en önemli şartını oluşturuyordu."45 17. Yüzyılda büyük bir Avrupa birliğinin planlarını yapan William Penn, Türkler"in de -eğer isterlersebu birlik içerisinde yer almasının bir tek şartı olduğunu, bunun da dinlerini değiştirmeleri olduğunu söylüyordu.46 Bu algılamanın Rönesans ve Aydınlanma"dan sonra bile devam ettiğini görüyoruz. Örneğin ünlü tarihçi Fernand Braudel Avrupalılığı, ateist bile olsa, Hıristiyanlıkla özdeşleştiriyor: "Bir Avrupalı, ateist bile olsa, çok derin bir şekilde Hıristiyan geleneğinden alır köklerini".47 Braudel, Batı Hıristiyanlığını Avrupa düşüncesinin en önemli parçası sayıyor.48 Bu değerlendirmelere göre "gerçek Avrupalı" Yunan, Roma ve Hıristiyanlık medeniyetlerinin çocuğudur, hatta gerçek anlamda Hıristiyan olmasa da. Örneğin Erasmus Avrupa uluslarını Türkler"e karşı yeni bir haçlı seferine çağırırken Hıristiyanlık"tan ziyade Hıristiyan Avrupa uluslarının tek bir medeniyetin çocukları olduğuna vurgu yapıyor, ortak değerlerin altını çiziyordu.49 Tarihçi Coles"e göre Türkler ile Avrupalılar arasındaki bu düşmanlığın temelini oluşturan temel sorun "Avrupa" nın varolma nedeni"ydi.50

Avrupalı için Türkler kötü olan hemen her şeyi temsil ediyordu. Avrupa için Türkler "cahil"di, "adaletsiz, zalim, medeniyetsiz, pagan" bir toplumdu. Bu halleriyle de Avrupa gibi "ileri" bir kültürel birliğe katılabilmeleri imkansızdı.51 Görece Osmanlı tehditinden uzak sayılabilecek ve Türklerle ciddi seviyede ticaridostane ilişkileri bulunan İngiltere"de bile İngilizliğin ve Avrupalılığın tanımlanmasında Türklerin "öteki" olarak rolü büyüktü. Örneğin, İngiliz adaletinin yüceliğini vurgulamak isteyen Shakespeare, İngiliz mahkemeleriyle Türk mahkemelerini karşılaştırma ihtiyacını duyuyordu.52 Sadece Shakespeare"de değil bir çok Batılı yazarın eserlerinde Türkler "akıllı, olgun, normal Avupalı"nın zıddı olarak sunuldular.53 Almanca"da korku ve barbarlığı sembolize eden "Türk" kelimesi", bazı dinsel şarkılarda Tanrı"nın cezası, Tanrı"nın kırbacı olarak tanımlandı. Hıristiyanlar günah işledikçe Tanrı Türkler aracılığıyla onları cezalandırıyordu. Sadece Katolikler değil "dinde reformun babası" sayılan Luther de böyle düşünüyordu.54 Hatta Türkler"in kökenleri sorununu bir türlü çözüme kavuşturamayan bir kısım Avrupalı yazar, Türk sorununu eski Yunan"a kadar götürerek Türkler"in Truvalılar"ın torunları olduğunu bile iddia etti.55

İkinci Viyana kuşatmasıyla birlikte Osmanlı, gücünün son sınırlarına ulaştı ve 18.-19. Yüzyıllarda gerileme hızlı bir çöküşe dönüştü. Fakat Osmanlı"nın askeri bir tehdit olmaktan çıkması bile Avrupa"daki Türk imajını değiştirmeye yetmedi. Bu dönemde Türkler Avrupalının zihninde "kültürel tehdit" olarak yerlerini aldılar. Bu dönemde Türk kelimesi "sapık, eşcinsel, lezbiyen" gibi kavramlarla birlikte anılır oldu. Türk kahveleri, Harem gibi kurumlar, Avrupalılarca anlaşılamayınca kolayca sapık ilişkiler merkezleri olarak görüldüler. Tüm bunlara azınlık isyanlarının bastırılmasında çıkan kanlı olaylar eklenince "medeniyetsiz, vahşi Türk" (terrible Turks) geri döndü.56 Tüm bunlara ek olarak, 18. ve 19. Yüzyılda Türkler kültürel ve dinsel farklara ek olarak Ronesans, Aydınlanma, Fransız ve Sanayi devrimlerini de kaçırmış, fark çok büyük bir noktaya ulaşmıştı. Bu da Türk"ün Avrupa içerisindeki yabancı (foreigner) konumunu arttırdı. Neumann ve Welsh"e göre bu Türk algılaması o tarihten günümüze, 20. Yüzyılda bile değişmeden sürdü.57

Yukarıda belirtildiği üzere Türklerin Avrupa"daki imajı oldukça olumsuzdu ve Türkler empirik olarak yüzyıllar boyunca Avrupalı olsalar da Avrupalı olarak kabul görmediler. Fakat bunun istisnaları da olmadı değil. Bunun ilk örneği Türkiye"nin Avrupalı kimliğinin onaylanmasıyla sonuçlanan 1854 Kırım Savaşı ve sonrasında imzalanan Paris Antlaşması" dır (1856). Bilindiği gibi, bu savaşta İngiliz ve Fransız orduları diğer Avrupalı güçlerle birlikte Ruslar"a karşı Osmanlı"yı desteklediler. Ancak gerek bu destek, gerekse sonrasında imzalanan ve Türkiye"yi Avrupa sisteminin bir parçası sayan antlaşma bazı tarihçilerin yorumlarının tersine Türkiye"nin Avrupalılığı"nın sonsuza dek onayı anlamına gelmiyordu. Aksine İngilizlerin Rus korkusu (Russophobia) ve Fransızların iç ve dış politika değerlendirmeleri sonucunda geçici bir işbirliği oluşmuştu.58 İşin aslına bakılırsa Avrupalılar için ne Türkler ne de Ruslar "gerçek Avrupalı" idi. Bu yüzden de Osmanlı kazanan taraf olmasına rağmen hem Rusya hem de Osmanlı cezalandırıldı.59 Böylece başka bir düşman sayesinde oluşan Türklerin Avrupalılığı da çok kısa sürmüş oldu ve Avrupalı güçler bu savaş sonrasında İmparatorluğu içten içe zayıflatmaya devam ettiler.

Doğrusu, bir çok defalar Osmanlı, Avrupa topluluğunun bir parçası olma niyetini belirtmişti. Özellikle 19. Yüzyıl bu yöndeki girişimlerle doludur. Hatta bu dönemde oluşan Batıcı elite göre Türkler Avrupa medeniyetinin tartışmasız bir parçasıdır. Örneğin Ziya Gökalp Türk"ü tanımlarken üç unsurun altını çizer: ırkı, dini ve Batı medeniyetine aidiyeti.60 Ancak Osmanlı"nın Avrupalı olma yönündeki tüm istekli girişimleri ve Avrupa siyasetindeki yoğun sekülerleşmeye karşın tüm girişimler karşılıksız kaldı. Osmanlı"nın her reform denemesi onlarca eyaletin elden çıkmasıyla, Avrupa dışına itilmeyle sonuçlandı.

Sonuç olarak, Avrupa Yunan ve Roma medeniyetleri, kültür ve din olarak Hıristiyanlık, Reformasyon, Rönesans, Aydınlanma, Fransız ve Sanayi devrimlerinin ürettiği değerler üzerine kurulmuş olmasına karşın 61 bu değerleri bir araya getiren ve Avrupalıları bu değerler çevresinde birleştiren en önemli faktör dışsaldı. Judt"un da belirttiği gibi "Barbar akınlarından, Arap, Osmanlı saldırılarına ve Demir Perde"ye kadar tarihsel olarak Avrupa"yı birleşmeye zorlayan şey dış baskı oldu".62 Göçmen (barbar) saldırılarından sonra Müslüman orduları bu rolü üstlendi. Son olarak modern çağlara kadar Avrupa kimliğinin ve medeniyetinin oluşumunda bu rolü Türkler oynadılar. Sadece Avrupa değil, Yunan, Sırp, Arnavut, Bulgar, İtalyan vb. bir çok Avrupalı ulusun, ulusal kimliklerinin oluşmasında da Osmanlı İmparatorluğu"nun çok önemli bir rolü oldu.63 Türkler "barbar, medeniyetsiz, vahşi, sapık vb" insanlar olarak Avrupa"nın sahip olduğu "iyiler"i tanımlamada hareket noktasını, Avrupa"nın sahip olduklarının zıddını temsil etti. İletişimsizlikle ve dönemsel çıkarlarla beslenen ve geçmişin Barbar işgali, Arap-İslam devleti saldarıları ve Ortaçağ terörü efsaneleriyle birleşen bu nefret, yüzlerce yılda oluştu ve birazdan göreceğimiz üzere, 19. Yüzyıl dönülüp 20. yüzyıla girilirken bu imajın yerini, modern dünyanın değerlendirmelerine bıraktığı yönünde bir işaret de görülmedi. Çünkü modernite bir yandan Tanrı ve Şeytan kavramlarını reddederken, şaşırtıcı bir şekilde "biz" ve "öteki", "bizim olan" ve "onların olan" kavramlarına sarıldı. Ortaçağ Avrupası"nın Tanrı kavramı, yerini, ulusun çıkarlarına bıraktı.64 Darvinizm"in sosyal bilimlerdeki yansımalarıyla Faşizm"e kadar uzanan bu yaklaşım Avrupalı kimliğinin oluşumunda derin izler bıraktı. Bugün sadece Nazi Almanyası ve Faşist İtalya suçlanmasına karşın o dönemde hemen tüm Avrupa faşist, ırkçı yöneticilerin elindeydi.65 İnsanlar yakacak kadar ileri giden ve köklerini tarihin derinliklerinden alan bu anlayışın yüzyıllardır Türkleri "öteki" olarak görüp olumsuzladığı düşünülürse Türkler hakkındaki olumsuz görüşlerin pasif düzeyde de olsa devam edeceği açıktı. Nitekim Toynbee ve Kirkwood Osmanlı"yı içten çökerten kapitulasyonları anlatırken kapitulasyonların bile Osmanlı için büyük bir şans olduğunu, Osmanlılar"ın bu sayede "medeni dünya" ile temaslarının arttığını savunuyordu.66

Türkiye"nin Avrupa Hedefi ya da Saplantısı

Avrupa"da Türk imajı ve onun sonucu olarak oluşan isteksizliğe ek olarak ikinci önemli unsur şüphesiz Türkiye"nin tavizsiz Avrupalı olma isteğidir. Neredeyse 200 yıldır TürkiyeAvrupa ilişkilerini bu iki kavram yönlendirdi. Avrupa, Türkler"i kıta dışına atmaya çalışırken Türkler hep içeri girmeye ve bir dönem sonrasında da bu medeniyetin bir parçası olmaya çalıştı. Kaçınılmaz olarak bu istek zaman zaman saplantıya, takıntıya dönüştü.

Osmanlı İmparatorluğu"nun son yüzyılında bir dereceye kadar tüm siyasi gruplar (İslamcılar, Osmanlıcılar, Türkçüler vb) Batılılaşmayı çöküşü durdurmanın bir yolu olarak görmeye başladılar. Reformlar, İmparatorluğun kaderini belirleyecek etkili bir Batıcı elit kitle doğurdu. Bu elit grup Osmanlı"nın Avrupa"yla hemen her konuda birleşmesi gerektiğini savunuyordu. Gazeteci Abdullah Cevdet"in deyişiyle bir tek medeniyet vardı, o da Avrupa medeniyetiydi ve Türkiye bu medeniyeti "gülüyle, dikeniyle" bir bütün olarak almak zorundaydı.67

Bilindiği gibi Birinci Dünya Savaşı Osmanlı İmparatorluğu"na son verince Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sadece Türkiye"yi parçalanmaktan ve tarihten silinmekten kurtarmadı, aynı zamanda Mustafa Kemal ve ekibine tüm ülkeyi yeniden şekillendirebilmek için gerekli olan gücü de verdi. Artık reformları yavaşlatabilecek, ya da sulandırabilecek ciddi bir muhalefet kalmamıştı. Tanzimat Batıcılarının tersine Cumhuriyet Batıcılığı, Batı medeniyetini kültürü ve teknolojisiyle, yani "gülü ve dikeni"yle birlikte almayı hedefliyordu. Şerif Mardin"in vurguladığı gibi, Mustafa Kemal"e göre Batı medeniyeti bölünemezdi; ya bir bütün olarak alınırdı, ya da Osmanlılar"ın yaptığı gibi hiç alınamazdı.68 Bir çok tarihçinin belirttiği gibi Kemalist reformculara göre Osmanlının çöküşünde suçlular din, gelenek ve eski kurumlardı.69 Bu şekilde, önceki Batılılaşma hareketlerinin tersine, Türkiye"nin dinsel ve kültürel yapısına da suçlamalar getiriliyordu. Kemalist anlayışa göre Avrupa"nın ilerlemesinin altında sadece teknoloji, sanayi gibi unsurlar değil, bunları da oluşturan Batı kültürü vardı.70 Tarihçi Bülent Gökay"a göre Mustafa Kemal bu yaklaşımıyla Avrupalıların Osmanlı için yapmış olduğu tüm suçlamaları kabul ediyor, hatta kendisi de Osmanlıyı bu özelliklerinden dolayı suçluyordu.71 Aynı şekilde Nilüfer Göle, Kemalizm"i bir "medeniyet projesi" olarak niteleyerek Mustafa Kemal"in reformlarının temel amacının Osmanlı"dan, yani geçmişten kopmak olduğunu iddia ediyor. Göle"ye göre "Şark kafası""yla "tek başına kalsa bile" savaşacağını iddia eden Mustafa Kemal, çok açık bir şekilde medeniyet değiştirme arzusunu ortaya koyuyordu.72 Bu açıklamalarıyla Kemalizmin, medeniyeti, ulaşılması gereken bir hedef olarak koyduğunu belirten Göle, üstü kapalı olarak, Kemalizmin Avrupalılar tarafından Osmanlıya yöneltilen "medeniyetsiz, geri" suçlamalarını kabul etmiş olduğunu ifade ediyor. Hatta, Batı kıyafetlerinin medeniyeti, eski Osmanlı giysi ve geleneklerinin ise geriliği, medeniyetsizliği ve barbarlığı temsil ettiği belirtiliyor.73

A. Palis de Cumhuriyet"in kuruluşundan beş yıl sonra yazmış olduğu makalesinde Gökay ve Göle"nin tesbitlerini teyid eden bir yaklaşım sergiliyor:

"Yeni Türkiye eski rejime karşı gelişti. Batı medeniyeti söz konusu olduğunda Gazi kendisini İslami yaşam ve fikirlerin yerine Batı düşüncesinin, geleneklerinin ve metodlarının ve bunların tamamıyla Türkiye"ye sokulmasının radikal bir taraftarı olarak gösterdi."74

Bobby Sayyid bu iddiayı bir adım daha ileri götürüyor ve Kemalizm"in Türkiye"nin Batılılığını ispatlayabilmek için, tıpkı Batı"nın "Batı" kavramını oluşturabilmek için yaptığı gibi hayali bir Doğu kavramı oluşturduğunu da iddia ediyor:

"Kemalistler kendilerini Batılı yapabilmeleri için Doğu"nun izlerini reddetmek ve bastırmak zorundaydılar. Bu çok gerekliydi, çünkü Batı, Doğu"nun tersi olarak oluşturlmuştu... Batı kimliği birebir Doğu"nun tersi olarak kurulduğundan onlar da kendilerini Batılı yapabilmek için yeni bir Doğulu kimliği oluşturmak zorunda kaldılar... Tıpkı Batı" nın Batılılaşmasında görüldüğü gibi Müslüman toplumlar teknoloji yoksunu, irrasyonel, sivil toplumun bulunmadığı, modern olmayan topluluklar olarak sunuldu ve bu boşlukların da ancak Batı"dan ithal edileceklerle doldurulabileceği ileri sürüldü".75

Kemalist ideolojiye göre Avrupa bilim, teknoloji, akılcılık, demokrasi, laiklik ve gelişme demekti, Hıristiyanlık değil. Avrupa medeniyetinin köklerindeki dinsel temelleri görmekle birlikte Kemalist reformculara göre artık yeni dünyada dine ve diğer metafizik "masallara" yer yoktu. Avrupa"nın geçirmiş olduğu sekülerleşme süreci bilimsel gerçeklikler üzerinde yükselen bir medeniyet yaratmıştı. İşte Türkiye"nin üyesi bulunması gereken medeniyet de buydu, yoksa daha önce içinde bulunmuş olduğu medeniyet değil. Zaten yapılan tüm reformlar da eski medeniyetin reddini gösteriyordu. (Arap harflerinin, eski ölçü birimlerinin, kıyafetlerin vb. değiştirilmesi). Kısacası "yeni Türkler" kendilerine yöneltilen eleştirileri bir ölçüde kabul ediyor ve ait oldukları medeniyeti yenisi için terkediyorlardı. Daha doğrusu "medeniyetten yoksun" gördükleri bir dünyayı o an mevcut bulunan tek bir medeniyet için, yani Avrupa medeniyeti için terkediyorlardı. Ya da diğer bir deyişle "normal bir Avrupalı" olmaya çalışıyorlardı. Aslına bakılırsa Mustafa Kemal eleştirileri kabul ederken "yenik, ezik" bir psikolojiyle hareket etmekten ziyade "bizler zaten bu medeniyete aittik, fakat İslam ve Arap medeniyetinden bulaşan hastalıklar nedeniyle bu medeniyetin dışına düştük. Şimdi ise bu hastalıklardan kurtulduk. Bizler sizin bildiğiniz o "eski Türkler" değiliz. Özümüze döndük" yaklaşımını kullanıyordu. Atatürk"ün Türk tarihi üzerine yazdıkları incelendiğinde İslam ve Osmanlı öncesi dönemin ne kadar çok ön plana çıktığı açıkça görülebilir. Buna göre Türkler, Arapların tersine, bir Ortadoğu ırkı olmaktan çok "tüm medeniyetlere kaynaklık etmiş olan" Orta Asya ırkıdır.76 Böylece varılmak istenen nokta "yeni Türkler"in eski rejimle olan bağlarını kopartmak olduğu kadar, hem Türkiye"de hem de Avrupa içerisinde Türkler"in Avrupa medeniyeti ile bütünleşmesi konusunda gerekli zemini hazırlamaktı.

Bu çerçevede Avrupa"ya dahil olmak basit bir siyasi ya da askeri blok değiştirme hareketinin ötesinde "yeni Türkiye rejimi"nin varolma nedeniydi. Yani Türkiye, Batılaşmayı/Avrupalılaşmayı rejimin ve devrimlerin geleceği açısından olmazsa olmaz bir koşul olarak görüyordu. Bunun bir sonucu olarak iç politikadaki bu kaygılar Türkiye"nin Avrupa"ya ileriki yıllarda da AET/AT/AB"ye karşı politikalarını, Türk dış politika yapıcılarına fazla bir manevra alanı bırakmayacak şekilde, baştan belirlemiş oluyordu.77

Türkiye değişme kararı aldı ve Kemalist yönetim bir çok radikal reforma imza attı, ancak, acaba Avrupalılar "barbar Türkler"in değiştiği konusunda ikna oldular mı? Kısa dönemdeki bazı olumlu yaklaşımlara karşın yanıt "hayır"dı. Avrupalının düşüncesinde yüzyılların getirdiği birikimle oluşan Türk imajının bir anda değişmesi beklenemezdi; Avrupa kendisini Türkiye"yi içerir bir şekilde hiç düşünemedi.78 Atatürk"ün reformlarından hoşnut oldukları doğruydu, ancak Türkler konusundaki şüpheci yaklaşımları halen devam ediyordu. Herşeyden önce Atatürk reformlarının başarısı kesin değildi. Toynbee bu yöndeki şüphelerini şöyle açıklıyor:

"Kemalist reformlar sanki bizim Batı dünyamızda gerçekleştirdiğimiz Rönesans, Reformasyon, 17. Yüzyılın sonundaki seküler bilimsel mentalite değişimini, Fransız ve Sanayi devrimlerini yasal zorlamalarla bir ömür içerisinde yapıyor gibi".79

Açıktır ki Batılılar, "barbar Türkler"in tüm bunları bir ömür içerisinde gerçekleştirmelerini beklemiyorlardı. Öyle ki tarihçi Toynbee" nin cümlesindeki 20. Yüzyılın ortasında sarfettiği "bizim Batı dünyamız" sözü bile Türkiye"nin halen öteki olduğunu kanıtlayan güzel bir örnekti.80

Batılıların şüpheci ve isteksiz yaklaşımına ek olarak Türk halkı da Batı"ya karşı önyargılarla doluydu. Özellikle Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşlarından sonra kendisini Hıristiyan Avrupa"nın bir parçası olarak hissetmiyordu. Aksine, Avrupa"nın kendisini bölmek ve tarihten silmek misyonuyla hareket ettiği düşüncesine inanıyordu. Üstelik bu şüphecilik Batılılaşmayı tek çıkar yol olarak gören elitde bile mevcuttu. Bu şüpheciliği anlamak kolaydır: Birinci Dünya Savaşı biterken İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon"un sözlerinden de anlaşılacağı üzere müttefiklerin amacı Türkleri cezalandırmanın ötesinde tamamiyle Avrupa"dan, ardından da tüm tarihten silmekti. Curzon"a göre Türkler dünya üzerindeki en büyük kötülük ve zulüm kaynağıydı ve bu çıbanı kökünden kurutmak için Avrupa yüzyıllar sonra böylesine büyük bir şans yakalamıştı ve bunu kullanmalıydı.81 Sonuçta Türkiye parçalanmış, bölüşülmüş, hiç bir yenik devletin karşılaşmadığı muamelelerle yüzyüze kalmıştı. Doğal olarak bu durum iki taraf arasındaki güvensizlik ortamını arttırdı ve Türk halkını Avrupa"nın bir gün Sevr"i yeniden canlandıracağı, Türkleri tarihten silmek isteyeceği fikri ile saplantılı hale getirdi.

Özetleyecek olursak, Kemalist Batılaşma programı herşeyiyle Avrupalı olmayı hedefliyordu. Ancak bu hedef bir ölçüye kadar "Avrupa"ya ve "Türk halkının Avrupa karşıtı duyguları"na rağmen gerçekleştirilecekti. Her ne kadar Türkiye Avrupa"da fiziki ve siyasi olarak yer alsa da, ne Avrupalı Türkleri arasında görmek istiyordu, ne de sıradan Türkler kendilerini Avrupa"nın doğal bir üyesi sayıyordu. Türkiye, Avrupa"nın yüzyıllar boyunca gerçekleştirdiklerini bir kaç on yıla sığdırma çabasındaydı, nihai hedefse yeni bir medeniyet moduna geçişti.

1923 Lozan görüşmeleri esnasında İngilizler Rusya"daki gelişmelere karşı kendisini Kurtuluş Savaşı"nda kanıtlamış bulunan "dost" bir Türkiye"nin bölgedeki çıkarları için iyi olabileceğini farkettiler. Böylece Türkiye isteksizce, gönülsüzce, tehditkar imalar altında Avrupa topluluğuna bir kez daha kabul edildi.82 1856"da olduğu gibi bu yeni kabulde de Rus faktörünün rol oynaması ilginçti. Özellikle 1917"de Kızıl Devrim"in ardından İngiliz çıkarlarına en önemli tehdit Rusya"dan geliyordu ve zaman içerisinde Komunist Rusya, Ortaçağ"da Avrupa kimliğinin oluşumu içerisinde Türkler"in oynamış olduğu "öteki" rolünü üstlenmeye başladı. Böylece 1920"lerde bugünkü haliyle bir Avrupa Topluluğu oluşturma fikri Rus tehditi üzerinde yükselmeye başladı. Örneğin PanEuropeanism"in en önemli isimlerinden CodenhobeKalergi"ye göre Rus işgalinden korunmanın tek yolu Ruslar karşısında tüm Avrupa"nın birleşmesiydi.83 Bunu bir nev" i yeni bir Haçlı seferi çağrısı olarak yorumlamak da mümkündür. Faşizmin yükselişiyle birlikte kötülük kaynaklarının sayısı ikiye çıktı. Sonuçta, Avrupa"da şimdi Türkler"den daha önemli tehlikeler vardı. Türkler artık askeri bir tehdit olmaktan çıkmışlar, Atatürk"ün reformları sayesinde kültürel bir tehdit olmaktan da uzak bir konuma gelmişlerdi. Her ne kadar Avrupalıların Türkleri "gerçek Avrupalı" olarak görmedikleri çok açıksa da Avrupa"ya bir tehdit oluşturamayacağını, böyle bir niyetinin bulunmadığını gördüğü de o derece kesindi. Böylece Avrupa"nın önyargılı Türkler politikası "Türkler"i görmezden gelme politikası"na dönüştü. Avrupa içindeki büyük krizlerin etkisiyle şekillenen bu politikalar sonucunda Türkiye içeride reformları derinleştirebilmek için gerekli zamana kavuştu. Ancak İkinci Dünya Savaşı"nda jeopolitik konumu Türkiye"yi bir kez daha Avrupa diplomasisinin tam ortasına oturttu. Ancak savaş sonrası gelişmeler de gösterdi ki Batı hiç bir dönemde Türkiye"yi kendi parçası olarak görmemişti. Savaş bitip SSCB Türkiye"den Boğazlar"ı ve Doğu Anadolu"da bazı toprakları talep ettiğinde ABD ve Avrupa"nın sergilediği ilgisizlik bu konuda ciddi bir kanıttır. Bu konuda Batı"nın harekete geçmesi için kendi çıkarlarının da Türkiye"ninkiler ile birlikte tehdit altına girdiğini görmesi gerekti. Savaş"ın ve sonrasındaki gelişmelerin Türkiye"ye öğrettiği en önemli ders, kendisinin halen "gerçek bir Avrupalı" olarak kabul edilmediği ve bağımsız kalabilmesi için bunun gerçekleşmesinin şart olduğu oldudur. Özellikle II. Dünya Savaşı ve sonrasında İran"ın başına gelenler Türkiye"nin, Batı ailesine girme konusundaki istekliliğini arttırdı. Türkiye, ya Batı ailesinin eşit bir üyesi olacaktı, ya da İran gibi Batı"nın kısa dönemli çıkarlarına feda edilecekti. Bundan sonraki yıllar, o güne kadar hep Türkiye"nin Batı"yla bütünleşmesine yardımcı olmuş olan Rus tehditinin artarak devam etmesi, böylece Türkiye"nin de Batı ailesine doğru hızla ilerlemesine şahit olacaktı.

Avrupa Bütünleşmesi Fikrinin Kültürel ve Siyasi Temelleri ve AT"nin Türkiye"ye Yaklaşımının Ardındaki Güdüler

II. Dünya Savaşı"nın ardından Avrupa ikiye bölündü; Komünistler ve Kapitalistler. Savaş" ın açtığı yaraları sarmak için kurulan Avrupa Toplulukları da bu ideolojik ortamdan ister istemez etkilendi, hatta bir noktada bu ideolojik yapılanmanın üzerine kuruldu. Daha önce de görüldüğü üzere artık Avrupa/Batı kimliğinin oluşumunda Komünist Rus tehditi başrolü oynuyordu. Bu durum AT"nin kuruluş yıllarında öylesinde belirgindi ki Ortaçağlarda Türklere yüklenen hemen hemen tüm "günahlar" 20. Yüzyılın ikinci yarısında tamamiyle Komünistler"e yüklendi. Oluşturulan Komünist Rus imajı cehaleti, din düşmanlığını, irrasyonelliği, medeniyet düsmanlığını, insan hakları ihlallerini ve insanlığa karşı suçları temsil eder bir hale geldi. Böylece yeni Avrupa kimliğinde de bu değerlerin altı daha bir belirgin olarak çizilmeye başlandı. Yeni Avrupa liberal, demokrat, insan haklarına saygılı, inançlara ve farklılıklara hoşgörülü, bireysel haklar ve özgürlükler üzerine kuruluyordu. Peki bu durumda Türkiye"nin konumu ne olacaktı? Daha önce de belirttiğimiz gibi, Avrupa, Türkiye"nin Avrupalılığı konusunda henüz ikna olmuş değildi. Ayrıca AT, bir Hıristiyan Klübü olarak kurulmamış olmasına rağmen ve AT"yi kuran hiçbir yazılı antlaşmada AT üyelerinin belli bir dini paylaşması gerektiği belirtilmediği halde, bir Avrupalı, "Avrupa" kelimesini kullandığı zaman bunun Türkiye"yi kapsamadığını biliyordu. The Economist"in özetlediği gibi, coğrafyaya "hayır" diyordu (Türkiye"nin büyük bir kısmı Asya üzerindeydi), dine "hayır" diyordu.84 Üstelik birçok kimse için Avrupa hâlâ Hıristiyan halkların yurduydu. Örneğin Rene AlbertCarrie Avrupa"yı şöyle tanımlıyordu:

"... Şüphesiz Avrupa kültür ve fikrinin değişmez temel parçalarından birisi de bunların Hıristiyan olmasıdır ve bölge olarak Avrupa ülkesinin hemen hemen Hıristiyan alemiyle (Christendom) örtüştüğü söylenebilir."85

Türkiye"nin Avrupa ailesinin doğal bir üyesi olmadığının en güzel örneğini paradoksal olarak Türkiye"nin Avrupa güvenlik sisteminin kalbine, yani NATO"ya girişi esnasında yaşananlar gösterir. Bu yıllarda Avrupa güvenliği açısından Türkiye"nin konumunun hayati bir değer göstermesine karşın (Türkiye tam üye olunca SSCB"yle ortak sınırı bulunan tek NATO ülkesi konumuna geldi) başta İngiltere olmak üzere Avrupalı güçler Türkiye"yi Asya içerisindeki güvenlik sistemlerinde görme eğilimi gösteriyorlardı. 1949"da NATO kurulunca Türkiye"nin rolü Ortadoğu"da belirlendi. Ertesi yıl Türkiye tam üyelik için başvurduysa da İtalya dışında Türkiye"ye destek veren çıkmadı. DP Hükümeti tarafından yapılan ikinci başvurunun akibeti de farklı olmadı. Kore Savaşı"nda Türkiye"nin aktif olarak verdiği destek ABD tarafından NATO"ya davet edilmesi sonucunu doğurduysa da İngiltere, Danimarka, Belçika ve Norveç halen Türkiye" nin Avrupalı bir devlet olmadığı, Ortadoğu"ya ait olduğu varsayımı üzerinden Türkiye"nin üyeliğini engellemeye çalışıyorlardı.86 İngiltere bir Ortadoğu ükesi olan Türkiye"nin bölgesel bir savunma sistemi içerisinde Batı"ya destek olmasını istiyordu ve Avrupa içersinde bir yapılanmaya girmesine kesinlikle karşıydı. Böylece üçüncü girişim de sonuçsuz kaldı. Fakat daha önce de belirtildiği gibi Türkiye Batı" nın içinde yer almadığı müddetçe güvenlik sorununu çözemeyeceğinin farkındaydı. Sonuçta, Batı"nın merkezine dahil olma konusundaki ısrarları sonucunda Türkiye Avrupalı güçlerin tüm isteksizliklerine karşın ABD"nin desteğiyle 18 Şubat 1952"de NATO"ya girebildi. Türkiye NATO"nun ilk ve tek Müslüman üyesi haline geldi. Çok açıktır ki NATO üyeliği Avrupalı devletlerce Türkiye"nin Avrupalılığının kesin bir onayı anlamına gelmiyordu, özellikle söz konusu olan kültürel Avrupalılık olunca. Richard Rose, Türkiye"nin NATO"ya girişini "Türkiye Avrupa sınırlarının dışında olmasına karşın, Sovyetler Birliği ile stratejik sınırlara sahip olmasından dolayı NATO"ya dahil edildi" sözleriyle açıklar.87 Ancak Türkiye bunu kendisinin Avrupa tarafından eşit şartlar altında Batı medeniyetine tam ve kesin üyeliğinin onayı şeklinde algıladı88 ve bundan sonraki tüm politikalarını bu varsayımı doğru sayarak oluşturdu. Bu nedenle bundan sonraki yıllarda bu varsayıma uymayan tüm olaylar Türkiye"de büyük bir hayal kırıklığı ve şaşkınlık yarattı. Oysa ki Türkiye"nin NATO"ya girişi Avrupa"ya değil ortak bir düşman karşısında oluşturulan bir güvenlik sistemine girişti.

Türkiye"nin AT"ye başvurusu konusuna dönecek olursak; Türkiye Avrupalılık sorununa ek olarak ekonomik sorunlar da yaşıyordu. Türkiye bu dönemde tipik bir Akdeniz tarım ülkesiydi. İşgücünün %75"i hâlâ tarım sektöründe istihdam ediliyordu ve ihracatının % 80" ini tarım ürünleri oluşturuyordu. Yüksek gümrük duvarları ardındaki özel sektör devlet yardımlarına muhtaçtı. Kısacası Türkiye"nin AT gibi gelişmiş sanayi ekonomilerinin oluşturduğu bir entegrasyona dahil olması ekonomik veriler dikkate alındığında düşünülemezdi bile. Peki ne oldu da Türkiye"nin başvurusu AT tarafından büyük bir memnuniyetle karşılandı?

Tıpkı Türkiye"nin NATO"ya girişinde olduğu gibi en önemli neden güvenlik değerlendirmeleriydi ve Rus tehditi Türkiye"nin Avrupa"ya girişinde bir kez daha yardımcı oluyordu. Türkiye"nin Avrupa güvenliğine katkısı tartışmasızdı ve AT"nın Türkiye"ye verdiği cevapda en önemli rolü bu güvenlik gerekçeleri oynadı.

İkinci olarak, AT ile İngiltere"nin başını çektiği ekonomik gruplaşma (EFTA) arasındaki rekabet, Yunanistan ve Türkiye"nin başvurusunu AT"nın uluslararası alandaki tanınırlığına önemli bir kanıt haline getirdi.89

Son olarak Türkiye"nin AT"ye başvurusu büyük bir memnuniyetle karşılandı. Ancak bunun nedeni, AT"nin ekonomik entegrasyona yönelik bir örgüt olmasına karşın ekonomik değildi. Aksine, AT, Türkiye"nin başvurusuna güvenlik penceresinden baktı. Böylece tarihten köklerini alan önyargılar, ilişkiler üzerindeki olumsuz etkisini bir süreliğine de olsa azalttı.

Türkiye"nin AT"ye Bakışının Ardındaki Güdüler

1959"da Türkiye AT"ye resmen başvurdu. Bu başvuru Türkiye"nin tavizsiz Batılılaşma politikalarının mantıksal bir sonucuydu. OECD (1948), Avrupa Konseyi (1949) ve NATO (1952) üyeliklerinden sonra AT"ye yapılan başvuru, Türkiye"ye göre 19. Yüzyıldan beri yaşanan Batılılaşma serüveninin son noktasını belirtiyordu. Kramer"in deyişiyle, "AT üyeliği Türkiye tarafından Türkiye"nin Batı medeniyetinin şartlarını yerine getirdiğinin kesin kabulüyle eşanlamlı olarak algılandı".90 AT"nın sürekli artan supranasyonal yapısı bu sanıyı güçlendirdi ve Türk yönetici elit, AT"ye üyeliği Türk Batılılaşmasının garantisi ve son aşaması olarak görür hale geldi. Tıpkı daha önceki hükümetler gibi DP hükümeti de Batı" yla kurumsal bütünleşme yönündeki her adımın Türkiye"nin Batı medeniyetine bir adım daha eklemlenmesi anlamına geldiği düşüncesindeydi.

İkinci en önemli faktör, AT için olduğu gibi Türkiye için de güvenlik sorunlarıydı. Türkiye"nin Sovyet tehdidiyle tek başına başedemeyeceği açıktı. Truman Doktrini sonrasındaki gelişmeler Türkiye"nin kısa dönemli güvenlik ihtiyaçlarına cevap verdiyse de uzun dönemli bir güvenlik ortamı sağlamak için AT" ye tam üyelik şarttı.

Üçüncü olarak diğer bir güvenlik sorunu, Yunanistan faktörüydü. Eğer Yunanistan başvurmamış olsa idi Türkiye"nin AT"ye başvurusunun daha uzun bir süreyi alacağı açıktı.91 Türkiye"nin amacı Yunanistan"ı girdiği her türlü uluslararası ortamda etkisizleştirmekti, çünkü o ana kadar Batı"nın açık desteği ile tam dört kez Türkiye aleyhinde büyümüş olan Yunanistan Türkiye"nin gözünde "Batı"nın altın çocuğu"ydu. Böylece Yunanistan"ın AT başvurusunundan hemen 16 gün sonra Türkiye"de AT"ye üyelik için başvurdu.

Tüm bunlara ek olarak iç politika değerlendirmeleri de başvuruda etkili olmuştu. Bir milyar dolarlık dış borç ve döviz rezervlerinin 14 milyon dolara kadar azalmış olması Türkiye"nin taze paraya olan ihtiyacını açıkça ortaya koyuyordu.92 Hızlı bir ekonomik kalkınma süreci içinden geçen Türkiye"nin kredi ihtiyacını 1955 IMF kredileri bile karşılayamadı. Sonuçta hükümet AT"yi yeni bir kredi kaynağı olarak görmeye başladı. Ayrıca DP"nin içeride azalan popularitesinin dışsal bir açılımla artırılması da diğer bir kaygıydı.

Özetleyecek olursak Türkiye"nin AT başvurusu diğer Batılı kurumlara başvurularda görüldüğü gibi sadece bir dış politika meselesi olmanın ötesinde anlamlar içeriyordu. Tek başına ekonomik bütünleşme konusu ise hiç değildi. Türkiye, Batı"yla girdiği tüm ilişkilerde Batı ailesine eşit bir üye olarak girme hedefi ile bağımsızlığını ve bütünlüğünü devam ettirebilme kaygılarını hep en önde tuttu. AT ile ilişkiler de bir istisna oluşturmadı. İç ve dış güvenliğini, istikrarını Batı ile bütünleşme yoluyla garanti altına almaya çalışan Türkiye SSCB ve Yunan dış tehditlerine ve içerideki politik ve ekonomik sıkıntılarına çare olarak gördü AT"yi. AT Türkiye"nin medeniyet değiştirme yolculuğunun son aşaması, Avrupalılığının kesin onayı olacaktı. AT"nın Türkiye" ye olumlu cevap verirkenki kaygıları ise Türkiye"ninkilerden çok farklıydı. Ekonomik bir bütünleşme olarak planlanan AT, Türkiye"nin ekonomik durumuna aldırmıyordu bile. KapitalistKomünist dünyasında AT"nın Türkiye" ye dönük politikaları tamamiyle güvenlik politikaları tarafından yönlendiriliyordu ve Redmond"un deyişiyle böyle bir ortamda AT" ın Türkiye ile ilişkilerinin ne yönde ilerleyeceği, ya da ne yönde ilerlemesini istediği yönünde bile herhangi bir fikri yoktu. Temel amaç, Türkiye"nin Batı bloğu içerisinde SSCB"ye karşı Batı güvenlik sistemine desteğini sürdürmesiydi.93

Böylece TürkiyeAT ilişkileri, 12 Eylül 1963 Ankara Ortaklık Anlaşması ile resmi şekline kavuştu. Bundan sonraki dönemde Türkiye"nin ekonomik gelişmesi konusunda önemli vaatlerde bulunan AT, Türk ekonomisinin gelişmesi, işsizlik oranının azaltılması ve Türk halkının yaşam koşullarının geliştirilmesi konusunda Türkiye"ye açık sözler verdi.94 AT"nın bu vaatlerine karşın ilk dönemde Türkiye"nin herhangi bir şey yapması beklenmiyor, bu anlamda hiç bir sorumluluk yüklenmiyordu.95 Tüm bunlardan anlaşılıyor ki Türkiye"nin AT"ye başvurusunda ve Hazırlık Dönemi"nde siyasi ve güvenlik sorunları ekonomik sorunların çok daha önündeydi. Türkiye AT"ye Ortak Üye olarak alınmıştı, ancak bu kabul Türkiye"nin Avrupalılığının ya da Batı ailesine üyeliğinin kesin kabulü anlamına gelmiyordu. Avrupa, Türkiye"nin ne olup ne olmadığı konusunu bile kapsamlı bir şekilde düşünmemişti. Kültürel/medeniyetsel farkların böyle bir ortamda tartışılması söz konusu bile değildi. Kısacası Soğuk Savaş"ın ilk yılları Türk imajının ilişkilerde neredeyse hiç denebilecek bir düzeyde etkili olduğu, kültürel farklılıkların görmezden gelindiği yıllar oldu. Başka bir yazının konusunu oluşturacak olan Geçiş ve Tam Üyelik safhalarında Soğuk Savaş"ın şiddetinin azalmasıyla kendisini gösterecek olan "kültürel/medeniyetsel" yaklaşım bu yıllarda ilişkilerde neredeyse hiç bir olumsuz etkiye yol açmadı. 1970"lerin başına kadar Türkiye, tarihinde ilk kez olarak Avrupa ile ilişkilerini önyargılardan uzak ve eşit kurallar çerçevesinde yürütmenin keyfini yaşadı. İşte bu dönem 197080"lerde büyüyüp 1990"larda zirveye ulaşan kültürel/medeniyetsel yaklaşımın oluşturduğu hayal kırıklığının yaratacağı şoku arttırdı.

Sonuç

Giriş bölümünde de belirtildiği gibi bu yazının amacı TürkAvrupa ilişkilerinin bir "medeniyetler çatısması" oluşturup oluşturmadığı sorusuna yanıt aramak değil. Aksine bu makalenin temel varsayımı bu dönemde ortaya çıkan sorunların geçmişten, tarihin derinliklerinden kaynaklandığı, bu nedenle yapısal sorunlar olduğu yönünde. Bu çerçevede böyle bir soruyu yanıtlayabilmek için özellikle geçiş dönemi ve Soğuk Savaş sonrası AvrupaAB ilişkilerini derinlemesine incelemek gerektiği açık. Kısacası Avrupa"nın geçmişten günümüze Türkiye"ye karşı göstermiş olduğu olumsuz yaklaşım ve Türkiye"nin hemen aynı derecede Avrupa"yla bütünleşme arzusunun kökleri incelenmeden TürkiyeAB ve genel olarak TürkiyeAvrupa ilişkilerinin temel dinamiklerini anlamak ve dolayısıyla TürkiyeAB ilişkilerinin bir "medeniyetler çatışması" ima edip etmediğini ortaya koyabilmek mümkün değildir. Bu çerçevede birinci bölümde de görüldüğü gibi ortada sorun olarak sadece Türklerin kimlik krizi değil, Avrupa"nın da kimlik krizi durmaktadır. Düne kadar ekonomik ve siyasi gücüne ek olarak "başkalarını dinlememe lüksü" sayesinde bu sorununu gizleyebilen Avrupa için Türkiye sorunu göründüğünden çok daha derin anlamlar içermektedir. Yani TürkiyeAvrupa ilişkileri sadece bir üçüncü ülkenin tam üyeliği meselesi olmaktan çıkıp Avrupa"nın ne olup olmadığı noktasına doğru gitmektedir.

Verilen onlarca örnekten de anlaşılabileceği gibi "Avrupa" kavramı çağdaş tarihçilerin iddialarının tersine "Avrupalılar"ı birleştiren unsurlardan çok dışsal tehditlerle şekillenen "ayırımcı" ve "yıkıcı" bir kavramdır. Günümüze kadar ayakta kalmasını da sürekli olarak dış tehditlere borçlu olmuştur. (Barbarlar, Araplar, Türkler, Ruslar, Komünistler vb.) Avrupa" yı en uzun süreli ve en şiddetli tehdit eden dış faktör olarak Türklerin "Avrupa" kavramının oluşumundaki rolü çok büyüktür. Yüzyılların tortusu "barbar, kana susamış, medeniyetsiz, akıl dışı, sapık" bir Türk imajını diğer Avrupalıların aklına adeta kazımıştır. Bu imaj ne yazık ki iki taraf arasındaki ilişkilerin özünü oluşturmuştur. Türkler emprik verilere göre gerçek bir Avrupalı sayılsa da diğer Avrupalılarca hiç bir dönemde "gerçek Avrupalılar" olarak görülmemişlerdir. Bu kuralın istisnaları ise her zaman daha büyük bir dış tehdit, genelde Rus tehdidi, sayesinde olmuştur.

İlişkilere yön veren ikinci unsur olan Türkiye"nin Avrupa tutkusu, ise 19. Yüzyılda yeşeren "modernleşme" sürecinin Cumhuriyet" le son noktasına ulaşmasıyla ilgilidir. Geçmişle bağlarını koparma gayretindeki genç Cumhuriyet, Batılılaşmayı "varlık nedeni" saymış, Batı"ya karşı duyduğu tüm şüpheci yaklaşıma karşın tüm politikalarını Avrupa uluslar ailesinin doğal bir üyesi olmak üzerine kurmuştur. O"na göre Avrupalı olamayan bir Türkiye"nin Arap dünyasına ya da Doğu"nun diğer "geri" medeniyetleri arasına yuvarlanması kaçınılmazdır.

TürkiyeAT ilişkilerinin ilk yıllarına gelince; Görüldüğü üzere AT"nın Türkiye"nin Avrupalılığı konusundaki görüşlerinde ciddi bir değişme yoktu. Dinsel değerler seküler kavramlar altında hayat bulurken, Avrupalı, zihnindeki Osmanlı ile "yeni Türkiye" arasında kesin bir ayırım yapmakta zorlandı ve bu AT" yi kuranların zihninde bile çözüme kavuşmamış bir sorundu. Fakat daha önceki istisnai kabullerde de görüldüğü gibi yine Türkiye"yi unutturacak büyük bir tehlike olarak Komünizm ortaya çıktı ve Türkiye Avrupa"yla bütünleşme konusunda ciddi bir şans yakaladı. Bu ortamda AT"nın Türkiye ile ilişkilerinin nereye gittiği konusunda çok ciddi bir planı olduğunu söylemek zordur. Yazılı olarak verilen uzun dönemli, büyük vaadlere karşın AT"nın Türkiye"ye yaklaşımı Türkiye"nin Avrupalılığından, ekonomisinden ya da siyasi yapısından kaynaklanmamıştı. Aksine AT Türkiye" nin gerçek konumunu ve kendisi için ne ifade ettiğini bir süre için "unutmayı" veya "görmezden gelmeyi" tercih etmekteydi. Ancak 1970" lerde ve 1980"lerde Kıbrıs, TürkYunan ilişkileri, azınlıklar gibi konularda billurlaşmaya başlayan yaklaşım, Soğuk Savaş"ın bitimiyle daha vahim bir hal aldı.

Peki bu durum bir medeniyetler/kültürler çatışması mıdır? Daha önce de belirttiğimiz gibi TürkiyeAvrupa ilişkilerinde asıl engelleyici faktör kültür/medeniyet faktörü müdür sorusunun yanıtı başka bir yazının konusudur. Ancak yukarıdaki bilgilerin ışığı altında varabileceğimiz sonuçları şu şekilde özetlememiz mümkün:

TürkiyeAvrupa ilişkileri Soğuk Savaş"a kadar iletişimsizlik ve yanlış bilgilenmeler sonucu oluşmuş bulunan "Türk imajı"nın büyük ölçüde etkisi altında kalmıştır. Diğer bir deyişle iki taraf arasındaki ilişkilerde kültür/ medeniyet/din farkı önemli bir engelleyici faktör olmuştur. Türkiye"nin geçirmiş olduğu büyük değişime karşın Avrupa"nın Türklere yaklaşımında 20. Yüzyılda da çok ciddi bir değişiklik olduğunu söylemek zordur. Ancak Soğuk Savaş şartları daha önceki gelişmeleri bir süreliğine de olsa durdurdu, ya da dondurdu. Türkiye Soğuk Savaş"ın "buzları" çözülürken eski hastalıklar Bosna"da, Kosova"da Çeçenistan"da yeniden başgösterirken umulur ki Avrupa yeniden Ortaçağ"ın karanlık algılamalarına geri dönmez ve kendi kimliğini bir başka insan grubuna karşı düşmanlığa dayandırmaz. Ve umulur ki Türkiye aradan geçen bunca zaman boyunca hedeflediği medeniyet düzeyine ulaşmak için gerekli yolu katetmiştir ve Avrupalı olmak için diğer Avrupalıların kabulüne ihtiyaç duymaz.

NOTLAR
--------------------

1. Iver B. Neumann, Identity and Security, Nupi Papers, 1990, Oslo
2. Samuel P. Huntington, "The Clash of Civilizations", Foreign Affairs, 72, 3, Summer 1993, pp. 2249; The Clash of Civilisations and the Remaking of World Order, (New York: Simon&Schuster, 1996).
3. Francis Fukuyama, The End of the History and the Last Man, (London: Penguin Books, 1992).
4. Michael Cendrowicz, "The European Community and Turkey: Looking Backwards, Looking Forwards", in Clement H. Dodd (ed.), Turkish Foreign Policy, New Prospects, (Huntingdon: The Eothen Press, 19920, pp. 926, p. 10.
5. Lionel Barber, "EU Enlargement, Estonia and Slovenia to Join Eastern States", The Financial Times, 11 July 1997.
6. Ian O. Lesser, "Bridge or Barrier? Turkey and the West after the Cold War". In G.E. Fuller and I.O. Lesser, Turkey"s New GeoPolitics, From Balkans to Western China, (Boulder and Oxford: Westview Press, 1993), p. 105; "The Star of Islam", The Economist Turkey Survey, 14 December 1991.

7. Stephen Kinzer, "Turks say Bonn is Encouraging Racist Attacks", The New York Times, 5 April 1997; Andrew Mango, "Turkey and the Enlargement of the European Mind", Middle Eastern Studies, Vol. 34, No. 2, April 1998, pp. 171192, p. 171.
8. Andrew Mango, p. 171.
9. Richard Burt, "Are We Losing Turkey?", The Wall Street Journal, 21 June 1997.
10. Mehmet Ali Birand, "AB, Türkiye"yi Aday Ülke Saymıyor...", Sabah, 13 Aralık 1997.
11. "AB"le Diyalog Kesildi", Radikal, 15 Aralık 1997; L. Hockstader and K. Couturier, "Ankara Ready to Sever European Ties", The Washington Post, 15 December 1997.
12. Jovanovic"e göre, Çek ve Slovak Cumhuriyetleri dışında bir tek aday ülke bile tam olarak çalışan serbest pazar ekonomisine sahip değil ve durumları AB"ye giriş için gerekli olan bir çok kritere uymuyor: Miroslav N. Jovanovic, "Does Eastern Enlargement Mean the End of the European Union", International Relations, vol. XIV, no. 1, April 1998, pp. 2339, p. 31.
13. The European Union Enlargement Process, Turkey and the Other Candidates, Turkish MFA Web Pages, <a href="redirect.jsp?url=http://www.access.ch.turkei/Euro.htm." target="_blank">http://www.access.ch.turkei/Euro.htm.</a>
14. Metin Demirsar, "Çiller: Turkey Displeased by EU Snub", Turkish Daily News, 8 March 1997; Stephen Kinzer, "Turks Say Bonn is Encouraging Racist Attacks", The New York Times, 5 April 1997; "Turkey Blasts EU Commission Over "Mistaken Decision", Turkish Daily News, 17 July 1997.
15. Stephen Kinzer. "Turks say Bonn is Encouraging Racist Attacks", The New York Times, 5 April 1997.
16. L. Hockstader and K. Couturier, "Ankara Ready to Sever European Ties", The Washington Post, 15 December 1997.
17. "Wall Street Journal Journal: Türkiye Hala Dev Bir Hasım", Hürriyet, 17 Aralık 1997.
18. "Dark in the East", The Economist, 1 August 1998, p.16.
19. Gerard Delanty, Inventing Europe; Idea, Identity, Reality, (London: Macmillan Press Ltd., 1995), p. vii.
20. Norman Davies, Europe, A History, (London: BCA, 1996), p. 7.
21. Gerard Delanty, p. vii.
22. Denys Hay, Europe: The Emer








Tarih: 19 Ksm Pzr , 2006 0:43

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Galvani;

Bana Kontra olarak sundugun Bu yazi Tamamen benim Görüslerimi destekler nitelikte..
Yani Sorun Bütün Kötülüklerin Seytani olan Müslüman Türkleri Avrupa kitasina sokmamakta..

Tamamen Tarihsel ve Dinsel bir sendrom )

Burada Bana Kontra olarak söylemek istedigin ne ?..

Kibris i Taniyan Bir tek ülke Göster diyorsun )
Yoktur !..
Yoktur da Bunu Medeni avrupa nin Insan hak ve özgürlükleri ile nasil Bagdastiriyorsun ?..
Isgal filan diyeceksen Hirvatistan a Özgürlük Naralari ile Yugoslavya da ic savasi Kiskirtan -baslatan Ve Daha sonra Avrupa nin göbeginde Müslüman Kebabi yenmesine seyirci kalan Hatta ellerini Ovusturarak bakan Hacli Barbarligina Nasil yorum getireceksin..
Dünya da yamyamlara bile özgürlük sarkilari söyleyen medeniyet Neden Kibrisli Türlklere karsi Kör dilsiz ve sagir oluyor ?..

Bunlarin yaniti yukaridaki Yazinda-Aktarmandaki Kin-nefret- Sövenizm-Irkciliik ve yobazlikta yatiyor.
TÜRK SENDROMUN da yatiyor.

Ve Ben bunu iki yüzlü bir ALCAKLIK olarak görüyor ve AB ye HAYIR diyorum.


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 19 Ksm Pzr , 2006 0:57

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Türkiye er ya da gec aslina dönecektir.
Iste o zaman TÜRK Sendromu geciren Avrupa nin Korkmasi icin sebepler zinciri olacaktir.

Ben AKP nin EU ya Girmek istegine filan katiyen inanmiyorum.
Onlar sadece Avrupali gerzekleri Kullanarak Türkiye de hic cikmayacak yasalari cikartarak ellerini Güclendir-diler ve güclendirecekler. O begenmedigin Orduyu Islevsiz Biraktiklari anda da Laik Türkiye Cumhuriyeti icin Öldürücü darbe gelecek.

Bu Avrupa icin iyi mi olur &ltBilemiyorum

Diyeceksin ki Bu cikan yasalar Insanlik Icin iyi..
Gayet tabii iyi..
Ama sadece insanlik icin iyi..
Insanliktan Nasibini cok az almis bir Cografya icin ÖLÜM ve göz yasi..

Türkiye Konumunda bir Ülke Icin Facia !..
Cünkü dostum galvani Türkiye de insanligin selametini filan düsünen Cok az insan var.
Türkiye bir Islami devrim e ve Hilafet e Odaklanmis durumda..
Insanlik Taraftarlari Mars söylemekle Bunu asacaklarini saniyorlar ama Fena halde yaniliyorlar.

Cünkü bu devrime giden yol EU hedef gösterilerek yapiliyor.

Bir Gün uyanacaksin ki Arab cöllerindesin
Ne bir yudum su var ne bir vaha..

Artik Bir Kemal bulur mu bu Kitle bilemem ama ilerdeki yollar kanli ve Mesaketli..

Ben Sana yine de Hayal ettigin kavramlarda Mutlu bir yasam dilerim..
Sakin beni yanlis anlama..
Istediklerin cok Güzel cok insanca..
Kim istemez Galvani ?..

ama Biz O toplum degiliz.
Ve cok kritik bir noktaya geldik.

Bunun sebebi de " Türk Sendromu " ile Avrupa dir.
T.C. nin sonu hazirlaniyor Bilerek ya da bilmeyerek Avrupa nin inadi sayesinde..
Hoscakal


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..





El-veda AB !..
ÖZGÜR-MEYDAN Forum Ana Sayfası -&gt ÖZGÜR MEYDAN
Bu forumda yeni konular açamazsınız
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız
Tüm saatler GMT +2 Saat
1. sayfa (Toplam 2 sayfa) Sayfa 1, 2 Sonraki


Hepsi1 Günlük7 Günlük2 Haftalık1 Aylık3 Aylık6 Aylık1 Yıllık eskiden-yeniyeyeniden-eskiye Bir Forum Seçin ÖZGÜR-MEYDAN----------------ÖZGÜR MEYDAN GELİŞMELER / HABERLER----------------YURTTAN VE DÜNYADANEKONOMi VE iŞ DÜNYASITEKNiK ALANDA GELiŞMELER YAŞAMIN İÇİNDEN----------------MiSTiK DÜNYAMIZFELSEFEPOLiTiKAPSİKO DÜNYAMIZKADIN / ERKEK & AŞK ve SEVGİ İNCELEME / ARAŞTIRMA / MAKALE----------------İNCELEME / ARAŞTIRMA / MAKALE SANAT KÜLTÜR----------------SANAT & KÜLTÜR ÜZERİNEKiTAP VE DERGiDUYGU TÜNELi & FANTEZiKENDİMİZE AiT SİİR"LERKENDİMİZE AİT GÜZEL SÖZLERŞAİRLERİMİZDEN SEÇME ŞİİRLER SOHBET ODASI----------------SOHBET ODASIKUTLAMA FORUMLA iLGiLi DUYURU ve iSTEKLER----------------KURALLARFORUMLA iLGiLi iSTEK VE ÖNERiLERiNiZ/SORUN VE PROBLEMLERiNiZFORUMLA iLGiLi DUYURULAR HOŞ GELİPDE ELİ BOŞ GELENLERiN BÖLÜMÜ/SELAMLAMA!----------------HOŞ GELİPDE ELİ BOŞ GELENLERiN BÖLÜMÜ :-))TEST YAPMA YERiNiZ/AYNA AYNA GÜZEL AYNA! )-:TURŞU FIÇISI:-(----------------TURŞU FIÇISI GÜZEL SiTELER VE LiNKLER----------------GÜZEL SiTELER VE LiNKLER








Türkçe Çeviri : Onur Turgay & Erdem Çorapçıoğlu








ÖZGÜR-MEYDAN Forum Ana Sayfası -&gt ÖZGÜR MEYDAN -&gt El-veda AB !.. Sayfa Önceki 1, 2
Önceki başlık :: Sonraki başlık

Tarih: 19 Ksm Pzr , 2006 14:50

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






İndik Rum"da kışladık, çok hayır şer işledik
Beri gel barışalım, yad isen bilişelim
Atımız eğerlendi estik elhamdulillah


İndik Rum"da kışladık, çok hayır şer işledik

Dirildik pınar olduk, irkildik ırmak olduk
Artık denize dolduk, taştık elhamdulillah

İndik Rum"da kışladık, çok hayır şer işledik
Uş bahar geldi geri göçtük elhamdulillah

Taptuğun tapusuna, kul olduk kapusuna
Ezelden miskin çiğ idik, piştik elhamdulillah

İndik Rum"da kışladık, çok hayır şer işledik
Uş bahar geldi geri göçtük elhamdulillah


İndik Rum"da kışladık, çok hayır şer işledik

Yunus EMRE


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 19 Ksm Pzr , 2006 16:31

deno



Kayıt: 07 May 2005
Mesajlar: 209







Sevgili Galvanı,

Güzel bir çalışma yapmışsın, emeğine sağlık...

Daha öncede belirttiğim gibi, kendi görüş ve düşüncelerini destekleyen alıntılara bir diyeceğimiz yoktur. Bunu bizlerde yapmaktayız... Ancak, hiç bir görüş belirtmeden, başka siteleri buralara taşımak bizim prensiplerimize aykırı düşmekte... Yakında bu konuda bir temizlik yapılacak zaten... Asmış olduğun S. Laçiner imzalı yazı bu kategoriye girmiyor. Senin çalışmalarını destekleyen ve hatta ondan yararlanmış olduğun bir alıntı... Bu tür çalışmalarında gönlün rahat olsun...

Avrupa-Türkiye ilişkilerinin gündemde olması, bu konuda tartışmaların sürdürülmesi en azından bizim için sağlıklı olacaktır... Bu bağlamda insan hakları, azınlıklar, ceza kanunları vs. de birlikte tartışılmakta... Yeni kanunlar çıkarlımakta, ileriye doğru adım atma çabaları sürdürülmektedir... En azından böyle bir kazancımız vardır...

Türk toplumu zaten, Orta Asya"dan çıktığından beri, tanıştığı her kültürün etkisi altında kalmıştır. Güneye inmişler İslamiyetin etkisi altında kalmışlar, biraz kuzeye çıkmışlar, Farsların etkisi altında kalmışlar, Avrupa ile tanışmışlar onların etkisi altında kalmışlar... İşin kötü tarafı da, her tanıştıkları kültürün en iyi temsilcileri olma çabalarını sürdürmüşler... Tabi tüm bu ilişki ve etkilenmeler önceleri saray, daha sonra da devlet bazında kalmış ve yukardan aşağıya topluma aşılanma çabaları sürdürülmüştür. Bugün Türkeye"de Avrupa karşıtı bir hareket varsa, nedenleri de burada araştırılmalıdır. Ancak, toplumun düşüncesi ne geçmişte önemli idi, nede günümüzde. Türk toplumu nasıl olsa, devletin gösterdiği yönde hareket edecektir... Onun gösterdiği yola sapacaktır. Aksi halde, ordu bu işi halleder... Türk toplumuda kendisine silah çeken ordusunu alkışlar...

Türk toplumunun Avrupa"dan ne kadar uzak olduğunun örnekleri çoğaltılabilir. Oysa, işin püf noktası burada yatmaktadır. Türk toplumu ne kadar hazırdır Avrupa"ya?.. Azınlıklara verilen hakları, bu toplum ne kadar hazmedecek, bir zamanların gururu, büyük türklüğün simgesi Kıbrıs"tan çekilmeyi bu toplum nasıl karşılayacak, şimdiye kadar birlikte yatıp-kalktığı ordunun yetkilerinin daraltılması, sivil topluma doğru yol alınmasını bu kültür nasıl kaldıracak?... Evet, türk kapitali ve onun simgesi devleti AT üyesi olabilme çabalarını sürdürürken, toplumun geri plana atılması, zaten çarpık gelişmekte olan Türkiye"nin, bu çarpıklıklara bir yenisini eklemesi, bize ancak konuların tartışılması açısından yararlı olacaktır... Belki bu şekilde "insan haklarına" saygıyı öğrenmiş olacağız... Toplum olarak belki de "bir adım ileri gitme" şansımız olacak...

Sevgi ve saygılar...


_________________
<a href="redirect.jsp?url=http://camdali.ca.funpic.de/camdali_galeri.html" target="_blank">http://camdali.ca.funpic.de/camdali_galeri.html</a>





Sevgili Alpi
Tarih: 19 Ksm Pzr , 2006 16:42

Revolte
Site Admin


Kayıt: 07 May 2005
Mesajlar: 398
Nerden: Deutschland/Köln






Sevgili Alpi
Ne ilgisi var şimdi tartışılan bu konuyla uyuşmayan bu şiirin (ben burada bu konuyla ilgili) bağlantısını bir türlü çözemedim
biraz abzürt değilmi sence?

Sevgiyle/®evolte & ®evolution


_________________
Dünya bir başka dönüyor
<a href="redirect.jsp?url=http://www.özgür-meydan.com" target="_blank">http://www.özgür-meydan.com</a> `da








Tarih: 19 Ksm Pzr , 2006 21:18

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Tekrar Merhaba Alpi!!!

Okuduklarının büyük bir kısmı ilk olduğu için yazının ne ruhunu nede muhtevasını kavrayamamışsın. Yazının çok geniş bir perspektiften derinlemesine, çok uzun bir tarihi ve oluşumunun incelemesini yeterince anlayamadığın gibi (ki anlayabilme şansın şu an için yeterince bulunmamakta, çünkü bu tür yazılar ile bu güne kadar hiç karşılaşmadan, varmıdır diye merakta etmediğin gibi, anladığını savunmakta, tam benim görüşlerimdir demektesin, pes doğrusu.) anlayabilmek için ilk önce şartlandığın ve yetersiz bilgilenmelerinin tek doğru olduğunun saplantısından kurtulabilmen gerekir. İlk önce yapman gereken her ne kadar seni bir Türk milliyetçisi olarak tanımışta olsam da özünde bir Arap milliyetçisi gibi hal ve hareketlerin bulunmakta. ( milliyetçiliğin her türlüsü kötüdür.) Yazının ruhunu Deno iyi yakalamış, beni hiç şaşırtmadı Deno nun kavraması, bu tür yazıları kavrayabilmek için insan ilk önce Milliyetçilikten ve Irkçılıktan kopmuş olması gerekir.

Sorduğum soruların ekonomik boyutlu olanlarının hiç birine verebileceğin bir cevabın bulunmamakta gibi olsa idi bir kaç kere tekrarlamama rağmen bir tanesine olsun bir cevap verirdin. Ve büyük bir hız ile Bosna’ya sıçrayıp batının nasıl ırkçı olduğunu ve nasıl katliam yaptığını açıklamaya çalışmanda büyük bir sürrealist sanat eseri!!! Konu Bosna değil ama kısacacık yazayım. Sırp Milliyetçi ve Irkçı kesiminden hem Bosnalıları, hem Hırvatları, hem oluşabilecek Slovak katliamlarını benim bildiğim kadarı ile Nato durdurabilmiş, Sırp devlet başkanını Hollanda’da savaş suçlusu olarak ta yargılamıştır. Bu savaşa Alman hava kuvvetleri ikinci dünya savaşından bu yana ilk defa bir savaşa fiili olarak ta katılmıştır vs. Her halde İranlılar yada diğer Arap alemi gelip bu savaşı durdurmadılar. Yada Yugoslavya’nın ırkçı ve milliyetçi olan kesimi yeter artık deyip vazgeçmediler bu pis savaştan.

Senin Arabi İslam kaynaklı olan Batı ve Hıristiyan ve Avrupa düşmanlığın Türk İslam yorumuna terstir, Anadolu İslami yaşam biçiminde hiç bir zaman yeri de olmamıştır ve yoktur. Ve eklemişsin Türkiye yada sana göre Türkiye’nin Türk kesimi aslına dönecektir ve çok büyük olacaktır, batıya, Hıristiyanlara hiç bir zaman ihtiyacı olmayacaktır ve gösterecektir onlara gününü vs. Ben eminim senin de cebinde bir Avrupa pasaportu taşıdığından Alpi!!! Ve yakın çevreninde yandaşlarının büyük bir kısmının (belkide yol arkadaşlarının Avrupa ülkelerinde yaşayanlarının hepsinin cebinde birer Avrupa pasaportu taşıdıklarını tahmin etmek güç değildir.) Osmanlı hiç bir zaman tek uluslu olmadı, tek dinli olmadı, ne yönetiminde, ne yönetil inende. Osmanlının her iki tarafında Hıristiyan’ı da, Yahudi’si de, Müsilmanı da ve bu dinlere bağlı olan değişik mezheplerde bulunmaktaydı ve birbirlerine tahammüllü yaşamaktaydı, her ne kadar bazı ayrımcılıklar bulunsa da bile bir arada aynı coğrafyada yaşadılar. Ve bu coğrafyanın bir kısmı Avrupa’nın içinde bulunmaktaydı, kısa bir süreyle değil yüzyılları kapsayan bir süre ile. Bu tılsım 1915 ve 1955 yıllarında zedelendi. Sedat Laçiner den aktardığım yazının ruhu aslında Türklerin ve Türkiye’nin her dönem Avrupalı ve Avrupa’nın içinde yer aldığıdır. Kısaca biz ve onlar ayrımının önüne geçmeye çalışan bir yazıdır. Osmanlı her ne kadar din muhtevalı görünse de bir dünya devletiydi, dünyevi işler ve ilişkileri din ile ayrı tutabildi ve başarılıda oldu. Senin ısrarla savunmaya çalıştığın bir gelenekten değildir Osmanlı. Senin savunduğun gelenek İtti haki terakki geleneğidir. Batılı Hıristiyan kesiminin hepsi senin savunduğun gibi de değildirler. Elbet içlerinde büyük bir kısmına Partiler bazında yandaşlarının da üye olduğu adları Hıristiyan bilmem ne olan partiler bile olmasına rağmen üye oldukları bu tür partilerin içinde bulunan mebusların hepsi değil bir kısmının Türkiye’nin AB ye üye olmasının karşısında olanları vardır. Fakat, nasıl ki tek bir İslam yorumu bulunmuyorsa tek bir Hıristiyan dünyası da bulunmuyor. Katoliklerin, Ortodoksların bir kısmı, Protestanların büyük bir kısmı Türkiye’nin AB ye üye olmasına asla karşı değildirler. Nasıl ki Türkiye Müsilman larının belirli bir bölümünün Hıristiyanlar ile bir arada yaşamaktan bir sıkıntıları olmadığı gibi. Sorunun özü senin yaptığın gibi dinler ayrılıkları değildir, dinler iyi değerlendirilirse birleştiricidirler de. Dinler ile politikaları ve diplomasileri birbirine karıştırmamak gerekir, zaten bunun örneği AKP örneğinde yeterince vardır. AB hem bir uyumlar (insan hakları, demokrasi, barış, ekonomi, evrensel hukuk, demokratik haklar vs) hem de farklılıklar(dil,din, milliyet, birey farklılığı, cinsiyet, azınlıklar vs yaşam ve eşit yaşam haklarını yaratmak ve korumak.) bütünlüğünün oluşturulabilme çabasıdır. dönemini tamamlayan değil, sürekli kendisini yenileyen ve geliştiren bir yapıdır.

Senin halen AB ye neden karşı çıktığını ben anlamadım. Doğaldır bir insanın bir şeye karşı olması benim fikirlere ve fikir özgürlüğüne saygım vardır. Lakin bir türlü nedenini anlamış değilim. Türkiye’de AB sayesinde çıkan yasalara karşı değilsin ama toplum buna hazır değil diyebilmektesin hangi toplumdur bahsettiğin kesim??? Ben insanın mutluğundan ve özgürlüğünden yana olabilen bir insanın bu tür bir cümle kullanabileceğine inanmam. Hani ironi olarak yazayım lütfen yanlış anlama, bir insan evrensel hukuka karşı çıkabiliyorsa Hukuk ile sorunları vardır diye düşünmeden edemiyorum.

Sedat Laçinerin senin durumun ile ilgili çok güzel bir yazısı daha bulunmakta, belki bir yararı olur diğer okuyuculara diye, Özgür gündemcilerin iyi niyetine güvenerek aktarıyorum. Okunduktan sonra silmekte özgürdürler. Şimdiden teşekkürlerimi sunarım.



Türkiye"nin Üyeliği"nin AB-İslam Dünyası İlişkilerine Olası Etkileri

Dr. Sedat LAÇİNER

Şüphesiz Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinin en önemli etkilerinde biri AB-İslam dünyası ilişkilerinde yaşanacaktır. Suriye’den, İran’a, Suudi Arabistan’dan Mısır’a, Malezya’dan Arnavutluk’a kadar neredeyse tüm Müslüman ülkeler ile olan ilişkilerini son 15 yılda ciddi oranda geliştiren ve bu anlamda çok ender ülkelerden biri olan Türkiye, Irak Savaşı’nda izlemiş olduğu politikalarla da saygınlığını pekiştirmiştir. Suriye Başbakanı’nın Türkiye’nin Irak Savaşı’ndaki politikalarını ‘bilgece tavır’ olarak nitelendirmesi bölgesel memnuniyeti ifade etmektedir. Kendisine çeşitli çevrelerce toprak (Kuzey Irak) vaad edilmesine ve ABD yönetimince ciddi miktarda yardım (30 milyar dolar) önerilmesine karşın Türkiye’nin bu tekliflerden bağımsız olarak hareket etmesi, kendi ulusal çıkarlarıyla çeliştiği anlarda dahi Irak’ın güvenliği ve bölgesel istikrarı savunması hem bölge ülkeleri hem de diğer Müslüman ülkelerce takdirle karşılanmıştır. Özetle Türkiye bölgede uzunca süre sessizliğini bozmuş ve bölgenin etkili üyelerinden biri haline gelmiştir. Bölgenin Osmanlı geçmişi de dikkate alındığında Türkiye’nin İslam dünyasındaki ağırlığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
İkinci olarak Türkler İslam dünyası içinde önemli İslam anlayışlarından bir tanesini temsil etmişlerdir. Bu anlayışın oluşmasında Cumhuriyet Türkiye’sinin rolü reddedilemezse de farklılık Osmanlı, hatta Selçuklu dönemlerinde de mevcuttur. ‘Türk İslam’ı [1] Türklerin Orta Asya’dan ve yaşadıkları çevreden gelen özelliklerinin de etkisiyle İran ve Arap İslam anlayışından ayrılmış, daha liberal ve höşgörülü bir anlayışı temsil etmiştir. Zamanla İslam dünyasındaki en güçlü devlet halini alan Osmanlı devleti tüm farklı yorumlara yakın olmak zorunda kalmış ve bu da hoşgörü yönünü kuvvetlendirmiştir. 19. yüzyıla gelindiğinde İslam dünyası ile modernite arasındaki ‘çarpışmayı’ en şiddetli yaşayan Müslüman devlet de Osmanlı Devleti olmuştur. Diğer Müslüman kavimlerin devletlerinin olmaması veya tam anlamıyla bağımsız olmamaları nedeniyle Osmanlı Devleti’nde siyaset-din ilişkisi diğer Müslüman ülkelerden farklı gelişmiştir. Osmanlı Devleti aydınları geri kalmışlıkları ile din arasındaki bağı, modernite-din uyumunu, İslam’ın modern yaşamın gerekleri ile ilişkisini, demokrasi-din bağlantısını, çok kültürlülüğü çok daha önceleri tartışmak zorunda kalmışlardır. Örneğin parlamenter düzenin Müslüman bir ülkede modern anlamda ilk uygulamasını Osmanlılar yaşamışlardır. Demokrasi, parlamento, seçim, yasama vb. kavramları modern anlamda Müslüman dünyanın tartışmasına açanlar Osmanlılar olmuşlardır. Din dışı kaynaklar ile otoritenin sınırlandırılması da geniş anlamda ilk ciddi örneklerini Osmanlı Devleti’nde görmüştür. Sonuç olarak modernite-İslam ve dinin demokratik sisteme entegrasyonu konusunda ilk deneyimleri en sancılı şekliyle yaşayan İstanbul (Türk) yaklaşımı ciğer İslam coğrafyalarından ayrılmıştır. Sömürge yönetimi altında olmaması nedeniyle geri kalmışlığın nedenlerini dış güçlere bağlayamayan ve nispeten daha fazla eleştirel olabilen Türk İslam anlayışı bu anlamda daha üretken de olmuştur denebilir. Özellikle 19. ve 20. yüzyılda İslam coğrafyasının neredeyse tamamına yakını sömürge durumunda olmuştur. Bu bölgelerde geri kalmışlık ile işgalci Batılı güçlere karşı tepki adeta birleşmiş ve Batı karşıtlığı ile sorunların çözümü birleştirilmeye çalışılmıştır. Sömürge dönemlerinde kendi aydınlarını ve idarecilerini yetiştirmekte zorlanan, devlet deneyimleri kuvvetli olamadığı için din-siyaset, din-modernite uyumunu sağlamada deneyimleri gelişmeyen bu ülkelerde İslam siyaseti, siyaset de İslam’ı radikalleştiren bir işlev görmüştür. Böylece Türk yaklaşımının tam tersine bir yandan İslam’ın modernite ile bir arada yaşaması engellenmiş ve sorunlar adeta dondurulmuş, diğer taraftan tepkisel, radikal ve şiddet eğilimi yüksek akımlar ön plana çıkmıştır. Gerçek anlamda uluslaşmasını tamamlayamayan bir çok Müslüman ülkede dini motifler ulus oluşumda kullanılmış, daha çok dinin savaş ve çatışmaya dönük yönleri teşvik edilmiştir. Örneğin Kuzey Afrika ve Hindistan alt kıtasında İslami mücadeleler ile ulusal mücadeleleri ayırabilmek oldukça güçtür. Dolayısıyla siyasi hedefler için mi din kullanılmakta, yoksa eylemler dinin emirleri gereği mi yapılmakta anlayabilmek oldukça güçtür. Oysa Türk Kurtuluş Savaşı’nda dini öğeler olmasına ve din önemli bir motivasyon kaynağı olmasına karşın savaş bir ülkenin kurtarılması için verilmiş, Türk tarafı kendisini öncelikle Türk ordusu olarak tanımlamıştır. Türk Kurtuluş Savaşı’nda din adamları da yer almış, diğer Müslüman halklardan yardım da alınmış, savaşmanın dinen sevap olduğu yönünde fetvalar da alınmıştır. Fakat savaş öncelikle dünyevi bir savaş olmuştur. Dünyevi tüm gruplar (sol, laik, liberal vb.) dini gruplar ile bir arada savaşmış ve savaşı sadece bir dini mücadele olarak görmemişlerdir. Ayrıca savaşı bir tür intikam aracı olarak da görmemişlerdir. Onlar işgal altındaki ülkelerini kurtarma saikiyle hareket ederken içine düştükleri durumun en önemli nedeninin kendilerinden kaynaklandığının da ağa bilincinde olmuşlardır. Bu nedenledir ki savaşın hemen akabinde girişilen reform hareketleriyle ulusla güç arttırılmaya çalışılmış, birkaç yıl önce savaşılan işgalciler ile anlaşmalar sağlanarak ilişkiler hasım ilişkisinde normal uluslararası ilişkiler seviyesine taşınmıştır.
Belirtilmesi gereken bir diğer özellik ise Türklerin yüzyıllar boyunca Batı dünyasına en yakın Müslüman halk olmasıdır. Özellikle Osmanlı ve sonrasında Batı ile en yoğun ilişkileri kuran Türkler genelde iki eşit olarak ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Oysa diğer Müslüman coğrafyada ilişkiler ya tek taraflı gerçekleşmiş (Batı’nın üstünlüğü), ya da ilişki olması gereken yoğunlukta olmamıştır.
Yukarıda çizilen tablo ne yazık ki 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da değişmemiştir. Türkiye 1923’de kurulan Cumhuriyet rejimi ile birlikte dinde ve siyasette reform hareketlerini hızlandırmış, buna karşın İslam coğrafyasının geri kalanı bu fırsatı yakalayamamıştır. Çünkü Türkiye ve kısmen İran dışındaki İslam coğrafyası işgal altındadır, sömürgedir, ya da çok ağır bir, nüfuz altındadır. Tüm bunlara ek olarak iç çekişmeler, iktisadi sorunlar da yenilenme, rönesans gibi girişimleri zorlaştırmaktadır. Soğuk Savaş ortamında çok sayıda Müslüman halk bağımsızlığını kazanmışsa da bu ülkelerdeki sorunlar çözülemedi ve dinin tepkisel ve radikal yönleri törpülenmek yerine siyasi güdülerle kuvvetlendirildi. Fakat asıl dramatik etkiyi İsrail sorunun yaptığı söylenebilir. Arap nüfusun ortasına toprak satın alınarak ve silah zoruyla kurulan İsrail devleti Araplar’ın içinde adım adım büyüdü. Bu büyüme sürekli savaş haliyle oldu ve İsrail bu büyümesinde ABD, SSCB ve Avrupa’dan yardım gördü, ya da bu izlenim Müslüman dünyasına verildi. Sonuç olarak İsrail’in büyümesine karşı koyamayan, henüz uluslaşma sürecini tamamlayamamış çok sayıda Arap ülkesinde İsrail-Filistin sorunu en önemli birleştirici halini aldı ve siyasi kadrolar da bunun farkında olarak İsrail karşıtlığını ve dini dayanışmayı uluslaşmanın temeline yerleştirdiler. Oysa ki Filistinliler arasında çok sayıda Hıristiyan da vardır ve İsrail’in bunlara karşı tutumu da çok farklı değildir. 1990’lara kadar İsrail sorunu hızla büyüdü ve insan hakları ihlalleri sokakta adamın dahi görebileceği bir hal aldı. Buna karşın uluslar arası hukukun İsrail için çok da geçerli olmadığı izlenimi Müslüman dünyada yayılmaya başlandı. BM kararları ezici çoğunluğa karşın ABD tarafından veto edildikçe Müslüman halklar arasındaki adaletsizlik ve mağduriyet hisleri daha da kuvvetlendi. Sonuçta ABD ve İsrail ile mücadele edecek gücü kendisinde göremeyen genç nesiller Batı’nın çifte standart ile hareket ettiği, hukuku sadece kendisi için kullandığı ve Müslümanlar’ı kendisinden saymadığını kesin bir şekilde anladılar. Bu gerçek miydi, yoksa yanılgı mıydı? Bu önemli değildi. Bu insanların dünyaya bakışı buydu ve ne yazık ki Batılı ülkeler de bu algılamanın gelişimini görmezden geldiler, umursamadılar. Diğer bölümlerde değinilen Çeçenistan, Kosova, Bosna olayları da eklendiğinde uluslaşma sürecini tamamlayamamış ve yeterli olgunluğa ulaşmak için gerekli zaman, enerji ve kaynağa ulaşamamış Müslüman ülkelerdeki tepkisellik daha da arttı. Tüm bu etkenlere bir de Batılı ülkeler adına hareket eden bazı kişilerin Müslüman ülkelerde reel politiğin sonucu olarak çifte standart uygulamaları da eklenmelidir. Doğal kaynakların Batı’ya taşınması veya Batı’dan nihai ürünlerin bu ülkelere satılması için yerli yönetimler ile gerçekleştirilen işbirlikleri çoğu zaman halkın aleyhine gerçekleşti ve demokrasi, liberalizm en çok korunan değerler olmadı. Bu da Müslüman ülkelerdeki Batı karşıtlığını, şiddeti, tepkiselliği daha da arttırdı. Buna karşın 20 yüzyıl boyunca Cumhuriyet döneminde Batı ile irili ufaklı bir çok sorun (Kıbrıs sorunu gibi) yaşamasına karşın Türkiye Batı bloğunun ekonomik, siyasi ve askeri anlamda üyesi oldu. NATO üyeliği, OECD, Avrupa Konseyi üyeliği, AB ortak üyeliği bunun en önemli kanıtıdır. Türkiye Soğuk Savaş boyunca neredeyse tüm Avrupa kurumlarına üye olmuş, AB’ye tam üyelik için ise güçlü bir irade ortaya koymuştur. Üstelik Avrupa ve genel olarak Batı ile yaşadığı sorunlarda Türkiye diğer Müslüman ülkelere kıyasla herhangi bir ezilmişlik hissine kapılmadı. Zaman zaman kendisine çifte standart ile ve haksız bir şekilde davranıldığını düşünse de Türk hükümetleri ve Türkiye kamuoyu genelde Batı ile ilişkilerinde kendi gücü ile başarılı olabileceğine, haklarını savunabileceğine inanmıştır. Bu açıdan bakıldığında örneğin Filistin’de yaşanan ümitsizlik ve çaresizliğe benzer bir ruh haline Türkiye kamuoyu hiçbir dönemde sahip olmamıştır. Örneğin Yunanistan ile ilişkilerinde geçmişte Avrupa ülkeleri daha çok Yunan tarafını tuttuğunu düşünmüş olmasına karşın Türkiye ne AB üyeliğinden vaz geçmiştir, ne de bu konuda kendisini güçsüz hissetmiştir. Örneğin Kıbrıs konusunda bazı AET üyelerinin tersi yöndeki tavırlarına ve tepkilerine, ABD Kongresi’nin açıkça Türkiye’yi tehdit etmesine karşın Türkiye Kıbrıs politikasını uygulamış ve bunda başarılı olabilmiştir. Diğer bir deyişle Türkiye tüm sorunlarına karşın kendisini Batı’nın dışında görmemiş, Batı’yı farklı bir medeniyet, karşıt gruplaşma olarak algılamamıştır. Dahası Türkiye Batılı ülkeler ile hukuki ve siyasi anlamda eşit bir ilişki geliştirmiştir. Tüm bunların sonucu olarak İslam dünyasının önemli bir kesiminde hakim olan mağduriyet ve zayıflık hissi Türkiye’de güçlenememiştir. Sonuç olarak Türkiye Müslümanları mağduriyetlerinin sonucu olarak dini bir tepki aracı olarak görmemişlerdir. Yani din bir silah haline gelmemiştir. Batı ile ilişkilerde din farkından çok çıkar farkları üzerinde durulmuştur.
Türk İslam’ının bir diğer özelliği ise dünyeviliği olmuştur. Dinin en ağır şekliyle yönetimde etkisini gösterdiği dönemlerde dahi hayatı ve siyaseti belirleyen tek unsur dini referanslar olmamıştır. Dünyevi ihtiyaçlar ve dünyevi iktidar kaynakları en az dini referanslar kadar Selçuklu, Osmanlı ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nde etkili olmuştur. Bunun tarihsel ve kültürel çok sayıda nedeni vardır ve bu çalışmanın sınırlarını aşacak kapsamda analizler gerektirmektedir. Fakat bu noktada kaydedilmesi gereken en önemli etken Türklerin yönetici sınıf olmaları ve dünyevi sorunlarla en sıcak haliyle karşılaşmış olmalarıdır. Başka bir deyişle çok sayıda dini, etnik, sosyal ve ekonomik grubu, çok geniş ve zaman zaman zor bir coğrafyada ahenk içinde bir arada yaşatmak durumunda olan yönetim pratik sorunları geliştirmek zorunda kalmış ve daha fazla pragmatik davranmaya kendisini mecbur hissetmiştir. Yüzlerce yıl boyunca yönetici sınıf olan ve askerlik ile uğraşan Türk gruplarda pragmatik ve pratik düşüncenin gelişmesi din anlayışına da yansımıştır. Bunun sonucu olarak kitleler hayatın ihtiyaçları ile dinin emirleri arasında bir orta yol geliştirmiştir. Zaman zaman dini emirler ile çelişse de bu anlayışın en önemli avantajı serbest düşünce ve diğerinin var olma hakkına saygıyı içinde barındırıyor olmasıdır.
Pratik ve pragmatik düşünce şeklinin gelişmesinde önemli bir etken ise Türklerin göçebe kökenleri ile eski dönemlerde yaşam şekillerinin de etkisiyle Türk toplumunda çok köklü radikal felsefi akımların diğer bazı Müslüman toplumlar ile kıyaslandığında güçlenememesi olmuştur. Bu sayede dinin nasları ve ilkeleri konusundaki ayrılıklar köklü felsefi ekollerce kitleselleştirilememiştir. Oysa ki İran ve Arap coğrafyasında güçlü olan felsefi gruplar aslında İslam ile çok da ilgisi olmamasına rağmen aralarındaki düşünsel farkı dine mal etmişler ve farklılıklar bölünme vesilesi haline gelmiştir.
Tüm bu etkenlerin sonucu olarak dinin kutsiyeti gerek kitleler, gerekse yöneticiler tarafından kabul edilmiş, hatta devletin en önemli misyonu olarak bazı dini ilkeler resmi söylemin en önemli parçası haline gelmiş, fakat dünyevi hayat ile dini hayat arasındaki sınır korunmuştur. Dinin hayatı şekillendirmesinde akıl ile dogmatik kurallar arasındaki ilişki muhafaza edilmeye çalışılmıştır. Bu durum dini açıdan ve seküler cepheden bakanlar için ideal bir toplum düzenini yansıtmasa da en azından farklı görüşlerin birbirini yok etmesini engellemiş ve farklılıkların yok etme gerekçesi olmasını engellemiştir. Yönetim dini akımlar siyasileşmedikçe onları serbest bırakmış, dini gruplar ise ortamın etkisi ile şiddet ve radikalleşme ihtiyacını bazı istisnalar dışında fazlaca hissetmemiş, devleti ve mevcut düzeni sahiplenen bir tavrı benimsemiştir.
Türkiye Müslümanları’nın bir diğer özelliği ise Hıristiyanlığı Avrupalılar ile, Yahudiliği ise İsrail ile özdeşleştirmemeleridir. Çünkü Türkler bu dinden gelen kişiler ile yüzlerce yıl bir arada yaşamışlardır ve bu dönemin tamamına yakın kısmında yönetici konumunda olmuşlardır. Sonuç olarak bugünün Türkiye’sinden bakıldığında İsrail’in hataları Museviliğe, Avrupa veya Amerika’nın hataları da Hrıstiyanlığa yüklenemez.
Türk İslam’ının bir diğer ayırıcı yönü ise toplumdaki din adamlarının ağırlığı ile ilgilidir. Geniş kitleler dinin kutsal olduğunu ve dini mevzuların günlük hayatın tartışmaları içinde ‘kirletilmemesi’ gerektiğini düşünürler. Bu yaklaşım en ideal örnekleri dikkate alınırsa dinin tamamen hayatın dışına çıkarılması anlamını taşımaz. Aksine dini kurallar toplum tarafından benimseniyorsa uygulama bulur. Ancak din sürekli olarak günlük tartışmalarda taraf haline getirilmemelidir. Din adamları kendi aralarında konuları tartışmalı, bir mutabakata varmalı ve toplumda ortak kanaatlerini uygun yerlerde halka aktarmalıdırlar. Özellikle siyaset alanında ise bu konular fazlaca ele alınmamalıdır. Örneğin camii ile siyaset karıştırılmamalıdır. Siyasete şüphe ile yaklaşıldığından dinin siyasete, siyasetin dine bulaştırılması nispeten daha muhafazakar kesimlerde dahi tepki ile karşılanmıştır. Bu tablonun doğal bir sonucu olarak Türk geleneğinde din adamları siyasetten uzak durmuşlardır. Bir çok din adamı dini görevlerini siyasetin üstünde görmüş, siyasete girme gereğini dahi duymamıştır. Oysa ki Arap ve Şia geleneğinde din ile siyaset daha çok iç içe geçmiştir. Çok sayıda din adamı aynı zamanda siyaset adamıdır. Bir çok dini lider aynı zamanda siyasi lider konumundadır. Siyasi ayrışmalarda dini yorumlardaki farklılaşma büyük bir rol oynar. Özellikle Şia’da camii ile siyaset arasındaki ayırım neredeyse tamamen ortradan kalkmış ve camii bir tür miting alanına dönüşmüştür. Sonuçta siyasi farklılaşmalara dini yorumdaki farklılaşmalar girince gruplaşmalar bloklaşmaya dönüşür ve şiddete uygun bir ortam ortaya çıkmaktadır. Bugün Filistin, Lübnan, İran, Irak gibi ülkelerdeki silahlı siyasi grupların önemli bir kısmı aynı zamanda dini bir grup olduklarını da iddia etmektedirler.
Türk İslam yaklaşımının bir diğer özelliği ise yapay olmamasıdır. İran İslam Devrimi ya da Vahabi anlayışları belli oranlarda İran Şia yorumunu veya ikincisinde Arap İslam yorumunu barındırsa da bir yönüyle yapay, belli grup ve kişilerce şekillendirilmiş anlayışlardır. Toplumsal ihtiyaçlar bu ve buna benzer hareketlerde mutlaka etkili olmuştur. Ancak hareket gerek İran’da, gerekse Suudi Arabistan’da belli bir siyasi-dini grup tarafından sürüklenmiştir. Benzeri durumları Mısır, Cezayir, Afganistan gibi Müslüman ülkelerde de görmek mümkündür. Nispeten dar ve belli bir dönemin konjönktürel aktörleri tarafından iktidara getirilen yaklaşımlar güçle iktidara geldikleri için diğerlerine fazla bir yaşama şansı vermemekte, alternatif gruplar ya şiddet yoluyla iktidarı etkilemeye/değiştirmeye çalışmakta, ya da belli bir süre için yeraltına çekilmektedir. Oysa ki Türkiye’de günümüzde gözlenen ve diğer coğrafyalardan ayrılan İslam yorumu kolektif bir tecrübenin ürünüdür. Hiçbir tarihçi veya sosyolog Türkiye İslamı’nı tek bir partiye, siyasi veya dini gruba bağlayamaz. ‘Türk İslamı’ olarak adlandırılan yaklaşım bir kurgu değildir, bir evrimin sonucunda gelişmiştir. İktidara veya yaşamın diğer alanlarına şiddetle girmemiştir. Bu nedenle şiddet kullanarak kendisini savunmamıştır, savunmamaktadır. Bu anlamda pasifist olmakla, iktidara eklemlenmekle suçlandığı dahi olmuştur. Eleştirilecek yönleri çok olmakla birlikte istikrar sağlayıcı olduğu ve yeni şartlara uyumu açıktır. Ne kadar devrim, çatışma, sosyal ve iktisadi kriz yaşanırsa yaşansın gerekli esnekliği gösterebilmekte, olağanüstü durumların ardından kendi tabiatı içinde, kendine özgü ve çoğu kez mevcut kavram ve yöntemler ile açıklanamayacak şekilde yenilenmektedir.
Elbette sözü edilen dönem yüzlerce yıllık bir periyottur ve bu dönem içinde çok sayıda istisna gerçekleşmiştir. Bizim yukarıda saydığımız özellikle dikkat çeken genel karakteristik yönlerdir. Bu anlamda bu özellikler değerlendirilirken dikkatli olunmalıdır. Fakat tüm tehlikesine rağmen ‘cesur’ bir girişimle yukarıdaki tartışmanın ışığında Türk İslam anlayışını şu şekilde özetleyebiliriz:



- Türk İslamı tepkisel bir ortamda gelişmemiştir,
- Türk İslam anlayışında batı’ya karşı özgüven dikkat çekicidir,
- Türk İslam anlayışı daha fazla eleştireldir. Sorunların kaynağında kendi eksikliklerini görebilme özelliği dikkat çekicidir,
- Türk İslamı dini kuralları yorumlamada daha liberaldir,
- Türk İslamı diğer İslam anlayışlarını kucaklayabilme özelliğine sahiptir,
- Türk İslam’ı diğer dini grupları yakın zamanda İslam kuralları çerçevesinde bir arada yaşatma deneyimini canlı ve yoğun bir şekilde uygulama fırsatını bulmuştur,
- Türkiye Müslümanları Hristiyanlık ile Batı’yı, İsrail ile Yahudiliği özdeşleştirmezler. Dinin siyasi gruplaşmalardan daha geniş bir anlamı olduğunu tarihi tecrübeleri ile öğrenmişlerdir. Osmanlı döneminde nüfusun kayde değer bir kısmı Yahudi ve Hıristiyan olduğundan bu dinlerden Türkiye için yabancı unsurlar sayılamaz,
- Türk İslam yorumunda dünyevi konular yalnızca dini referanslar ile ele alınmaz. Türk geleneği pragmatik ve pratik yaklaşımlarıyla dikkat çeker,
- Türk İslam’ı modernite bağımsız olarak, ilk karşılaşan önemli İslam yaklaşımı olmuştur,
- Türk İslam’ı modern siyasi anlayış ile din arasındaki sorunlar ile karşılaşan ilk ciddi İslam yaklaşımıdır,
- Türk siyasi hayatı ile dini hayatı belli çizgiler ile ayrılmıştır. Din adamları siyasette aktif aktörler olarak yer almazlarken siyaset de çoğu zaman dini kutsal ve korunması gereken bir alan olarak görür.
- Türk İslam’ı bir projenin ürünü değildir. Yapay, belli kişi veya gruplarca üretilmiş değildir. Uzun bir geçmişin, belli coğrafi ve tarihi gelişmelerin sonucunda kendiliğinden gelişmiştir.



Görüldüğü üzere İslam’ın Türkiye geleneğinde yorumlanışı ile diğer İslam coğrafyalarında yorumlanışı arasında büyük farklar bulunmaktadır. Bu farkı daha uzun anlatmak mümkündür. Fakat AB-Türkiye ve AB-diğer kültürler arası ilişkiler bağlamında ele alındığında Türkiye’nin ve onun din-kültür-medeniyet anlayışının içinden geçilen hassas dönemde çok hayati bir şans olduğu ortaya çıkmaktadır. Diğer İslam yorumları ile karşılaştırıldığında Türk İslamı diyalog kurulabilecek, uyumlu ve istikrarlaştırıcı bir özelliğe sahiptir. Medeniyetler Çatışması’nın teşvik edildiği bugünlerde eğer ‘Batı medeniyeti’ ‘Türk İslamı’ ile de uyumlu bir birliktelik gösteremeyecek ise diğer Müslüman toplumlar ile uzlaşmaya girebilmesi neredeyse imkansızdır. Eğer Türkler de Batı’nın çifte standartlı olduğu yönünde kuvvetli bir algılamaya sahip olurlar ve mağduriyet hissini siyaset anlayışlarının merkezine yerleştirecek olurlar ise Batı-Doğu ilişkileri bugünkünden çok daha sorunlu bir hale gelecektir. Bu açıdan bakıldığında Avrupa’nın güvenliğinin Türk İslamı’nın genel olarak İslam dünyasındaki başarısı ile yakından ilgili olduğu rahatlıkla söylenebilir. Özellikle Türkiye’nin AB’ne tam üye olmasının ardından Türk İslamı ve Avrupa başkentlerinde gelişen Avrupa İslam Anlayışı yeryüzünde El Kaide benzeri örgütlerin İslam’ı ve Müslümanlar’ı temsil edemeyeceklerini açıkça ortaya koyacaklar, geniş kitlelerde mağduriyet hissinin yerini adım adım barışçıl araç ve yöntemler alacaktır. Türkiye’nin Batı dünyasının eşit, hür, güçlü ve saygın bir üyesi oluşunun kesin olarak onaylanmış olması Filistin’den Endonezya’ya kadar güçlü bir mesaj verecektir. Bu mesaj Müslümanlar’ın Batı ile ilişkilerini Türkiye örneğini izleyerek siyaset, ekonomi ve diğer barışçıl araçlar ile yola koyabilecekleri tavsiyesini içerecektir. Yani bir yandan Türkiye’nin AB üyeliği ile güç kazanan Türk İslam anlayışı tüm Müslüman coğrafyada daha fazla taraftar bulacak ve yayılacaktır, hem de Müslümanlar’ı radikalleştiren ve marjinal gruplara yönlendiren nedenlerin en önemlisi, yani kurban edilmişlik, mağdur edilmişlik (victimisation) hissi zayıflayacaktır. Bu da Müslümanlar arasında terör bataklığını kurutacak ilk adım olarak değerlendirilebilir.
Bu noktada belirtilmesi gereken bir diğer husus da Türk İslam anlayışının diğer ülkelere ihracının İran İslam Devrimi, ya da Komünist Rusya’nın izlediği yöntemler ile olamayacağıdır. Daha önce de belirtildiği üzere Türk İslam anlayışı bir tür toplum mühendisliği ile ortaya çıkmamıştır. Anadolu ve diğer Osmanlı coğrafyasındaki yayılması ve güçlenmesi de güçle olmamıştır. Gönüllülük ve evrim en önemli özelliği olmuştur. Bu nedenle ABD’nin Müslüman ülkeleri demokratikleştirme ve liberalleştirme projesi ile kıyaslandığında Türkiye’nin AB üyeliği ve Türk İslamı’nın yayılması tamamen farklı bir alternatife işaret etmektedir. Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi Irak ve Afganistan örneklerinden de anlaşılacağı üzere zorla, güç kullanarak bir değişime işaret etmektedir ve şu ana kadarki uygulamalar başarı şansının çok düşük olduğunu ortaya koymaktadır. Amerikalı yöneticiler (Başkan Bush da dahil olmak üzere) sıkça Türkiye’yi diğer Müslüman ülkelere bir model olarak sunmakta, kendilerinin de Türkiye benzeri Müslüman ülkeler hedeflediklerini söylemektedirler. Ancak şu ana kadarki uygulamaları göstermektedir ki Amerikan yönetimi henüz Türk İslamı ve Türk modelini anlayabilmiş değildir. Aslında Türk İslamı Amerikan uygulamalarının tam tersi bir yöntemi ve araçları işaret etmektedir. her şeyden önce zorlamayı içermemekte, siyasal ve askeri yöntemlerden çok daha çok sosyal, kültürel ve ekonomik araçları içermektedir. Bu çerçevede AB üyeliği ile güçlenmiş bir Türkiye ve Türk İslamı Büyük Ortadoğu Projesi’nin öngörülerinin tersine Müslüman dünyada bir tür kutup halini almayacaktır. Aksine diğer Müslüman toplumlar ve din anlayışları ile daha yoğun bir iletişim içinde olacak, İslam dünyasının sorunlarında daha fazla söz sahibi olabilecektir. Filistin’den fakirliğe, dini konulardan ekonomik ilişkilere kadar yoğunlaşan ilişkiler sayesinde etkileşim de hızlı olacaktır. Bu sadece naive bir tahmin olarak ele alınmamalıdır. Şu ana kadarki tecrübeler göstermiştir ki Türkiye Müslüman dünyada kurduğu hemen hemen her iletişim sonucunda diğer Müslüman ülkeleri etkilemeyi başarmıştır. Üstelik kimi zaman böyle bir hedef gütmediği halde bu sonuç ortaya çıkmıştır. Bunun en önemli nedeni Türkiye’nin bir çok alanda diğer Müslüman ülkelerden nispeten daha ileri bir aşamada olmasıdır. Türkiye’nin iktisadi ve siyasi gücü bir çok Müslüman ülke için esin kaynağı olabilecek niteliktedir. Sonuç olarak AB üyesi bir Türkiye ile ilişkileri artacak bir Suudi Arabistan veya Pakistan’ın daha liberal ve daha demokratik uygulamalar ı gündemlerine almaları kaçınılmazdır. Nitekim en son İslam Konferansı Örgütü zirvesi de bu savımızı kanıtlamıştır. O ana kadar uzlaşma ile ‘seçilen’ İKÖ genel sekreteri Türkiye’de yapılan zirvede seçimle işbaşına gelmiştir ve seçimde İKÖ üyeleri bir Türk adayı, Emeleddin İhsanoğlu’nu, Genel Sekreterliğe seçmişlerdir. Seçim İKÖ tarihinin en önemli seçimlerindendir. Çünkü seçim yöntemi Türk yaklaşımı olarak gündeme gelmiştir ve başta Suudi Arabistan olmak üzere bazı üyelerin seçim istememelerine rağmen 57 üyeden 32’sinin desteğiyle seçimi İhsanoğlu kazanmıştır. Bu da göstermektedir ki demokratik yöntemler İKÖ üyelerince de güçlü bir şekilde arzu edilmektedir. Demokrasi yaşandıkça anlaşılabilen ve yararları fark edilen bir yöntemdir. Bu nedenle İKÖ’nün bundan sonraki faaliyetlerinde demokratikleşmenin hızlanarak süreceğini tahmin etmek güç değildir. Nitekim Türk Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün seçim tartışmalarını değerlendirirken “Seçim yapacağız ve genel sekreteri belirleyeceğiz. Bu da gösteriyor ki reformist hareketler ve demokratikleşme teşkilatın içinden başlıyor” [2] demesi ve yeni Genel Sekreter’in demokratikleşme yönündeki cesur açıklamaları bu yönde umut ışıkları olarak beliriyor.
Özetleyecek olur isek Türk yaklaşımı Türkiye’nin İslam dünyasındaki ilişkileriyle hızla yayılabilecek bir potansiyele sahiptir. Çünkü İsrail ve ABD’nin yaklaşımlarının tersine Türk yaklaşımında zorlama değil gönüllü katılım bulunmaktadır. Diğer Müslüman ülkeler Türk tecrübesini mecbur edildikleri için değil mecbur olduklarını hissettikleri için, ihtiyaç olarak gördükleri için takip etmektedirler. İlk etapta yavaş gelebilecek bu süreç aslında ilkinden hem çok daha hızlı, hem de çok daha güçlü sonuçlar verebilecek bir niteliktedir.
Türkiye modeli ve Türk İslam anlayışının yayılmasında bir diğer avantajı ise ‘Türk dünyası’dır. Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Azerbaycan devletleri bilindiği üzere Türkik bir nüfusa sahiptirler ve halklarının önemli bir kısmı Türkçe konuşur. Aynı şekilde Afganistan, Rusya Federasyonu ve daha bir çok Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu ülkesinde kayda değer bir Türk nüfus yaşamaktadır. Bunlara Avrupa, Avustralya ve Kuzey Amerika Türk diasporası da eklendiğinde 150 milyonu aşan güçlü bir Türk dünyası karşımıza çıkmaktadır. İlginçtir bağımsızlıklarını yeni kazanmış olmalarına ve iktisadi ve siyasi açılardan sorunları olmasına karşın Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve diğer Türk toplumlarında yaşanan İslam anlayışı ile Anadolu İslamı arasında da önemli benzerlikler bulunmaktadır. Özellikle devlet-vatandaş ilişkileri, pragmatizm, pratik düşünme şekli, dinin şiddet ve siyasetten uzak durması, diğer dini inançlara saygı, hoşgörü vb. konularda Türkiye İslamı’nın farklı modellerinin bu topluluklar arasında yaşadığını söylemek mümkündür. Bu da Müslüman toplumlar içinde Türkiye’nin konumunu güçlendirmekte ve Türkiye yaklaşımının yayılmasını kolaylaştırmaktadır.
Tüm bu bilgilerin ışığında Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin AB için en önemli katkısının Avrupa-İslam dünyası ilişkilerinde sağlayacağı kolaylıklar ve İslam dünyasındaki istikrarsızlık ve çatışma unsurlarının giderilmesi şeklinde ortaya çıkacağı söylenebilir. Bu sayede Avrupa güvenliğini tehdit eden bir çok sorunda giderilmiş, ya da hafifletilmiş olacak, medeniyetler arası sorunların çatışma haline dönüşmesi gerçek anlamda engellenecektir. Bu yararlarına ek olarak AB’nin Türkiye gibi güçlü ve temsil gücü yüksek bir ülkeyi tam üye olarak kabul etmesi AB ile bir çok Asya ve Afrika ülkesi arasındaki ilişkileri olumlu yönde etkileyecektir. AB bu ülkelerde sadece Hıristiyan ve ‘yabancı’ bir güç olarak görülmeyecektir. Bunun doğal sonucu olarak ekonomik ve siyasi ilişkilerin daha hızlı gelişeceği söylenebilir.








Tarih: 19 Ksm Pzr , 2006 22:43

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Revo;
Bana Siir sanki Bir Öz elestiri gibi geldi ..
Rum Ellerinde Yaptigimiz Hayir ile ser ile..
Sanki Taa O zamanlardan bir barismak Istegi var gibi algiladim..
Yanilmis olabilirim Gayet tabii..

absürd ise sil Gitsin..


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 21 Ksm Sal , 2006 18:52

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Galvani Yanit yazacagim Su an Zamanim yok..
Hafta sonu Insallah..


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 21 Ksm Sal , 2006 20:39

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Kafana takma Alpi,

Fırsat bulunca yazarsın, bu tür tartışmalar bir kaç güne sığmaz.

Her şeyden önce birbirini alt etme değil, birbirinden öğrenebilme ve onun ortamını saygın bir insan sevgisi ve saygısıyla korumadır yapılanlar. Her ne kadar Orhan Pamuk meselesinde olan tartışmada Nazım Hikmetin ikinci dünya savaşında Hitler Nazileri ile zorunlu bir işbirliğine giren Kilise ulemaları için yazdığı şiiri benim ile dalga geçebilmek için çıkarmışta olsan bile!!!

Ben yaşamım boyunca savunduğum ilkeyi tekrar yazayım, önce insan ona duyulan saygı ve sevgidir.

Selamlar...








Tarih: 21 Ksm Sal , 2006 22:15

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Aynen Öyle Galvani dostum;

Ben de bu " Sevgi " yüzünden Yanit vermemeye Karar verdim.

Hoscakal.
Benim Avrupali Insanlarla filan Bir problemim yok.

Sadece sistem ve politikayi Türkiye ye karsi iki yüzlü buluyorum.
Ben Sahsen is verenim.
Buradaki Sistem Tamamen Insanlari Sömüsrmeye dayanan Hukuk insan hakki filan icermiyen bir sistem..

Ben kendim icin Konusayim:

Devlet Bana diyor ki: Büyü !..
Nasil büyüyim ?..
Kredi ile Borc ile..
Borc istemiyorum..
O halde Kazancinin Emeginin 52 %"ni bana Ver.

Peki Büyeyim.. Arac al Personel al yüzbinlerce € kredi al..
sonuc ?..

Artik kafanda sac kalmasin
ROBOT ol..

Tatilin bile yok
Bir tatilde gün de On telefona yanit ver.

Saglik Problemin Oldu..
BITTIN !..

Krediler ?..
Battin !..
Artik privat konkurs cek 7 yil Köle ol..

Bu mu hayat ?..
Bu bize Vaad edilen..
Nein danke !..

Neyse Dostum Hayatin romantik Yanlari , Haklar Özgürlükler filan güzel de Kazin ayagi Öyle degil..

Hak ile Özgürlük ile Katiliyorsun sürüye..
sonrasi..

Geriye dönüsü Olmayan bir Robotluk..



Politik Özgürlüklere filan hic girmiyelim

Cünkü Bu Güne Kadar sistemi degistirme Niyeti olanlar Ve devlete savas acanlarin Cok azi Mahkemelere Ulasti Demokratik Avrupa da.. Nedense hep Intihar ettiler

Sen Ingiletere de Hapishane de oturup Örgütüne Talimat Veren bir IRA lideri Gördün mü ?..
Ya da Ingiltere nin göbegin de IRA adina gazete cikaran birilerini ?..

Ispanya da ?..
Almanya da ?..
Fransa da ?..
Göremezsin ..

En son Almanya da Bir Örgüt Üyesi Demir yolunun Üstünde kafasina Arkadan Ates ederek intihar etmisti. Tam Da Yakalanacakken..
Hatirliyor musun ?..

Günlerce Konusmustu Almanlar..
Cok Konusur Almanlar..
ama sisteme savas acanlar Mahkemeye Cikamaz intihar eder,Ya da fischer-Bandit Gibiler paraya doyurulur Liberal takilir..

Her hak vardir Avrupa da ..yanliz Sistem düsmanlari Mahkemeye cikamaz..
Intihar eder topluca..

Simdi Apo cuguma Bakiyorum da Lanet ediyorum Türkiye ye

Haklar Ve Özgürlüklerle Katilir Insanlar sürüye avrupa da..
Sürüden cikan olursa;
Celeb Kaldirir Sopasini
Katilirlar sürüye..

Katilmiyan Olursa ?..
Ya Kurtlara Yem olur
Ya da intihar eder.

Ama yargilanmaz !..

Bos verelim simdi bunlari..
Verecegiz Kibrisi da ucu acik bir bir katilim da..

Verelim gayet tabii..
Öldü mü insanlik `?..

Ya Mehmet ne olacak ?..
Ya Onun Oradaki Mezari ?..

Bir tabak Kuru fasulye ye Oy-unu satan
Bir tabak Kavurmaya Kolayca satar Mezarini..

Ne gam ?..

Hoscakal dostum..

Hoscakal..


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 21 Ksm Sal , 2006 22:32

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Sen sana ne sanırsan,
Ayruga da onu san,
Dört kitabın manası,
Budur eğer var ise.

Biraz absürd Oldu ama;

Muhterem Peder ve Haci Dimitri anlar..


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 22 Ksm Çrş , 2006 2:27

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Sevgili Alpi Selamlar!!!

AB üzerine olan tartışmayı bana duyduğun sevgi için bir tarafa bırakmana nasıl bir cümle oluşturmaya çalışmaktan öte ( ki pek fazla söylenecek bir şeylerin yaratılmasının abes olabileceğini bir kıyıya iterek...)

Bu konunun üzerinden ayrışmaya çalışırken yine takıntılı olarak, kendi işverenlik sıkıntılarının içinde bulunduğu sıkıntılarını AB ye yüklemekte ve onu suçlamaktasın. Bu durumun beni sosyal olarak ilgilendirir ama sistem olarak demek ki eksik ve uyum özelliklerinden kopuksun ki bu sıkıntıları yaşamaktasın. Şöyle ki dünün çoban İrlanda sı, İspanyası, ne çobanlığı, ne balıkçılığı, ne Turizmi olmayan Portekiz i dahi bu gününün dünya ülkeleri konumuna girebildiler. Bunların hem toprak hem nüfus konumu Türkiye’nin bir çok bölgelerinden daha az bir coğrafyaya ve nüfusa sahiptirler. Demek ki sorun yada çözüm toprakta ve Nüfus yoğunluğunda bulunmuyor. İlginç olanı birisi Franko Faşizminde uzun yıllar yaşamış ( bu konunun detayını hiç girmiyorum sanıyorum bu ülkenin geçmişi hakkında her kesin şöyle yada böyle az çok bir bilgisi bulunur en azından Çanlar kimin için çalıyor u okumuşlardırlar, yada Hitlerin Franko İspanyasına neden saldırmadığını ve desteklediğini bilirler vs.) Ama ilginç olanı bunların arasından sıyrılıp çıkan Portekiz dir. Her ne kadar Kristof Kolomb yeni dünyayı kaşifliğinin içine sokarken Portekiz bir merkezde olsa bile. Alpinin bahsettiği yakın döneme tekabül eden zaman içinde Portekiz AB Avrupa’sının sanıyorum İrlanda’dan sonra bulunan en fakir ülkelerinden birisiydi. Fakirliğinin temeli de yaşadığı uzun süreli iç politik acılardı. Kısaca şöyle ki Nisan 1974 oluşan Caetanos başkanlığında ki askeri yönetim ile ( askeri darbe) 1976 yılında yapılan seçimlerde sosyalistlerin seçimlerde tam çoğunluğu sağlayamasa da iktidarı oluşturup askeri yönetimi son vererek AB ye katılımı ülkede yapılan demokratikleşme ile sağlayıp bu günün Portekiz’ini yaratabilmişlerdir. ( Caetanos tan önce çok uzun yıllar diktatör Sala zarın kalp krizinden ölesiye kadar geçen dönemde Portekizliler için en acı dolu yıllar ve kayıplar olmuştur.) AB nin sürekli vurgulamaya çalıştığım farklılıklarının bir öreneğidir Potekiz. Çok tuhaf olmasına rağmen AB nin bir adasının içinde adı IRA olarak ve kendisini demokrat bir ülke olarak gören İngiltere kraliyeti adı altında da bu son döneme kadar din ölçekli bilfiil savaşta uzun yıllar yaşanmıştır. Ama, her iki ülkede bunu AB nin kurduğu demokratik yapılanmalar ile bitirebilmişlerdirler. İrlanda bu gün AB nin en zengin ülkeler konumunda başlarda bulunmasının altında yatan sihirde demokratikleşebilmenin ışığıdır. Bunu hem İspanya, hem Portekiz de de görmek Türkiye için bir örnek olabilmelidir. Boşuna değildir TÜSİAD ın AB için bunca çırpınışları. Her ne kadar şüphe ilede yaklaşılsa TÜSİAD için evrenselleşemeyen, ülkesi demokratikleşemeyen bir yapının gelebileceği nokta şu an ki Türkiye’den daha fazla olamaz. Demokrasisini oluşturamayan bir yapı hızla geriye doğru gidecektir. Alpinin iş veren olarak sıkıntısının temeli sanıyorum Demokrasiyi ve onun dünya ölçekliğini kavrayamamasıdır. Alpinin kavrayamadığı daha pek çok şeyler bulunmakta, bu da çok doğal bir durumudur çünkü özgül olarak Alpi her ne kadar Revolteye (ciddiyeti tartışılır) ben artık devrimciyim diye yazsa da benim sorunum Alpinin ne olduğu değil Alpinin neler düşündüğü ve neler araya sokuşturduğudur. Ben devrimci bir insan değilim sadece Hümanist bir insanım, bir insanın insan olabilmesi içinde mutlaka şucu bucu olmasına inanmayanlardanım. Ben buyum artık yada ben her zaman bilmem neyine kadar buyum diye ilkel veya kurnaz yada çıkarcı yada erkeksel gurur duyanlardan da değilim ve sevmem de bu tip tipleri. Ama, bir insan ikinci kere bir fırlama yaparak ( Bosna olayında olduğu gibi) Almanya’nın belkide hiç bir özelliğini ve sosyal geçmişini bilmeden AB yi suçlayabilmek için RAF ı örnek vermesi de çok büyük bir rezalettir. İşin tuhafı bu rezaleti Türkiye’de sol olduğunu düşünen bir siyasi harekette 12 eylül Faşizmine karşı çıkabilmek için ve Köln konsolosluğunu işgal edebilmek için uyguladığı silahlı baskın ile ortaya çıkmıştır. Sonuçta tüm dernekleri kapatılmış ve terörist bir kuruluş olarak yargılanmış ve yasaklanmıştır. Batı Demokrasilerin tümünün anayasalarında fikir özgürlüğüne evet ama şiddete hayır temel kuraldır. Batı Demokrasisi şiddete kapalıdır. RAF olayı da çok kompleks bir geçmiştir yüzlerce kitap vardır bu geçmişi ve yaşananları inceleyen, Ulrike Meinhoff, Andreas Baader ve Gudrun Enzlin in başını çektiği bu yapıyı inceler ve onların bir kısmının intihara sürükleyen nedenleri incelerken daha bir titizlik daha bir ciddiyet gerekir. Alpi ne geçmişinde nede bu gün bir solcu olmadığı için sanıyorki MHP güdümlü, ocak bilgili hal ve düşünceler ile solcuların tümü bu tür insanlar, kuruluşlar ve her an için bunları yapmaya amade aktif insanlardırlar. Bu iyi niyetli mi, yoksa art niyetlimi bunu üç satırlık yazılar ile anlamakta mümkün değil. Ama, açık olan bir şey var ki onların o dönem ki avukatı olan Otto Schliy bundan önceki iktidar döneminde 7 yıllık bir iç işleri bakanlığı vardır. İnsana sorarlar böyle birisi neden bakan olabildi diye. Bir insan demokrasiyi bir türlü sevemezse bunuda anlayamaz, demokraside şiddete bulaşmadığın sürece vezir de olursun bir başka şeyde olursun.

Devrimciliği, solculuğu bir an için bir tarafa bırak Alpi ilk önce demokrat olabil derim sana.

Selamlar...








Tarih: 22 Ksm Çrş , 2006 3:07

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Alpi,

Yukarıda konuyla hiç bir alakası olmayan, bir önceki ve daha önce Orhan Pamuk örneğinde olduğu gibi sık, sık eklediğinşiirleri sürekli yazılarımın arasına sokuşturmaktasın.

Sende bilirsin ki bir başka sitede senin ile burada olduğu gibi yazışamadım.

Şu an şiirlerin ile halen bana hakaret etmektesin ( Muhterem Peder) o sitede ne zaman sana cevap vermeye kalksam yazılarım silindi yada üyelikten defalarca atıldım.

Birbirimizi kandırmayalım, dürüst ve mert ol Alpi!!!!!!!!!

Muhterem peder den kast ettiğin benim. Bunun ne anlama geldiğini ben biliyorum tek kelime ile aşağılama....

Beni aşağılayabileceksen bu tür kurnazlıklara girme Alpi.

Sanıyorum bu sayfalarında belki üyelere ait özel mesaj bölümleri vardır yada diğer sitede adımın ROMAN olduğunu biliyorsun orada yazabilirsin, nasıl olsa o site bu tür aşağılamaları büyük bir sevgi ile kabul edip seni desteklerler.

Lakin burada bu tür şeyleri yazman ayıptır...

Muhterem PEDER bunu sen bir kaç yıldır kullanmaktasın ve o kişi benim., peder bir hıristiyan din alimin ismidir. Emin ol bir Hıristiyan din alimi olsa idim, (ki onlar bu terimi kullanmazlar bunu yalnızca Anadoloya son 150 yıldır yerleşmiş devşirme döndürme azınlık ırkçı faşist tayfa kullanır.) hiç bir şekilde rahatsızlık duymazdım.

Bir başka anlamı PEDER çocukları onlara döl veren babaları için kullanır ve baba anlamına gelir...

Önce saygı Alpi!!!








Tarih: 29 Ksm Çrş , 2006 22:29

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Galvani;

Eskiden " Muhterem Peder " sana hitap eden Bir söylemdi..

Burada Öyle degil..
ama yine de Alinganligini hakli buluyorum.

Ve Özür diliyorum senden..Her ne kadar seni hedef alarak yazilmamis"sa da..

Hoscakal


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 30 Ksm Prş , 2006 7:30

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Teşekkür ederim Alpi.




Selamlar...







El-veda AB !..
ÖZGÜR-MEYDAN Forum Ana Sayfası -&gt ÖZGÜR MEYDAN
Bu forumda yeni konular açamazsınız
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız
Tüm saatler GMT +2 Saat
2. sayfa (Toplam 2 sayfa) Sayfa Önceki 1, 2


Hepsi1 Günlük7 Günlük2 Haftalık1 Aylık3 Aylık6 Aylık1 Yıllık eskiden-yeniyeyeniden-eskiye Bir Forum Seçin ÖZGÜR-MEYDAN----------------ÖZGÜR MEYDAN GELİŞMELER / HABERLER----------------YURTTAN VE DÜNYADANEKONOMi VE iŞ DÜNYASITEKNiK ALANDA GELiŞMELER YAŞAMIN İÇİNDEN----------------MiSTiK DÜNYAMIZFELSEFEPOLiTiKAPSİKO DÜNYAMIZKADIN / ERKEK & AŞK ve SEVGİ İNCELEME / ARAŞTIRMA / MAKALE----------------İNCELEME / ARAŞTIRMA / MAKALE SANAT KÜLTÜR----------------SANAT & KÜLTÜR ÜZERİNEKiTAP VE DERGiDUYGU TÜNELi & FANTEZiKENDİMİZE AiT SİİR"LERKENDİMİZE AİT GÜZEL SÖZLERŞAİRLERİMİZDEN SEÇME ŞİİRLER SOHBET ODASI----------------SOHBET ODASIKUTLAMA FORUMLA iLGiLi DUYURU ve iSTEKLER----------------KURALLARFORUMLA iLGiLi iSTEK VE ÖNERiLERiNiZ/SORUN VE PROBLEMLERiNiZFORUMLA iLGiLi DUYURULAR HOŞ GELİPDE ELİ BOŞ GELENLERiN BÖLÜMÜ/SELAMLAMA!----------------HOŞ GELİPDE ELİ BOŞ GELENLERiN BÖLÜMÜ :-))TEST YAPMA YERiNiZ/AYNA AYNA GÜZEL AYNA! )-:TURŞU FIÇISI:-(----------------TURŞU FIÇISI GÜZEL SiTELER VE LiNKLER----------------GÜZEL SiTELER VE LiNKLER








Türkçe Çeviri : Onur Turgay & Erdem Çorapçıoğlu








ÖZGÜR-MEYDAN Forum Ana Sayfası -&gt ÖZGÜR MEYDAN -&gt El-veda AB !.. Sayfa Önceki 1, 2
Önceki başlık :: Sonraki başlık

Tarih: 19 Ksm Pzr , 2006 14:50

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






İndik Rum"da kışladık, çok hayır şer işledik
Beri gel barışalım, yad isen bilişelim
Atımız eğerlendi estik elhamdulillah


İndik Rum"da kışladık, çok hayır şer işledik

Dirildik pınar olduk, irkildik ırmak olduk
Artık denize dolduk, taştık elhamdulillah

İndik Rum"da kışladık, çok hayır şer işledik
Uş bahar geldi geri göçtük elhamdulillah

Taptuğun tapusuna, kul olduk kapusuna
Ezelden miskin çiğ idik, piştik elhamdulillah

İndik Rum"da kışladık, çok hayır şer işledik
Uş bahar geldi geri göçtük elhamdulillah


İndik Rum"da kışladık, çok hayır şer işledik

Yunus EMRE


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 19 Ksm Pzr , 2006 16:31

deno



Kayıt: 07 May 2005
Mesajlar: 209







Sevgili Galvanı,

Güzel bir çalışma yapmışsın, emeğine sağlık...

Daha öncede belirttiğim gibi, kendi görüş ve düşüncelerini destekleyen alıntılara bir diyeceğimiz yoktur. Bunu bizlerde yapmaktayız... Ancak, hiç bir görüş belirtmeden, başka siteleri buralara taşımak bizim prensiplerimize aykırı düşmekte... Yakında bu konuda bir temizlik yapılacak zaten... Asmış olduğun S. Laçiner imzalı yazı bu kategoriye girmiyor. Senin çalışmalarını destekleyen ve hatta ondan yararlanmış olduğun bir alıntı... Bu tür çalışmalarında gönlün rahat olsun...

Avrupa-Türkiye ilişkilerinin gündemde olması, bu konuda tartışmaların sürdürülmesi en azından bizim için sağlıklı olacaktır... Bu bağlamda insan hakları, azınlıklar, ceza kanunları vs. de birlikte tartışılmakta... Yeni kanunlar çıkarlımakta, ileriye doğru adım atma çabaları sürdürülmektedir... En azından böyle bir kazancımız vardır...

Türk toplumu zaten, Orta Asya"dan çıktığından beri, tanıştığı her kültürün etkisi altında kalmıştır. Güneye inmişler İslamiyetin etkisi altında kalmışlar, biraz kuzeye çıkmışlar, Farsların etkisi altında kalmışlar, Avrupa ile tanışmışlar onların etkisi altında kalmışlar... İşin kötü tarafı da, her tanıştıkları kültürün en iyi temsilcileri olma çabalarını sürdürmüşler... Tabi tüm bu ilişki ve etkilenmeler önceleri saray, daha sonra da devlet bazında kalmış ve yukardan aşağıya topluma aşılanma çabaları sürdürülmüştür. Bugün Türkeye"de Avrupa karşıtı bir hareket varsa, nedenleri de burada araştırılmalıdır. Ancak, toplumun düşüncesi ne geçmişte önemli idi, nede günümüzde. Türk toplumu nasıl olsa, devletin gösterdiği yönde hareket edecektir... Onun gösterdiği yola sapacaktır. Aksi halde, ordu bu işi halleder... Türk toplumuda kendisine silah çeken ordusunu alkışlar...

Türk toplumunun Avrupa"dan ne kadar uzak olduğunun örnekleri çoğaltılabilir. Oysa, işin püf noktası burada yatmaktadır. Türk toplumu ne kadar hazırdır Avrupa"ya?.. Azınlıklara verilen hakları, bu toplum ne kadar hazmedecek, bir zamanların gururu, büyük türklüğün simgesi Kıbrıs"tan çekilmeyi bu toplum nasıl karşılayacak, şimdiye kadar birlikte yatıp-kalktığı ordunun yetkilerinin daraltılması, sivil topluma doğru yol alınmasını bu kültür nasıl kaldıracak?... Evet, türk kapitali ve onun simgesi devleti AT üyesi olabilme çabalarını sürdürürken, toplumun geri plana atılması, zaten çarpık gelişmekte olan Türkiye"nin, bu çarpıklıklara bir yenisini eklemesi, bize ancak konuların tartışılması açısından yararlı olacaktır... Belki bu şekilde "insan haklarına" saygıyı öğrenmiş olacağız... Toplum olarak belki de "bir adım ileri gitme" şansımız olacak...

Sevgi ve saygılar...


_________________
<a href="redirect.jsp?url=http://camdali.ca.funpic.de/camdali_galeri.html" target="_blank">http://camdali.ca.funpic.de/camdali_galeri.html</a>





Sevgili Alpi
Tarih: 19 Ksm Pzr , 2006 16:42

Revolte
Site Admin


Kayıt: 07 May 2005
Mesajlar: 398
Nerden: Deutschland/Köln






Sevgili Alpi
Ne ilgisi var şimdi tartışılan bu konuyla uyuşmayan bu şiirin (ben burada bu konuyla ilgili) bağlantısını bir türlü çözemedim
biraz abzürt değilmi sence?

Sevgiyle/®evolte & ®evolution


_________________
Dünya bir başka dönüyor
<a href="redirect.jsp?url=http://www.özgür-meydan.com" target="_blank">http://www.özgür-meydan.com</a> `da








Tarih: 19 Ksm Pzr , 2006 21:18

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Tekrar Merhaba Alpi!!!

Okuduklarının büyük bir kısmı ilk olduğu için yazının ne ruhunu nede muhtevasını kavrayamamışsın. Yazının çok geniş bir perspektiften derinlemesine, çok uzun bir tarihi ve oluşumunun incelemesini yeterince anlayamadığın gibi (ki anlayabilme şansın şu an için yeterince bulunmamakta, çünkü bu tür yazılar ile bu güne kadar hiç karşılaşmadan, varmıdır diye merakta etmediğin gibi, anladığını savunmakta, tam benim görüşlerimdir demektesin, pes doğrusu.) anlayabilmek için ilk önce şartlandığın ve yetersiz bilgilenmelerinin tek doğru olduğunun saplantısından kurtulabilmen gerekir. İlk önce yapman gereken her ne kadar seni bir Türk milliyetçisi olarak tanımışta olsam da özünde bir Arap milliyetçisi gibi hal ve hareketlerin bulunmakta. ( milliyetçiliğin her türlüsü kötüdür.) Yazının ruhunu Deno iyi yakalamış, beni hiç şaşırtmadı Deno nun kavraması, bu tür yazıları kavrayabilmek için insan ilk önce Milliyetçilikten ve Irkçılıktan kopmuş olması gerekir.

Sorduğum soruların ekonomik boyutlu olanlarının hiç birine verebileceğin bir cevabın bulunmamakta gibi olsa idi bir kaç kere tekrarlamama rağmen bir tanesine olsun bir cevap verirdin. Ve büyük bir hız ile Bosna’ya sıçrayıp batının nasıl ırkçı olduğunu ve nasıl katliam yaptığını açıklamaya çalışmanda büyük bir sürrealist sanat eseri!!! Konu Bosna değil ama kısacacık yazayım. Sırp Milliyetçi ve Irkçı kesiminden hem Bosnalıları, hem Hırvatları, hem oluşabilecek Slovak katliamlarını benim bildiğim kadarı ile Nato durdurabilmiş, Sırp devlet başkanını Hollanda’da savaş suçlusu olarak ta yargılamıştır. Bu savaşa Alman hava kuvvetleri ikinci dünya savaşından bu yana ilk defa bir savaşa fiili olarak ta katılmıştır vs. Her halde İranlılar yada diğer Arap alemi gelip bu savaşı durdurmadılar. Yada Yugoslavya’nın ırkçı ve milliyetçi olan kesimi yeter artık deyip vazgeçmediler bu pis savaştan.

Senin Arabi İslam kaynaklı olan Batı ve Hıristiyan ve Avrupa düşmanlığın Türk İslam yorumuna terstir, Anadolu İslami yaşam biçiminde hiç bir zaman yeri de olmamıştır ve yoktur. Ve eklemişsin Türkiye yada sana göre Türkiye’nin Türk kesimi aslına dönecektir ve çok büyük olacaktır, batıya, Hıristiyanlara hiç bir zaman ihtiyacı olmayacaktır ve gösterecektir onlara gününü vs. Ben eminim senin de cebinde bir Avrupa pasaportu taşıdığından Alpi!!! Ve yakın çevreninde yandaşlarının büyük bir kısmının (belkide yol arkadaşlarının Avrupa ülkelerinde yaşayanlarının hepsinin cebinde birer Avrupa pasaportu taşıdıklarını tahmin etmek güç değildir.) Osmanlı hiç bir zaman tek uluslu olmadı, tek dinli olmadı, ne yönetiminde, ne yönetil inende. Osmanlının her iki tarafında Hıristiyan’ı da, Yahudi’si de, Müsilmanı da ve bu dinlere bağlı olan değişik mezheplerde bulunmaktaydı ve birbirlerine tahammüllü yaşamaktaydı, her ne kadar bazı ayrımcılıklar bulunsa da bile bir arada aynı coğrafyada yaşadılar. Ve bu coğrafyanın bir kısmı Avrupa’nın içinde bulunmaktaydı, kısa bir süreyle değil yüzyılları kapsayan bir süre ile. Bu tılsım 1915 ve 1955 yıllarında zedelendi. Sedat Laçiner den aktardığım yazının ruhu aslında Türklerin ve Türkiye’nin her dönem Avrupalı ve Avrupa’nın içinde yer aldığıdır. Kısaca biz ve onlar ayrımının önüne geçmeye çalışan bir yazıdır. Osmanlı her ne kadar din muhtevalı görünse de bir dünya devletiydi, dünyevi işler ve ilişkileri din ile ayrı tutabildi ve başarılıda oldu. Senin ısrarla savunmaya çalıştığın bir gelenekten değildir Osmanlı. Senin savunduğun gelenek İtti haki terakki geleneğidir. Batılı Hıristiyan kesiminin hepsi senin savunduğun gibi de değildirler. Elbet içlerinde büyük bir kısmına Partiler bazında yandaşlarının da üye olduğu adları Hıristiyan bilmem ne olan partiler bile olmasına rağmen üye oldukları bu tür partilerin içinde bulunan mebusların hepsi değil bir kısmının Türkiye’nin AB ye üye olmasının karşısında olanları vardır. Fakat, nasıl ki tek bir İslam yorumu bulunmuyorsa tek bir Hıristiyan dünyası da bulunmuyor. Katoliklerin, Ortodoksların bir kısmı, Protestanların büyük bir kısmı Türkiye’nin AB ye üye olmasına asla karşı değildirler. Nasıl ki Türkiye Müsilman larının belirli bir bölümünün Hıristiyanlar ile bir arada yaşamaktan bir sıkıntıları olmadığı gibi. Sorunun özü senin yaptığın gibi dinler ayrılıkları değildir, dinler iyi değerlendirilirse birleştiricidirler de. Dinler ile politikaları ve diplomasileri birbirine karıştırmamak gerekir, zaten bunun örneği AKP örneğinde yeterince vardır. AB hem bir uyumlar (insan hakları, demokrasi, barış, ekonomi, evrensel hukuk, demokratik haklar vs) hem de farklılıklar(dil,din, milliyet, birey farklılığı, cinsiyet, azınlıklar vs yaşam ve eşit yaşam haklarını yaratmak ve korumak.) bütünlüğünün oluşturulabilme çabasıdır. dönemini tamamlayan değil, sürekli kendisini yenileyen ve geliştiren bir yapıdır.

Senin halen AB ye neden karşı çıktığını ben anlamadım. Doğaldır bir insanın bir şeye karşı olması benim fikirlere ve fikir özgürlüğüne saygım vardır. Lakin bir türlü nedenini anlamış değilim. Türkiye’de AB sayesinde çıkan yasalara karşı değilsin ama toplum buna hazır değil diyebilmektesin hangi toplumdur bahsettiğin kesim??? Ben insanın mutluğundan ve özgürlüğünden yana olabilen bir insanın bu tür bir cümle kullanabileceğine inanmam. Hani ironi olarak yazayım lütfen yanlış anlama, bir insan evrensel hukuka karşı çıkabiliyorsa Hukuk ile sorunları vardır diye düşünmeden edemiyorum.

Sedat Laçinerin senin durumun ile ilgili çok güzel bir yazısı daha bulunmakta, belki bir yararı olur diğer okuyuculara diye, Özgür gündemcilerin iyi niyetine güvenerek aktarıyorum. Okunduktan sonra silmekte özgürdürler. Şimdiden teşekkürlerimi sunarım.



Türkiye"nin Üyeliği"nin AB-İslam Dünyası İlişkilerine Olası Etkileri

Dr. Sedat LAÇİNER

Şüphesiz Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinin en önemli etkilerinde biri AB-İslam dünyası ilişkilerinde yaşanacaktır. Suriye’den, İran’a, Suudi Arabistan’dan Mısır’a, Malezya’dan Arnavutluk’a kadar neredeyse tüm Müslüman ülkeler ile olan ilişkilerini son 15 yılda ciddi oranda geliştiren ve bu anlamda çok ender ülkelerden biri olan Türkiye, Irak Savaşı’nda izlemiş olduğu politikalarla da saygınlığını pekiştirmiştir. Suriye Başbakanı’nın Türkiye’nin Irak Savaşı’ndaki politikalarını ‘bilgece tavır’ olarak nitelendirmesi bölgesel memnuniyeti ifade etmektedir. Kendisine çeşitli çevrelerce toprak (Kuzey Irak) vaad edilmesine ve ABD yönetimince ciddi miktarda yardım (30 milyar dolar) önerilmesine karşın Türkiye’nin bu tekliflerden bağımsız olarak hareket etmesi, kendi ulusal çıkarlarıyla çeliştiği anlarda dahi Irak’ın güvenliği ve bölgesel istikrarı savunması hem bölge ülkeleri hem de diğer Müslüman ülkelerce takdirle karşılanmıştır. Özetle Türkiye bölgede uzunca süre sessizliğini bozmuş ve bölgenin etkili üyelerinden biri haline gelmiştir. Bölgenin Osmanlı geçmişi de dikkate alındığında Türkiye’nin İslam dünyasındaki ağırlığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
İkinci olarak Türkler İslam dünyası içinde önemli İslam anlayışlarından bir tanesini temsil etmişlerdir. Bu anlayışın oluşmasında Cumhuriyet Türkiye’sinin rolü reddedilemezse de farklılık Osmanlı, hatta Selçuklu dönemlerinde de mevcuttur. ‘Türk İslam’ı [1] Türklerin Orta Asya’dan ve yaşadıkları çevreden gelen özelliklerinin de etkisiyle İran ve Arap İslam anlayışından ayrılmış, daha liberal ve höşgörülü bir anlayışı temsil etmiştir. Zamanla İslam dünyasındaki en güçlü devlet halini alan Osmanlı devleti tüm farklı yorumlara yakın olmak zorunda kalmış ve bu da hoşgörü yönünü kuvvetlendirmiştir. 19. yüzyıla gelindiğinde İslam dünyası ile modernite arasındaki ‘çarpışmayı’ en şiddetli yaşayan Müslüman devlet de Osmanlı Devleti olmuştur. Diğer Müslüman kavimlerin devletlerinin olmaması veya tam anlamıyla bağımsız olmamaları nedeniyle Osmanlı Devleti’nde siyaset-din ilişkisi diğer Müslüman ülkelerden farklı gelişmiştir. Osmanlı Devleti aydınları geri kalmışlıkları ile din arasındaki bağı, modernite-din uyumunu, İslam’ın modern yaşamın gerekleri ile ilişkisini, demokrasi-din bağlantısını, çok kültürlülüğü çok daha önceleri tartışmak zorunda kalmışlardır. Örneğin parlamenter düzenin Müslüman bir ülkede modern anlamda ilk uygulamasını Osmanlılar yaşamışlardır. Demokrasi, parlamento, seçim, yasama vb. kavramları modern anlamda Müslüman dünyanın tartışmasına açanlar Osmanlılar olmuşlardır. Din dışı kaynaklar ile otoritenin sınırlandırılması da geniş anlamda ilk ciddi örneklerini Osmanlı Devleti’nde görmüştür. Sonuç olarak modernite-İslam ve dinin demokratik sisteme entegrasyonu konusunda ilk deneyimleri en sancılı şekliyle yaşayan İstanbul (Türk) yaklaşımı ciğer İslam coğrafyalarından ayrılmıştır. Sömürge yönetimi altında olmaması nedeniyle geri kalmışlığın nedenlerini dış güçlere bağlayamayan ve nispeten daha fazla eleştirel olabilen Türk İslam anlayışı bu anlamda daha üretken de olmuştur denebilir. Özellikle 19. ve 20. yüzyılda İslam coğrafyasının neredeyse tamamına yakını sömürge durumunda olmuştur. Bu bölgelerde geri kalmışlık ile işgalci Batılı güçlere karşı tepki adeta birleşmiş ve Batı karşıtlığı ile sorunların çözümü birleştirilmeye çalışılmıştır. Sömürge dönemlerinde kendi aydınlarını ve idarecilerini yetiştirmekte zorlanan, devlet deneyimleri kuvvetli olamadığı için din-siyaset, din-modernite uyumunu sağlamada deneyimleri gelişmeyen bu ülkelerde İslam siyaseti, siyaset de İslam’ı radikalleştiren bir işlev görmüştür. Böylece Türk yaklaşımının tam tersine bir yandan İslam’ın modernite ile bir arada yaşaması engellenmiş ve sorunlar adeta dondurulmuş, diğer taraftan tepkisel, radikal ve şiddet eğilimi yüksek akımlar ön plana çıkmıştır. Gerçek anlamda uluslaşmasını tamamlayamayan bir çok Müslüman ülkede dini motifler ulus oluşumda kullanılmış, daha çok dinin savaş ve çatışmaya dönük yönleri teşvik edilmiştir. Örneğin Kuzey Afrika ve Hindistan alt kıtasında İslami mücadeleler ile ulusal mücadeleleri ayırabilmek oldukça güçtür. Dolayısıyla siyasi hedefler için mi din kullanılmakta, yoksa eylemler dinin emirleri gereği mi yapılmakta anlayabilmek oldukça güçtür. Oysa Türk Kurtuluş Savaşı’nda dini öğeler olmasına ve din önemli bir motivasyon kaynağı olmasına karşın savaş bir ülkenin kurtarılması için verilmiş, Türk tarafı kendisini öncelikle Türk ordusu olarak tanımlamıştır. Türk Kurtuluş Savaşı’nda din adamları da yer almış, diğer Müslüman halklardan yardım da alınmış, savaşmanın dinen sevap olduğu yönünde fetvalar da alınmıştır. Fakat savaş öncelikle dünyevi bir savaş olmuştur. Dünyevi tüm gruplar (sol, laik, liberal vb.) dini gruplar ile bir arada savaşmış ve savaşı sadece bir dini mücadele olarak görmemişlerdir. Ayrıca savaşı bir tür intikam aracı olarak da görmemişlerdir. Onlar işgal altındaki ülkelerini kurtarma saikiyle hareket ederken içine düştükleri durumun en önemli nedeninin kendilerinden kaynaklandığının da ağa bilincinde olmuşlardır. Bu nedenledir ki savaşın hemen akabinde girişilen reform hareketleriyle ulusla güç arttırılmaya çalışılmış, birkaç yıl önce savaşılan işgalciler ile anlaşmalar sağlanarak ilişkiler hasım ilişkisinde normal uluslararası ilişkiler seviyesine taşınmıştır.
Belirtilmesi gereken bir diğer özellik ise Türklerin yüzyıllar boyunca Batı dünyasına en yakın Müslüman halk olmasıdır. Özellikle Osmanlı ve sonrasında Batı ile en yoğun ilişkileri kuran Türkler genelde iki eşit olarak ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Oysa diğer Müslüman coğrafyada ilişkiler ya tek taraflı gerçekleşmiş (Batı’nın üstünlüğü), ya da ilişki olması gereken yoğunlukta olmamıştır.
Yukarıda çizilen tablo ne yazık ki 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da değişmemiştir. Türkiye 1923’de kurulan Cumhuriyet rejimi ile birlikte dinde ve siyasette reform hareketlerini hızlandırmış, buna karşın İslam coğrafyasının geri kalanı bu fırsatı yakalayamamıştır. Çünkü Türkiye ve kısmen İran dışındaki İslam coğrafyası işgal altındadır, sömürgedir, ya da çok ağır bir, nüfuz altındadır. Tüm bunlara ek olarak iç çekişmeler, iktisadi sorunlar da yenilenme, rönesans gibi girişimleri zorlaştırmaktadır. Soğuk Savaş ortamında çok sayıda Müslüman halk bağımsızlığını kazanmışsa da bu ülkelerdeki sorunlar çözülemedi ve dinin tepkisel ve radikal yönleri törpülenmek yerine siyasi güdülerle kuvvetlendirildi. Fakat asıl dramatik etkiyi İsrail sorunun yaptığı söylenebilir. Arap nüfusun ortasına toprak satın alınarak ve silah zoruyla kurulan İsrail devleti Araplar’ın içinde adım adım büyüdü. Bu büyüme sürekli savaş haliyle oldu ve İsrail bu büyümesinde ABD, SSCB ve Avrupa’dan yardım gördü, ya da bu izlenim Müslüman dünyasına verildi. Sonuç olarak İsrail’in büyümesine karşı koyamayan, henüz uluslaşma sürecini tamamlayamamış çok sayıda Arap ülkesinde İsrail-Filistin sorunu en önemli birleştirici halini aldı ve siyasi kadrolar da bunun farkında olarak İsrail karşıtlığını ve dini dayanışmayı uluslaşmanın temeline yerleştirdiler. Oysa ki Filistinliler arasında çok sayıda Hıristiyan da vardır ve İsrail’in bunlara karşı tutumu da çok farklı değildir. 1990’lara kadar İsrail sorunu hızla büyüdü ve insan hakları ihlalleri sokakta adamın dahi görebileceği bir hal aldı. Buna karşın uluslar arası hukukun İsrail için çok da geçerli olmadığı izlenimi Müslüman dünyada yayılmaya başlandı. BM kararları ezici çoğunluğa karşın ABD tarafından veto edildikçe Müslüman halklar arasındaki adaletsizlik ve mağduriyet hisleri daha da kuvvetlendi. Sonuçta ABD ve İsrail ile mücadele edecek gücü kendisinde göremeyen genç nesiller Batı’nın çifte standart ile hareket ettiği, hukuku sadece kendisi için kullandığı ve Müslümanlar’ı kendisinden saymadığını kesin bir şekilde anladılar. Bu gerçek miydi, yoksa yanılgı mıydı? Bu önemli değildi. Bu insanların dünyaya bakışı buydu ve ne yazık ki Batılı ülkeler de bu algılamanın gelişimini görmezden geldiler, umursamadılar. Diğer bölümlerde değinilen Çeçenistan, Kosova, Bosna olayları da eklendiğinde uluslaşma sürecini tamamlayamamış ve yeterli olgunluğa ulaşmak için gerekli zaman, enerji ve kaynağa ulaşamamış Müslüman ülkelerdeki tepkisellik daha da arttı. Tüm bu etkenlere bir de Batılı ülkeler adına hareket eden bazı kişilerin Müslüman ülkelerde reel politiğin sonucu olarak çifte standart uygulamaları da eklenmelidir. Doğal kaynakların Batı’ya taşınması veya Batı’dan nihai ürünlerin bu ülkelere satılması için yerli yönetimler ile gerçekleştirilen işbirlikleri çoğu zaman halkın aleyhine gerçekleşti ve demokrasi, liberalizm en çok korunan değerler olmadı. Bu da Müslüman ülkelerdeki Batı karşıtlığını, şiddeti, tepkiselliği daha da arttırdı. Buna karşın 20 yüzyıl boyunca Cumhuriyet döneminde Batı ile irili ufaklı bir çok sorun (Kıbrıs sorunu gibi) yaşamasına karşın Türkiye Batı bloğunun ekonomik, siyasi ve askeri anlamda üyesi oldu. NATO üyeliği, OECD, Avrupa Konseyi üyeliği, AB ortak üyeliği bunun en önemli kanıtıdır. Türkiye Soğuk Savaş boyunca neredeyse tüm Avrupa kurumlarına üye olmuş, AB’ye tam üyelik için ise güçlü bir irade ortaya koymuştur. Üstelik Avrupa ve genel olarak Batı ile yaşadığı sorunlarda Türkiye diğer Müslüman ülkelere kıyasla herhangi bir ezilmişlik hissine kapılmadı. Zaman zaman kendisine çifte standart ile ve haksız bir şekilde davranıldığını düşünse de Türk hükümetleri ve Türkiye kamuoyu genelde Batı ile ilişkilerinde kendi gücü ile başarılı olabileceğine, haklarını savunabileceğine inanmıştır. Bu açıdan bakıldığında örneğin Filistin’de yaşanan ümitsizlik ve çaresizliğe benzer bir ruh haline Türkiye kamuoyu hiçbir dönemde sahip olmamıştır. Örneğin Yunanistan ile ilişkilerinde geçmişte Avrupa ülkeleri daha çok Yunan tarafını tuttuğunu düşünmüş olmasına karşın Türkiye ne AB üyeliğinden vaz geçmiştir, ne de bu konuda kendisini güçsüz hissetmiştir. Örneğin Kıbrıs konusunda bazı AET üyelerinin tersi yöndeki tavırlarına ve tepkilerine, ABD Kongresi’nin açıkça Türkiye’yi tehdit etmesine karşın Türkiye Kıbrıs politikasını uygulamış ve bunda başarılı olabilmiştir. Diğer bir deyişle Türkiye tüm sorunlarına karşın kendisini Batı’nın dışında görmemiş, Batı’yı farklı bir medeniyet, karşıt gruplaşma olarak algılamamıştır. Dahası Türkiye Batılı ülkeler ile hukuki ve siyasi anlamda eşit bir ilişki geliştirmiştir. Tüm bunların sonucu olarak İslam dünyasının önemli bir kesiminde hakim olan mağduriyet ve zayıflık hissi Türkiye’de güçlenememiştir. Sonuç olarak Türkiye Müslümanları mağduriyetlerinin sonucu olarak dini bir tepki aracı olarak görmemişlerdir. Yani din bir silah haline gelmemiştir. Batı ile ilişkilerde din farkından çok çıkar farkları üzerinde durulmuştur.
Türk İslam’ının bir diğer özelliği ise dünyeviliği olmuştur. Dinin en ağır şekliyle yönetimde etkisini gösterdiği dönemlerde dahi hayatı ve siyaseti belirleyen tek unsur dini referanslar olmamıştır. Dünyevi ihtiyaçlar ve dünyevi iktidar kaynakları en az dini referanslar kadar Selçuklu, Osmanlı ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nde etkili olmuştur. Bunun tarihsel ve kültürel çok sayıda nedeni vardır ve bu çalışmanın sınırlarını aşacak kapsamda analizler gerektirmektedir. Fakat bu noktada kaydedilmesi gereken en önemli etken Türklerin yönetici sınıf olmaları ve dünyevi sorunlarla en sıcak haliyle karşılaşmış olmalarıdır. Başka bir deyişle çok sayıda dini, etnik, sosyal ve ekonomik grubu, çok geniş ve zaman zaman zor bir coğrafyada ahenk içinde bir arada yaşatmak durumunda olan yönetim pratik sorunları geliştirmek zorunda kalmış ve daha fazla pragmatik davranmaya kendisini mecbur hissetmiştir. Yüzlerce yıl boyunca yönetici sınıf olan ve askerlik ile uğraşan Türk gruplarda pragmatik ve pratik düşüncenin gelişmesi din anlayışına da yansımıştır. Bunun sonucu olarak kitleler hayatın ihtiyaçları ile dinin emirleri arasında bir orta yol geliştirmiştir. Zaman zaman dini emirler ile çelişse de bu anlayışın en önemli avantajı serbest düşünce ve diğerinin var olma hakkına saygıyı içinde barındırıyor olmasıdır.
Pratik ve pragmatik düşünce şeklinin gelişmesinde önemli bir etken ise Türklerin göçebe kökenleri ile eski dönemlerde yaşam şekillerinin de etkisiyle Türk toplumunda çok köklü radikal felsefi akımların diğer bazı Müslüman toplumlar ile kıyaslandığında güçlenememesi olmuştur. Bu sayede dinin nasları ve ilkeleri konusundaki ayrılıklar köklü felsefi ekollerce kitleselleştirilememiştir. Oysa ki İran ve Arap coğrafyasında güçlü olan felsefi gruplar aslında İslam ile çok da ilgisi olmamasına rağmen aralarındaki düşünsel farkı dine mal etmişler ve farklılıklar bölünme vesilesi haline gelmiştir.
Tüm bu etkenlerin sonucu olarak dinin kutsiyeti gerek kitleler, gerekse yöneticiler tarafından kabul edilmiş, hatta devletin en önemli misyonu olarak bazı dini ilkeler resmi söylemin en önemli parçası haline gelmiş, fakat dünyevi hayat ile dini hayat arasındaki sınır korunmuştur. Dinin hayatı şekillendirmesinde akıl ile dogmatik kurallar arasındaki ilişki muhafaza edilmeye çalışılmıştır. Bu durum dini açıdan ve seküler cepheden bakanlar için ideal bir toplum düzenini yansıtmasa da en azından farklı görüşlerin birbirini yok etmesini engellemiş ve farklılıkların yok etme gerekçesi olmasını engellemiştir. Yönetim dini akımlar siyasileşmedikçe onları serbest bırakmış, dini gruplar ise ortamın etkisi ile şiddet ve radikalleşme ihtiyacını bazı istisnalar dışında fazlaca hissetmemiş, devleti ve mevcut düzeni sahiplenen bir tavrı benimsemiştir.
Türkiye Müslümanları’nın bir diğer özelliği ise Hıristiyanlığı Avrupalılar ile, Yahudiliği ise İsrail ile özdeşleştirmemeleridir. Çünkü Türkler bu dinden gelen kişiler ile yüzlerce yıl bir arada yaşamışlardır ve bu dönemin tamamına yakın kısmında yönetici konumunda olmuşlardır. Sonuç olarak bugünün Türkiye’sinden bakıldığında İsrail’in hataları Museviliğe, Avrupa veya Amerika’nın hataları da Hrıstiyanlığa yüklenemez.
Türk İslam’ının bir diğer ayırıcı yönü ise toplumdaki din adamlarının ağırlığı ile ilgilidir. Geniş kitleler dinin kutsal olduğunu ve dini mevzuların günlük hayatın tartışmaları içinde ‘kirletilmemesi’ gerektiğini düşünürler. Bu yaklaşım en ideal örnekleri dikkate alınırsa dinin tamamen hayatın dışına çıkarılması anlamını taşımaz. Aksine dini kurallar toplum tarafından benimseniyorsa uygulama bulur. Ancak din sürekli olarak günlük tartışmalarda taraf haline getirilmemelidir. Din adamları kendi aralarında konuları tartışmalı, bir mutabakata varmalı ve toplumda ortak kanaatlerini uygun yerlerde halka aktarmalıdırlar. Özellikle siyaset alanında ise bu konular fazlaca ele alınmamalıdır. Örneğin camii ile siyaset karıştırılmamalıdır. Siyasete şüphe ile yaklaşıldığından dinin siyasete, siyasetin dine bulaştırılması nispeten daha muhafazakar kesimlerde dahi tepki ile karşılanmıştır. Bu tablonun doğal bir sonucu olarak Türk geleneğinde din adamları siyasetten uzak durmuşlardır. Bir çok din adamı dini görevlerini siyasetin üstünde görmüş, siyasete girme gereğini dahi duymamıştır. Oysa ki Arap ve Şia geleneğinde din ile siyaset daha çok iç içe geçmiştir. Çok sayıda din adamı aynı zamanda siyaset adamıdır. Bir çok dini lider aynı zamanda siyasi lider konumundadır. Siyasi ayrışmalarda dini yorumlardaki farklılaşma büyük bir rol oynar. Özellikle Şia’da camii ile siyaset arasındaki ayırım neredeyse tamamen ortradan kalkmış ve camii bir tür miting alanına dönüşmüştür. Sonuçta siyasi farklılaşmalara dini yorumdaki farklılaşmalar girince gruplaşmalar bloklaşmaya dönüşür ve şiddete uygun bir ortam ortaya çıkmaktadır. Bugün Filistin, Lübnan, İran, Irak gibi ülkelerdeki silahlı siyasi grupların önemli bir kısmı aynı zamanda dini bir grup olduklarını da iddia etmektedirler.
Türk İslam yaklaşımının bir diğer özelliği ise yapay olmamasıdır. İran İslam Devrimi ya da Vahabi anlayışları belli oranlarda İran Şia yorumunu veya ikincisinde Arap İslam yorumunu barındırsa da bir yönüyle yapay, belli grup ve kişilerce şekillendirilmiş anlayışlardır. Toplumsal ihtiyaçlar bu ve buna benzer hareketlerde mutlaka etkili olmuştur. Ancak hareket gerek İran’da, gerekse Suudi Arabistan’da belli bir siyasi-dini grup tarafından sürüklenmiştir. Benzeri durumları Mısır, Cezayir, Afganistan gibi Müslüman ülkelerde de görmek mümkündür. Nispeten dar ve belli bir dönemin konjönktürel aktörleri tarafından iktidara getirilen yaklaşımlar güçle iktidara geldikleri için diğerlerine fazla bir yaşama şansı vermemekte, alternatif gruplar ya şiddet yoluyla iktidarı etkilemeye/değiştirmeye çalışmakta, ya da belli bir süre için yeraltına çekilmektedir. Oysa ki Türkiye’de günümüzde gözlenen ve diğer coğrafyalardan ayrılan İslam yorumu kolektif bir tecrübenin ürünüdür. Hiçbir tarihçi veya sosyolog Türkiye İslamı’nı tek bir partiye, siyasi veya dini gruba bağlayamaz. ‘Türk İslamı’ olarak adlandırılan yaklaşım bir kurgu değildir, bir evrimin sonucunda gelişmiştir. İktidara veya yaşamın diğer alanlarına şiddetle girmemiştir. Bu nedenle şiddet kullanarak kendisini savunmamıştır, savunmamaktadır. Bu anlamda pasifist olmakla, iktidara eklemlenmekle suçlandığı dahi olmuştur. Eleştirilecek yönleri çok olmakla birlikte istikrar sağlayıcı olduğu ve yeni şartlara uyumu açıktır. Ne kadar devrim, çatışma, sosyal ve iktisadi kriz yaşanırsa yaşansın gerekli esnekliği gösterebilmekte, olağanüstü durumların ardından kendi tabiatı içinde, kendine özgü ve çoğu kez mevcut kavram ve yöntemler ile açıklanamayacak şekilde yenilenmektedir.
Elbette sözü edilen dönem yüzlerce yıllık bir periyottur ve bu dönem içinde çok sayıda istisna gerçekleşmiştir. Bizim yukarıda saydığımız özellikle dikkat çeken genel karakteristik yönlerdir. Bu anlamda bu özellikler değerlendirilirken dikkatli olunmalıdır. Fakat tüm tehlikesine rağmen ‘cesur’ bir girişimle yukarıdaki tartışmanın ışığında Türk İslam anlayışını şu şekilde özetleyebiliriz:



- Türk İslamı tepkisel bir ortamda gelişmemiştir,
- Türk İslam anlayışında batı’ya karşı özgüven dikkat çekicidir,
- Türk İslam anlayışı daha fazla eleştireldir. Sorunların kaynağında kendi eksikliklerini görebilme özelliği dikkat çekicidir,
- Türk İslamı dini kuralları yorumlamada daha liberaldir,
- Türk İslamı diğer İslam anlayışlarını kucaklayabilme özelliğine sahiptir,
- Türk İslam’ı diğer dini grupları yakın zamanda İslam kuralları çerçevesinde bir arada yaşatma deneyimini canlı ve yoğun bir şekilde uygulama fırsatını bulmuştur,
- Türkiye Müslümanları Hristiyanlık ile Batı’yı, İsrail ile Yahudiliği özdeşleştirmezler. Dinin siyasi gruplaşmalardan daha geniş bir anlamı olduğunu tarihi tecrübeleri ile öğrenmişlerdir. Osmanlı döneminde nüfusun kayde değer bir kısmı Yahudi ve Hıristiyan olduğundan bu dinlerden Türkiye için yabancı unsurlar sayılamaz,
- Türk İslam yorumunda dünyevi konular yalnızca dini referanslar ile ele alınmaz. Türk geleneği pragmatik ve pratik yaklaşımlarıyla dikkat çeker,
- Türk İslam’ı modernite bağımsız olarak, ilk karşılaşan önemli İslam yaklaşımı olmuştur,
- Türk İslam’ı modern siyasi anlayış ile din arasındaki sorunlar ile karşılaşan ilk ciddi İslam yaklaşımıdır,
- Türk siyasi hayatı ile dini hayatı belli çizgiler ile ayrılmıştır. Din adamları siyasette aktif aktörler olarak yer almazlarken siyaset de çoğu zaman dini kutsal ve korunması gereken bir alan olarak görür.
- Türk İslam’ı bir projenin ürünü değildir. Yapay, belli kişi veya gruplarca üretilmiş değildir. Uzun bir geçmişin, belli coğrafi ve tarihi gelişmelerin sonucunda kendiliğinden gelişmiştir.



Görüldüğü üzere İslam’ın Türkiye geleneğinde yorumlanışı ile diğer İslam coğrafyalarında yorumlanışı arasında büyük farklar bulunmaktadır. Bu farkı daha uzun anlatmak mümkündür. Fakat AB-Türkiye ve AB-diğer kültürler arası ilişkiler bağlamında ele alındığında Türkiye’nin ve onun din-kültür-medeniyet anlayışının içinden geçilen hassas dönemde çok hayati bir şans olduğu ortaya çıkmaktadır. Diğer İslam yorumları ile karşılaştırıldığında Türk İslamı diyalog kurulabilecek, uyumlu ve istikrarlaştırıcı bir özelliğe sahiptir. Medeniyetler Çatışması’nın teşvik edildiği bugünlerde eğer ‘Batı medeniyeti’ ‘Türk İslamı’ ile de uyumlu bir birliktelik gösteremeyecek ise diğer Müslüman toplumlar ile uzlaşmaya girebilmesi neredeyse imkansızdır. Eğer Türkler de Batı’nın çifte standartlı olduğu yönünde kuvvetli bir algılamaya sahip olurlar ve mağduriyet hissini siyaset anlayışlarının merkezine yerleştirecek olurlar ise Batı-Doğu ilişkileri bugünkünden çok daha sorunlu bir hale gelecektir. Bu açıdan bakıldığında Avrupa’nın güvenliğinin Türk İslamı’nın genel olarak İslam dünyasındaki başarısı ile yakından ilgili olduğu rahatlıkla söylenebilir. Özellikle Türkiye’nin AB’ne tam üye olmasının ardından Türk İslamı ve Avrupa başkentlerinde gelişen Avrupa İslam Anlayışı yeryüzünde El Kaide benzeri örgütlerin İslam’ı ve Müslümanlar’ı temsil edemeyeceklerini açıkça ortaya koyacaklar, geniş kitlelerde mağduriyet hissinin yerini adım adım barışçıl araç ve yöntemler alacaktır. Türkiye’nin Batı dünyasının eşit, hür, güçlü ve saygın bir üyesi oluşunun kesin olarak onaylanmış olması Filistin’den Endonezya’ya kadar güçlü bir mesaj verecektir. Bu mesaj Müslümanlar’ın Batı ile ilişkilerini Türkiye örneğini izleyerek siyaset, ekonomi ve diğer barışçıl araçlar ile yola koyabilecekleri tavsiyesini içerecektir. Yani bir yandan Türkiye’nin AB üyeliği ile güç kazanan Türk İslam anlayışı tüm Müslüman coğrafyada daha fazla taraftar bulacak ve yayılacaktır, hem de Müslümanlar’ı radikalleştiren ve marjinal gruplara yönlendiren nedenlerin en önemlisi, yani kurban edilmişlik, mağdur edilmişlik (victimisation) hissi zayıflayacaktır. Bu da Müslümanlar arasında terör bataklığını kurutacak ilk adım olarak değerlendirilebilir.
Bu noktada belirtilmesi gereken bir diğer husus da Türk İslam anlayışının diğer ülkelere ihracının İran İslam Devrimi, ya da Komünist Rusya’nın izlediği yöntemler ile olamayacağıdır. Daha önce de belirtildiği üzere Türk İslam anlayışı bir tür toplum mühendisliği ile ortaya çıkmamıştır. Anadolu ve diğer Osmanlı coğrafyasındaki yayılması ve güçlenmesi de güçle olmamıştır. Gönüllülük ve evrim en önemli özelliği olmuştur. Bu nedenle ABD’nin Müslüman ülkeleri demokratikleştirme ve liberalleştirme projesi ile kıyaslandığında Türkiye’nin AB üyeliği ve Türk İslamı’nın yayılması tamamen farklı bir alternatife işaret etmektedir. Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi Irak ve Afganistan örneklerinden de anlaşılacağı üzere zorla, güç kullanarak bir değişime işaret etmektedir ve şu ana kadarki uygulamalar başarı şansının çok düşük olduğunu ortaya koymaktadır. Amerikalı yöneticiler (Başkan Bush da dahil olmak üzere) sıkça Türkiye’yi diğer Müslüman ülkelere bir model olarak sunmakta, kendilerinin de Türkiye benzeri Müslüman ülkeler hedeflediklerini söylemektedirler. Ancak şu ana kadarki uygulamaları göstermektedir ki Amerikan yönetimi henüz Türk İslamı ve Türk modelini anlayabilmiş değildir. Aslında Türk İslamı Amerikan uygulamalarının tam tersi bir yöntemi ve araçları işaret etmektedir. her şeyden önce zorlamayı içermemekte, siyasal ve askeri yöntemlerden çok daha çok sosyal, kültürel ve ekonomik araçları içermektedir. Bu çerçevede AB üyeliği ile güçlenmiş bir Türkiye ve Türk İslamı Büyük Ortadoğu Projesi’nin öngörülerinin tersine Müslüman dünyada bir tür kutup halini almayacaktır. Aksine diğer Müslüman toplumlar ve din anlayışları ile daha yoğun bir iletişim içinde olacak, İslam dünyasının sorunlarında daha fazla söz sahibi olabilecektir. Filistin’den fakirliğe, dini konulardan ekonomik ilişkilere kadar yoğunlaşan ilişkiler sayesinde etkileşim de hızlı olacaktır. Bu sadece naive bir tahmin olarak ele alınmamalıdır. Şu ana kadarki tecrübeler göstermiştir ki Türkiye Müslüman dünyada kurduğu hemen hemen her iletişim sonucunda diğer Müslüman ülkeleri etkilemeyi başarmıştır. Üstelik kimi zaman böyle bir hedef gütmediği halde bu sonuç ortaya çıkmıştır. Bunun en önemli nedeni Türkiye’nin bir çok alanda diğer Müslüman ülkelerden nispeten daha ileri bir aşamada olmasıdır. Türkiye’nin iktisadi ve siyasi gücü bir çok Müslüman ülke için esin kaynağı olabilecek niteliktedir. Sonuç olarak AB üyesi bir Türkiye ile ilişkileri artacak bir Suudi Arabistan veya Pakistan’ın daha liberal ve daha demokratik uygulamalar ı gündemlerine almaları kaçınılmazdır. Nitekim en son İslam Konferansı Örgütü zirvesi de bu savımızı kanıtlamıştır. O ana kadar uzlaşma ile ‘seçilen’ İKÖ genel sekreteri Türkiye’de yapılan zirvede seçimle işbaşına gelmiştir ve seçimde İKÖ üyeleri bir Türk adayı, Emeleddin İhsanoğlu’nu, Genel Sekreterliğe seçmişlerdir. Seçim İKÖ tarihinin en önemli seçimlerindendir. Çünkü seçim yöntemi Türk yaklaşımı olarak gündeme gelmiştir ve başta Suudi Arabistan olmak üzere bazı üyelerin seçim istememelerine rağmen 57 üyeden 32’sinin desteğiyle seçimi İhsanoğlu kazanmıştır. Bu da göstermektedir ki demokratik yöntemler İKÖ üyelerince de güçlü bir şekilde arzu edilmektedir. Demokrasi yaşandıkça anlaşılabilen ve yararları fark edilen bir yöntemdir. Bu nedenle İKÖ’nün bundan sonraki faaliyetlerinde demokratikleşmenin hızlanarak süreceğini tahmin etmek güç değildir. Nitekim Türk Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün seçim tartışmalarını değerlendirirken “Seçim yapacağız ve genel sekreteri belirleyeceğiz. Bu da gösteriyor ki reformist hareketler ve demokratikleşme teşkilatın içinden başlıyor” [2] demesi ve yeni Genel Sekreter’in demokratikleşme yönündeki cesur açıklamaları bu yönde umut ışıkları olarak beliriyor.
Özetleyecek olur isek Türk yaklaşımı Türkiye’nin İslam dünyasındaki ilişkileriyle hızla yayılabilecek bir potansiyele sahiptir. Çünkü İsrail ve ABD’nin yaklaşımlarının tersine Türk yaklaşımında zorlama değil gönüllü katılım bulunmaktadır. Diğer Müslüman ülkeler Türk tecrübesini mecbur edildikleri için değil mecbur olduklarını hissettikleri için, ihtiyaç olarak gördükleri için takip etmektedirler. İlk etapta yavaş gelebilecek bu süreç aslında ilkinden hem çok daha hızlı, hem de çok daha güçlü sonuçlar verebilecek bir niteliktedir.
Türkiye modeli ve Türk İslam anlayışının yayılmasında bir diğer avantajı ise ‘Türk dünyası’dır. Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Azerbaycan devletleri bilindiği üzere Türkik bir nüfusa sahiptirler ve halklarının önemli bir kısmı Türkçe konuşur. Aynı şekilde Afganistan, Rusya Federasyonu ve daha bir çok Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu ülkesinde kayda değer bir Türk nüfus yaşamaktadır. Bunlara Avrupa, Avustralya ve Kuzey Amerika Türk diasporası da eklendiğinde 150 milyonu aşan güçlü bir Türk dünyası karşımıza çıkmaktadır. İlginçtir bağımsızlıklarını yeni kazanmış olmalarına ve iktisadi ve siyasi açılardan sorunları olmasına karşın Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve diğer Türk toplumlarında yaşanan İslam anlayışı ile Anadolu İslamı arasında da önemli benzerlikler bulunmaktadır. Özellikle devlet-vatandaş ilişkileri, pragmatizm, pratik düşünme şekli, dinin şiddet ve siyasetten uzak durması, diğer dini inançlara saygı, hoşgörü vb. konularda Türkiye İslamı’nın farklı modellerinin bu topluluklar arasında yaşadığını söylemek mümkündür. Bu da Müslüman toplumlar içinde Türkiye’nin konumunu güçlendirmekte ve Türkiye yaklaşımının yayılmasını kolaylaştırmaktadır.
Tüm bu bilgilerin ışığında Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin AB için en önemli katkısının Avrupa-İslam dünyası ilişkilerinde sağlayacağı kolaylıklar ve İslam dünyasındaki istikrarsızlık ve çatışma unsurlarının giderilmesi şeklinde ortaya çıkacağı söylenebilir. Bu sayede Avrupa güvenliğini tehdit eden bir çok sorunda giderilmiş, ya da hafifletilmiş olacak, medeniyetler arası sorunların çatışma haline dönüşmesi gerçek anlamda engellenecektir. Bu yararlarına ek olarak AB’nin Türkiye gibi güçlü ve temsil gücü yüksek bir ülkeyi tam üye olarak kabul etmesi AB ile bir çok Asya ve Afrika ülkesi arasındaki ilişkileri olumlu yönde etkileyecektir. AB bu ülkelerde sadece Hıristiyan ve ‘yabancı’ bir güç olarak görülmeyecektir. Bunun doğal sonucu olarak ekonomik ve siyasi ilişkilerin daha hızlı gelişeceği söylenebilir.








Tarih: 19 Ksm Pzr , 2006 22:43

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Revo;
Bana Siir sanki Bir Öz elestiri gibi geldi ..
Rum Ellerinde Yaptigimiz Hayir ile ser ile..
Sanki Taa O zamanlardan bir barismak Istegi var gibi algiladim..
Yanilmis olabilirim Gayet tabii..

absürd ise sil Gitsin..


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 21 Ksm Sal , 2006 18:52

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Galvani Yanit yazacagim Su an Zamanim yok..
Hafta sonu Insallah..


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 21 Ksm Sal , 2006 20:39

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Kafana takma Alpi,

Fırsat bulunca yazarsın, bu tür tartışmalar bir kaç güne sığmaz.

Her şeyden önce birbirini alt etme değil, birbirinden öğrenebilme ve onun ortamını saygın bir insan sevgisi ve saygısıyla korumadır yapılanlar. Her ne kadar Orhan Pamuk meselesinde olan tartışmada Nazım Hikmetin ikinci dünya savaşında Hitler Nazileri ile zorunlu bir işbirliğine giren Kilise ulemaları için yazdığı şiiri benim ile dalga geçebilmek için çıkarmışta olsan bile!!!

Ben yaşamım boyunca savunduğum ilkeyi tekrar yazayım, önce insan ona duyulan saygı ve sevgidir.

Selamlar...








Tarih: 21 Ksm Sal , 2006 22:15

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Aynen Öyle Galvani dostum;

Ben de bu " Sevgi " yüzünden Yanit vermemeye Karar verdim.

Hoscakal.
Benim Avrupali Insanlarla filan Bir problemim yok.

Sadece sistem ve politikayi Türkiye ye karsi iki yüzlü buluyorum.
Ben Sahsen is verenim.
Buradaki Sistem Tamamen Insanlari Sömüsrmeye dayanan Hukuk insan hakki filan icermiyen bir sistem..

Ben kendim icin Konusayim:

Devlet Bana diyor ki: Büyü !..
Nasil büyüyim ?..
Kredi ile Borc ile..
Borc istemiyorum..
O halde Kazancinin Emeginin 52 %"ni bana Ver.

Peki Büyeyim.. Arac al Personel al yüzbinlerce € kredi al..
sonuc ?..

Artik kafanda sac kalmasin
ROBOT ol..

Tatilin bile yok
Bir tatilde gün de On telefona yanit ver.

Saglik Problemin Oldu..
BITTIN !..

Krediler ?..
Battin !..
Artik privat konkurs cek 7 yil Köle ol..

Bu mu hayat ?..
Bu bize Vaad edilen..
Nein danke !..

Neyse Dostum Hayatin romantik Yanlari , Haklar Özgürlükler filan güzel de Kazin ayagi Öyle degil..

Hak ile Özgürlük ile Katiliyorsun sürüye..
sonrasi..

Geriye dönüsü Olmayan bir Robotluk..



Politik Özgürlüklere filan hic girmiyelim

Cünkü Bu Güne Kadar sistemi degistirme Niyeti olanlar Ve devlete savas acanlarin Cok azi Mahkemelere Ulasti Demokratik Avrupa da.. Nedense hep Intihar ettiler

Sen Ingiletere de Hapishane de oturup Örgütüne Talimat Veren bir IRA lideri Gördün mü ?..
Ya da Ingiltere nin göbegin de IRA adina gazete cikaran birilerini ?..

Ispanya da ?..
Almanya da ?..
Fransa da ?..
Göremezsin ..

En son Almanya da Bir Örgüt Üyesi Demir yolunun Üstünde kafasina Arkadan Ates ederek intihar etmisti. Tam Da Yakalanacakken..
Hatirliyor musun ?..

Günlerce Konusmustu Almanlar..
Cok Konusur Almanlar..
ama sisteme savas acanlar Mahkemeye Cikamaz intihar eder,Ya da fischer-Bandit Gibiler paraya doyurulur Liberal takilir..

Her hak vardir Avrupa da ..yanliz Sistem düsmanlari Mahkemeye cikamaz..
Intihar eder topluca..

Simdi Apo cuguma Bakiyorum da Lanet ediyorum Türkiye ye

Haklar Ve Özgürlüklerle Katilir Insanlar sürüye avrupa da..
Sürüden cikan olursa;
Celeb Kaldirir Sopasini
Katilirlar sürüye..

Katilmiyan Olursa ?..
Ya Kurtlara Yem olur
Ya da intihar eder.

Ama yargilanmaz !..

Bos verelim simdi bunlari..
Verecegiz Kibrisi da ucu acik bir bir katilim da..

Verelim gayet tabii..
Öldü mü insanlik `?..

Ya Mehmet ne olacak ?..
Ya Onun Oradaki Mezari ?..

Bir tabak Kuru fasulye ye Oy-unu satan
Bir tabak Kavurmaya Kolayca satar Mezarini..

Ne gam ?..

Hoscakal dostum..

Hoscakal..


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 21 Ksm Sal , 2006 22:32

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Sen sana ne sanırsan,
Ayruga da onu san,
Dört kitabın manası,
Budur eğer var ise.

Biraz absürd Oldu ama;

Muhterem Peder ve Haci Dimitri anlar..


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 22 Ksm Çrş , 2006 2:27

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Sevgili Alpi Selamlar!!!

AB üzerine olan tartışmayı bana duyduğun sevgi için bir tarafa bırakmana nasıl bir cümle oluşturmaya çalışmaktan öte ( ki pek fazla söylenecek bir şeylerin yaratılmasının abes olabileceğini bir kıyıya iterek...)

Bu konunun üzerinden ayrışmaya çalışırken yine takıntılı olarak, kendi işverenlik sıkıntılarının içinde bulunduğu sıkıntılarını AB ye yüklemekte ve onu suçlamaktasın. Bu durumun beni sosyal olarak ilgilendirir ama sistem olarak demek ki eksik ve uyum özelliklerinden kopuksun ki bu sıkıntıları yaşamaktasın. Şöyle ki dünün çoban İrlanda sı, İspanyası, ne çobanlığı, ne balıkçılığı, ne Turizmi olmayan Portekiz i dahi bu gününün dünya ülkeleri konumuna girebildiler. Bunların hem toprak hem nüfus konumu Türkiye’nin bir çok bölgelerinden daha az bir coğrafyaya ve nüfusa sahiptirler. Demek ki sorun yada çözüm toprakta ve Nüfus yoğunluğunda bulunmuyor. İlginç olanı birisi Franko Faşizminde uzun yıllar yaşamış ( bu konunun detayını hiç girmiyorum sanıyorum bu ülkenin geçmişi hakkında her kesin şöyle yada böyle az çok bir bilgisi bulunur en azından Çanlar kimin için çalıyor u okumuşlardırlar, yada Hitlerin Franko İspanyasına neden saldırmadığını ve desteklediğini bilirler vs.) Ama ilginç olanı bunların arasından sıyrılıp çıkan Portekiz dir. Her ne kadar Kristof Kolomb yeni dünyayı kaşifliğinin içine sokarken Portekiz bir merkezde olsa bile. Alpinin bahsettiği yakın döneme tekabül eden zaman içinde Portekiz AB Avrupa’sının sanıyorum İrlanda’dan sonra bulunan en fakir ülkelerinden birisiydi. Fakirliğinin temeli de yaşadığı uzun süreli iç politik acılardı. Kısaca şöyle ki Nisan 1974 oluşan Caetanos başkanlığında ki askeri yönetim ile ( askeri darbe) 1976 yılında yapılan seçimlerde sosyalistlerin seçimlerde tam çoğunluğu sağlayamasa da iktidarı oluşturup askeri yönetimi son vererek AB ye katılımı ülkede yapılan demokratikleşme ile sağlayıp bu günün Portekiz’ini yaratabilmişlerdir. ( Caetanos tan önce çok uzun yıllar diktatör Sala zarın kalp krizinden ölesiye kadar geçen dönemde Portekizliler için en acı dolu yıllar ve kayıplar olmuştur.) AB nin sürekli vurgulamaya çalıştığım farklılıklarının bir öreneğidir Potekiz. Çok tuhaf olmasına rağmen AB nin bir adasının içinde adı IRA olarak ve kendisini demokrat bir ülke olarak gören İngiltere kraliyeti adı altında da bu son döneme kadar din ölçekli bilfiil savaşta uzun yıllar yaşanmıştır. Ama, her iki ülkede bunu AB nin kurduğu demokratik yapılanmalar ile bitirebilmişlerdirler. İrlanda bu gün AB nin en zengin ülkeler konumunda başlarda bulunmasının altında yatan sihirde demokratikleşebilmenin ışığıdır. Bunu hem İspanya, hem Portekiz de de görmek Türkiye için bir örnek olabilmelidir. Boşuna değildir TÜSİAD ın AB için bunca çırpınışları. Her ne kadar şüphe ilede yaklaşılsa TÜSİAD için evrenselleşemeyen, ülkesi demokratikleşemeyen bir yapının gelebileceği nokta şu an ki Türkiye’den daha fazla olamaz. Demokrasisini oluşturamayan bir yapı hızla geriye doğru gidecektir. Alpinin iş veren olarak sıkıntısının temeli sanıyorum Demokrasiyi ve onun dünya ölçekliğini kavrayamamasıdır. Alpinin kavrayamadığı daha pek çok şeyler bulunmakta, bu da çok doğal bir durumudur çünkü özgül olarak Alpi her ne kadar Revolteye (ciddiyeti tartışılır) ben artık devrimciyim diye yazsa da benim sorunum Alpinin ne olduğu değil Alpinin neler düşündüğü ve neler araya sokuşturduğudur. Ben devrimci bir insan değilim sadece Hümanist bir insanım, bir insanın insan olabilmesi içinde mutlaka şucu bucu olmasına inanmayanlardanım. Ben buyum artık yada ben her zaman bilmem neyine kadar buyum diye ilkel veya kurnaz yada çıkarcı yada erkeksel gurur duyanlardan da değilim ve sevmem de bu tip tipleri. Ama, bir insan ikinci kere bir fırlama yaparak ( Bosna olayında olduğu gibi) Almanya’nın belkide hiç bir özelliğini ve sosyal geçmişini bilmeden AB yi suçlayabilmek için RAF ı örnek vermesi de çok büyük bir rezalettir. İşin tuhafı bu rezaleti Türkiye’de sol olduğunu düşünen bir siyasi harekette 12 eylül Faşizmine karşı çıkabilmek için ve Köln konsolosluğunu işgal edebilmek için uyguladığı silahlı baskın ile ortaya çıkmıştır. Sonuçta tüm dernekleri kapatılmış ve terörist bir kuruluş olarak yargılanmış ve yasaklanmıştır. Batı Demokrasilerin tümünün anayasalarında fikir özgürlüğüne evet ama şiddete hayır temel kuraldır. Batı Demokrasisi şiddete kapalıdır. RAF olayı da çok kompleks bir geçmiştir yüzlerce kitap vardır bu geçmişi ve yaşananları inceleyen, Ulrike Meinhoff, Andreas Baader ve Gudrun Enzlin in başını çektiği bu yapıyı inceler ve onların bir kısmının intihara sürükleyen nedenleri incelerken daha bir titizlik daha bir ciddiyet gerekir. Alpi ne geçmişinde nede bu gün bir solcu olmadığı için sanıyorki MHP güdümlü, ocak bilgili hal ve düşünceler ile solcuların tümü bu tür insanlar, kuruluşlar ve her an için bunları yapmaya amade aktif insanlardırlar. Bu iyi niyetli mi, yoksa art niyetlimi bunu üç satırlık yazılar ile anlamakta mümkün değil. Ama, açık olan bir şey var ki onların o dönem ki avukatı olan Otto Schliy bundan önceki iktidar döneminde 7 yıllık bir iç işleri bakanlığı vardır. İnsana sorarlar böyle birisi neden bakan olabildi diye. Bir insan demokrasiyi bir türlü sevemezse bunuda anlayamaz, demokraside şiddete bulaşmadığın sürece vezir de olursun bir başka şeyde olursun.

Devrimciliği, solculuğu bir an için bir tarafa bırak Alpi ilk önce demokrat olabil derim sana.

Selamlar...








Tarih: 22 Ksm Çrş , 2006 3:07

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Alpi,

Yukarıda konuyla hiç bir alakası olmayan, bir önceki ve daha önce Orhan Pamuk örneğinde olduğu gibi sık, sık eklediğinşiirleri sürekli yazılarımın arasına sokuşturmaktasın.

Sende bilirsin ki bir başka sitede senin ile burada olduğu gibi yazışamadım.

Şu an şiirlerin ile halen bana hakaret etmektesin ( Muhterem Peder) o sitede ne zaman sana cevap vermeye kalksam yazılarım silindi yada üyelikten defalarca atıldım.

Birbirimizi kandırmayalım, dürüst ve mert ol Alpi!!!!!!!!!

Muhterem peder den kast ettiğin benim. Bunun ne anlama geldiğini ben biliyorum tek kelime ile aşağılama....

Beni aşağılayabileceksen bu tür kurnazlıklara girme Alpi.

Sanıyorum bu sayfalarında belki üyelere ait özel mesaj bölümleri vardır yada diğer sitede adımın ROMAN olduğunu biliyorsun orada yazabilirsin, nasıl olsa o site bu tür aşağılamaları büyük bir sevgi ile kabul edip seni desteklerler.

Lakin burada bu tür şeyleri yazman ayıptır...

Muhterem PEDER bunu sen bir kaç yıldır kullanmaktasın ve o kişi benim., peder bir hıristiyan din alimin ismidir. Emin ol bir Hıristiyan din alimi olsa idim, (ki onlar bu terimi kullanmazlar bunu yalnızca Anadoloya son 150 yıldır yerleşmiş devşirme döndürme azınlık ırkçı faşist tayfa kullanır.) hiç bir şekilde rahatsızlık duymazdım.

Bir başka anlamı PEDER çocukları onlara döl veren babaları için kullanır ve baba anlamına gelir...

Önce saygı Alpi!!!








Tarih: 29 Ksm Çrş , 2006 22:29

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Galvani;

Eskiden " Muhterem Peder " sana hitap eden Bir söylemdi..

Burada Öyle degil..
ama yine de Alinganligini hakli buluyorum.

Ve Özür diliyorum senden..Her ne kadar seni hedef alarak yazilmamis"sa da..

Hoscakal


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 30 Ksm Prş , 2006 7:30

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Teşekkür ederim Alpi.




Selamlar...







El-veda AB !..
ÖZGÜR-MEYDAN Forum Ana Sayfası -&gt ÖZGÜR MEYDAN
Bu forumda yeni konular açamazsınız
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız
Tüm saatler GMT +2 Saat
2. sayfa (Toplam 2 sayfa) Sayfa Önceki 1, 2


Hepsi1 Günlük7 Günlük2 Haftalık1 Aylık3 Aylık6 Aylık1 Yıllık eskiden-yeniyeyeniden-eskiye Bir Forum Seçin ÖZGÜR-MEYDAN----------------ÖZGÜR MEYDAN GELİŞMELER / HABERLER----------------YURTTAN VE DÜNYADANEKONOMi VE iŞ DÜNYASITEKNiK ALANDA GELiŞMELER YAŞAMIN İÇİNDEN----------------MiSTiK DÜNYAMIZFELSEFEPOLiTiKAPSİKO DÜNYAMIZKADIN / ERKEK & AŞK ve SEVGİ İNCELEME / ARAŞTIRMA / MAKALE----------------İNCELEME / ARAŞTIRMA / MAKALE SANAT KÜLTÜR----------------SANAT & KÜLTÜR ÜZERİNEKiTAP VE DERGiDUYGU TÜNELi & FANTEZiKENDİMİZE AiT SİİR"LERKENDİMİZE AİT GÜZEL SÖZLERŞAİRLERİMİZDEN SEÇME ŞİİRLER SOHBET ODASI----------------SOHBET ODASIKUTLAMA FORUMLA iLGiLi DUYURU ve iSTEKLER----------------KURALLARFORUMLA iLGiLi iSTEK VE ÖNERiLERiNiZ/SORUN VE PROBLEMLERiNiZFORUMLA iLGiLi DUYURULAR HOŞ GELİPDE ELİ BOŞ GELENLERiN BÖLÜMÜ/SELAMLAMA!----------------HOŞ GELİPDE ELİ BOŞ GELENLERiN BÖLÜMÜ :-))TEST YAPMA YERiNiZ/AYNA AYNA GÜZEL AYNA! )-:TURŞU FIÇISI:-(----------------TURŞU FIÇISI GÜZEL SiTELER VE LiNKLER----------------GÜZEL SiTELER VE LiNKLER








Türkçe Çeviri : Onur Turgay & Erdem Çorapçıoğlu








ÖZGÜR-MEYDAN Forum Ana Sayfası -&gt ÖZGÜR MEYDAN -&gt El-veda AB !.. Sayfa Önceki 1, 2
Önceki başlık :: Sonraki başlık

Tarih: 19 Ksm Pzr , 2006 14:50

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






İndik Rum"da kışladık, çok hayır şer işledik
Beri gel barışalım, yad isen bilişelim
Atımız eğerlendi estik elhamdulillah


İndik Rum"da kışladık, çok hayır şer işledik

Dirildik pınar olduk, irkildik ırmak olduk
Artık denize dolduk, taştık elhamdulillah

İndik Rum"da kışladık, çok hayır şer işledik
Uş bahar geldi geri göçtük elhamdulillah

Taptuğun tapusuna, kul olduk kapusuna
Ezelden miskin çiğ idik, piştik elhamdulillah

İndik Rum"da kışladık, çok hayır şer işledik
Uş bahar geldi geri göçtük elhamdulillah


İndik Rum"da kışladık, çok hayır şer işledik

Yunus EMRE


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 19 Ksm Pzr , 2006 16:31

deno



Kayıt: 07 May 2005
Mesajlar: 209







Sevgili Galvanı,

Güzel bir çalışma yapmışsın, emeğine sağlık...

Daha öncede belirttiğim gibi, kendi görüş ve düşüncelerini destekleyen alıntılara bir diyeceğimiz yoktur. Bunu bizlerde yapmaktayız... Ancak, hiç bir görüş belirtmeden, başka siteleri buralara taşımak bizim prensiplerimize aykırı düşmekte... Yakında bu konuda bir temizlik yapılacak zaten... Asmış olduğun S. Laçiner imzalı yazı bu kategoriye girmiyor. Senin çalışmalarını destekleyen ve hatta ondan yararlanmış olduğun bir alıntı... Bu tür çalışmalarında gönlün rahat olsun...

Avrupa-Türkiye ilişkilerinin gündemde olması, bu konuda tartışmaların sürdürülmesi en azından bizim için sağlıklı olacaktır... Bu bağlamda insan hakları, azınlıklar, ceza kanunları vs. de birlikte tartışılmakta... Yeni kanunlar çıkarlımakta, ileriye doğru adım atma çabaları sürdürülmektedir... En azından böyle bir kazancımız vardır...

Türk toplumu zaten, Orta Asya"dan çıktığından beri, tanıştığı her kültürün etkisi altında kalmıştır. Güneye inmişler İslamiyetin etkisi altında kalmışlar, biraz kuzeye çıkmışlar, Farsların etkisi altında kalmışlar, Avrupa ile tanışmışlar onların etkisi altında kalmışlar... İşin kötü tarafı da, her tanıştıkları kültürün en iyi temsilcileri olma çabalarını sürdürmüşler... Tabi tüm bu ilişki ve etkilenmeler önceleri saray, daha sonra da devlet bazında kalmış ve yukardan aşağıya topluma aşılanma çabaları sürdürülmüştür. Bugün Türkeye"de Avrupa karşıtı bir hareket varsa, nedenleri de burada araştırılmalıdır. Ancak, toplumun düşüncesi ne geçmişte önemli idi, nede günümüzde. Türk toplumu nasıl olsa, devletin gösterdiği yönde hareket edecektir... Onun gösterdiği yola sapacaktır. Aksi halde, ordu bu işi halleder... Türk toplumuda kendisine silah çeken ordusunu alkışlar...

Türk toplumunun Avrupa"dan ne kadar uzak olduğunun örnekleri çoğaltılabilir. Oysa, işin püf noktası burada yatmaktadır. Türk toplumu ne kadar hazırdır Avrupa"ya?.. Azınlıklara verilen hakları, bu toplum ne kadar hazmedecek, bir zamanların gururu, büyük türklüğün simgesi Kıbrıs"tan çekilmeyi bu toplum nasıl karşılayacak, şimdiye kadar birlikte yatıp-kalktığı ordunun yetkilerinin daraltılması, sivil topluma doğru yol alınmasını bu kültür nasıl kaldıracak?... Evet, türk kapitali ve onun simgesi devleti AT üyesi olabilme çabalarını sürdürürken, toplumun geri plana atılması, zaten çarpık gelişmekte olan Türkiye"nin, bu çarpıklıklara bir yenisini eklemesi, bize ancak konuların tartışılması açısından yararlı olacaktır... Belki bu şekilde "insan haklarına" saygıyı öğrenmiş olacağız... Toplum olarak belki de "bir adım ileri gitme" şansımız olacak...

Sevgi ve saygılar...


_________________
<a href="redirect.jsp?url=http://camdali.ca.funpic.de/camdali_galeri.html" target="_blank">http://camdali.ca.funpic.de/camdali_galeri.html</a>





Sevgili Alpi
Tarih: 19 Ksm Pzr , 2006 16:42

Revolte
Site Admin


Kayıt: 07 May 2005
Mesajlar: 398
Nerden: Deutschland/Köln






Sevgili Alpi
Ne ilgisi var şimdi tartışılan bu konuyla uyuşmayan bu şiirin (ben burada bu konuyla ilgili) bağlantısını bir türlü çözemedim
biraz abzürt değilmi sence?

Sevgiyle/®evolte & ®evolution


_________________
Dünya bir başka dönüyor
<a href="redirect.jsp?url=http://www.özgür-meydan.com" target="_blank">http://www.özgür-meydan.com</a> `da








Tarih: 19 Ksm Pzr , 2006 21:18

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Tekrar Merhaba Alpi!!!

Okuduklarının büyük bir kısmı ilk olduğu için yazının ne ruhunu nede muhtevasını kavrayamamışsın. Yazının çok geniş bir perspektiften derinlemesine, çok uzun bir tarihi ve oluşumunun incelemesini yeterince anlayamadığın gibi (ki anlayabilme şansın şu an için yeterince bulunmamakta, çünkü bu tür yazılar ile bu güne kadar hiç karşılaşmadan, varmıdır diye merakta etmediğin gibi, anladığını savunmakta, tam benim görüşlerimdir demektesin, pes doğrusu.) anlayabilmek için ilk önce şartlandığın ve yetersiz bilgilenmelerinin tek doğru olduğunun saplantısından kurtulabilmen gerekir. İlk önce yapman gereken her ne kadar seni bir Türk milliyetçisi olarak tanımışta olsam da özünde bir Arap milliyetçisi gibi hal ve hareketlerin bulunmakta. ( milliyetçiliğin her türlüsü kötüdür.) Yazının ruhunu Deno iyi yakalamış, beni hiç şaşırtmadı Deno nun kavraması, bu tür yazıları kavrayabilmek için insan ilk önce Milliyetçilikten ve Irkçılıktan kopmuş olması gerekir.

Sorduğum soruların ekonomik boyutlu olanlarının hiç birine verebileceğin bir cevabın bulunmamakta gibi olsa idi bir kaç kere tekrarlamama rağmen bir tanesine olsun bir cevap verirdin. Ve büyük bir hız ile Bosna’ya sıçrayıp batının nasıl ırkçı olduğunu ve nasıl katliam yaptığını açıklamaya çalışmanda büyük bir sürrealist sanat eseri!!! Konu Bosna değil ama kısacacık yazayım. Sırp Milliyetçi ve Irkçı kesiminden hem Bosnalıları, hem Hırvatları, hem oluşabilecek Slovak katliamlarını benim bildiğim kadarı ile Nato durdurabilmiş, Sırp devlet başkanını Hollanda’da savaş suçlusu olarak ta yargılamıştır. Bu savaşa Alman hava kuvvetleri ikinci dünya savaşından bu yana ilk defa bir savaşa fiili olarak ta katılmıştır vs. Her halde İranlılar yada diğer Arap alemi gelip bu savaşı durdurmadılar. Yada Yugoslavya’nın ırkçı ve milliyetçi olan kesimi yeter artık deyip vazgeçmediler bu pis savaştan.

Senin Arabi İslam kaynaklı olan Batı ve Hıristiyan ve Avrupa düşmanlığın Türk İslam yorumuna terstir, Anadolu İslami yaşam biçiminde hiç bir zaman yeri de olmamıştır ve yoktur. Ve eklemişsin Türkiye yada sana göre Türkiye’nin Türk kesimi aslına dönecektir ve çok büyük olacaktır, batıya, Hıristiyanlara hiç bir zaman ihtiyacı olmayacaktır ve gösterecektir onlara gününü vs. Ben eminim senin de cebinde bir Avrupa pasaportu taşıdığından Alpi!!! Ve yakın çevreninde yandaşlarının büyük bir kısmının (belkide yol arkadaşlarının Avrupa ülkelerinde yaşayanlarının hepsinin cebinde birer Avrupa pasaportu taşıdıklarını tahmin etmek güç değildir.) Osmanlı hiç bir zaman tek uluslu olmadı, tek dinli olmadı, ne yönetiminde, ne yönetil inende. Osmanlının her iki tarafında Hıristiyan’ı da, Yahudi’si de, Müsilmanı da ve bu dinlere bağlı olan değişik mezheplerde bulunmaktaydı ve birbirlerine tahammüllü yaşamaktaydı, her ne kadar bazı ayrımcılıklar bulunsa da bile bir arada aynı coğrafyada yaşadılar. Ve bu coğrafyanın bir kısmı Avrupa’nın içinde bulunmaktaydı, kısa bir süreyle değil yüzyılları kapsayan bir süre ile. Bu tılsım 1915 ve 1955 yıllarında zedelendi. Sedat Laçiner den aktardığım yazının ruhu aslında Türklerin ve Türkiye’nin her dönem Avrupalı ve Avrupa’nın içinde yer aldığıdır. Kısaca biz ve onlar ayrımının önüne geçmeye çalışan bir yazıdır. Osmanlı her ne kadar din muhtevalı görünse de bir dünya devletiydi, dünyevi işler ve ilişkileri din ile ayrı tutabildi ve başarılıda oldu. Senin ısrarla savunmaya çalıştığın bir gelenekten değildir Osmanlı. Senin savunduğun gelenek İtti haki terakki geleneğidir. Batılı Hıristiyan kesiminin hepsi senin savunduğun gibi de değildirler. Elbet içlerinde büyük bir kısmına Partiler bazında yandaşlarının da üye olduğu adları Hıristiyan bilmem ne olan partiler bile olmasına rağmen üye oldukları bu tür partilerin içinde bulunan mebusların hepsi değil bir kısmının Türkiye’nin AB ye üye olmasının karşısında olanları vardır. Fakat, nasıl ki tek bir İslam yorumu bulunmuyorsa tek bir Hıristiyan dünyası da bulunmuyor. Katoliklerin, Ortodoksların bir kısmı, Protestanların büyük bir kısmı Türkiye’nin AB ye üye olmasına asla karşı değildirler. Nasıl ki Türkiye Müsilman larının belirli bir bölümünün Hıristiyanlar ile bir arada yaşamaktan bir sıkıntıları olmadığı gibi. Sorunun özü senin yaptığın gibi dinler ayrılıkları değildir, dinler iyi değerlendirilirse birleştiricidirler de. Dinler ile politikaları ve diplomasileri birbirine karıştırmamak gerekir, zaten bunun örneği AKP örneğinde yeterince vardır. AB hem bir uyumlar (insan hakları, demokrasi, barış, ekonomi, evrensel hukuk, demokratik haklar vs) hem de farklılıklar(dil,din, milliyet, birey farklılığı, cinsiyet, azınlıklar vs yaşam ve eşit yaşam haklarını yaratmak ve korumak.) bütünlüğünün oluşturulabilme çabasıdır. dönemini tamamlayan değil, sürekli kendisini yenileyen ve geliştiren bir yapıdır.

Senin halen AB ye neden karşı çıktığını ben anlamadım. Doğaldır bir insanın bir şeye karşı olması benim fikirlere ve fikir özgürlüğüne saygım vardır. Lakin bir türlü nedenini anlamış değilim. Türkiye’de AB sayesinde çıkan yasalara karşı değilsin ama toplum buna hazır değil diyebilmektesin hangi toplumdur bahsettiğin kesim??? Ben insanın mutluğundan ve özgürlüğünden yana olabilen bir insanın bu tür bir cümle kullanabileceğine inanmam. Hani ironi olarak yazayım lütfen yanlış anlama, bir insan evrensel hukuka karşı çıkabiliyorsa Hukuk ile sorunları vardır diye düşünmeden edemiyorum.

Sedat Laçinerin senin durumun ile ilgili çok güzel bir yazısı daha bulunmakta, belki bir yararı olur diğer okuyuculara diye, Özgür gündemcilerin iyi niyetine güvenerek aktarıyorum. Okunduktan sonra silmekte özgürdürler. Şimdiden teşekkürlerimi sunarım.



Türkiye"nin Üyeliği"nin AB-İslam Dünyası İlişkilerine Olası Etkileri

Dr. Sedat LAÇİNER

Şüphesiz Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinin en önemli etkilerinde biri AB-İslam dünyası ilişkilerinde yaşanacaktır. Suriye’den, İran’a, Suudi Arabistan’dan Mısır’a, Malezya’dan Arnavutluk’a kadar neredeyse tüm Müslüman ülkeler ile olan ilişkilerini son 15 yılda ciddi oranda geliştiren ve bu anlamda çok ender ülkelerden biri olan Türkiye, Irak Savaşı’nda izlemiş olduğu politikalarla da saygınlığını pekiştirmiştir. Suriye Başbakanı’nın Türkiye’nin Irak Savaşı’ndaki politikalarını ‘bilgece tavır’ olarak nitelendirmesi bölgesel memnuniyeti ifade etmektedir. Kendisine çeşitli çevrelerce toprak (Kuzey Irak) vaad edilmesine ve ABD yönetimince ciddi miktarda yardım (30 milyar dolar) önerilmesine karşın Türkiye’nin bu tekliflerden bağımsız olarak hareket etmesi, kendi ulusal çıkarlarıyla çeliştiği anlarda dahi Irak’ın güvenliği ve bölgesel istikrarı savunması hem bölge ülkeleri hem de diğer Müslüman ülkelerce takdirle karşılanmıştır. Özetle Türkiye bölgede uzunca süre sessizliğini bozmuş ve bölgenin etkili üyelerinden biri haline gelmiştir. Bölgenin Osmanlı geçmişi de dikkate alındığında Türkiye’nin İslam dünyasındaki ağırlığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
İkinci olarak Türkler İslam dünyası içinde önemli İslam anlayışlarından bir tanesini temsil etmişlerdir. Bu anlayışın oluşmasında Cumhuriyet Türkiye’sinin rolü reddedilemezse de farklılık Osmanlı, hatta Selçuklu dönemlerinde de mevcuttur. ‘Türk İslam’ı [1] Türklerin Orta Asya’dan ve yaşadıkları çevreden gelen özelliklerinin de etkisiyle İran ve Arap İslam anlayışından ayrılmış, daha liberal ve höşgörülü bir anlayışı temsil etmiştir. Zamanla İslam dünyasındaki en güçlü devlet halini alan Osmanlı devleti tüm farklı yorumlara yakın olmak zorunda kalmış ve bu da hoşgörü yönünü kuvvetlendirmiştir. 19. yüzyıla gelindiğinde İslam dünyası ile modernite arasındaki ‘çarpışmayı’ en şiddetli yaşayan Müslüman devlet de Osmanlı Devleti olmuştur. Diğer Müslüman kavimlerin devletlerinin olmaması veya tam anlamıyla bağımsız olmamaları nedeniyle Osmanlı Devleti’nde siyaset-din ilişkisi diğer Müslüman ülkelerden farklı gelişmiştir. Osmanlı Devleti aydınları geri kalmışlıkları ile din arasındaki bağı, modernite-din uyumunu, İslam’ın modern yaşamın gerekleri ile ilişkisini, demokrasi-din bağlantısını, çok kültürlülüğü çok daha önceleri tartışmak zorunda kalmışlardır. Örneğin parlamenter düzenin Müslüman bir ülkede modern anlamda ilk uygulamasını Osmanlılar yaşamışlardır. Demokrasi, parlamento, seçim, yasama vb. kavramları modern anlamda Müslüman dünyanın tartışmasına açanlar Osmanlılar olmuşlardır. Din dışı kaynaklar ile otoritenin sınırlandırılması da geniş anlamda ilk ciddi örneklerini Osmanlı Devleti’nde görmüştür. Sonuç olarak modernite-İslam ve dinin demokratik sisteme entegrasyonu konusunda ilk deneyimleri en sancılı şekliyle yaşayan İstanbul (Türk) yaklaşımı ciğer İslam coğrafyalarından ayrılmıştır. Sömürge yönetimi altında olmaması nedeniyle geri kalmışlığın nedenlerini dış güçlere bağlayamayan ve nispeten daha fazla eleştirel olabilen Türk İslam anlayışı bu anlamda daha üretken de olmuştur denebilir. Özellikle 19. ve 20. yüzyılda İslam coğrafyasının neredeyse tamamına yakını sömürge durumunda olmuştur. Bu bölgelerde geri kalmışlık ile işgalci Batılı güçlere karşı tepki adeta birleşmiş ve Batı karşıtlığı ile sorunların çözümü birleştirilmeye çalışılmıştır. Sömürge dönemlerinde kendi aydınlarını ve idarecilerini yetiştirmekte zorlanan, devlet deneyimleri kuvvetli olamadığı için din-siyaset, din-modernite uyumunu sağlamada deneyimleri gelişmeyen bu ülkelerde İslam siyaseti, siyaset de İslam’ı radikalleştiren bir işlev görmüştür. Böylece Türk yaklaşımının tam tersine bir yandan İslam’ın modernite ile bir arada yaşaması engellenmiş ve sorunlar adeta dondurulmuş, diğer taraftan tepkisel, radikal ve şiddet eğilimi yüksek akımlar ön plana çıkmıştır. Gerçek anlamda uluslaşmasını tamamlayamayan bir çok Müslüman ülkede dini motifler ulus oluşumda kullanılmış, daha çok dinin savaş ve çatışmaya dönük yönleri teşvik edilmiştir. Örneğin Kuzey Afrika ve Hindistan alt kıtasında İslami mücadeleler ile ulusal mücadeleleri ayırabilmek oldukça güçtür. Dolayısıyla siyasi hedefler için mi din kullanılmakta, yoksa eylemler dinin emirleri gereği mi yapılmakta anlayabilmek oldukça güçtür. Oysa Türk Kurtuluş Savaşı’nda dini öğeler olmasına ve din önemli bir motivasyon kaynağı olmasına karşın savaş bir ülkenin kurtarılması için verilmiş, Türk tarafı kendisini öncelikle Türk ordusu olarak tanımlamıştır. Türk Kurtuluş Savaşı’nda din adamları da yer almış, diğer Müslüman halklardan yardım da alınmış, savaşmanın dinen sevap olduğu yönünde fetvalar da alınmıştır. Fakat savaş öncelikle dünyevi bir savaş olmuştur. Dünyevi tüm gruplar (sol, laik, liberal vb.) dini gruplar ile bir arada savaşmış ve savaşı sadece bir dini mücadele olarak görmemişlerdir. Ayrıca savaşı bir tür intikam aracı olarak da görmemişlerdir. Onlar işgal altındaki ülkelerini kurtarma saikiyle hareket ederken içine düştükleri durumun en önemli nedeninin kendilerinden kaynaklandığının da ağa bilincinde olmuşlardır. Bu nedenledir ki savaşın hemen akabinde girişilen reform hareketleriyle ulusla güç arttırılmaya çalışılmış, birkaç yıl önce savaşılan işgalciler ile anlaşmalar sağlanarak ilişkiler hasım ilişkisinde normal uluslararası ilişkiler seviyesine taşınmıştır.
Belirtilmesi gereken bir diğer özellik ise Türklerin yüzyıllar boyunca Batı dünyasına en yakın Müslüman halk olmasıdır. Özellikle Osmanlı ve sonrasında Batı ile en yoğun ilişkileri kuran Türkler genelde iki eşit olarak ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Oysa diğer Müslüman coğrafyada ilişkiler ya tek taraflı gerçekleşmiş (Batı’nın üstünlüğü), ya da ilişki olması gereken yoğunlukta olmamıştır.
Yukarıda çizilen tablo ne yazık ki 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da değişmemiştir. Türkiye 1923’de kurulan Cumhuriyet rejimi ile birlikte dinde ve siyasette reform hareketlerini hızlandırmış, buna karşın İslam coğrafyasının geri kalanı bu fırsatı yakalayamamıştır. Çünkü Türkiye ve kısmen İran dışındaki İslam coğrafyası işgal altındadır, sömürgedir, ya da çok ağır bir, nüfuz altındadır. Tüm bunlara ek olarak iç çekişmeler, iktisadi sorunlar da yenilenme, rönesans gibi girişimleri zorlaştırmaktadır. Soğuk Savaş ortamında çok sayıda Müslüman halk bağımsızlığını kazanmışsa da bu ülkelerdeki sorunlar çözülemedi ve dinin tepkisel ve radikal yönleri törpülenmek yerine siyasi güdülerle kuvvetlendirildi. Fakat asıl dramatik etkiyi İsrail sorunun yaptığı söylenebilir. Arap nüfusun ortasına toprak satın alınarak ve silah zoruyla kurulan İsrail devleti Araplar’ın içinde adım adım büyüdü. Bu büyüme sürekli savaş haliyle oldu ve İsrail bu büyümesinde ABD, SSCB ve Avrupa’dan yardım gördü, ya da bu izlenim Müslüman dünyasına verildi. Sonuç olarak İsrail’in büyümesine karşı koyamayan, henüz uluslaşma sürecini tamamlayamamış çok sayıda Arap ülkesinde İsrail-Filistin sorunu en önemli birleştirici halini aldı ve siyasi kadrolar da bunun farkında olarak İsrail karşıtlığını ve dini dayanışmayı uluslaşmanın temeline yerleştirdiler. Oysa ki Filistinliler arasında çok sayıda Hıristiyan da vardır ve İsrail’in bunlara karşı tutumu da çok farklı değildir. 1990’lara kadar İsrail sorunu hızla büyüdü ve insan hakları ihlalleri sokakta adamın dahi görebileceği bir hal aldı. Buna karşın uluslar arası hukukun İsrail için çok da geçerli olmadığı izlenimi Müslüman dünyada yayılmaya başlandı. BM kararları ezici çoğunluğa karşın ABD tarafından veto edildikçe Müslüman halklar arasındaki adaletsizlik ve mağduriyet hisleri daha da kuvvetlendi. Sonuçta ABD ve İsrail ile mücadele edecek gücü kendisinde göremeyen genç nesiller Batı’nın çifte standart ile hareket ettiği, hukuku sadece kendisi için kullandığı ve Müslümanlar’ı kendisinden saymadığını kesin bir şekilde anladılar. Bu gerçek miydi, yoksa yanılgı mıydı? Bu önemli değildi. Bu insanların dünyaya bakışı buydu ve ne yazık ki Batılı ülkeler de bu algılamanın gelişimini görmezden geldiler, umursamadılar. Diğer bölümlerde değinilen Çeçenistan, Kosova, Bosna olayları da eklendiğinde uluslaşma sürecini tamamlayamamış ve yeterli olgunluğa ulaşmak için gerekli zaman, enerji ve kaynağa ulaşamamış Müslüman ülkelerdeki tepkisellik daha da arttı. Tüm bu etkenlere bir de Batılı ülkeler adına hareket eden bazı kişilerin Müslüman ülkelerde reel politiğin sonucu olarak çifte standart uygulamaları da eklenmelidir. Doğal kaynakların Batı’ya taşınması veya Batı’dan nihai ürünlerin bu ülkelere satılması için yerli yönetimler ile gerçekleştirilen işbirlikleri çoğu zaman halkın aleyhine gerçekleşti ve demokrasi, liberalizm en çok korunan değerler olmadı. Bu da Müslüman ülkelerdeki Batı karşıtlığını, şiddeti, tepkiselliği daha da arttırdı. Buna karşın 20 yüzyıl boyunca Cumhuriyet döneminde Batı ile irili ufaklı bir çok sorun (Kıbrıs sorunu gibi) yaşamasına karşın Türkiye Batı bloğunun ekonomik, siyasi ve askeri anlamda üyesi oldu. NATO üyeliği, OECD, Avrupa Konseyi üyeliği, AB ortak üyeliği bunun en önemli kanıtıdır. Türkiye Soğuk Savaş boyunca neredeyse tüm Avrupa kurumlarına üye olmuş, AB’ye tam üyelik için ise güçlü bir irade ortaya koymuştur. Üstelik Avrupa ve genel olarak Batı ile yaşadığı sorunlarda Türkiye diğer Müslüman ülkelere kıyasla herhangi bir ezilmişlik hissine kapılmadı. Zaman zaman kendisine çifte standart ile ve haksız bir şekilde davranıldığını düşünse de Türk hükümetleri ve Türkiye kamuoyu genelde Batı ile ilişkilerinde kendi gücü ile başarılı olabileceğine, haklarını savunabileceğine inanmıştır. Bu açıdan bakıldığında örneğin Filistin’de yaşanan ümitsizlik ve çaresizliğe benzer bir ruh haline Türkiye kamuoyu hiçbir dönemde sahip olmamıştır. Örneğin Yunanistan ile ilişkilerinde geçmişte Avrupa ülkeleri daha çok Yunan tarafını tuttuğunu düşünmüş olmasına karşın Türkiye ne AB üyeliğinden vaz geçmiştir, ne de bu konuda kendisini güçsüz hissetmiştir. Örneğin Kıbrıs konusunda bazı AET üyelerinin tersi yöndeki tavırlarına ve tepkilerine, ABD Kongresi’nin açıkça Türkiye’yi tehdit etmesine karşın Türkiye Kıbrıs politikasını uygulamış ve bunda başarılı olabilmiştir. Diğer bir deyişle Türkiye tüm sorunlarına karşın kendisini Batı’nın dışında görmemiş, Batı’yı farklı bir medeniyet, karşıt gruplaşma olarak algılamamıştır. Dahası Türkiye Batılı ülkeler ile hukuki ve siyasi anlamda eşit bir ilişki geliştirmiştir. Tüm bunların sonucu olarak İslam dünyasının önemli bir kesiminde hakim olan mağduriyet ve zayıflık hissi Türkiye’de güçlenememiştir. Sonuç olarak Türkiye Müslümanları mağduriyetlerinin sonucu olarak dini bir tepki aracı olarak görmemişlerdir. Yani din bir silah haline gelmemiştir. Batı ile ilişkilerde din farkından çok çıkar farkları üzerinde durulmuştur.
Türk İslam’ının bir diğer özelliği ise dünyeviliği olmuştur. Dinin en ağır şekliyle yönetimde etkisini gösterdiği dönemlerde dahi hayatı ve siyaseti belirleyen tek unsur dini referanslar olmamıştır. Dünyevi ihtiyaçlar ve dünyevi iktidar kaynakları en az dini referanslar kadar Selçuklu, Osmanlı ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nde etkili olmuştur. Bunun tarihsel ve kültürel çok sayıda nedeni vardır ve bu çalışmanın sınırlarını aşacak kapsamda analizler gerektirmektedir. Fakat bu noktada kaydedilmesi gereken en önemli etken Türklerin yönetici sınıf olmaları ve dünyevi sorunlarla en sıcak haliyle karşılaşmış olmalarıdır. Başka bir deyişle çok sayıda dini, etnik, sosyal ve ekonomik grubu, çok geniş ve zaman zaman zor bir coğrafyada ahenk içinde bir arada yaşatmak durumunda olan yönetim pratik sorunları geliştirmek zorunda kalmış ve daha fazla pragmatik davranmaya kendisini mecbur hissetmiştir. Yüzlerce yıl boyunca yönetici sınıf olan ve askerlik ile uğraşan Türk gruplarda pragmatik ve pratik düşüncenin gelişmesi din anlayışına da yansımıştır. Bunun sonucu olarak kitleler hayatın ihtiyaçları ile dinin emirleri arasında bir orta yol geliştirmiştir. Zaman zaman dini emirler ile çelişse de bu anlayışın en önemli avantajı serbest düşünce ve diğerinin var olma hakkına saygıyı içinde barındırıyor olmasıdır.
Pratik ve pragmatik düşünce şeklinin gelişmesinde önemli bir etken ise Türklerin göçebe kökenleri ile eski dönemlerde yaşam şekillerinin de etkisiyle Türk toplumunda çok köklü radikal felsefi akımların diğer bazı Müslüman toplumlar ile kıyaslandığında güçlenememesi olmuştur. Bu sayede dinin nasları ve ilkeleri konusundaki ayrılıklar köklü felsefi ekollerce kitleselleştirilememiştir. Oysa ki İran ve Arap coğrafyasında güçlü olan felsefi gruplar aslında İslam ile çok da ilgisi olmamasına rağmen aralarındaki düşünsel farkı dine mal etmişler ve farklılıklar bölünme vesilesi haline gelmiştir.
Tüm bu etkenlerin sonucu olarak dinin kutsiyeti gerek kitleler, gerekse yöneticiler tarafından kabul edilmiş, hatta devletin en önemli misyonu olarak bazı dini ilkeler resmi söylemin en önemli parçası haline gelmiş, fakat dünyevi hayat ile dini hayat arasındaki sınır korunmuştur. Dinin hayatı şekillendirmesinde akıl ile dogmatik kurallar arasındaki ilişki muhafaza edilmeye çalışılmıştır. Bu durum dini açıdan ve seküler cepheden bakanlar için ideal bir toplum düzenini yansıtmasa da en azından farklı görüşlerin birbirini yok etmesini engellemiş ve farklılıkların yok etme gerekçesi olmasını engellemiştir. Yönetim dini akımlar siyasileşmedikçe onları serbest bırakmış, dini gruplar ise ortamın etkisi ile şiddet ve radikalleşme ihtiyacını bazı istisnalar dışında fazlaca hissetmemiş, devleti ve mevcut düzeni sahiplenen bir tavrı benimsemiştir.
Türkiye Müslümanları’nın bir diğer özelliği ise Hıristiyanlığı Avrupalılar ile, Yahudiliği ise İsrail ile özdeşleştirmemeleridir. Çünkü Türkler bu dinden gelen kişiler ile yüzlerce yıl bir arada yaşamışlardır ve bu dönemin tamamına yakın kısmında yönetici konumunda olmuşlardır. Sonuç olarak bugünün Türkiye’sinden bakıldığında İsrail’in hataları Museviliğe, Avrupa veya Amerika’nın hataları da Hrıstiyanlığa yüklenemez.
Türk İslam’ının bir diğer ayırıcı yönü ise toplumdaki din adamlarının ağırlığı ile ilgilidir. Geniş kitleler dinin kutsal olduğunu ve dini mevzuların günlük hayatın tartışmaları içinde ‘kirletilmemesi’ gerektiğini düşünürler. Bu yaklaşım en ideal örnekleri dikkate alınırsa dinin tamamen hayatın dışına çıkarılması anlamını taşımaz. Aksine dini kurallar toplum tarafından benimseniyorsa uygulama bulur. Ancak din sürekli olarak günlük tartışmalarda taraf haline getirilmemelidir. Din adamları kendi aralarında konuları tartışmalı, bir mutabakata varmalı ve toplumda ortak kanaatlerini uygun yerlerde halka aktarmalıdırlar. Özellikle siyaset alanında ise bu konular fazlaca ele alınmamalıdır. Örneğin camii ile siyaset karıştırılmamalıdır. Siyasete şüphe ile yaklaşıldığından dinin siyasete, siyasetin dine bulaştırılması nispeten daha muhafazakar kesimlerde dahi tepki ile karşılanmıştır. Bu tablonun doğal bir sonucu olarak Türk geleneğinde din adamları siyasetten uzak durmuşlardır. Bir çok din adamı dini görevlerini siyasetin üstünde görmüş, siyasete girme gereğini dahi duymamıştır. Oysa ki Arap ve Şia geleneğinde din ile siyaset daha çok iç içe geçmiştir. Çok sayıda din adamı aynı zamanda siyaset adamıdır. Bir çok dini lider aynı zamanda siyasi lider konumundadır. Siyasi ayrışmalarda dini yorumlardaki farklılaşma büyük bir rol oynar. Özellikle Şia’da camii ile siyaset arasındaki ayırım neredeyse tamamen ortradan kalkmış ve camii bir tür miting alanına dönüşmüştür. Sonuçta siyasi farklılaşmalara dini yorumdaki farklılaşmalar girince gruplaşmalar bloklaşmaya dönüşür ve şiddete uygun bir ortam ortaya çıkmaktadır. Bugün Filistin, Lübnan, İran, Irak gibi ülkelerdeki silahlı siyasi grupların önemli bir kısmı aynı zamanda dini bir grup olduklarını da iddia etmektedirler.
Türk İslam yaklaşımının bir diğer özelliği ise yapay olmamasıdır. İran İslam Devrimi ya da Vahabi anlayışları belli oranlarda İran Şia yorumunu veya ikincisinde Arap İslam yorumunu barındırsa da bir yönüyle yapay, belli grup ve kişilerce şekillendirilmiş anlayışlardır. Toplumsal ihtiyaçlar bu ve buna benzer hareketlerde mutlaka etkili olmuştur. Ancak hareket gerek İran’da, gerekse Suudi Arabistan’da belli bir siyasi-dini grup tarafından sürüklenmiştir. Benzeri durumları Mısır, Cezayir, Afganistan gibi Müslüman ülkelerde de görmek mümkündür. Nispeten dar ve belli bir dönemin konjönktürel aktörleri tarafından iktidara getirilen yaklaşımlar güçle iktidara geldikleri için diğerlerine fazla bir yaşama şansı vermemekte, alternatif gruplar ya şiddet yoluyla iktidarı etkilemeye/değiştirmeye çalışmakta, ya da belli bir süre için yeraltına çekilmektedir. Oysa ki Türkiye’de günümüzde gözlenen ve diğer coğrafyalardan ayrılan İslam yorumu kolektif bir tecrübenin ürünüdür. Hiçbir tarihçi veya sosyolog Türkiye İslamı’nı tek bir partiye, siyasi veya dini gruba bağlayamaz. ‘Türk İslamı’ olarak adlandırılan yaklaşım bir kurgu değildir, bir evrimin sonucunda gelişmiştir. İktidara veya yaşamın diğer alanlarına şiddetle girmemiştir. Bu nedenle şiddet kullanarak kendisini savunmamıştır, savunmamaktadır. Bu anlamda pasifist olmakla, iktidara eklemlenmekle suçlandığı dahi olmuştur. Eleştirilecek yönleri çok olmakla birlikte istikrar sağlayıcı olduğu ve yeni şartlara uyumu açıktır. Ne kadar devrim, çatışma, sosyal ve iktisadi kriz yaşanırsa yaşansın gerekli esnekliği gösterebilmekte, olağanüstü durumların ardından kendi tabiatı içinde, kendine özgü ve çoğu kez mevcut kavram ve yöntemler ile açıklanamayacak şekilde yenilenmektedir.
Elbette sözü edilen dönem yüzlerce yıllık bir periyottur ve bu dönem içinde çok sayıda istisna gerçekleşmiştir. Bizim yukarıda saydığımız özellikle dikkat çeken genel karakteristik yönlerdir. Bu anlamda bu özellikler değerlendirilirken dikkatli olunmalıdır. Fakat tüm tehlikesine rağmen ‘cesur’ bir girişimle yukarıdaki tartışmanın ışığında Türk İslam anlayışını şu şekilde özetleyebiliriz:



- Türk İslamı tepkisel bir ortamda gelişmemiştir,
- Türk İslam anlayışında batı’ya karşı özgüven dikkat çekicidir,
- Türk İslam anlayışı daha fazla eleştireldir. Sorunların kaynağında kendi eksikliklerini görebilme özelliği dikkat çekicidir,
- Türk İslamı dini kuralları yorumlamada daha liberaldir,
- Türk İslamı diğer İslam anlayışlarını kucaklayabilme özelliğine sahiptir,
- Türk İslam’ı diğer dini grupları yakın zamanda İslam kuralları çerçevesinde bir arada yaşatma deneyimini canlı ve yoğun bir şekilde uygulama fırsatını bulmuştur,
- Türkiye Müslümanları Hristiyanlık ile Batı’yı, İsrail ile Yahudiliği özdeşleştirmezler. Dinin siyasi gruplaşmalardan daha geniş bir anlamı olduğunu tarihi tecrübeleri ile öğrenmişlerdir. Osmanlı döneminde nüfusun kayde değer bir kısmı Yahudi ve Hıristiyan olduğundan bu dinlerden Türkiye için yabancı unsurlar sayılamaz,
- Türk İslam yorumunda dünyevi konular yalnızca dini referanslar ile ele alınmaz. Türk geleneği pragmatik ve pratik yaklaşımlarıyla dikkat çeker,
- Türk İslam’ı modernite bağımsız olarak, ilk karşılaşan önemli İslam yaklaşımı olmuştur,
- Türk İslam’ı modern siyasi anlayış ile din arasındaki sorunlar ile karşılaşan ilk ciddi İslam yaklaşımıdır,
- Türk siyasi hayatı ile dini hayatı belli çizgiler ile ayrılmıştır. Din adamları siyasette aktif aktörler olarak yer almazlarken siyaset de çoğu zaman dini kutsal ve korunması gereken bir alan olarak görür.
- Türk İslam’ı bir projenin ürünü değildir. Yapay, belli kişi veya gruplarca üretilmiş değildir. Uzun bir geçmişin, belli coğrafi ve tarihi gelişmelerin sonucunda kendiliğinden gelişmiştir.



Görüldüğü üzere İslam’ın Türkiye geleneğinde yorumlanışı ile diğer İslam coğrafyalarında yorumlanışı arasında büyük farklar bulunmaktadır. Bu farkı daha uzun anlatmak mümkündür. Fakat AB-Türkiye ve AB-diğer kültürler arası ilişkiler bağlamında ele alındığında Türkiye’nin ve onun din-kültür-medeniyet anlayışının içinden geçilen hassas dönemde çok hayati bir şans olduğu ortaya çıkmaktadır. Diğer İslam yorumları ile karşılaştırıldığında Türk İslamı diyalog kurulabilecek, uyumlu ve istikrarlaştırıcı bir özelliğe sahiptir. Medeniyetler Çatışması’nın teşvik edildiği bugünlerde eğer ‘Batı medeniyeti’ ‘Türk İslamı’ ile de uyumlu bir birliktelik gösteremeyecek ise diğer Müslüman toplumlar ile uzlaşmaya girebilmesi neredeyse imkansızdır. Eğer Türkler de Batı’nın çifte standartlı olduğu yönünde kuvvetli bir algılamaya sahip olurlar ve mağduriyet hissini siyaset anlayışlarının merkezine yerleştirecek olurlar ise Batı-Doğu ilişkileri bugünkünden çok daha sorunlu bir hale gelecektir. Bu açıdan bakıldığında Avrupa’nın güvenliğinin Türk İslamı’nın genel olarak İslam dünyasındaki başarısı ile yakından ilgili olduğu rahatlıkla söylenebilir. Özellikle Türkiye’nin AB’ne tam üye olmasının ardından Türk İslamı ve Avrupa başkentlerinde gelişen Avrupa İslam Anlayışı yeryüzünde El Kaide benzeri örgütlerin İslam’ı ve Müslümanlar’ı temsil edemeyeceklerini açıkça ortaya koyacaklar, geniş kitlelerde mağduriyet hissinin yerini adım adım barışçıl araç ve yöntemler alacaktır. Türkiye’nin Batı dünyasının eşit, hür, güçlü ve saygın bir üyesi oluşunun kesin olarak onaylanmış olması Filistin’den Endonezya’ya kadar güçlü bir mesaj verecektir. Bu mesaj Müslümanlar’ın Batı ile ilişkilerini Türkiye örneğini izleyerek siyaset, ekonomi ve diğer barışçıl araçlar ile yola koyabilecekleri tavsiyesini içerecektir. Yani bir yandan Türkiye’nin AB üyeliği ile güç kazanan Türk İslam anlayışı tüm Müslüman coğrafyada daha fazla taraftar bulacak ve yayılacaktır, hem de Müslümanlar’ı radikalleştiren ve marjinal gruplara yönlendiren nedenlerin en önemlisi, yani kurban edilmişlik, mağdur edilmişlik (victimisation) hissi zayıflayacaktır. Bu da Müslümanlar arasında terör bataklığını kurutacak ilk adım olarak değerlendirilebilir.
Bu noktada belirtilmesi gereken bir diğer husus da Türk İslam anlayışının diğer ülkelere ihracının İran İslam Devrimi, ya da Komünist Rusya’nın izlediği yöntemler ile olamayacağıdır. Daha önce de belirtildiği üzere Türk İslam anlayışı bir tür toplum mühendisliği ile ortaya çıkmamıştır. Anadolu ve diğer Osmanlı coğrafyasındaki yayılması ve güçlenmesi de güçle olmamıştır. Gönüllülük ve evrim en önemli özelliği olmuştur. Bu nedenle ABD’nin Müslüman ülkeleri demokratikleştirme ve liberalleştirme projesi ile kıyaslandığında Türkiye’nin AB üyeliği ve Türk İslamı’nın yayılması tamamen farklı bir alternatife işaret etmektedir. Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi Irak ve Afganistan örneklerinden de anlaşılacağı üzere zorla, güç kullanarak bir değişime işaret etmektedir ve şu ana kadarki uygulamalar başarı şansının çok düşük olduğunu ortaya koymaktadır. Amerikalı yöneticiler (Başkan Bush da dahil olmak üzere) sıkça Türkiye’yi diğer Müslüman ülkelere bir model olarak sunmakta, kendilerinin de Türkiye benzeri Müslüman ülkeler hedeflediklerini söylemektedirler. Ancak şu ana kadarki uygulamaları göstermektedir ki Amerikan yönetimi henüz Türk İslamı ve Türk modelini anlayabilmiş değildir. Aslında Türk İslamı Amerikan uygulamalarının tam tersi bir yöntemi ve araçları işaret etmektedir. her şeyden önce zorlamayı içermemekte, siyasal ve askeri yöntemlerden çok daha çok sosyal, kültürel ve ekonomik araçları içermektedir. Bu çerçevede AB üyeliği ile güçlenmiş bir Türkiye ve Türk İslamı Büyük Ortadoğu Projesi’nin öngörülerinin tersine Müslüman dünyada bir tür kutup halini almayacaktır. Aksine diğer Müslüman toplumlar ve din anlayışları ile daha yoğun bir iletişim içinde olacak, İslam dünyasının sorunlarında daha fazla söz sahibi olabilecektir. Filistin’den fakirliğe, dini konulardan ekonomik ilişkilere kadar yoğunlaşan ilişkiler sayesinde etkileşim de hızlı olacaktır. Bu sadece naive bir tahmin olarak ele alınmamalıdır. Şu ana kadarki tecrübeler göstermiştir ki Türkiye Müslüman dünyada kurduğu hemen hemen her iletişim sonucunda diğer Müslüman ülkeleri etkilemeyi başarmıştır. Üstelik kimi zaman böyle bir hedef gütmediği halde bu sonuç ortaya çıkmıştır. Bunun en önemli nedeni Türkiye’nin bir çok alanda diğer Müslüman ülkelerden nispeten daha ileri bir aşamada olmasıdır. Türkiye’nin iktisadi ve siyasi gücü bir çok Müslüman ülke için esin kaynağı olabilecek niteliktedir. Sonuç olarak AB üyesi bir Türkiye ile ilişkileri artacak bir Suudi Arabistan veya Pakistan’ın daha liberal ve daha demokratik uygulamalar ı gündemlerine almaları kaçınılmazdır. Nitekim en son İslam Konferansı Örgütü zirvesi de bu savımızı kanıtlamıştır. O ana kadar uzlaşma ile ‘seçilen’ İKÖ genel sekreteri Türkiye’de yapılan zirvede seçimle işbaşına gelmiştir ve seçimde İKÖ üyeleri bir Türk adayı, Emeleddin İhsanoğlu’nu, Genel Sekreterliğe seçmişlerdir. Seçim İKÖ tarihinin en önemli seçimlerindendir. Çünkü seçim yöntemi Türk yaklaşımı olarak gündeme gelmiştir ve başta Suudi Arabistan olmak üzere bazı üyelerin seçim istememelerine rağmen 57 üyeden 32’sinin desteğiyle seçimi İhsanoğlu kazanmıştır. Bu da göstermektedir ki demokratik yöntemler İKÖ üyelerince de güçlü bir şekilde arzu edilmektedir. Demokrasi yaşandıkça anlaşılabilen ve yararları fark edilen bir yöntemdir. Bu nedenle İKÖ’nün bundan sonraki faaliyetlerinde demokratikleşmenin hızlanarak süreceğini tahmin etmek güç değildir. Nitekim Türk Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün seçim tartışmalarını değerlendirirken “Seçim yapacağız ve genel sekreteri belirleyeceğiz. Bu da gösteriyor ki reformist hareketler ve demokratikleşme teşkilatın içinden başlıyor” [2] demesi ve yeni Genel Sekreter’in demokratikleşme yönündeki cesur açıklamaları bu yönde umut ışıkları olarak beliriyor.
Özetleyecek olur isek Türk yaklaşımı Türkiye’nin İslam dünyasındaki ilişkileriyle hızla yayılabilecek bir potansiyele sahiptir. Çünkü İsrail ve ABD’nin yaklaşımlarının tersine Türk yaklaşımında zorlama değil gönüllü katılım bulunmaktadır. Diğer Müslüman ülkeler Türk tecrübesini mecbur edildikleri için değil mecbur olduklarını hissettikleri için, ihtiyaç olarak gördükleri için takip etmektedirler. İlk etapta yavaş gelebilecek bu süreç aslında ilkinden hem çok daha hızlı, hem de çok daha güçlü sonuçlar verebilecek bir niteliktedir.
Türkiye modeli ve Türk İslam anlayışının yayılmasında bir diğer avantajı ise ‘Türk dünyası’dır. Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Azerbaycan devletleri bilindiği üzere Türkik bir nüfusa sahiptirler ve halklarının önemli bir kısmı Türkçe konuşur. Aynı şekilde Afganistan, Rusya Federasyonu ve daha bir çok Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu ülkesinde kayda değer bir Türk nüfus yaşamaktadır. Bunlara Avrupa, Avustralya ve Kuzey Amerika Türk diasporası da eklendiğinde 150 milyonu aşan güçlü bir Türk dünyası karşımıza çıkmaktadır. İlginçtir bağımsızlıklarını yeni kazanmış olmalarına ve iktisadi ve siyasi açılardan sorunları olmasına karşın Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve diğer Türk toplumlarında yaşanan İslam anlayışı ile Anadolu İslamı arasında da önemli benzerlikler bulunmaktadır. Özellikle devlet-vatandaş ilişkileri, pragmatizm, pratik düşünme şekli, dinin şiddet ve siyasetten uzak durması, diğer dini inançlara saygı, hoşgörü vb. konularda Türkiye İslamı’nın farklı modellerinin bu topluluklar arasında yaşadığını söylemek mümkündür. Bu da Müslüman toplumlar içinde Türkiye’nin konumunu güçlendirmekte ve Türkiye yaklaşımının yayılmasını kolaylaştırmaktadır.
Tüm bu bilgilerin ışığında Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin AB için en önemli katkısının Avrupa-İslam dünyası ilişkilerinde sağlayacağı kolaylıklar ve İslam dünyasındaki istikrarsızlık ve çatışma unsurlarının giderilmesi şeklinde ortaya çıkacağı söylenebilir. Bu sayede Avrupa güvenliğini tehdit eden bir çok sorunda giderilmiş, ya da hafifletilmiş olacak, medeniyetler arası sorunların çatışma haline dönüşmesi gerçek anlamda engellenecektir. Bu yararlarına ek olarak AB’nin Türkiye gibi güçlü ve temsil gücü yüksek bir ülkeyi tam üye olarak kabul etmesi AB ile bir çok Asya ve Afrika ülkesi arasındaki ilişkileri olumlu yönde etkileyecektir. AB bu ülkelerde sadece Hıristiyan ve ‘yabancı’ bir güç olarak görülmeyecektir. Bunun doğal sonucu olarak ekonomik ve siyasi ilişkilerin daha hızlı gelişeceği söylenebilir.








Tarih: 19 Ksm Pzr , 2006 22:43

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Revo;
Bana Siir sanki Bir Öz elestiri gibi geldi ..
Rum Ellerinde Yaptigimiz Hayir ile ser ile..
Sanki Taa O zamanlardan bir barismak Istegi var gibi algiladim..
Yanilmis olabilirim Gayet tabii..

absürd ise sil Gitsin..


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 21 Ksm Sal , 2006 18:52

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Galvani Yanit yazacagim Su an Zamanim yok..
Hafta sonu Insallah..


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 21 Ksm Sal , 2006 20:39

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Kafana takma Alpi,

Fırsat bulunca yazarsın, bu tür tartışmalar bir kaç güne sığmaz.

Her şeyden önce birbirini alt etme değil, birbirinden öğrenebilme ve onun ortamını saygın bir insan sevgisi ve saygısıyla korumadır yapılanlar. Her ne kadar Orhan Pamuk meselesinde olan tartışmada Nazım Hikmetin ikinci dünya savaşında Hitler Nazileri ile zorunlu bir işbirliğine giren Kilise ulemaları için yazdığı şiiri benim ile dalga geçebilmek için çıkarmışta olsan bile!!!

Ben yaşamım boyunca savunduğum ilkeyi tekrar yazayım, önce insan ona duyulan saygı ve sevgidir.

Selamlar...








Tarih: 21 Ksm Sal , 2006 22:15

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Aynen Öyle Galvani dostum;

Ben de bu " Sevgi " yüzünden Yanit vermemeye Karar verdim.

Hoscakal.
Benim Avrupali Insanlarla filan Bir problemim yok.

Sadece sistem ve politikayi Türkiye ye karsi iki yüzlü buluyorum.
Ben Sahsen is verenim.
Buradaki Sistem Tamamen Insanlari Sömüsrmeye dayanan Hukuk insan hakki filan icermiyen bir sistem..

Ben kendim icin Konusayim:

Devlet Bana diyor ki: Büyü !..
Nasil büyüyim ?..
Kredi ile Borc ile..
Borc istemiyorum..
O halde Kazancinin Emeginin 52 %"ni bana Ver.

Peki Büyeyim.. Arac al Personel al yüzbinlerce € kredi al..
sonuc ?..

Artik kafanda sac kalmasin
ROBOT ol..

Tatilin bile yok
Bir tatilde gün de On telefona yanit ver.

Saglik Problemin Oldu..
BITTIN !..

Krediler ?..
Battin !..
Artik privat konkurs cek 7 yil Köle ol..

Bu mu hayat ?..
Bu bize Vaad edilen..
Nein danke !..

Neyse Dostum Hayatin romantik Yanlari , Haklar Özgürlükler filan güzel de Kazin ayagi Öyle degil..

Hak ile Özgürlük ile Katiliyorsun sürüye..
sonrasi..

Geriye dönüsü Olmayan bir Robotluk..



Politik Özgürlüklere filan hic girmiyelim

Cünkü Bu Güne Kadar sistemi degistirme Niyeti olanlar Ve devlete savas acanlarin Cok azi Mahkemelere Ulasti Demokratik Avrupa da.. Nedense hep Intihar ettiler

Sen Ingiletere de Hapishane de oturup Örgütüne Talimat Veren bir IRA lideri Gördün mü ?..
Ya da Ingiltere nin göbegin de IRA adina gazete cikaran birilerini ?..

Ispanya da ?..
Almanya da ?..
Fransa da ?..
Göremezsin ..

En son Almanya da Bir Örgüt Üyesi Demir yolunun Üstünde kafasina Arkadan Ates ederek intihar etmisti. Tam Da Yakalanacakken..
Hatirliyor musun ?..

Günlerce Konusmustu Almanlar..
Cok Konusur Almanlar..
ama sisteme savas acanlar Mahkemeye Cikamaz intihar eder,Ya da fischer-Bandit Gibiler paraya doyurulur Liberal takilir..

Her hak vardir Avrupa da ..yanliz Sistem düsmanlari Mahkemeye cikamaz..
Intihar eder topluca..

Simdi Apo cuguma Bakiyorum da Lanet ediyorum Türkiye ye

Haklar Ve Özgürlüklerle Katilir Insanlar sürüye avrupa da..
Sürüden cikan olursa;
Celeb Kaldirir Sopasini
Katilirlar sürüye..

Katilmiyan Olursa ?..
Ya Kurtlara Yem olur
Ya da intihar eder.

Ama yargilanmaz !..

Bos verelim simdi bunlari..
Verecegiz Kibrisi da ucu acik bir bir katilim da..

Verelim gayet tabii..
Öldü mü insanlik `?..

Ya Mehmet ne olacak ?..
Ya Onun Oradaki Mezari ?..

Bir tabak Kuru fasulye ye Oy-unu satan
Bir tabak Kavurmaya Kolayca satar Mezarini..

Ne gam ?..

Hoscakal dostum..

Hoscakal..


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 21 Ksm Sal , 2006 22:32

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Sen sana ne sanırsan,
Ayruga da onu san,
Dört kitabın manası,
Budur eğer var ise.

Biraz absürd Oldu ama;

Muhterem Peder ve Haci Dimitri anlar..


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 22 Ksm Çrş , 2006 2:27

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Sevgili Alpi Selamlar!!!

AB üzerine olan tartışmayı bana duyduğun sevgi için bir tarafa bırakmana nasıl bir cümle oluşturmaya çalışmaktan öte ( ki pek fazla söylenecek bir şeylerin yaratılmasının abes olabileceğini bir kıyıya iterek...)

Bu konunun üzerinden ayrışmaya çalışırken yine takıntılı olarak, kendi işverenlik sıkıntılarının içinde bulunduğu sıkıntılarını AB ye yüklemekte ve onu suçlamaktasın. Bu durumun beni sosyal olarak ilgilendirir ama sistem olarak demek ki eksik ve uyum özelliklerinden kopuksun ki bu sıkıntıları yaşamaktasın. Şöyle ki dünün çoban İrlanda sı, İspanyası, ne çobanlığı, ne balıkçılığı, ne Turizmi olmayan Portekiz i dahi bu gününün dünya ülkeleri konumuna girebildiler. Bunların hem toprak hem nüfus konumu Türkiye’nin bir çok bölgelerinden daha az bir coğrafyaya ve nüfusa sahiptirler. Demek ki sorun yada çözüm toprakta ve Nüfus yoğunluğunda bulunmuyor. İlginç olanı birisi Franko Faşizminde uzun yıllar yaşamış ( bu konunun detayını hiç girmiyorum sanıyorum bu ülkenin geçmişi hakkında her kesin şöyle yada böyle az çok bir bilgisi bulunur en azından Çanlar kimin için çalıyor u okumuşlardırlar, yada Hitlerin Franko İspanyasına neden saldırmadığını ve desteklediğini bilirler vs.) Ama ilginç olanı bunların arasından sıyrılıp çıkan Portekiz dir. Her ne kadar Kristof Kolomb yeni dünyayı kaşifliğinin içine sokarken Portekiz bir merkezde olsa bile. Alpinin bahsettiği yakın döneme tekabül eden zaman içinde Portekiz AB Avrupa’sının sanıyorum İrlanda’dan sonra bulunan en fakir ülkelerinden birisiydi. Fakirliğinin temeli de yaşadığı uzun süreli iç politik acılardı. Kısaca şöyle ki Nisan 1974 oluşan Caetanos başkanlığında ki askeri yönetim ile ( askeri darbe) 1976 yılında yapılan seçimlerde sosyalistlerin seçimlerde tam çoğunluğu sağlayamasa da iktidarı oluşturup askeri yönetimi son vererek AB ye katılımı ülkede yapılan demokratikleşme ile sağlayıp bu günün Portekiz’ini yaratabilmişlerdir. ( Caetanos tan önce çok uzun yıllar diktatör Sala zarın kalp krizinden ölesiye kadar geçen dönemde Portekizliler için en acı dolu yıllar ve kayıplar olmuştur.) AB nin sürekli vurgulamaya çalıştığım farklılıklarının bir öreneğidir Potekiz. Çok tuhaf olmasına rağmen AB nin bir adasının içinde adı IRA olarak ve kendisini demokrat bir ülke olarak gören İngiltere kraliyeti adı altında da bu son döneme kadar din ölçekli bilfiil savaşta uzun yıllar yaşanmıştır. Ama, her iki ülkede bunu AB nin kurduğu demokratik yapılanmalar ile bitirebilmişlerdirler. İrlanda bu gün AB nin en zengin ülkeler konumunda başlarda bulunmasının altında yatan sihirde demokratikleşebilmenin ışığıdır. Bunu hem İspanya, hem Portekiz de de görmek Türkiye için bir örnek olabilmelidir. Boşuna değildir TÜSİAD ın AB için bunca çırpınışları. Her ne kadar şüphe ilede yaklaşılsa TÜSİAD için evrenselleşemeyen, ülkesi demokratikleşemeyen bir yapının gelebileceği nokta şu an ki Türkiye’den daha fazla olamaz. Demokrasisini oluşturamayan bir yapı hızla geriye doğru gidecektir. Alpinin iş veren olarak sıkıntısının temeli sanıyorum Demokrasiyi ve onun dünya ölçekliğini kavrayamamasıdır. Alpinin kavrayamadığı daha pek çok şeyler bulunmakta, bu da çok doğal bir durumudur çünkü özgül olarak Alpi her ne kadar Revolteye (ciddiyeti tartışılır) ben artık devrimciyim diye yazsa da benim sorunum Alpinin ne olduğu değil Alpinin neler düşündüğü ve neler araya sokuşturduğudur. Ben devrimci bir insan değilim sadece Hümanist bir insanım, bir insanın insan olabilmesi içinde mutlaka şucu bucu olmasına inanmayanlardanım. Ben buyum artık yada ben her zaman bilmem neyine kadar buyum diye ilkel veya kurnaz yada çıkarcı yada erkeksel gurur duyanlardan da değilim ve sevmem de bu tip tipleri. Ama, bir insan ikinci kere bir fırlama yaparak ( Bosna olayında olduğu gibi) Almanya’nın belkide hiç bir özelliğini ve sosyal geçmişini bilmeden AB yi suçlayabilmek için RAF ı örnek vermesi de çok büyük bir rezalettir. İşin tuhafı bu rezaleti Türkiye’de sol olduğunu düşünen bir siyasi harekette 12 eylül Faşizmine karşı çıkabilmek için ve Köln konsolosluğunu işgal edebilmek için uyguladığı silahlı baskın ile ortaya çıkmıştır. Sonuçta tüm dernekleri kapatılmış ve terörist bir kuruluş olarak yargılanmış ve yasaklanmıştır. Batı Demokrasilerin tümünün anayasalarında fikir özgürlüğüne evet ama şiddete hayır temel kuraldır. Batı Demokrasisi şiddete kapalıdır. RAF olayı da çok kompleks bir geçmiştir yüzlerce kitap vardır bu geçmişi ve yaşananları inceleyen, Ulrike Meinhoff, Andreas Baader ve Gudrun Enzlin in başını çektiği bu yapıyı inceler ve onların bir kısmının intihara sürükleyen nedenleri incelerken daha bir titizlik daha bir ciddiyet gerekir. Alpi ne geçmişinde nede bu gün bir solcu olmadığı için sanıyorki MHP güdümlü, ocak bilgili hal ve düşünceler ile solcuların tümü bu tür insanlar, kuruluşlar ve her an için bunları yapmaya amade aktif insanlardırlar. Bu iyi niyetli mi, yoksa art niyetlimi bunu üç satırlık yazılar ile anlamakta mümkün değil. Ama, açık olan bir şey var ki onların o dönem ki avukatı olan Otto Schliy bundan önceki iktidar döneminde 7 yıllık bir iç işleri bakanlığı vardır. İnsana sorarlar böyle birisi neden bakan olabildi diye. Bir insan demokrasiyi bir türlü sevemezse bunuda anlayamaz, demokraside şiddete bulaşmadığın sürece vezir de olursun bir başka şeyde olursun.

Devrimciliği, solculuğu bir an için bir tarafa bırak Alpi ilk önce demokrat olabil derim sana.

Selamlar...








Tarih: 22 Ksm Çrş , 2006 3:07

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Alpi,

Yukarıda konuyla hiç bir alakası olmayan, bir önceki ve daha önce Orhan Pamuk örneğinde olduğu gibi sık, sık eklediğinşiirleri sürekli yazılarımın arasına sokuşturmaktasın.

Sende bilirsin ki bir başka sitede senin ile burada olduğu gibi yazışamadım.

Şu an şiirlerin ile halen bana hakaret etmektesin ( Muhterem Peder) o sitede ne zaman sana cevap vermeye kalksam yazılarım silindi yada üyelikten defalarca atıldım.

Birbirimizi kandırmayalım, dürüst ve mert ol Alpi!!!!!!!!!

Muhterem peder den kast ettiğin benim. Bunun ne anlama geldiğini ben biliyorum tek kelime ile aşağılama....

Beni aşağılayabileceksen bu tür kurnazlıklara girme Alpi.

Sanıyorum bu sayfalarında belki üyelere ait özel mesaj bölümleri vardır yada diğer sitede adımın ROMAN olduğunu biliyorsun orada yazabilirsin, nasıl olsa o site bu tür aşağılamaları büyük bir sevgi ile kabul edip seni desteklerler.

Lakin burada bu tür şeyleri yazman ayıptır...

Muhterem PEDER bunu sen bir kaç yıldır kullanmaktasın ve o kişi benim., peder bir hıristiyan din alimin ismidir. Emin ol bir Hıristiyan din alimi olsa idim, (ki onlar bu terimi kullanmazlar bunu yalnızca Anadoloya son 150 yıldır yerleşmiş devşirme döndürme azınlık ırkçı faşist tayfa kullanır.) hiç bir şekilde rahatsızlık duymazdım.

Bir başka anlamı PEDER çocukları onlara döl veren babaları için kullanır ve baba anlamına gelir...

Önce saygı Alpi!!!








Tarih: 29 Ksm Çrş , 2006 22:29

alpi001



Kayıt: 28 May 2006
Mesajlar: 209
Nerden: Uganda






Galvani;

Eskiden " Muhterem Peder " sana hitap eden Bir söylemdi..

Burada Öyle degil..
ama yine de Alinganligini hakli buluyorum.

Ve Özür diliyorum senden..Her ne kadar seni hedef alarak yazilmamis"sa da..

Hoscakal


_________________
Bir esege ne kadar seker ikram etsen de; O yaratilisi icabi OT-u tercih eder..






Tarih: 30 Ksm Prş , 2006 7:30

Galvani



Kayıt: 26 Ekm 2006
Mesajlar: 33







Teşekkür ederim Alpi.




Selamlar...







El-veda AB !..
ÖZGÜR-MEYDAN Forum Ana Sayfası -&gt ÖZGÜR MEYDAN
Bu forumda yeni konular açamazsınız
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız
Tüm saatler GMT +2 Saat
2. sayfa (Toplam 2 sayfa) Sayfa Önceki 1, 2


Hepsi1 Günlük7 Günlük2 Haftalık1 Aylık3 Aylık6 Aylık1 Yıllık eskiden-yeniyeyeniden-eskiye Bir Forum Seçin ÖZGÜR-MEYDAN----------------ÖZGÜR MEYDAN GELİŞMELER / HABERLER----------------YURTTAN VE DÜNYADANEKONOMi VE iŞ DÜNYASITEKNiK ALANDA GELiŞMELER YAŞAMIN İÇİNDEN----------------MiSTiK DÜNYAMIZFELSEFEPOLiTiKAPSİKO DÜNYAMIZKADIN / ERKEK & AŞK ve SEVGİ İNCELEME / ARAŞTIRMA / MAKALE----------------İNCELEME / ARAŞTIRMA / MAKALE SANAT KÜLTÜR----------------SANAT & KÜLTÜR ÜZERİNEKiTAP VE DERGiDUYGU TÜNELi & FANTEZiKENDİMİZE AiT SİİR"LERKENDİMİZE AİT GÜZEL SÖZLERŞAİRLERİMİZDEN SEÇME ŞİİRLER SOHBET ODASI----------------SOHBET ODASIKUTLAMA FORUMLA iLGiLi DUYURU ve iSTEKLER----------------KURALLARFORUMLA iLGiLi iSTEK VE ÖNERiLERiNiZ/SORUN VE PROBLEMLERiNiZFORUMLA iLGiLi DUYURULAR HOŞ GELİPDE ELİ BOŞ GELENLERiN BÖLÜMÜ/SELAMLAMA!----------------HOŞ GELİPDE ELİ BOŞ GELENLERiN BÖLÜMÜ :-))TEST YAPMA YERiNiZ/AYNA AYNA GÜZEL AYNA! )-:TURŞU FIÇISI:-(----------------TURŞU FIÇISI GÜZEL SiTELER VE LiNKLER----------------GÜZEL SiTELER VE LiNKLER








Türkçe Çeviri : Onur Turgay & Erdem Çorapçıoğlu
  #32425  
Alt 25.03.2007, 01:13
Benutzerbild von aysenisahoca
aysenisahoca aysenisahoca ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard märchen im vorzug

ist der eigentliche hass zum koran.
diejenigen, die sich hier meinetwegen aufgeregt haben, verteidigen nicht den islam und den koran, sondern diejenigen, die im namen des propheten diesen glauben in den dreck gezogen haben.

eline diline beline sahip ol, 99 erenler seni korusun, hüü dost

fii emanillah...
  #32426  
Alt 25.03.2007, 01:17
Benutzerbild von roman
roman roman ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard Aşağıdaki aktardığım senin ile olan ,

tartışma yazım senin AB hakkında ki cehaletinin ne olduğunun yazılarıdır.

Daha aşağılarda Muhammet üzerine tevrattan ve İncilden Muhammettin bu dünyaya geleceğinin müjdesi olarak belirtilen yazıların bulunduğu palavrasına, iki satır bulup konunun daha fazlaasını aktarmadan bu yazıda Muhammetten bahsediyor palavrasını sıkmak hem Müslümanlığa hakarettir, hem de bahsettiğin diğer dinlere.

Sen çok büyük iğrenç bir yalancısın.

ek bir sayfa olarak aşağıda aktarıyorum yalancılığını

Hepsi bu kadar, pislik herif.
  #32427  
Alt 25.03.2007, 01:24
Benutzerbild von roman
roman roman ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard o.T.

( Yahya’nın tanıklığı şöyle oldu, açıkça konuştu, inkar etmedi: “Ben Mesih değilim” diye açıkça konuştu.
21 Onlar da kendisine “Öyleyse sen kimsin? Sen İlyas mısın?” diye sordular. O da: “Değilim” dedi.
“Sen o Peygamber misin?”

Yahya “Hayır” diye cevap verdi.

İncil, Yuhanna 1,2021

Görüldüğü gibi İncil’de Hz. İsa’dan sonra gelecek biri sürekli müjdelenir. Oysa Hz. İsa son Peygamber’dir, bir daha Peygamber gelmeyecek tarzında bir ifade hiçbir yerde geçmemektedir. Yuhanna 1,2021’de ise insanların İlya ve İsa dışında bir Peygamber daha bekledikleri görülüyor. Peki Hz. İsa’dan sonra gelip, insanlara Allah’ı anlatıp, tanıtan kim vardır? Tarihe baktığımız zaman Peygamberimiz dışında buna uygun tek bir önemli şahsiyet bile yoktur. Tüm bunlara karşın İncil’de Hz. İsa’nın kendinden sonra geleceğini söylediği “ Periclytos” kelimesinin manasının Peygamberimiz’in isminin manası ile aynı olması tesadüf olabilir mi? Yuhanna İncil’inde geçen “Parakletos”un Kutsal Ruh(Cebrail) diye açıklanmaya çalışılmasını eleştiren Prof. Dr. Maurice Bucaille bu anlayışı reddederek “Parakletos”tan kastın Hz. İsa’dan sonra gelecek Hz. İsa gibi bir Peygamber olduğunu söyler: “Burada öne sürülen insanlara bildirme işi hiçbir surette Kutsal Ruh’un işlerinden olan bir ilhamdan ibaret değildir. Aksine kendisini belirleyen Yunanca kelimedeki yayma kavramı sebebiyle, onun açıkça maddi bir niteliği vardır. Şu halde Yunanca “Akouo” ve “Laleo” fiilleri bir takım maddi işleri ifade ederler ve bu fiiller ancak işitme ve konuşma organlarına sahip bir varlıkla ilgili olabilirler. Dolayısıyla bu fiilleri Kutsal Ruh’a uygulamak mümkün değildir... Öyleyse Yuhanna’nın Paraklet’inde, Hz. İsa gibi işitme ve konuşma kabiliyetlerine sahip olan bir insan görmek, mantığın götürdüğü bir sonuç sayılmalıdır. Yunanca metin bu özellikleri kesin olarak gerektirmektedir. Demek ki Hz. İsa kendisinden sonra Allah’ın yeryüzüne bir başka insan göndereceğini ve Yuhanna’ya göre onun rolünün, bir cümleyle söylemek gerekirse Allah’ın kelamını işiten ve onun mesajını insanlara tebliğ eden bir Peygamber’in rolü olacağını haber vermektedir. Şimdi elimizde mevcut metinde bulunan Kutsal Ruh kelimeleri tamamen kasti olarak sonradan yazılmış bir ilaveden ileri gelmektedir. İlavenin gayesi Hz. İsa’dan sonra bir Peygamber’in geleceğini haber veren bir kelimenin ilk anlamını değiştirmektedir. Çünkü buna inanmak Hz. İsa’nın son Peygamber olmasını isteyen gelişme halindeki Hıristiyan cemaatlerinin öğrettikleriyle çelişki ortaya çıkarıyordu.” [Prof. Dr. Maurice Bucaille, Tevrat, İnciller, Kuranı Kerim ve Bilim, sayfa 127] )

Alpi palavracısından bir sayfa önceden alıntı.

Bakalım o yahyanın sorusundan sonra verilen cevap İncilde nasıl???




YUHANNA

BÖLÜM 1

Tanrısal Söz

Yu.1: 1 Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı"yla birlikteydi ve Söz Tanrı"ydı.

Yu.1: 2 Başlangıçta O, Tanrı"yla birlikteydi.

Yu.1: 3 Her şey O"nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O"nsuz olmadı.

Yu.1: 4 Yaşam O"ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı.

Yu.1: 5 Işık karanlıkta parlar. Karanlık onu alt edemedi*fx*.

Yu.1: 6 Tanrı"nın gönderdiği Yahya adlı bir adam ortaya çıktı.

Yu.1: 7 Tanıklık amacıyla, ışığa tanıklık etsin ve herkes onun aracılığıyla iman
etsin diye geldi.

Yu.1: 8 Kendisi ışık değildi, ama ışığa tanıklık etmeye geldi.

Yu.1: 9 Dünyaya gelen, her insanı aydınlatan gerçek ışık vardı.

Yu.1: 10 O, dünyadaydı, dünya O"nun aracılığıyla var oldu, ama dünya O"nu
tanımadı.

Yu.1: 11 Kendi yurduna geldi, ama kendi halkı O"nu kabul etmedi.

Yu.1: 12 Kendisini kabul edip adına iman edenlerin hepsine Tanrı"nın çocukları
olma hakkını verdi.

Yu.1: 13 Onlar ne kandan, ne beden ne de insan isteğinden doğdular; tersine,
Tanrı"dan doğdular.

Yu.1: 14 Söz, insan*fx* olup aramızda yaşadı. O"nun yüceliğini Baba"dan gelen,
lütuf ve gerçekle dolu biricik Oğul"un yüceliğini gördük.

Yu.1: 15 Yahya O"na tanıklık etti. Yüksek sesle şöyle dedi: ""Benden sonra gelen
benden üstündür. Çünkü O benden önce vardı" diye sözünü ettiğim kişi budur."

Yu.1: 16 Nitekim hepimiz O"nun doluluğundan lütuf üzerine lütuf aldık.

Yu.1: 17 Kutsal Yasa Musa aracılığıyla verildi, ama lütuf ve gerçek İsa Mesih*
aracılığıyla geldi.

Yu.1: 18 Tanrı"yı hiçbir zaman hiç kimse görmedi. Baba"nın bağrında bulunan ve
Tanrı olan biricik Oğul O"nu tanıttı.

Yahya"nın Ortaya Çıkışı
(Mat.3:112; Mar.1:18; Luk.3:118)

Yu.1: 1920 Yahudi yetkililer*fx* Yahya"ya, "Sen kimsin?" diye sormak üzere
Yeruşalim"den* kâhinlerle* Levililer"i* gönderdikleri zaman Yahya"nın
tanıklığı şöyle oldu açıkça konuştu, inkâr etmedi "Ben Mesih* değilim" diye
açıkça konuştu.

Yu.1: 21 Onlar da kendisine, "Öyleyse sen kimsin? İlyas mısın?" diye sordular.
O da, "Değilim" dedi.
"Sen beklediğimiz peygamber misin?" sorusuna,
"Hayır" yanıtını verdi.

Yu.1: 22 Bu kez, "Kim olduğunu söyle de bizi gönderenlere bir yanıt verelim"
dediler. "Kendin için ne diyorsun?"

Yu.1: 23 Yahya, "Peygamber Yeşaya"nın dediği gibi, "Rab"bin yolunu düzleyin" diye
çölde haykıranın sesiyim ben" dedi.

Yu.1: 2425 Yahya"ya gönderilen bazı Ferisiler* ona, "Sen Mesih, İlyas ya da
beklediğimiz peygamber değilsen, niye vaftiz* ediyorsun?" diye sordular.

Yu.1: 26 Yahya onlara şöyle yanıt verdi: "Ben suyla vaftiz ediyorum, ama aranızda
tanımadığınız biri duruyor.

Yu.1: 27 Benden sonra gelen O"dur. Ben O"nun çarığının bağını çözmeye bile layık
değilim."

Yu.1: 28 Bütün bunlar Şeria Irmağı"nın ötesinde bulunan Beytanya"da, Yahya"nın
vaftiz ettiği yerde oldu.

Tanrı Kuzusu

Yu.1: 29 Yahya ertesi gün İsa"nın kendisine doğru geldiğini görünce şöyle dedi:
"İşte, dünyanın günahını ortadan kaldıran Tanrı Kuzusu!

Yu.1: 30 Kendisi için, "Benden sonra biri geliyor, O benden üstündür. Çünkü O
benden önce vardı" dediğim kişi işte budur.

Yu.1: 31 Ben O"nu tanımıyordum, ama İsrail"in O"nu tanıması için ben suyla vaftiz
ederek geldim."

Yu.1: 32 Yahya tanıklığını şöyle sürdürdü: "Ruh"un güvercin gibi gökten indiğini,
O"nun üzerinde durduğunu gördüm.

Yu.1: 33 Ben O"nu tanımıyordum. Ama suyla vaftiz etmek için beni gönderen,
"Ruh"un kimin üzerine inip durduğunu görürsen, Kutsal Ruh"la vaftiz eden
O"dur" dedi.

Yu.1: 34 Ben de gördüm ve "Tanrı"nın Oğlu budur" diye tanıklık ettim."

İsa"nın İlk Öğrencileri

Yu.1: 35 Ertesi gün Yahya yine öğrencilerinden ikisiyle birlikteydi.

Yu.1: 36 Oradan geçen İsa"ya bakarak, "İşte Tanrı Kuzusu!" dedi.

Yu.1: 37 Onun söylediklerini duyan iki öğrenci İsa"nın ardından gitti.

Yu.1: 38 İsa arkasına dönüp ardından geldiklerini görünce, "Ne arıyorsunuz?" diye
sordu. Onlar da, "Rabbî, nerede oturuyorsun?" dediler. Rabbî, öğretmenim anlamına
gelir.

Yu.1: 39 İsa, "Gelin, görün" dedi.
Gidip O"nun nerede oturduğunu gördüler ve o gün O"nunla kaldılar. Saat* dört
sularıydı.

Yu.1: 40 Yahya"yı işitip İsa"nın ardından giden iki kişiden biri Simun Petrus"un
kardeşi Andreas"tı.

Yu.1: 41 Andreas önce kendi kardeşi Simun"u bularak ona, "Biz Mesih"i bulduk"
dedi. Mesih, meshedilmiş* anlamına gelir.

Yu.1: 42 Andreas kardeşini İsa"ya götürdü. İsa ona baktı, "Sen Yuhanna"nın oğlu
Simun"sun. Kefas diye çağrılacaksın" dedi. Kefas, kaya*fx* anlamına gelir.

Yu.1: 43 Ertesi gün İsa, Celile"ye gitmeye karar verdi. Filipus"u bulup ona,
"Ardımdan gel" dedi.

Yu.1: 44 Filipus da Andreas ile Petrus"un kenti olan Beytsayda"dandı.

Yu.1: 45 Filipus, Natanel"i bularak ona, "Musa"nın Kutsal Yasa"da hakkında
yazdığı, peygamberlerin de sözünü ettiği kişiyi, Yusuf oğlu Nasıralı İsa"yı
bulduk" dedi.

Yu.1: 46 Natanel Filipus"a, "Nasıra"dan iyi bir şey çıkabilir mi?" diye sordu.
Filipus, "Gel de gör" dedi.

Yu.1: 47 İsa, Natanel"in kendisine doğru geldiğini görünce onun için, "İşte,
içinde hile olmayan gerçek bir İsrailli!" dedi.

Yu.1: 48 Natanel, "Beni nereden tanıyorsun?" diye sordu.
İsa, "Filipus çağırmadan önce seni incir ağacının altında gördüm" yanıtını
verdi.

Yu.1: 49 Natanel, "Rabbî, sen Tanrı"nın Oğlu"sun, sen İsrail"in Kralı"sın!" dedi.

Yu.1: 50 İsa ona dedi ki, "Seni incir ağacının altında gördüğümü söylediğim için
mi inanıyorsun? Bunlardan daha büyük şeyler göreceksin."


Sanıyorum buraya kadar aktarma yeterlidir Alpi palavracısının neye hizmet ettiğini açıklamak için.

Bir insan Tanrı kitapları ile bu kadar sahtekarlık yapar.
  #32428  
Alt 25.03.2007, 01:25
Benutzerbild von aysenisahoca
aysenisahoca aysenisahoca ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard seriyat gelecek zulüm bitecek

irana gitmeye lüzum yok dindar kardesim,
eline diline beline sahip ol,
ab sana sefaat etsin

fii emanillah...
  #32429  
Alt 25.03.2007, 01:26
unknown
 
Beiträge: n/a
Standard Dieser Beitrag

ist nichts anderes, als ein Versuch der Rechtfertigung für Dein Handeln!
  #32430  
Alt 25.03.2007, 01:28
Benutzerbild von aysenisahoca
aysenisahoca aysenisahoca ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard das hab ich nicht nötig o.T.

ohne Text
Antwort



Forumregeln
Es ist Ihnen nicht erlaubt, neue Themen zu verfassen.
Es ist Ihnen nicht erlaubt, auf Beiträge zu antworten.
Es ist Ihnen nicht erlaubt, Anhänge anzufügen.
Es ist Ihnen nicht erlaubt, Ihre Beiträge zu bearbeiten.

vB Code ist An.
Smileys sind An.
[IMG] Code ist An.
HTML-Code ist Aus.
Gehe zu