Einzelnen Beitrag anzeigen
  #22303  
Alt 31.07.2005, 23:50
unknown
 
Beiträge: n/a
Standard I -b )

Öncelikle burada " hâl " in tanımını yapmak istiyorum, değerli hocam Şefik Can, Mevlâna adlı kitabının sonunda ki tasavvuf terimleri sözcüğünde şöyle bir tanımlama veriyor.

Hâl :

" İçinde bulunulan zaman demek olan hâli Sûfiler başka türlü anlatırlar.
Onlara göre insanın iradesi ve çabası olmaksızın sırf Allah" ın bir lütfu
olmak üzere kalbe gelen mânâlar, feyz, bereket, marifet,
his, heyecan,
neşe, zevk, keder değişik hâllerdir.
Gönlü zengin, ruhu temiz, ahlakı düzgün, manevî yaşayışı güzel kişilere,
Hakk" ın rızasını ve sevgisini kazanan iyi kullara hâl sahibi derler.
Hâl sahibi velî ve ermiş anlamına gelir. Hâl sahibi olmak
hiç çalışmadan, uğraşmadan ilâhî bir ihsan olarak kula verildiği
gibi kulun kulluk yaparak dînî ve insanî vazifelerini gereği gibi
yerine getirerek de bu lütfa erebilmesi mümkün olur.
Kulun çalışarak, ibadet ederek elde ettiği bu hâle makam derler.
Hâl sahibi halinde devamlı olmaz. Halbuki makam sahibi
makamında kaim ve değişmez bir durumdadır.
Hâl sahibi bazen durgun, bazen neşeli, bazen kederlidir.
Böylece mânâ yolcusunun eriştiği zevk ve neşe kendisine mal olmaz, geçicidir.
Hâl ehli çoktur. Makam ehli pek azdır.
Tasavvufa ait kitaplarda hâl için şu izahlar vardır :
"Bütün fikri bir hedef üzerine temerküz ettirmek için sâlikin sarf ettiği rûhî gayret.
Onu rüyalar görmeye, meleklerin, peygamberlerin, velîlerin seslerini duymaya,
onlardan irşâd almaya sevk eder. Bu bir zevk ve kendinden geçiş hâlidir.
Sâlik bundan sonra terakkî eder, tedrîcen daha yüksek makama ulaşır. " ( 11 )

Burada Sufizm açısından çok önemli birkaç noktaya değinmek istiyorum.

Uzak doğu dinlerin bazılarına gözlemlediğimiz, somut bir Tanrı kavramı olmaması olgusunun aksine, Sufizm" de çok yoğun bir insan-Allah ( cc ) ilişkisi vardır. Bu ilişki Kur"an anahtarı ile çok iyi tanımlanmış ve belirli bazı " kurallar " çerçevesinde şekillenmiştir. İnsan Rabb"inden değişik şeyler ister, evet bütün istekler Allah"a ( cc ) ulaşır ama istekleri yerine getirmek tamamen Hakk" ın tekeli altındadır. Sıkça verilen bir örnek yağmur duasıdır, kuraklık olur, yağmur duasının vakti gelir ve yağmur duası yapılır. Ama buradaki bir inceliğe dikkatinizi çekerim, yağmur duasının vakti geldiği için yağmur duası yapılır, Allah" ın ( cc ) rahmeti verip vermiyeceği ise tamamen ilâhi iradeye bağlıdır. Dolayısıyla duadan sonra yağmur gelmezse gerçek inanan düş kırıklığına uğramaz.

" Hâller " bizim inancımıza göre ilâhi iradeye tabidir. Gelirse gelir, gelmezse gelmez. Gelse de eyvallah, gelmese de eyvallah zihniyeti ile uygulamaya başlamak çok önemlidir. Bu konunun bu denli üstünde durmamın nedeni, bu ince noktaları bilmeden zikir, " gönül uyandırma ", tefekkür uygulayan insanlarda bir süre sonra, " ben yaptım " duyguları, yani bencillik - enaniyet oluşmasıdır. Bu durumda kurtulmaya çalıştığımız nefsimiz, egomuz daha da şişebilir, gizli gurur ve hatta bir tür kendine tapma ( gizli şirk ) oluşabilir. Bir basamak yükseleceğiz derken, on basamak geri gidebiliriz.

İkinci önemli nokta hâli yaşama ile ilgilidir.

Diyelim ki Rahman bize lûtf etti ve aşağıda değineceğimiz hâllerden birini veya birkaçını yaşadık. Bu başlangıçta hâli " tadımlamak " olabilir, yani daha fazla çaba sarf edelim diye ağzımıza bir parmak bal çalınmış olabilir. Bu sürecin bir ileri aşaması, hâli birkaç kez tekrardan yaşamak ve belkide bu hâle " aşina " olmak, yani bu hâli sık sık yaşar olmak ama yine yitirme durumudur. Hâli sürekli yaşar olmak ise, az insana nasib olan " makam " sahibi olmaktır. Amaç ise makam sahibi olduktan sonra bir ileri makama geçmektir.

Çünkü İslâm ve Sufizm, sonu olmayan bir gelişme yoludur.

Bizim inancımıza göre bir " makama " sahip olmak için bir " rehber " gereklidir, yalnızca bir rehberin yanında sistematik nefs terbiyesi yolundan geçen kişilerde " hâl " bağımlılığı aşılabilir. Bu nedenlerle mesela Budistlerin yaşadığı bir hâl olan " aydınlanma ", Sufizm" de hoş ama geçici bir hâl olarak telâkki edildiği için, Sufi bu hâle de takılmaz.



Bakın bu inceliği çok iyi kavramış Hz.Mevlâna bu konuda ne diyor.

Sevgili âşıklarından birisini huzuruna çağırdı, âşık aşk mektubunu çıkarıp sevgilisinin huzurunda okumaya başladı.
Mektupta beyitler, öğüşler, ihtiyaç ve âciz, yoksulluk... birçok lâflar vardı.
Mâşuk dedi ki : " Eğer bu okuma, benim içinse vuslat zamanı ömür zayi etmektir bu!
Ben yanındayım, sen mektup okuyorsun. Bu, âşıklık alâmeti değil ki! "
Âşık dedi ki : " Doğru, sen buradasın ama ben, istediğim zevki, istediğim gibi bulamıyorum ki,
Geçen yıl senden aldığım zevki, şimdi vuslatına erişmiş olduğum halde alamıyorum.
Ben bu kaynaktan arı, duru su içtim, o suyla gözümü de yeniledim, gönlümü de.
Şimdi kaynağı görüyorum ama su yok. Yoksa su yolumu birisi mi kesti. " dedi.
Mâşuk dedi ki : Şu halde ben, senin sevgilin değilim. Ben Bulgar Türküyüm, sen Katu Türkü istiyorsun.
Sen bana değil, bir hâle âşıksın. Fakat yiğidim, hâl elde kalmaz ki.
Senin tamamiyle istediğin ben değilim. Âlemde istediğin şeyin bir kısımcağızı bende var.
Sevgilin değilim, sevgilinin eviyim. Halbuki aşk, peşindir, eldedir; sandıkta değil!
Sevgili, tek olan sevgiliye derler. Gelişin de ondandır, sonuncu gidişin de ona!
Onu buldun mu başkasını beklemezsin gayri. Ortada görünüp duran da odur, gizli olan da o!
O, hâllere sahip bir hâkimdir, mahkûm değil. Aylar, yıllar, o ay yüzlünün kuludur, kölesidir.
Dilerse söyler, hâle ferman eder... dilerse hükmeder, cisimleri can hâline getirir.
Bekleyip duran, oturup hâl arayan, hal bekleyen kişi, işin sonuna varmış değildir.
Sona varan kişinin eli, hal kimyasıdır, elini oynattımı bakır sarhoş bir hâle gelir, altın olur.
Dilerse söyler, hâle ferman eder... dilerse hükmeder, diken ve neşter, nergis ve ağustos gülü kesilir.
Hâle mahkum olansa hâl gelince derecesi artan, hâlsiz kalınca rütbesi eksilen bir adamdır.
Hulâsa, sufi " İbn-al vakit-zamanın oğlu " dur, fakat vakitten de kurtulmuştur, hâlden de.
Hâller, onun azmine onun reyine mahkûmdur. Hâller, onun Mesih" in nefesine benzeyen nefesleriyle diridir.
Sense hâle âşıksın, bana değil. Sen, bir hâle sahip olma ümidiyle benim etrafımda dönüp dolaşıyorsun.
Bir an eksilen, bir an artıp kemal bulan hâl, Halil" in mâbudu olamaz, batar gider.
Batıp giden, gâh böyle, gâh şöyle olan güzel değildir, ben batıp gidenleri sevmem.
Bazen hoş, bazen nahoş olan, bir zaman su, bir zaman ateş kesilen,
Ayın burcudur ama ay değil... put gibi güzeldir ama güzelliğinden haberi bile yok!
Sâf Sufi, " İbn-al vakit " tir ama vaktin babasıymış gibi vakti adamakıllı avucunun içine almıştır.
Bu çeşit Sufi, tamamiyle ululuk sahibi Tanrı" nın nûruna gark olmuştur. Kimsenin oğlu değildir o... vakitlerden de kurtulmuştur, hâllerden de!
Doğurmayan nûra batmıştır. Doğmayan, doğurmayan zatsa ancak Tanrı dır.
Diriysen yürü, böyle bir aşk ara... yoksa birbirine aykırı vakitlere kulsun.
Çirkin, güzel nakışlara bakma da kendi aşkına, kendi dileğine bak!
Hor musun, zayıf mı? Buna bakma da ey kadri yüce kişi, himmetine, gayretine bak!
Ne hâlde olursan ol, boş durma, ey dudakları kurumuş susuz, daima su araştır!
O susuz, o kupkuru dudağın yok mu, o dudak sudan haber vermede... nihayet kaynağa ulaşacağını bildirmede.
Dudak kuruluğu suyu haber verir... Bu eziyet, bu susuzluk, muhakkak suya ulaşacağına delâlet eder, der ;
Bu aramak yok mu, kutlu bir iştir. Hak yolundaki bu istek, mâniler giderir.
Bu istek dileklerinin anahtarıdır. Bu istek, senin ordundur, bayraklarının yardımcısıdır.

Yüce Mevlâna" nın burada hâl konusunda yazdıkları hâlin geçici bir olgu olduğunu ve ne olursa olsun hiçbir hâle takılınmaması gerektiği gerçeğini Allah" ın veli kullarına has o erişilmez uslubuyla bizlere aktarıyor. Son peygamberin yolunda yürüyen ve tüm insanlığın manevi geleneklerinin hem mirasçısı hemde tamamlayıcısı olan Sufi yoluna yakışan da zaten insanın manevi gelişimini kısıtlayacak tüm engelleri bertaraf etmek olurdu. Anlaşıldığı gibi bizim maneviyat geleneğimizde " aydınlanmak, ermek " vs... gibi hâller sonsuzluğun nûr deryasında nûr olmuş yüce ruhlar için çok basit nihai amaçlar olarak telâkki edilir.

Son senelerde ülkemizde oluşan " maneviyat piyasasına " şöyle bir baktığımızda, bu tip " hâl tüccarlarını " pek sık görmeye başladık. Şunu şunu yaparsan işinde daha başarılı olursun, insan ilişkilerin düzelir, zihnin rahatlar, belki de uçmaya başlarsın... Ve bütün bunların karşılığında bize şu kadar para ödeyeceksin, öde ki bizde seni " kozmik lunapark " a alalım ve seni yıldızlar gemisine bindirelim... Burada aklıma Buda ile ilgili güzel bir hikâye geldi.

Buda bir gün bir ırmak kenarında yürüyormuş, karşısına saçı sakalı birbirine karışmış bir meczup çıkmış. Adam Buda" yı tanımış ve hemen ayaklarına kapanmış, övgü dolu sözler söylemiş. Buda ne yapıyorsun diye sorduğunda, meczup " sizin yolunuzdan yürüyorum " efendim demiş ve 20 senedir günlerini meditasyonla geçirdiğini anlatmış. " Peki oğlum nereye vardın ? " sorusunu sorunca Buda, adam hemen ırmağın suyunun üstünden ayakları ıslanmadan yürümeye başlamış ve karşı kıyıya çıkmış. Ellerini açmış ve yüzünde mağrur bir ifadeyle, " işte efendim " demiş.

Bir an sessizlikten sonra Buda adamın gözlerinin içersine derin derin bakmış ve " Oğlum sen 20 senede yalnızca bunu mu öğrendin " demiş...

Yukarıda "hâl" konusunda sizlere aktardıklarım ilk başta basit gibi görünen " gönül uyandırma " olgusunun ardında hangi akılalmaz potansiyellerin olabileceğine işaret etmek içindi. Ama biz yine dünyaya ve konumuza dönelim, geçici de olsalar, " gönül uyandırma " esnasında içimizde oluşabilecek hâllere konsantre olalım.


Bulanık bir su birikintisi iken zikir, " gönül uyandırma ", tefekkür yoluyla, tortuları çöküp, pırıl pırıl saydam bir hâle dönüşen, arınmış zihinde neler zuhur edebilir?

Ayırım yapmayan,hatta yakın ,uzak çevremize ,tüm evrene yayılan bir sevgi dalgası oluşabilir. Besmele"deki Rahman isminin tecellisi ve getirdiği rahmaniyet duygusu gönlümüzü kaplayabilir.


Tek tek tüm varlıklara yönelik bir merhamet duygusu, Dizimizin üstünde yürüyen karıncadan, uzakta havlayan köpeğe, çocuğunu çağıran bir anneye, velhasıl duyu organlarımız ile bizlere ulaşan dünyanın tüm yansımalarına yönelik derin bir şefkat, muhabbet duygusu, Rahim isminin tecellisi olabilir.


Hiç neden yokken içimizde oluşan, coşku, ümit, ferahlık, hafiflik. Tasavvuf-i neşe denen bu hâlde sanki bizi sarıp sarmalayan o görünmez zar yarılmış ve içimizdeki o " çocuk " doğmuş gibidir. Korku, evham, karamsarlık, endişe balonları birer sabun köpüğü gibi patlamıştır. Bu hâl çocukluğumuzda yaşadığımız o kaygısız coşku durumlarına çok benzer ve her yaşta yaşanabilir. 70 yaşında bir ihtiyar kendisini 8 yaşındaki gibi coşku dolu hissedebilir.


Sözcüklere sığmayan bir sükûnet ve huzur durumu. Bu hâlde gönül sanki bir ayna gibi dümdüz olur ve akıp giden dünya sadece bu aynadan yansır. Ayırım yapmadan, aynanın çevresinden etkilenmediği gibi gönülde, her durumda sakin kılar.
Hz.Mevlâna"mızın güzel deyimiyle, köpekler havlar ama mehtap etkilenmez … dolunay tüm ihtişamı ile nûrunu saçmaya devam eder …