Einzelnen Beitrag anzeigen
  #22304  
Alt 31.07.2005, 23:51
unknown
 
Beiträge: n/a
Standard I - c)

Kur"an" a göz attığımızda Allah ( cc ) " ın ayetlerde sevgi konusuna çok özel bir uslupla yaklaştığını görüyoruz. ( 13-1 ) Kur"an"da sanki evlâtlarını çok seven fakat onlara bu sevgiyi, yine onların iyiliği için, pek açığa vurmayan bir ilâhi ûslup var. Kur"an" ın ilk âyeti besmelede Allah" ın ( cc ) kendini tanımlaması " Rahman " ve " Rahim " nitelikleri ile başlıyor. Bilindiği gibi Rahman, duygusal bir durumu dile getirir, merhamet eden, acıyan, sabırlı olan, iyilik eden ve ödüllendiren anlamlarına gelir. İlâhi rahmetin ilk belirtisi Yaratanın yaratma sürecini başlatması yani evrene varlık bahşetmesidir. Rahman" ın rahmeti, evrensel sevgisi, karşılık gözetmeden, ayırım yapmadan, canlı ve cansızlara, tüm evrene nüfûz eder. Rahim ise rahmet" in özel bir hâlidir ve bireyin göstermiş olduğu işleve göre onda tecelli bulan yani meydana çıkan rahmet halidir. ( gereklilik rahmeti-rahmet ul vucub ). ( 13 )

Şimdi Kuran" daki sevgi ile ilgili diğer ayetlere yönelelim.

Yukarıda belirttiğim gibi Yaratan insanlara olan sevgisini Kur"an dilinde dolaylı olarak dile getirir ve sanki bu sevgisini pek " ucuzlatmadan " bizlere sunar. Ama Kur"an" da öyle mesajlar gizlidir ki eğer dikkatli bakılırsa ve söylenenler derinliğine düşünülürse, hayrete düşmemek mümkün değildir. Evveli ve sonu olmayan, tüm evreni ve bizleri yaratan, yoktan var eden yüce Allah ( cc ) buyuruyor :

O, merhamet etmeyi kendi zatına farz kıldı.
( Kuran En"Âm 12 )

Evet Yaratan burada kendinden sözediyor ve akıllara durgunluk veren bir ifşaatta bulunuyor! Hiçbir zorunluluk kaydı altında bulunmayan yüce Allah ( cc ), karşılık beklemeden tüm evrene sevgisini yayıyor ve hatta insani bir kategori olan zorunluluk kaydı altına, kendi isteğiyle giriyor! Burada ki " merhamet " sözcüğü ise, anlaşıldığı gibi rahmet" ten geliyor ve yukarıda tanımladığımız gibi geniş anlamda " evrensel sevgiyi, aşkı " dile getiriyor.

Şimdi bir başka âyete, Meryem Suresinin 96. âyetine bakalım.

" İnanan ve iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah ( gönüllerde ) bir sevgi yaratacaktır. "

Dikkat edilirse bu yaratılan sevgi çok önemli bazı ön koşullara bağlı görünüyor. Bu yeni kategorideki sevgiyi yaşamak için inanmak ama inanmanında ötesinde benlik ekolojisini bozacak yasaklardan sakınmak " ve iyi davranışlar-âmilus sâlihâti " de bulunmak gerekiyor. (Bak bu konuda Kuran Maide 54-42 , Bakara 195 , Âlî İmran 76-134-146-148-159 , Maide 13-93 , Tevbe 4-7-108 , Bakara 222, Hucurat 7-9 , Mumtehine 8 , İnsan 8). Bu iyi davranışlar, aktif bir şekilde dünya ve diğer insanlar için yararlı girişimlerde bulunmak demek oluyor.

Biraz daha açıklarsak, Allah Kur"an" da, altruist (diğergâm) bir yaşam tarzını ve infak" ı, yani gönülden, kendisi için önemli olan şeylerden fedâkârca vermeyi ve isar" ı, yani başkalarını kendinden fazla düşünmeyi, sürekli teşvik ediyor.

" Sevdiğiniz şeylerden ( Allah yolunda ) harcamadıkça iyiye ermezseniz. Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir. "
Âl-i İmrân 92.

Demek ki sevgi diye tanımladığımız, güncel hayatımızda ki sıradan sevgilerin ötesinde bir başka tür sevgi daha var. Sıradan sevgiler ise ( arabamı seviyorum, Kilyos" ta güneşin batışını seviyorum… ) aslında gerçek sevgi frekansına girmek için sadece birer vesile, gibi görünüyor.

" Süleyman : Gerçekten ben mal sevgisini, Rabbimi anmak için istedim, dedi."
Sâd 32.

Ve rahmeti sonsuz Yaratan, gerektiğinde, en zor şartlarda sevgi musluklarını açıyor… " ( Ey Musa ! Sevilmen ) ve benim gözetimimde yetiştirilmen için sana kendimden sevgi verdim. "
Tâ Hâ 39

Peki burada akla şöyle bir soru gelebilir, bu denli seven yüce Allah ( cc ) insanların çektikleri acılar konusunda ne diyor…

" Sana gelen iyilik Allahtandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. "
Nisâ 79

Sevginin evrenselliği konusunda bir başka âyet ise,

" İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz bütün kitaplara inanırsınız…"
Âl-i İmrân 119

İnsanın kalbine sevgi tohumlarının atılması konusunda yüce Allah, Rûm Sûresinin 21. âyetinde şöyle buyuruyor.

" Kaynaşmanız için size kendinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet oluşturması da O" nun kanıtlarındandır. "

Ve Kuran" dan vereceğimiz son örnek O" nun bağışlayıcı yanını, sevgisinin yanında sunar.

" O, çok bağışlayan ve çok sevendir. "
Târık 14

Esma ul husna " denilen, Yaratanın özelliklerini tanımlayan 99 " güzel isminden " 33 taneside Allahın rahmet yani evrensel sevgi yanının özelliklerini dile getirir. Burada bizim konumuzla ilgili birkaç hadisi de anıyorum.

" Merhametli olanlar… bunlara, Rahman olan Allah merhamet eyler… Yerde olanlara merhamet ediniz ki, göktekiler de size merhamet ederler."
( Sadreddin Konevi Hz. lerinin Hadis-i Erbain den alınma )

Allah evreni yaratma kararı verdiğinde, kendisi ile beraber inen kitabına şu hükmünüde yazdı :

" Rahmetim, öfkemin üstündedir. "
( Hadis, Buhari / Muslim )

" Nerede onlar, rahmetim nedeniyle birbirlerini sevenler.
Bugün onlara gölgem içinde gölge bağışlayacağım ve bugün benim gölgemden başka hiçbir gölge yoktur. "
Hadis-i Kutsi ( 23 )

Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız.
(Hadis)

Evet " aşk " konusunda tüm anlattıklarımızın can damarına geldik, eğer insanlık tarihi boyunca aşkın gerçek anlamını anlayan birileri varsa, hiç tereddüt etmeden bunlar Sufiler" dir diyebiliriz. Hiçbir manevi ekol uzaktan yakından evrenin ve insanın bu yüce sırrına bu denli yaklaşamamıştır. Çünkü yukarıda temas ettiğimiz gibi Sufizm" de hâl aşılmış, yokluk denizinin ötesine geçilmiş, ileride göreceğimiz gibi " bekâ " yaşanmıştır. Sufizme kısa bir tanımlama getirirsek, yukarıda da belirttiğimiz gibi,

" sonsuz aşk destanı - endless love story "

diyebiliriz. Sufizm veya tasavvuf bir manevi ekoldür ve maneviyatın son ve gerçek sahibi ise evreni ve insanı yaratan o sonsuz yaratıcı güç, yani Allah" tır. Yaratan ilham ve vahiy yoluyla yarattığı evrenle bağlantı kurar, ilham yolu tüm yaratıklar için geçerlidir. ( Bak Kur"an Nahl 68-69 )

Ama insanın bir ayrıcalığı vardır, bu ayrıcalık ise insanlar arasında seçilmiş çok yüce ruhlara, vahiy yolunun ( revelation ) açılmış olmasıdır.Vahye dayanmayan bir manevi ekol ise ana kaynağından kopmuş bir bilgi kaynağıdır, bazı doğrulara işaret edebilir ama bu verilerin kaynağı Allah ( cc ) olmadığı için hata payı çok büyüktür. Sufizmin dayanağı ise son peygamber ve O" nun vasıtasıyla tüm insanlığa inen Yaratanın sözüdür.

İşte bu yüce kaynaktan aldığı ilhamla, insanlık, o kaynağın mesajını hep daha mükemmel kavrayarak, zaman içersinde maneviyat alanında " sessiz bir devrim " gerçekleştirmiştir. " İlâhi aşk " kavramı ise bu devrimin doruk noktasıdır.

Akıldan ziyade gönülle bu kavramı " anlayan " lar için dünyevi bir kategori olan ölüm bitmiş, bedenleri bu dünyada olsada, o yüce ruhlar sonsuzluk âlemine adım atmışlardır. İnsanlığın tarihteki en erişilmez rüyası, " ölümsüz olmanın formülü " bulunmuş, sessiz devrim amacına ermiştir. Buda" nın sessizliğin sesini dinleyerek hissetiği nameler, bir senfoniye dönüşmüş, " ilâhi aşk oratorya " sı yazılmıştır.


İşte bizler böyle bir geleneğin varisleriyiz, hiç şüphe yok, gönlümüz yüce Mevlâna" nın, koca Yunus"un, bilge Ahmet Yesevi"nin, potasında yoğrulmuş ve bilsek de bilmesek de toplumsal bilinçdışımız, o kaynaklardan esinlenmiş ve bu yüce ruhlar arketipsel dünyamızı oluşturmuşlardır. Ama bunun da ötesinde bu saydığım yüce insanlar ve daha niceleri yalnızca bizlerin değil, tüm insanlığın manevi ataları, arketipleri durumundadırlar. Eserleri tüm dillere çevrilmiş, öğretileri sistematik bir şekilde arayış içinde olanlara sunulmuştur. Goethe bile Hz.Mevlâna" dan ve Hafız" dan etkilenerek " Doğu Batı Divanı " nı yazmıştır.

Bugün batının büyük kentlerinde, kültür merkezlerinde, tasavvuf ve İslam üzerine uzmanlaşmış, " Sufi kitabevleri - Sufi bookstores ", yayınevleri vardır ve Massignon, Nicholson, Arberry, Schimmel, Izutsu, Murata, Chittick gibi dünya çapında araştırmacılar tasavvuf büyüklerinin neredeyse tüm eserlerini okuyuculara kendi dillerinde sunmuşlardır. İskoçya" da bir Ibn Arabi araştırma merkezinde, üç, altı aylık kurslarda hem tasavvuf tarzına göre yaşanır, hemde Hazret" in eserleri ve felsefesi öğretilir.

Gelin şimdi yine dünyanın en zengin edebiyatından, tasavvuf edebiyatından örnekler vererek, " gaipten gelen sesleri " dinleyerek konumuza devam edelim. Sufizm bir aşk destanıdır demiştik, Hindistan" dan Bosna" ya kadar, çok değişik kültürlerden sayılamayacak kadar çok insanların bu yola eşsiz katkıları olmuştur, hepsini rahmetle anıyoruz.

Konumuzun sınırını aşmamak için biz burada 4 yüce ruhla yetineceğiz, bunlar asr-ı saadet döneminden sonra ilâhi aşkın annesi diye tanımlayabileceğimiz, kadın evliya, Rabia Adaviyya, ilâhi aşkın " şehidi " Hallac-ı Mansur, ilâhi aşkı akıl yolunu zorlayarak eşsiz bir biçimde " anlatan " İbn Arabi ve hiçbir tanımlamaya sığmayan Mevlâna" mız.
Sufizm geleneğinde sanıldığından çok kadın evliya vardır, hatta diyebiliriz ki yaradılışından gelen yetenekle kadın Yüce Allah"ın ( cc ) sevgi yoluna girmeye erkeklerden daha uygundur. Ama bu evliya kadınların çoğu kendilerini hem Rabb"lerine adayıp hem de fedakârca ailelerine ve çocuklarına verdikleri için erkekler kadar ilâhi aşk sahnesinde ön plana çıkmamışlardır. Hz.Mevlâna kadını tanımlarken Mesnevi de bakın ne diyor…

Kadın, Hak nûrudur, sevgili değil...
Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil.
( Mesnevi Cilt 1 MEB Yayınl. 2435 )

Son Peygamber döneminden sonra, Sufizm" in uyanışında ilâhi aşk kapısını tüm varoluşunu ortaya koyarak açan kişi, MS 801" de sevgilisi Rabb"ine kavuşan Rabia Sultan olmuştur. Rabia Adaviyya Basra da yaşayan ve köle iken azad edilen bir hanımdır. Onun hakkında anlatılan hikâyelerden en ünlüsü şöyledir : Rabia Basra sokaklarında bir elinde bir kova su, öbür elinde bir meşale ile dolaşırmış. Sormuşlar muradın nedir diye, yanıtı :

" Şu kova su ile cehennem ateşini söndürmek ve şu meşale ile cenneti yakmak istiyorum ,
cehennemden korkmadan ve cenneti arzulamadan sadece
O"na olan aşkımın yüzü suyu hürmetine
Rabbim"e yaklaşabileyim. "

Koşulsuz sevgi ( unconditionnal love ) ilk Sufilerin temel düsturu gibi görünüyor ve böylece insanlığın sonsuzluk arayışında akılalmaz perdelerin açıldığı bir süreç başlıyordu. Rabia Sultan" ın bir kadın olması kanımızca bir tesadüf değildi, aşkın son sırlarını, rahman ve rahim sıfatlarının tecelligâhı olan kadınlardan başka kim daha iyi kavrayabilirdi? Yeri gelmişken, burada " Rahim " sözcüğüne dikkatinizi çekmek istiyorum, " Ana rahmi " koruyan, koşulsuz sevgi veren, kendi " kanıyla " besleyen değil midir…?

Rabia anamızın üzerine en kapsamlı çalışmayı yapmış, araştırmacı yazar Margaret Smith" den aktarıyorum. Hasan Basri günlerden bir gün nehir kenarında Rabia Sultan" la karşılaşır ve bu denli ününü duyduğu bu kadını sınamak ister. Kendisi de keramet sahibi olduğu için, seccadesini suyun üstüne atar ve suda batmayan seccadenin üstüne çıkıp,

" Haydi gel Rabia iki rekat namaz kılalım. "

der.
Rabia Hz." leri şöyle muzipçe bir gülümser ve

" Şu dünya pazarında insanlara bu tip oyunlar
sergilemeye ne gerek var, bu zayıflıktır."

der.
Ve sonra da Hasan Basri" nin şaşkın bakışları önünde, kendi seccadesini havaya atıp üstüne çıkar ve

" ama istersen gel bu oyunu böyle oynayalım "

diyerek donup kalan Hasan Basri" yi yanına davet eder. Hazret yanına gelmeyi kendine yediremeyince " Bak! " der,

" Şu senin yaptığını balıklar da yapıyor ve benim yaptığımı bir sinek bile yapar.
Bizim Hak yolundaki arayışımız bu gibi basit şeylerin çok ötesindedir,
bu nedenle gel oyunu bırakalım, gerçek işimize dönelim. "

Üç arkadaşı, Hasan Basri, Melik Dinar ve Şakik Balki, Rabia Sultan"ı ziyaret ederler. Konu, Allah"a ( cc ) olan inancın samimiyeti, ilâhi aşk ve teslimiyet üzerinedir.
Hasan Basri şöyle ifade eder:

" Zorluklar karşısında tam sabır göstermeyen inancında samimi değildir." Rabia Sultan bu yanıtı beğenmez, egoizm kokusu geliyor der ve Şakik Balki" ye görüşünü sorar. Onun yanıtı "Başına gelen zorluklardan dolayı Rabbine şükür etmeyen, inancında samimi değildir." olur. Rabia Hz. biraz daha iyisi gerek diyerek, Melik Dinar" a döner. Melik, "Zorluklar karşısında büyük zevk almayan, inancında samimi değildir ", der. Rabia anamız gülümser ve " Bu yanıt bile yetmez." der ve ekler... "Zorluğun en şiddetli anında, bıçak kemiğe dayanmışken, zorluğun farkına varıp, Rabbinin cemalini bir an için bile olsa gözünden kaçıran, inancında samimi değildir." der.
İlâhi aşk konusunda vermek istediğim ikinci örnek, MS 921" de Hakkın rahmetine kavuşan Hallac-ı Mansur ( ks ) dur. Bu büyük " Ruh " a " ilâhi aşkın şehidi " diyebiliriz. Bir düşünün sevgilinize sevginizi kanıtlamak için neler verebilirsiniz? Fedakârlığınızın sınırları nereye kadar varabilir? Lime lime vücudunuzun doğranmasına yüzünüzde bir an için gülümseme eksilmeden katlanabilir misiniz? Evet bütün bu yüce insanlar ilâhi aşk yolunda bir perde daha kaldırmak için kendi alanlarında insanlık sınırlarını zorlamışlar.

Kim bilir belki de bizler sıcak koltuğumuzda onların destanlarını okuyalım kim olduğumuzu ve hangi gelişme potansiyeline sahip olduğumuzu anlayalım diye... " Ağaca bağlanıp kırbaçlandıktan sonra, ellerini ayaklarını kestiler..." Şibli, gerisini bize anlatıyor : …Ellerini, ayaklarını kestiler, o hâlâ konuşuyordu. Birşeyler söylemek için sokuldum. Aşk nedir ? diye sordum. Gelen yanıt tüyleri ürperten, insânî sınırların ötesinde bir gelişme potansiyeli ile karşı karşıya olduğumuzu bize çok açık bir şekilde anlatıyor. Hallac Hz nin bu soruya yanıtı...

" En aşağı konumu şu anda gördüğün şey.
Yemin ederim ki, Allah"ın verdiği nimetlerle ıstıraplar arasında asla fark görmedim! "

Evet son nefesini vermeden Hallac Hz.,

" Allahım! Sen, sana isyan edenlere bile sevgi beslerken senin için işkenceye
uğrayanlara rahmet etmeyeceğin nasıl düşünülür? "

dedi ve " Tek, Vahid olan Allah" la birleşmek yeter " diyerek son nefesini verdi ve sevgilisine kavuştu.
İlâhi aşkın sırlarını insanlığa belkide son bir armağan olarak açmak isteyen yüce Rabb"imiz, bu kez de akıl yoluyla ilham veriyordu ve bu ilhamın tecelligâhı bu kez, İspanya" da Mursiye kentinde doğan ve Şam" da 1240 tarihinde son nefesini veren Muhittin İbn Arabi oluyordu. " Fütûhat el Mekkiye ", İbn Arabi Hz" nin 500 bölümlük muazzam bir eseridir ve ilâhi aşk konusu burada derinliğine işlenmiştir. Aşağıda Hazret" in ana fikirlerini sizlere aktarmaya çalışacağım. Bakın bu ilâhi aşkın tanımını İbn Arabi bir şiirinde nasıl yapıyor.

" Sevgi bir orantıdır, hem Tanrıyı ilgilendiren hem insanı
ilmimiz bilmese de bu ilişkinin sırrını.
Sevgi bir zevktir bilinmez hakikati
Allah, Allah! Ne tuhaf değil mi?
Sevginin nedenleri sarıyor beni özüyle
Varlık ve yokluk gibi iki zıt elbisesiyle.
Allah" ın varlığı bile sevgiyle bilinir,
Onunla aynı değiliz,
O" na benzer değiliz ama, bizde de
O" nda da O görülür. Ey Allahım, affet beni, beni ve söylediklerimi
Şükür kabilinden söylüyorum ben bunları. "

Evet bu şiirle konumuza giriyoruz, "Allah" ın varlığı bile sevgiyle bilinir" cümlesi kanımca İbn Arabi" nin düşünce sisteminin anahtar kavramlarından bir tanesidir. Fütûhat" daki sevgi konusundaki bazı temel kavramlara bir bakalım. En önemli olgu burada analizini yapmaya çalıştığımız " aşk " konusunun rasyonel akılla anlaşılamayacağıdır.

Düşünce bizi biryerlere getirir ama o noktadan sonra kanatları o yüksekliğe dayanamayan bir kuş gibi yetersiz kalır. Hele dil bu konuda hiç yetenekli değildir, tabii maarifet devreye girmedikçe. Üstad bu nedenle aşk ancak tadılır diyor ama tadan da dilini kullanamaz, yaşadıklarının ancak binde birini aktarabilir. Bu olgu ilâhi aşkın ancak bir zerresi olan dünyevi aşkta bile geçerli olduktan sonra ilâhi aşkta hangi boyutlara ulaşır, takdiri sizlere bırakıyorum. Ama biz yine de gelin düşüncenin son sınırlarına kadar gidelim...
İbn Arabi" nin kozmogonisinde ( evrenin oluşumu ), ilk olgu " âma ", sonsuz karanlık kavramıdır. Eğer bu âma kavramını bugünkü bilgimizle anlamaya çalışırsak, burada üstadın anlatmaya çalıştığı, içinde bulunduğumuz zaman - mekân boyutlarının ötesinde ve hatta hayal edebileceğimiz tüm boyutların ötesinde bir birlik alanının varlığıdır.
Bu evveli ve sonu olmayan mutlak birlik içinde, tüm olabilecek olanları potansiyel ( gizilgüç ) halinde saklar. Bu birlik alanında ilk hareket, " feyz ul akdes - en kutsal feyz " Yaratanın, kendinden kendine tecellisi, yani belirişidir. İbn Arabi imgesel olarak bu muhteşem olguyu, şafağın sökmesini haber veren zayıf bir ışığa benzetir. Milattan önce 600" lerde yaşamış olan çinli bilge Lao Tze, benzer sonuca varmış ve ilk oluşu, sonsuz koyu mavi bir buluttaki aniden peydah olan, ateş böcekleri gibi yanıp sönen ışığa benzetmiştir.

Bu konumda Yaratan daha " Ehad " dir ( kul huvallahu Ehad ...) ve insan akliyle hiçbir şekilde kavranamaz. Kavranamaz çünkü buradaki " birlik " çokluğun karşıtı olan birlik değil (yani dualist düşüncenin dışında), birlik üstü birlik veya " bir üstü bir " dir. Ancak Yaratan bir ileriki safhada kendini güzel isimleri yoluyla meydana çıkardığı zaman ( esma ul husna ), " Vahid " konumundadır ve akılla bir derece olsun kavranabilir hale gelir. Vahid," bir " demektir ve bu bir sayıların aslıdır. ( Bilindiği gibi matematikte de " bir " bilinen diziler halinde diğer sayıları üretir ).
İbn Arabi" nin esma ul husna" ya yaklaşımında en üstün isim, " Rahman " dır ve tüm diğer isimleri içinde taşır. Gelelim şimdi " Rahman " ın anlamına. Alışılmış yaklaşımda, Rahman, merhamet eden, sabırlı, ödüllendiren, iyi anlamlarına gelir.

İbn Arabi yaklaşımında ise Rahman herşeyden önce, " varlığa sevgiyle varlık veren " dir. Bu işlev Yaratan" ın yaratma olgusunda, tabir caizse değişik duyguları arasında " seçim " yaptığını ve " sübjektif " davrandığını gösterir. İleride göreceğimiz gibi insanlık maneviyat tarihindeki Sufizm" in önemi açısından yukarıda açıkladığımız bu yaklaşım çok anlamlıdır. Üstad bu düşüncelerini şiir yoluyla şöyle dile getiriyor.

Biz sevgiden sudûr ettik
Sevgi üzerine yaratıldık
Sevgiye doğru yöneldik
Sevgiye verdik gönlümüzü
Veya bir bilgenin dediği gibi
" İlk nokta
Başlangıç noktası
Gerçeğe Biri dedi:
İlk nokta aşktır...
Ve öbürü dedi:
Aynı zamanda,
Son nokta "

İlâhi Rahmet ( Rahman" ın ilk " nefesi " ) herşeyin başlangıcından bugüne hiç ayırım gözetmeden tüm evrene yayılmış ve yayılmaya devam etmektedir. ( Bak Kuran Araf 156, Mumin 7 )


Besmele, " Bismillahir-rahman-i-rahim " işte bu " rahman frekansına " girmek demektir. " Rahman" ın nefesi " konusunda bizleri dolaysız olarak ilgilendiren çok önemli bir noktaya daha temas etmek istiyorum. İbn Arabi şöyle bir benzetme yapıyor : Sonsuz sükûnet halinden aktif yaratma haline geçtiğinde Yaratan ilk olarak yukarıda belirtildiği gibi ilâhi isimlerin ilk örneklerini, ayan ı sabite" yi ( arketipler ), yaratır. Yani potansiyel olarak insan ve evrenin modeli yapılmış ve yaratılmaya hazır hâle gelmiştir.

Nasıl bir süre nefesimizi içimizde tuttuğumuzda, göğsümüzde basınç oluşur ve bir süre sonra patlamaya benzer bir rahatlamayla nefesimizi dışarı verirsek, basınç altındaki varlık da Hakk"ın derinliklerinden " Rahmet " şeklinde dışarıya fışkırır. Hazret bu olguya " en-nefes"ur-Rahman-Rahman" ın nefesi " demektedir. Bu Rahmet aynı zamanda muhabbet, yani sevgidir ve bu ilâhi sevgi her hareketin temel ilkesidir. " Big bang " i, büyük patlamayı, evrenin ilk oluşumunu anlatan ne dahiyane bir yaklaşım! Fizikçilerin anlamaya çalıştıkları " sır " sevginin sevgiden meydana çıkması ve atomları beraber tutan, kuantum fizikçilerinin kafa patlattıkları o gizli çekim ise yine o anlatılmaz sevgi olabilir mi ? Bu ilk patlama tüm evreni kaplayan bir rahmet seli ile oluşturur ve bu " feyz - taşma ", her an yenilenmekte ve devam etmektedir.

Rahman" ın nefesinin fışkırmasından önceki hâl ise, " kerb " sözcüğü ile anlatılmaktadır. " Kerb " olağanüstü doldurmak veya yüklemek kökünden türemiştir ve aynı zamanda, meselâ midenin aşırı doldurularak çatlayacak hale gelmesini de ifade eder. Burada hemen modern insanın sahip oldukları ile o dar varoluş alanını tıka basa doldurması, çöp kutusuna atar gibi hırsla yiyecekleri içine atması, dumanı içine çekmesi vs... gibi davranışlar akla geliyor.

Şöyle bir soru sorabilir miyiz : Yine yukarıda sözünü ettiğim "varoluş depresyonu" nun nedenlerinden bir tanesi, insanın içinde programlanmış olan rahmet duygusunu yaşayamaması, olabilir mi? Tıpkı nefesini tutar gibi, malı, mülkü ama yalnız maddeyi değil, sevgiyi de içinde tutup veremeyen, dolayısıyla içi sıkılan insan, rahmet frekansına girebilir mi?

Ama bunun da ötesinde her verdiğimiz nefesin, aslında bu ilâhi nefesin bir minyatür örneği olduğu bilincine varmak mümkün mü? İlerki aşamalarda pratik uygulamalar bahsinde bu konuya tekrardan değineceğiz. İbn Arabi" nin diğer bazı orijinal görüşleri ile konumuza devam edelim. İbn Arabi, Füsus da şöyle diyor :

" Eğer insan Yaratan"a bağlanır, O"na aşık olursa, Sevgilisi Yaratan olur."
Sevgisinde öyle bir makama ulaşır ki, Yaratan" ın yarattıklarına karşı
duyulan aşkta yok olma ( fenâ ) halinden çok daha ileri bir makâmda,
Yaratan"ın aşkında yok olur. "

Ve bu Yaratan" ın aşkında yok olma ise kapıların ard arda açıldığı sonsuz bir gelişim yolu, gerçek özgürlüktür. Lütfen burada tüm yazılacak olanları gerçeğe sadece bir adım yaklaşma olarak görün, biz burada yukarıda değindiyim gibi öyle bir sınırı zorluyoruz ki, akıl her an bir tuzağa düşebilir, en büyük tuzak ise kendi aklına tapmak, yani mehtaba işaret eden parmağı mehtap sanmaktır.

" Genç derviş mürşidine bana Hakkı göster demiş, yaşlı adam
işaret parmağı ile vadiyi aydınlatan mehtaba işaret etmiş,
genç derviş parmağa bakmış, " bu mu " demiş..."

Halbuki mehtap ışığını güneşten alır, güneş ise evreni Yaratan" ın sadece bir anlık buyruğudur. Bu nedenle müslümanlar her şeyde, Kur"an ayetlerini okuduktan sonra bile, " sadak allahu-l-azîm-doğrusunu Allah bilir " derler.

Şimdi gelin esas konumuza girelim ve orada, ilâhi aşkın ne olduğunu Hazret" in dilinden dinleyelim.

Yaratan ın özünün sevgi olması.
Bizim anladığımız anlamda nesnesi - objesi olmayan sevgi olmaz, çünkü ikilemler yani dualite dünyasına göre yaratılan bizler dünyasal yapımız gereği sevgiyi hep böleriz. Ama ikilemler âlemi yaratılmadan önce, yani herşey mutlak birlik iken, herşey " O " iken, sevgi nasıldı? Bu soruyu sormak bile bizlerin önüne muhteşem bir manzara çıkartır. Biryerlerde sonsuz bir sevgi okyanusu varsa, demek oluyor ki, sevgi kademelerini, hiyerarşisini aşmak ve gitgide " O " nun sevgisine benzer bir sevgi yaşamak, varoluşun gerçek ve nihai amacı olabilir.

" İlk başlangıçta, zamanın başlamasından önce sevgi,
kendinden kendine " yönelen " bir sevgiydi. Bir başka deyimle tekliği gereği,
Yaratan kendisini seviyordu.
Ama bu bizim anladığımız anlamda bir özseverlik-narsizm değil, mutlak sevgiydi. "