Einzelnen Beitrag anzeigen
  #549  
Alt 13.12.2003, 13:15
Benutzerbild von anarsist
anarsist anarsist ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard DİL VE DİN2

Türk dilinde, kökü bin yıllardan bu yana yerleşik, dalları bin yıllardan bu yana göğerik, ekicisinin bildirimiyle bin yıllardan bu yana bütün dönemlerde yemiş, türev veren soylu, özlü, sağlam, arı sözcükler vardır. Ancak, Türk dili Müslümanlık benimsendikten sonra Arapça Farsça sözcüklerle dolduruldu; eşdeyişle Türklerin dil ormanı, kendi öz sözcüklerinden kopartılarak, Türkler açısından köksüz, yabancı sözcüklerle, köksüz likenlerle, mantarlarla, çürükçül, yalama sözcüklerle kaplandı. Arapçadaki, Farsçadaki köklerinden kopartılarak Türk diline sokulan bu yalamalaştırılmış sözcükler, bizim dil ormanımızda bir kökleri olmadığı için yemiş de, türev de veremiyorlar. Bizim dilimizde bir kökleri olmadığı için bunlardan gerek duyulduğu an yeni sözcükler türetilemez; geldikleri gibi, bir başlarına, üremeden, türemeden öylece dururlar. Arapçadaki, Farsçadaki köklerinden kopartılmış olduklarından ve bizim dil ormanımızda da “kök sözcük” konumunda olmadıklarından dolayı, bizim dilimizdeki varlıkları kendilerini yinelemekten başka bir özellik göstermemektedir. Bunların Türk dil ormanında bir kökleri yoktur ki, yeni dallar verebilsinler. Bunlar Türk diline getirildiklerinden kendi köklerinden kopmuş olmakla bozulmaya, çürümeye terk olunmuşlardır.

Bir sözcüğün kökü, bir ulusun dil ormanında yok ise, o sözcük bu dil ormanına “göçmen olarak gelmiş” demektir. Doğduğu yerde kökü vardı, ancak kökünü kendi anayurdunda bırakıp, kendi dil ağacından kopmuş bir dal olarak geldi. Doğduğu yerde gövdesi vardı, ancak onu da kendi yurdunda bırakıp, gövdesinden kopmuş olarak geldi. Anayurdunda yaşarken bağlı olduğu kök, o ülkede soy vermeyi sürdürüyor; ancak yurdundan kopup göçmen olan o sözcük, artık geldiği ülkede kökünden kopmuş durumdadır. Dolayısıyla, Arabistan’dan, Farsistan’dan Türk dil ormanına gelen sözcükler, kendi ülkelerinde yaşarken kendi kökleri bağlı durumda oldukları için orada ürüme, türeme, yemiş verme yetileri vardı; fakat bunlar Türk dil ormanına bu yetilerini kendi ülkelerinde bırakarak, çünkü köklerinden koparak gelmişlerdir. Kökünden kopup gelmiş tüm yabancı sözcükler, Türk dili açısından çürükçül, Arapçası “habis” bir nitelik taşırlar. Çünkü köklerinden kopmuş, bu nedenle de yemiş türetme yetileri bitmiş ve esintilerle oradan oraya savrulan göçmen likenler konumuna düşmüşlerdir. Gerçekte bu sözcükler de içine düştükleri bu konumdan pek mutlu değillerdir. Onları anayurtlarına geri göndermek, bir yandan onları çok mutlu edecek, öte yandan Türk dil ormanını bu gibi çürükçül sözcüklerden kurtaracaktır.

Örneğin, Arapça “izin” sözcüğü Türk diline kendi kökü olan “azan” sözcüğünden kopartılıp da getirilmiştir. Bir anlamda “kulağı kopartılmış”tır “izin” sözcüğünün, çünkü bunun Arapça kökü, Türkçede “kulak” anlamına gelen Arapça “azan” sözcüğüdür. Buna “duyarga” da diyebilirsiniz. Çünkü bir Arabın burnuna yemek kokuları geldiğinde, Arap “yemek kokusu azan ettim” diyor. Kulağına bir ses çalındığında Arap “Bir ses azan ettim” diyor. “Koku algısı”yla “ses algısı”, olgu olarak benzeşirler; çünkü koku da ses de elle tutulmaz, dille tadılmaz, yalnızca buruna ya da kulağa çarpan yel ile “duyulan” algılardır bunlar. Türkler de Araplar gibi ses “duydum”, koku “duydum” diyerek bu iki olguyu benzer saymaktadırlar. Türkler de tıpkı Araplar gibi, “duyma” işini burundan çok kulak için kullanıyorlar. Peki ama, Türk’ün diline sokulan Arapça “izin” sözcüğünün “kulak” ile “burun” ile “işitme” ile “koklama” ile ne gibi bir ilintisi olabilir? Çünkü Türkler “izine çıktım” dediklerinde, anlatmak istedikleri bir süre için işe gitmeyecekleri, çalışmayacakları, dinlenecekleridir. Türkler bir işe girişmeden önce birinin olurunu, onayını almaya da “izin almak” diyor. Bunların Arapça “azan” (kulak) kökünden gelen “izin”le (işitmekle, duymakla, kulakla, burunla) ne ilgisi var? Evet, ilgisi var; şöyle ki:

Arapça kök: “azan”, anlamı “kulak”, türeyen sözcük “izin”, anlamı “dinlemek”, bir adım ötesi, “dinlenmek”... İşte size “izine çıkma”nın Arapça “kulak”^ile bağlantısı; “izine çık”, yani “dinlen”...

Arapça kök: “azan”, anlamı “kulak”, türeyen sözcük, “izin”, anlamı “işitmek”, bir adım ötesi “duyurmak”... İşte size “izin alma”nın Arapça kulak ile bağlantısı; “izin al”, yani “duyur”.

Arapların düşüncesinde azan (kulak), ezan (duyuru yapmak), izin (duyurup onaylatmak) sözcükleri kökdeştir ve birbirlerini çağrıştırırlar, birbirlerini anımsatırlar, birbirlerinin varlık nedenidirler; çünkü kandaş, kökdeş, soydaş sözcüklerdir. Türklerse, dillerine Arapçadan giren “ezan” ve “izin” sözcüklerini, bunların Arapçadaki kökü olan “azan” (kulak) ile bağlantısını düşlemeden kullanmaktadırlar. Çünkü bu sözcükleri onların Arapçadaki kökü olan “azan” (kulak) sözcüğünden kopartarak almışlardır, “izin”in ve “ezan”ın “kulak”la bağlantısını kuramadan kullanırlar. Evet, Arapçadan Türkçeye giren “izin” ve “ezan” sözcükleri Türk dilinde yaşıyorlar, fakat bunlar kardeş olduklarını bile unutmuş durumdadırlar; babalarının bir olduğunu dahi bilmeden yaşıyorlar.

İşte, yabancı sözcükler bir dile kendi köklerinden koparak geldiler mi, bunlar bir yandan içine girdikleri ulusun dilini bozar, öte yandan kendi özlerine yabancılaşır, atalarını unuturlar. Arabistan’dan koparılıp Türkiye’ye getirilen “ezan” sözcüğü, kendisi gibi Arabistan’da alınıp Türkiye’ye getirilen “izin” sözcüğünü artık yolda görse tanıyamaz; oysa bunlar Arabistan’da bir ananın bir babanın çocuklarıydılar, kardeştiler, kökdeştiler; Türkiye’ye geldikten sonra kardeş olduklarını dahi unutmuşlardır. Kendileri kendi köklerinden koptukları gibi, geldikleri dilde yerini aldıkları Türkçe sözcükleri de öz köklerinden etmişlerdir. Bütün bu sıkıntılar, acılar, örselenmeler, çüremeler, göçmen yaşamı niçin? Bir avuç kendini bilmez, dinini yanlış bilir, topluma kendini dinbilgini, bilgin diye saydırtmış kişilerin, Kuran’daki kimi sözcükleri, Arap dilindeki köklerinden koparıp Türkçe’ye sokmakla Tanrı’nın kendilerine ödül vereceğini sanmış olmaları yüzünden... Birilerinin toplumda kendilerinin çok bilgili kimseler olduğu izlenimini yaratmak üzere konuşmalarının arasına Arapça Farsça sözcükler serpiştirmeyi bir üstünlük göstergesi saymaları yüzünden... Gerçek bir dilsel gereksinimden kaynaklandığı için değil. Türkler, “izin”, “ezan” gibi Arapça sözcükler kendi dillerine sokulmadan önceki yıllarda “duyuru” yapmazlar mıydı; yüksek sesle bağırarak, kişileri toplantıya çağırmazlar mıydı; böyle bir olguyu hiç yaşamamışlar mıydı ki, Arapça “ezan”ın Türk dilinde Türkçe bir karşılığı olmasın? Eh, var idiyse ne demeye Türkçesi atıldı da Arap illerinden Arapça “ezan” sözcüğü getirildi? Türkler Müslüman Araplarla karşılaşmadan önceki yıllarda, bir işe girişmeden önce atalarına duyurup onaylarını almazlar mıydı; bir eyleme girişmeden önce büyüklerine duyurmazlar mıydı ki, bu edimlerin adı olarak Arapça’dan “izin” sözcüğü getirilerek Türkçe’den Türkçe bir sözcük atıldı? Türkiye’ye yabancı ürünler geldikçe yerli üretimin tavsadığını, çöktüğünü yüksek sesle düşünebiliyorsunuz da, Türk diline yabancı sözcükler girdikçe yerli dilin, Türk toplumunun düşünce üretme yetisinin çürüdüğünü niçin, kimden gizliyorsunuz? Türk dilini Arapça’dan, Kuran’dan alınmış sözcüklerle doldurunca, Türklerin düşünceleri Kuran’da bildirilen düşüncelere ulaşır mı sanıyorlar? Türkçe’ye doldurulan o Arapça sözcükler, Türk dilinde Kuran’daki anlamlarıyla yaşamıyor ki. Örneğin Kuran’da “sünnet” sözcüğü “erkek çocukların erkeklik organının deri örtüsünü ucundan kesmek” anlamına gelmiyor; fakat Türk diline Kuran’dan alınıp sokulan “sünnet” sözcüğü bu anlama gelmekte. Kuranda “küfür” sözcüğü, “kavgada söylenen yüz kızartıcı sövgüler” anlamına gelmiyor; fakat Kuran’dan alınıp Türkçe’ye sokulan “küfür” sözcüğü Türklerin dilinde bu anlama gelmekte. Kuran’da geçen “miskin” sözcüğü “uyuz”, “uyuşuk”, “tembel” anlamlarına gelmez; fakat Türkçe’de bu anlamlarda kullanılır. Kuranda geçen “zevk” kelimesi de “güzel duyum”, “eğlence” anlamlarına gelmez, öğrenmenin en üst aşamasını “doğrudan yaşayarak bilme”yi anlatır, “başından geçmek” demektir; gelgelelim bu sözcük Türkçede “güzel duyum”, “beğeni” anlamlarında kullanılıyor. Kuran’da geçen “nie’met” sözcüğü “toplumsal örgütlenme”, “uygarlık”, “yerleşik düzen”, “kut”, “uyum” anlamlarına gelir; yiyecek, içecek, karın doyuracak nesnelere Kuran’da “nie’met” denmez “rızk” denir. Gelgelelim Türkçede “nimet” deyince karın doyuracak nesneler gelir usa. Kuranda geçen gurur sözcüğü aldatma, kandırma anlamlarına geliyor. Erden açısından olumsuz bir anlamı var. Oysa Türkçeye Kurandan alınıp sokulan gurur olumlu bir erdemsel değer anlamında kullanılmaktadır. Gururlu kişi erdemlidir, gurursuz kişi erdemsizdir. Kuranda ise bütünüyle tersi söz konusudur; gururlu kişi dolandırıcıdır, saptırıcıdır. Bu gibi yüzlerce sözcük, Kurandaki ve Arapçadaki anlamlarından çok başka anlamlar yüklenerek Türkçeye sokulmuştur. Bu gibi sözcükler Arapçadaki köklerinden koptukları için, esintilerle oradan oraya savrulan göçmen likenler konumuna düşmüşlerdir. Kuran’daki sözcükleri göçmen liken konumuna düşürenler de, çoğunlukla din adamlarıdır üstelik. Yaman bir çelişki değil mi?

Kuran’da geçen Arapça sözcükleri Kuran’dan ve Arap dil ormanındaki köklerinden kopararak Türkçeye katmak, pek çok örnekle görüldüğü üzere, o sözcükleri çürükçülleştirmekte, üstelik Kuran’daki, Arapçadaki anlamlarını da bozmaktadır. Türkçeye girdikleri andan başlayarak, bu sözcüklerin anlamları kaymaya uğradığı denli, Türk dilindeki söylenişleri de bozulmaktadır. Çünkü Türkler, bütün diğer Arap olmayan uluslar gibi, bu Arapça sözcükleri Araplar gibi seslendiremiyorlar. Bunu becerebilmek bir uzmanlık işidir. Öyleyse, Arapçadan, Kuran’dan sözcükler alıp Türk diline sokmanın, o sözcüklere de bir yararı olmamıştır. O sözcükler de tıpkı Türk dili gibi yaralanmışlardır.

...

Hadis ve Kuran

Çoğu Müslüman dinbilgiçleri, yüzyıllarca Müslüman yığınları şu yalanla uyutmuş ve onları diledikleri gibi gütmüşlerdir:

“İslam’ın iki dayanağı vardır. Birincisi: Tanrı’nın buyruklarından oluşan Kuran’dır. İkincisi: Tanrı’nın elçisi Muhammed’in sözlerinden oluşan Hadislerdir.”

Oysa, Müslümanlığın iki dayanağı olduğu, Kuran’a kökten aykırı bir kandırmacadır. Çünkü Kuran’da “Müslümanların Kuran’dan başka hiçbir dinsel dayanağı olmadığı” ve “Kuran’dan sonra başka hadis”lere dayanmaya kalkışanların Tanrı’ya karşı suç işlemiş olacakları” çok açık bir biçimde yazılıdır. Şöyle ki:

Kuran; Casiye suresi, 6. ayet: “İşte bunlar Tanrı’nın ayetleridir, bunları sana gerçek olmak üzere okuyoruz. Öyleyse onlar Tanrı’dan ve onun bu ayetlerinden sonra artık hangi “hadis”e iman edecekler?”

Kuran; Kehf suresi, 6. ayet: “Şimdi onlar bu “hadis”e (Kuran’a) inanmayacak olurlarsa...”

Kuran; Zümer suresi, 23. ayet: “Tanrı, benzetili, karşıtları belirtmeceli bir kitap olarak size “ahsenül hadis” indirdi.”

Kuran; Vakıa suresi, 77, 78, 79, 80, 81. ayetler: “Hiç tartışmasız bu Kuran-ı Kerim’dir. Saklanmış, korunmuş bir kitaptadır. Ona arınmışlardan başkası dokunamaz. Alemlerin rabbinden indirilmiştir. Şimdi siz bu “hadis”i mi hor görüp küçümsüyorsunuz?”

Kuran; Necm suresi, 59. ayet: “Şimdi siz bu “hadis”ten mi şaşkınlığa düşüyorsunuz?”

Kuran; Nisa suresi, 78. ayet: “Ne oluyor ki bu topluluğa (Tanrı’nın bildirdiği) hiçbir “hadis”i anlamaya çalışmıyorlar?

Kuran; Kalem suresi, 44. ayet: “Artık bu “hadis”i (Kuran’ı) yalan sayanı sen bana bırak!”

Kuran; Nisa suresi, 87. ayet: “Tanrı’dan daha doğru “hadis”li kim olabilir?

Kuran; Mürselat suresi, 50. ayet: “Artık onlar bundan (Kuran’dan) sonra hangi “hadis”e inanacaklar?”

Kuran’daki bu ayetler, açık açık, Müslümanların Tanrı’nın indirdiği, adlarından biri de “Kuran” olan “hadis”ten sonra artık başka “hadis”lere gereksinimleri olmadığını bildirmektedir. “Onlar, Tanrı’dan ve onun ayetlerinden sonra hangi hadise inanacaklar?” (45/6)

Peki Müslümanlar Tanrı’nın “Kuran’dan başka hadislere uymayın” buyruğuna uymuşlar mıdır? Ne gezťr? Tanrı’nın elçisi Muhammed’in ölümünden sonra, kendileri on binlerce “hadis” uydurarak, yaşamlarını kendi uydurdukları bu “hadis”lerle biçimlendirmeye girişmişlerdir. Oysa Kuran’da, ellerinde Tanrı’nın “hadis”i varken başka “hadis”lere yönelenler, çok kesin bir dille kınanmakta, suçlanmaktadırlar:

Kuran; Lokman suresi, 6. ayet: “Öyleleri vardır ki, bilgisizce Tanrı’nın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek için “lehve el-hadis” (eğlencelik söz) satın almaktadırlar. İşte onlar için aşağılayıcı bir azab vardır.”

Müslümanlar, “Tanrı’nın hadisleri” olan Kuran’dan sonra, kişilerin uydurduğu “Hadis”leri önemli saymışlar; öyle ki, kişilerin uydurdukları bu “hadis”lerin kimilerinin, “Tanrı’nın hadisleri”nden kimilerini geçersiz kıldığını bile savunmuşlardır. Müslümanların çoğunluğunun inancına göre, Tanrı’nın elçisi Muhammed’den sonra, onun ardından uydurulmuş kimi “hadis”ler, Tanrı’nın Kuran adı verilen “hadis”lerinden kimilerini geçersiz kılmıştır. Örneğin “Tanrı’nın hadisleri”demek olan Kuran’da yasalara aykırı kadın erkek ilişkisinin cezası, gövdeye suçluyu öldürmeyecek belli sayıda vuruş olarak bildirilmişken, Müslümanlar “Tanrı’nın hadisine (sözüne) boşvererek, bu konuda insanların uydurdukları başka bir “hadis”i uygulamaya koymuş, bu suçu “Taşlayarak öldürme”yle ödetmeye girişmişlerdir. “Kuran’da herşeyin açıklaması yok” diyerek, kişilerin uydurdukları “hadis”leri “Tanrı’nın hadisleri”açıklaması yerine koymuş; “Tanrı’nın hadisleri” sonra başka hadisler aramış, uydurmuş, bunlara inanmışlardır. “Bizim uydurduğumuz “hadis”ler, Tanrı’nın buyurduğu hadisleri açıklayıcıdır” diyerek, bu yaptıklarını Müslüman yığınlara güzel göstermeyi de başarmışlardır. Oysa Tanrı, Kuran’ı kişiler ders alabilsinler, anlayabilsinler diye kolaylaştırdığını açık açık bildirmiştir. Buyruklarını pek çok örnekler vererek açıkladığını, kendi “hadis”lerinin anlaşılmaz, kapalı değil; apaçık olduğunu bildirmiştir.

Kuran’ın yetkin bir biçimde, dilbilimsel bir tutarlılıkla dilimize çevrilmesi, Tanrı buyruklarıyla kişi uygulamaları arasındaki çelişkileri göz önüne sereceği ve bunun sonunda pek çok inanç öbeğinin (mezhebin) Kuran’a uyma kaygısından değil, Kuran’ı kendi isteklerine uydurma kaygısından doğurduğu gün ışığına çıkacağı için; bunlar Kuran’ın Türkçe’ye yetkin bir düzeyde çevrilerek, geniş Müslüman yığınların bilgisine sunulmasını istemiyorlar.

Kuran’ın hiçbir dile çevrilemeyeceği; Kuran’ın çevirisinin toplu tapım sırasında okunmaması gerektiği, okuyanların cehennemlik olacağı uyarıları; dinsel aydınlanmayı önleme çabalarından başka bir amaca yönelmemiştir. Kuran’ın son yüz yılda yapılmış uyduruk çevirileri de, dinsel aydınlanmayı önleyici; kişileri çevirmenin bağlı olduğu öbeğe (mezhebe) kazandırmayı gözeten, çoğu bilinçli olarak yanlış yapılmış, şurası ya da burası, şu ya da bu mezhebin görüşlerine uygun imiş gibi gösterilen çevirilerdir.

İslam’da kaç Müslüman bölüğü varsa işte o sayıda Kuran çevirisi ve yorumu vardır. Her bir yol, kendi anlayışını doğru gösteren bir çeviriye başvurmaktadır. Eldeki çevirilerin, şu ya da bu inanç öbeğinin “yorumlarını” savunmak üzere yapıldığı, gün gibi ortadadır. Çünkü bütün inanç öbekleri, Tanrı’nın elçisi Muhammed’in ölümünden iki yüz yıl sonra uydurulan “kişi yapısı hadisler”e inanmaktadırlar. Oysa Kuran’da kişi yapısı hadislere uyulmaması buyurulmuştur.

Her biri Kuran’dan iki yüz yıl sonra “Tanrı’nın elçisi Muhammed demişti ki...” diye uydurulan “hadis”lere inanan çevirmenler, Kuran’ın “Kuran’dan sonra uydurulan hadislere uyulmamasını” buyuran bölümlerini, çok ilginç bir yolla anlaşılmaz kılmışlardır. Kuran’da karşılarına çıkan Arapça sabır sözcüğünü Türkçe’ye doğrudan sabır olarak; Arapça Kuran’da âlem olarak geçen sözcüğü Türkçe çeviriye olduğu gibi âlem olarak; Arapça Kuran’da rab olarak geçen sözcüğü Türkçe çeviriye, olduğu gibi rab olarak; Arapça Kuran’da iman olarak geçen sözcüğü, Türkçe çeviriye olduğu gibi iman diyerek; Arapça Kuran’da geçen küfür sözcüğünü Türkçe çeviriye küfür olarak; Arapça Kuran’daki hamdı Türkçeye yine hamd olarak ve bunun gibi yüzlerce Arapça sözcüğü Türkçeye olduğu gibi alarak çevirenler, niçin Arapça Kuran’da geçen “hadis” sözcüğünü Türkçeye olduğu gibi “hadis” olarak aktarmadılar? Çünkü eğer Kuran’ın Arapçasında geçen hadis sözcüğünü Türkçe çeviriye hadis diye olduğu gibi aktarırlarsa; bu durumda, bütün Müslüman inanç öbeklerinin, “Tanrı’nın hadisi Kuran”dan sonra, kendi uydurdukları hadislere saplandıkları, Tanrı’nın buyruklarına karşı çıktıkları, gün gibi açığa çıkacaktır da ondan. Bu çevirmenler, Kuran’da geçen Arapça sözcüklerden işlerine geleni Türkçeye çevirmekte, işlerine gelmeyeni olduğu gibi Arapça olarak bırakmaktadırlar. Bu onların kendi bağlı bulundukları inanç öbeğinin inançlarını, yaptıkları çevirilere nasıl yamadıklarını gösteriyor.

Şu ya da bu mezhebe, yola bağlanmış Müslüman çevirmenler, yorumcular, yalnızca Tanrı’nın elçisi Muhammed’in ölümünden iki yüz yıl sonra uydurulan öykülere Arapça olarak hadis adını takıp; Kuran’da geçen “Tanrı’nın hadisleri”nden sonra artık hangi hadise inanacaklar?” gibi ayetleri, sanki sözleşmişler gibi hepsi “Tanrı’nın sözleri” diye çevirmişlerdir. Bunlar Kuran’da geçen “Tanrı hadisleri” deyimini “sözleri” diye çevirmiş, fakat Tanrı’nın elçisi “Muhammed’in hadisleri” deyimini “sözleri” diye çevirmeyip “hadisleri” diye bırakmışlardır ve birini Türkçeleştirip öbürünü Arapça bırakarak iki olgu arasında bağlantı kurulabilmesini olanaksız, Kuran’ın yasağını anlaşılmaz kılmışlardır. Kuran’da geçen “Kuran’dan sonra başka “hadis”lere uymayın!” uyarısını salt Kuran’dan sonra uydurulan “Hz. Muhammed’in Hadisleri”ne inanılmasını sağlayabilmek için “söz” diye çevirmişlerdir.

“Kuran’ın Türkçe çevirilerini okumayın, sapıtırsınız!” diyorlar. Ben de diyorum ki, her çeviri bir inanç öbeğinin Kuran’ı nasıl çarpık biçimde yorumladığını gösteren belgedir. Bu çevirileri, Tanrı’nın size armağanı olan “Çelişik olanı yadsıma ilkesi” ışığında okuyun. Çeşitli çevirileri, birbiriyle aralarındaki çelişkileri saptamak amacıyla okuyun; bir çeviriyi alın, onun Kuran’ın Arapça’sıyla arasındaki çelişkileri bulmak üzere okuyun. Göreceksiniz ki, Kuran çelişkiden arıdır. Çevirmenler kendi kişisel, öbeksel, mezhep, tarikat çelişkilerini, yaptıkları çevirilere yansıtmaktadırlar. Mezheplere, tarikatlara bağlı çevirmenlerce yapılmış her bir Kuran çevirisi bir mezhebin, tarikatın ötekilerle çelişkisini yansıttığı için, mezheplerin tarikatların Kuran’ı nasıl yanlış anladıklarını, çeviri irdelemesi yoluyla göreceksiniz..