Einzelnen Beitrag anzeigen
  #32978  
Alt 24.05.2007, 00:47
Benutzerbild von 1insanol
1insanol 1insanol ist offline
Erfahrener Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 390
Standard ATEIZMIN CÖKÜSÜ

Ateizme en büyük desteği sağlayan kişi ise, yaratılışı reddeden ve buna karşı evrim teorisini öne süren Charles Darwin oldu. Darwinizm, ateistlerin asırlardır cevap veremedikleri "canlılar ve insan nasıl var oldu" sorusuna, sözde bilimsel bir cevap getirdi. Doğanın içinde, cansız maddeyi canlandıran ve sonra da ondan milyonlarca farklı canlı türü türeten bir mekanizma olduğunu iddia etti ve pek çok kişiyi bu yanılgıya inandırdı.

19. yüzyılın sonlarında, ateistler, kendilerince her şeyi açıkladığını sandıkları bir "dünya görüşü" oluşturmuşlardı:
Evrenin yaratıldığını inkar ediyor, buna karşı "evren sonsuzdan beri vardır, başlangıcı yoktur" diyorlardı.

Evrendeki düzen ve dengenin tesadüflerin sonucu olduğunu ileri sürüyor, kainatta hiçbir amaç bulunmadığını iddia ediyorlardı.
Canlıların ve insanın nasıl var olduğu sorusunun Darwinizm tarafından açıklandığını sanıyorlardı.

Tarih ve sosyolojinin Marx ve Durkheim, psikolojinin ise Freud tarafından ateist temellerde açıklandığını zannediyorlardı. Oysa bu görüşlerin her biri, 20. yüzyıldaki bilimsel, siyasi ve toplumsal gelişmelerle yıkıldı. Astronomiden biyolojiye, psikolojiden toplumsal ahlaka kadar pek çok farklı alandaki bulgu, tespit ve sonuçlar, ateizmin tüm varsayımlarını temelinden çökertti.

Amerikalı yazar Patrick Glynn, 1997"de yayınlanan God: The Evidence, The Reconciliation of Faith and Reason in a Postsecular World (Allah"ın Delilleri, Sekülerizm Sonrası Dünyada Akıl ve İnancın Uzlaşması) isimli kitabında, bu konuda şu yorumu yapar:

Geçen iki onyılın araştırmaları, daha önceki neslin seküler ve ateist düşünürlerinin Allah hakkındaki tüm varsayımlarını ve öngörülerini tersine çevirmiştir. (Söz konusu) Modern düşünürler, bilimin evrenin daha da mekanik ve rastlantısal olduğunu ortaya çıkaracağını sanmışlar; aksine bilim, evrende akıl almaz derecede geniş bir "büyük tasarım" olduğunu gösteren hiç beklenmedik hassas düzenin boyutlarını keşfetmiştir. Modern psikologlar dinin bir nevroz olarak tanımlanıp terk edileceğini öngörmüşler, aksine dini inançların temel zihin sağlının çok hayati bir parçası olduğu ampirik (bulgusal) olarak ortaya çıkmıştır…

Bunu az sayıda kişi fark etmiş gibi görünüyor, ama şu açık bir gerçektir: Bilim ve inanç arasında geçen bir asırlık büyük tartışmanın ardından, şu anda konumlar tamamen alt-üst olmuş durumda. Darwin"in ardından, Huxley ve Russsell gibi ateistler ve agnostikler, hayatın tamamen rastlantısal ve evrenin de radikal biçimde amaçsız olduğunu gösteren... bir teze dayanabiliyorlardı. Çok sayıda bilim adamı ve entellektüel hala bu görüşe tutunmaya devam etmektedir. Ama bunu savunmak için giderek daha da mantıksız uçlara savrulmaktadırlar. Günümüzde somut deliller, çok güçlü bir şekilde, Allah inancı yönünde işaret vermektedir. (1)

Bu yazıda, farklı bilim dallarının bu yönde ortaya koydukları sonuçları kısaca analiz edecek ve önümüzdeki "ateizm sonrası" dönemin insanlığa neler getireceğini inceleyeceğiz.

Darwin: Teorisi artık bir çok bilimsel delil ile çürütülmüştür.
Başta da belirttiğimiz gibi 19. yüzyılda zirveye tırmanan ateizmin en önemli dayanağı, Darwin"in evrim teorisidir. Darwinizm, insanın ve tüm diğer canlıların kökeninin bilinçsiz doğa mekanizmaları olduğunu ileri sürmekle, ateistlere asırlardır aradıkları bir fırsatı sağlamıştır. Nitekim Darwin"in teorisi hemen devrin en koyu ateistleri tarafından benimsenmiş, Marx ve Engels başta olmak üzere, ateist düşünürler bu teoriyi felsefelerinin temeli olarak belirlemişlerdir. O devirden bu yana da Darwinizm ile ateizm arasındaki ilişki değişmeden devam etmektedir.

Ancak ateizmin bu en büyük dayanağı, aynı zamanda 20. yüzyıldaki bilimsel bulgulardan en büyük darbeyi alan dogmadır. Fosil bilimi, biyokimya, anatomi, genetik gibi farklı bilim dallarının ortaya koyduğu bulgular, evrim teorisini çok farklı yönlerden çürütmüştür. (Bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, İstanbul, 2000). Çeşitli kitap ve yazılarımızda çok daha detaylı incelediğimiz bu gerçeğin çok kısa bir özetini şöyle yapabiliriz:

Fosil Bilimi: Darwin"in teorisi, canlı türlerinin hepsinin tek bir ortak atadan geldiği, çok uzun zaman içinde küçük ve aşamalı değişimlerle farklılaştıkları fikrine dayalıdır. Bunun kanıtlarının da fosillerde, yani canlıların katılaşmış kalıntılarında bulunacağını varsayar. Ancak 20. yüzyıl boyunca yürütülen fosil araştırmaları bunun tam aksi bir tablo ortaya çıkarmıştır. "Türler arası kademeli evrim" inancını kanıtlayacak tek bir "ara tür" fosili dahi bulunamamıştır. Dahası, bilinen tüm temel canlı grupları, fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkmakta, kendilerinden önce herhangi bir "ataları" bulunduğuna dair hiçbir iz bulunmamaktadır. Özellikle "Kambriyen Patlaması" olarak bilinen olgu çok ilginçtir. Bu erken jeolojik dönemde, hayvanlar aleminin 100"e yakın temel "filumu"nun tamamına yakını aniden belirmiştir. Vücut yapıları birbirlerinden tamamen farklı olan yumuşakçalar, omurgalılar, eklembacaklılar, derisidikenliler gibi çok farklı kategorilerdeki canlıların son derece kompleks organ ve sistemleriyle birlikte aniden ortaya çıkmaları, evrim teorisini geçersiz kılarken yaratılışı kanıtlamaktadır. Çünkü, evrimcilerin de kabul ettiği gibi, "aniden ortaya çıkış", doğaüstü bir müdahale, yani yaratılış anlamına gelir.

Biyolojik Gözlemler: Darwin, teorisini ortaya atarken hayvan yetiştiricilerinin farklı köpek veya at cinsleri türetmeleri gibi örneklere dayanmıştı. Bu canlılarda gözlenen değişimi tüm doğaya atfetmiş ve her canlının bu şekilde ortak bir atadan gelmiş olabileceğini savunmuştu. Ancak 19. yüzyılın yetersiz bilim düzeyi içinde ortaya atılan bu iddia da 20. yüzyıldaki bulgularla çürüdü. Farklı hayvan türleri üzerinde onyıllar boyu yapılan deney ve gözlemler, canlılardaki çeşitlenmenin hiçbir zaman için belirli bir genetik sınırın ötesine geçmediğini gösterdi. Bir başka deyişle, Darwin"in "Bir ayı cinsinin doğal seleksiyon yoluyla giderek daha fazla suda yaşamaya uygun özellikler elde etmesinde, giderek daha büyük ağızlara sahip olmasında ve sonunda bu canlının dev bir balinaya dönüşmesinde hiçbir zorluk göremiyorum" şeklinde örnekler verirken (12) aslında çok büyük bir cehalet sergilediği ortaya çıktı. Öte yandan gözlem ve deneyler, neo-Darwinizm"in bir "evrim mekanizması" olarak tanımladığı mutasyonların da canlılara hiçbir yeni genetik bilgi eklemediğini ortaya koydu.

Hayatın Kökeni: Darwin yeryüzündeki canlıların ortak bir atadan geldiklerini ileri sürmüş, ancak "ilk canlı" olarak nitelenebilecek bu ortak atanın nasıl var olduğu sorusundan hiç söz etmemişti. Bu konudaki tek tahmini, "küçük ılık bir göletin içinde" ilk canlı hücrenin kimyasal reaksiyonlar sonucunda oluşmuş olabileceğiydi. Ancak Darwinizm"in bu açığını kapatmak niyetiyle konuya eğilen evrimci biyokimyacılar, hayalkırıklığına uğradılar. Tüm gözlem ve deneyler, cansız maddenin içinden rastlantısal reaksiyonlarla canlı bir hücrenin doğmasının tek kelimeyle imkansız olduğunu gösterdi. İngiltere"nin Nobel ödüllü ateist bilim adamı Hoyle dahi, bunun bir hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir Boeing 747 uçağının oluşması kadar olanak dışı olduğunu açıkladı. (13)

Bilinçli Tasarım: Bilim adamları hücreyi, hücreyi oluşturan moleküler parçaları, bunların vücut içindeki olağanüstü organizasyonunu, organlardaki hassas düzen ve planı inceledikçe, evrimcilerin ısrarla reddetmek istedikleri bir gerçeğin kanıtlarıyla yüzyüze geldiler: Canlılık, dünya üzerindeki başka hiçbir sistemde (örneğin teknoloji harikası makinalarda) bulunmayacak kadar kompleks tasarımlarla doluydu. Hiçbir kameranın kendisiyle boy ölçüşemeyeceği gözlerimiz; kuşların, uçuş teknolojisine ilham kaynağı olan kanatları; canlı hücresinin içiçe geçmiş karmaşık sistemleri; DNA"daki olağanüstü bilgi gibi sayılamayacak kadar çok "tasarım örneği", canlılığı kör rastlantıların ürünü sayan evrim teorisini çaresiz bıraktı.

Tüm bu gerçekler, 20. yüzyılın sonunda Darwinizm"i köşeye sıkıştırdı. Bugün başta ABD olmak üzere pek çok Batılı ülkede bilim adamları arasında "bilinçli tasarım" (intelligent design) teorisi yaygınlaşıyor. Bilinçli tasarım"ın savunucuları, Darwinizm"in bilim tarihinde büyük bir yanılgı olduğunu ve "materyalist felsefenin zorla bilime empoze edilmesi"nin sonucunda doğduğunu anlatıyorlar. Bilimsel bulgular canlılarda "tasarım" bulunduğunu gösteriyor ve bu da yaratılışı kanıtlıyor. Kısacası bilim, Allah"ın tüm canlıları yarattığı gerçeğini bir kez daha tasdik ediyor…



Yani ateizm, psikoloji alanında da hezimete uğradı.


Tıp: Kalplerin Nasıl "Mutmain" Olduğunun Keşfi

Ateist varsayımların çöküşüne ilginç biçimde sahne olan bir diğer bilim dalı ise tıptır.

Amerikan Sağlık Araştırmaları Ulusal Merkezi"nden David B. Larson ve ekibi tarafından derlenen araştırma sonuçlarına göre; Amerikalılar arasında dindar ve inançsız kişiler arasında yapılan karşılaştırmalar çok ilginç sonuçlar vermiştir. Dindarların, dini yönü zayıf veya hiç olmayan kişilere göre; kalp hastalıklarına % 60 daha az yakalandıkları; intihar oranlarının % 100 daha düşük olduğu; tansiyon bozukluğuna çok daha düşük oranlarda yakalandıkları; sigara içenler arasında bu oranın 7"ye 1 olduğu gibi sonuçlar ortaya çıkmıştır. (18)

Seküler psikologlar genellikle buna benzer olguları "psikolojik etki" olarak açıklarlar. Bunun anlamı, inancın insanların moralini yükselttiği ve moralin de sağlığa katkı sağladığıdır. Bu açıklamanın haklı bir yönü olabilir, ancak konu incelendiğinde daha çarpıcı bir sonuç çıkmaktadır. Allah"a olan inanç, başka herhangi bir moral etkiden çok daha güçlüdür. Harvard Tıp Fakültesi"nden Dr. Herbert Benson"ın dini inanç ve bedensel sağlık arasındaki ilişkiyi inceleyen kapsamlı araştırmaları, bu konuda dikkat çekici sonuçlar vermiştir. Benson, inançsız bir kişi olmasına rağmen, Allah"a olan inancın ve ibadetlerin insan sağlığı üzerinde başka hiçbir şeyde görülmeyecek derecede olumlu bir etki meydana getirdiği sonucuna varmıştır. Benton, "diğer hiçbir inancın, Allah"a olan inanç gibi zihne huzur vermediği sonucuna" vardığını açıklamaktadır. (19)

Peki neden iman ile insan ruh ve bedeni arasında böyle özel bir ilişki vardır?… Seküler bir araştırmacı olan Benton"ın vardığı sonuç, kendi ifadesiyle, insan bedeninin ve zihninin "Allah"a göre ayarlı" olduğudur. (20)

Tıp dünyasının yavaş yavaş fark etmeye başladığı bu gerçek, Kuran"da "Haberiniz olsun; kalbler yalnızca Allah"ın zikriyle mutmain olur" (Rad Suresi, 28) ayetiyle haber verilen bir sırdır. Allah"a inanan, O"na dua eden, O"na güvenen insanların diğerlerinden hem ruhsal hem de fiziksel olarak daha sağlıklı olmalarının nedeni, fıtratlarına uygun davranmalarıdır. İnsan fıtratına aykırı olan felsefe ve sistemler, insanlara hep acı, hüzün, sıkıntı ve bunalım getirmektedir.

Bununla birlikte dindar bir insanın yaşadığı huzurun asıl kaynağı Allah"ın rızasını kazanmak için hareket ediyor olmasıdır. Diğer bir deyişle bu huzur, insanın vicdanının sesini dinlemesinin doğal sonucudur. Yoksa insan "daha huzurlu olayım," "daha sağlıklı olayım" diye din ahlakını yaşamaz. Zaten bu niyetle hareket eden bir kişi de gerçek anlamda huzuru bulamaz. Allah, bir insanın gizlediklerini de dışa vurduklarını da en iyi bilendir. Kişi vicdani rahatlığı ancak samimi olarak, yalnızca Allah"ı razı etmek için çaba gösterdiğinde yaşar. Bir ayette şu şekilde buyurulmuştur:

Öyleyse sen yüzünü Allah"ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah"ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah"ın yaratışı için hiç bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler. (Rum Suresi, 30)

Modern tıp, yukarıda kısaca belirttiğimiz bulgular ışığında bu gerçeğin farkına varma yolundadır. Patrick Glynn"in ifadesiyle, "çağdaş tıp, tedavinin salt maddesel yöntemler dışında da boyutları olduğu gerçeğini kabul etme yolunda ilerlemektedir." (21)


Toplum: Komünizmin, Faşizmin ve 68 Kuşağının Çöküşü

Ateizmin 20. yüzyıldaki çöküşü, sadece astrofizik, biyoloji, psikoloji, tıp gibi bilim dallarında değil, aynı zamanda siyaset ve toplumsal ahlak düzeyinde de geçerlidir.

Komünizmin yıkılması, bunun önemli örneklerinden biridir. Komünizm 19. yüzyıldaki ateist sapmanın en önemli siyasi sonucu sayılabilir. İdeolojinin kurucuları olan Marx, Engels, Lenin, Troçki veya Mao, ateizmi en temel prensip olarak benimsemişlerdir. Komünist rejimler ateizmin topluma benimsetilmesini ve dini inançların yok edilmesini öncelikli bir hedef olarak belirlemişlerdir. Stalin Rusyası başta olmak üzere, Kızıl Çin, Kamboçya, Arnavutluk ve bazı Doğu Bloku Ülkeleri"nde başta Müslümanlar olmak üzere dindarlara karşı büyük baskılar uygulanmış, hatta toplu kıyımlar gerçekleştirilmiştir.

Ama bu kanlı ateist sistem, 1980"lerin sonunda çok şaşırtıcı bir şekilde çökmüştür. Bu çöküşün temellerini incelediğimizde ise, aslında çöken şeyin ateizm olduğunu görürüz. Patrick Glynn, konuyu şöyle açıklamaktadır:

Seküler tarihçiler komünizmin en büyük hatasının ekonominin kanunlarını reddetmek olduğunu söyleyeceklerdir. Ama başka kanunlar da vardır, bu çöküşte rol oynayan… Tarihçiler komünizmin çöküşüne giden faktörleri detaylı inceledikçe, Sovyet elitinin bir tür ateist "inanç krizi"nin sancıları içinde olduğu açığa çıkmaktadır. "Büyük Yalan"a dayalı başka yalanlardan oluşan ateist bir ideolojinin etkisinde yaşadıklarından dolayı, Sovyet sistemi çok radikal bir demoralizasyon yaşamıştır, bu terimin her anlamında. Yönetici sınıf da dahil olmak üzere, Sovyet halkı her türlü ahlaki duyguyu ve her türlü umudu yitirmiştir. (22)


Gorbachev: Tüm çabalarına rağmen Sovyet toplumundaki "inançsızlık krizi"ni çözememiştir.
Sovyet sisteminin bu büyük "inançsızlık krizi"nin ilginç bir göstergesi, devlet başkanı Mihail Gorbaçov"un yapmaya çalıştığı reformlardır. Gorbaçov başa geldiği günden itibaren, ekonomik reformların yanında ahlaki sorunlarla da ilgilenmiş, örneğin ilk olarak alkolizme karşı bir kampanya başlatmıştır. Topluma moral verebilmek için uzun süre eski Marksist-Leninist terminolojiyi kullanmış, ancak bunun fayda etmediğini görünce, rejiminin son yıllarında bazı konuşmalarında Allah"tan söz etmeye dahi başlamıştır-gerçekte bir ateist olmasına rağmen. Ancak kuşkusuz bu samimiyetsiz inanç sözleri fayda etmemiş ve Soyvet toplumunun inanç krizi giderek daha da büyümüştür. Sonuç, dev Sovyet imparatorluğunun bir anda çökmesidir.

20. yüzyıl sadece komünizmin değil, 19. yüzyıldaki din aleyhtarı felsefelerin bir diğer meyvesi olan faşizmin de çöküşünü belgelemiştir. Faşizm, ateizm ile putperestliğin karması sayılabilecek ve İlahi dinlere şiddetle düşman olan bir felsefenin ürünüdür. Faşizmin fikir babası sayılan Friedrich Nietzsche, putperest barbar toplumların ahlakını övmüş, başta Hıristiyanlık olmak üzere İlahi dinlere saldırmış, hatta kendini "Deccal" (Antichrist) olarak tanımlamıştır. Nietzsche"nin takipçisi olan Martin Heidegger koyu bir Nazi destekçisi olmuş, bu iki ateist felsefecinin düşünceleri Nazi Almanyası"ndaki korkunç vahşetleri doğurmuştur. 55 milyon insanın yaşamına mal olan II. Dünya Savaşı, ateizmin insanlığa getirdiği felaketlerin bir diğer örneğidir.

Bu arada, hem II. hem de I. Dünya Savaşı"nın çıkış nedenleri arasında da, bir başka ateist ideoloji olan Sosyal Darwinizm"in yattığını hatırlatmak gerekir. Harvard Üniversitesi tarih profesörü James Joll"un Europe Since 1870 (1870"den Bu Yana Avrupa) isimli kaynak kitabında belirttiği gibi, gerek her iki dünya savaşının ardında da; savaşı biyolojik bir gereklilik olarak gören, milletlerin çatışma yoluyla gelişeceği gibi bir hurafeye inanan Sosyal Darwinist Avrupa liderlerinin felsefi görüşlerinin büyük yeri vardır. (23)


İnançlı ve barışçıl Amerikan Devrimi"nin tersine, Fransız Devrimi tamamen ateist, putperest ve oldukça vahşi idi.
Ateizmin bir diğer toplumsal sonucu ise, Batı toplumlarında ortaya çıkmıştır. Günümüzde Batı dünyasını "Hıristiyan alemi" olarak görme yönünde bir eğilim vardır. Oysaki Batı"da söz konusu Hıristiyan kültürün yanında, 19. yüzyıldan itibaren hızla yükselen ateist bir kültür de hakimdir ve bugün "Batı" dediğimiz medeniyet içinde bu iki kültür çatışma halindedir. Batı"nın emperyalizm, ahlaki dejenerasyon, despotizm gibi olumsuz özelliklerinin kaynağı ise, söz konusu ateist unsurdur.

Amerikalı yazar Patrick Glynn, God: The Evidence adlı kitabında bu konuya dikkat çekmekte, Batı"daki inançlı ve ateist unsurları karşılaştırmak için, Amerikan ve Fransız Devrimlerini örnek göstermektedir. Amerikan Devrimi, Allah"a inanan insanlar tarafından gerçekleştirilmiştir; Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi insan haklarınının "Yaratıcı tarafından verildiğini" bildirmektedir. Fransız Devrimi ateistler tarafından gerçekleştirilmiş, Fransız İnsan Hakları Bildirgesi ise ateist (ve kısmen putperest) bir mantıkta kaleme alınmıştır. İki devrimin fiili sonuçları ise çok farklıdır: Amerikan modelinde dine ve dini inançlara saygılı, barışçıl ve toleranslı bir ortam gelişmiş, Fransa"daki koyu din düşmanı anlayış ise ülkeyi kana boğmuş, o döneme kadar eşi görülmemiş bir vahşet uygulamıştır. Patrick Glynn"in ifadesiyle, "ateizm ile ahlaki ve siyasi felaketler arasında ilginç bir tarihsel korelasyon (doğrusal ilişki) vardır." (24) Yazar, Amerika"yı ateistleştirmek için yürütülen çabaların da her zaman için toplumsal tahribat meydana getirdiğini, örneğin 60"lı ve 70"li yıllarda (68 kuşağı döneminde) yaygınlaşan "cinsel devrim" hareketinin çok büyük toplumsal yaralar açtığını ve bunun artık seküler tarihçiler tarafından da kabul edildiğini anlatmaktadır. (25)

Dine Yöneliş

Buraya kadar kısaca özetlediğimiz bilgiler, ateizmin kaçınılmaz bir çöküş içinde olduğunu açıkça göstermektedir. Bir diğer ifadeyle insanlık Allah"a yönelmektedir. Bu gerçeğin ifadesi, sadece burada aktardığımız bilim veya siyaset alanlarıyla sınırlı değildir. Ünlü devlet adamlarından sinema yıldızlarına veya pop sanatçılarına kadar, Batı toplumunun pek çok "kanaat önderi" eskisine göre çok daha dindardır. (bkz. Harun Yahya, Batı Dünyası Allah"a Yöneliyor, İstanbul, 2001) Uzun yıllar ateist olarak yaşadıktan sonra, gördüğü gerçekler karşısında Allah"a iman eden pek çok insan vardır. (Bu yazı boyunca kitabından bazı alıntılar yaptığımız Patrick Glynn de bunlardan biridir.)

Buna vesile olan bilimsel gelişmelerin, hep aynı dönemde, yani 1970"lerin ikinci yarısından itibaren başlamış olması ise oldukça ilginç bir durumdur. "İnsani İlke" kavramı ilk kez 70"lerin ortasında ileri sürülmüştür. Darwinizm"e yönelik bilimsel eleştirilerin bilim dünyası içinde yüksek sesle dile getirilmesi, 70"lerin sonlarında başlamış bir süreçtir. Freud"un ateist dogmasına karşı psikoloji dünyasındaki eleştirilerdeki dönüm noktası, M. Scott Peck"in 1978"de yayınlanan The Road Less Traveled adlı kitabıdır. Glynn, bu nedenle 1997 basımı kitabında "son iki on yıl içinde, çok uzundur zamandır egemen olan modern seküler dünya görüşünün temellerini sarsan yeni kanıtlar"dan söz etmektedir. (26)

Kuşkusuz ateist dünya görüşünün sarsılması, yerine başka bir "dünya görüşü"nün egemen olması anlamına gelecektir ki bu, dindir. Dünya, 1970"lerin sonlarından (veya bir başka ifadeyle Hicri 14. asrın başlarından) itibaren "dinin yükselişi"ne sahne olmaktadır. Diğer sosyal süreçler gibi bu da bir günde değil, uzun bir zaman dilimi içinde gerçekleştiği için çoğu kimse bunu fark edemiyor olabilir. Oysa gelişmeleri biraz daha dikkatli değerlendirenler, dünyanın fikri alanda büyük bir dönüm noktasında olduğunu görmektedirler.

"Seküler tarihçiler" bu olguya da kendilerine göre bir açıklama yapmaya çalışacaklardır. Ancak söz konusu kişiler, Allah"ın varlığı konusunda derin bir yanılgı içinde oldukları gibi, tarihin akışı konusunda da derin bir yanılgı içindedirler. Gerçekte tarih, Allah"ın belirlediği kadere (sünnetullah"a) göre işler. Allah bu gerçeği bize "Sen, Allah"ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah"ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın" buyurarak bildirir. (Fatır Suresi, 43) Dolayısıyla tarihin bir amacı vardır. Tarih, Allah"ın dilediği gibi ilerler. Allah"ın dileği ise nurunun tamamlanmasıdır:

Ağızlarıyla Allah"ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. (Tevbe Suresi, 32)

Bu ayetin bir yorumu da şudur: Allah vahyettiği İlahi dinlerle insanlara nurunu indirmiştir. İnkarcılar ise bu nuru ağızlarıyla, yani sözleri, telkinleri, propagandaları ve felsefeleriyle söndürmek isterler. Ancak Allah sonunda nurunu tamamlayacak, yani din ahlakını dünyaya egemen kılacaktır.

Yazının başında sözünü ettiğimiz "tarihin dönüm noktası", gerek burada aktardığımız kanıtlarla gerekse hadislerin ve bazı alimlerin işaretiyle, işte bu olabilir. Elbette en doğrusunu Allah bilir.

Sonuç