Einzelnen Beitrag anzeigen
  #2  
Alt 23.01.2010, 01:13
antifaschismus
 
Beiträge: n/a
Standard

OLAY 5
9 EKİM 1978: 7 TİP’LİNİN ÖLDÜRÜLMESİ

9 Ekim 1978 geceyarısı Ankara Bahçelievler’de Türkiye İşçi Partili 7 genç katledildi. Bahçelievler, MHP’nin karargâhı olarak bilinen bir semtti ve olayın sorumlusu olarak yakalanan Haluk Kırcı da bir ülkücüydü.
Kırcı, 12 Eylül’den sonra Sıkıyönetim Askeri Savcılığı’na verdiği ifadede TİP’li gençleri kendisinin öldürdüğünü itiraf ederken, yine o tanıdık isme atıf yapıyordu. Kırcı’nın ifadesine göre TİP’lilerin ölüm emrini veren “Büyük Reis” Abdullah Çatlı idi. Çatlı, hem Kırcı’yı olay yerine arabasıyla götürmüş hem TİP’lileri bayıltmak için eter vermiş hem de katliam bittikten sonra kullanılan silahı teslim almıştı. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün Susurluk olayından sonra hazırladığı raporda, “Abdullah Çatlı’nın Bahçelievler’de 7 kişinin öldürülmesi olayında bulunduğunun belirlendiği” açıkça belirtiliyordu. 7 TİP’li cinayeti Büyük Reis ve çetesinin en büyük eylemlerinden biriydi. Haluk Kırcı, 1996’da yakalanıp Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü; ancak hakkında mahkûmiyet kararı olmasına rağmen, üç polisin yardımıyla Türkiye’nin en iyi korunan Emniyet binasından kaçırılarak salıverildi.


OLAY 6
1 ŞUBAT 1979: ABDİ İPEKÇİ CİNAYETİ

Türkiye’nin uzlaşmacı yaklaşımıyla tanınan etkili kalemi Abdi İpekçi, 1 Şubat 1979 günü evine giderken pusuya düşürülerek öldürüldü. Cinayetten beş ay sonra Mehmet Ali Ağca, İpekçi’nin katili olarak yakalandı ve ölüm cezasına çarptırıldı. Ancak hüküm kesinleştiğinde Ağca yurtdışındaydı. Çünkü Türkiye’nin en iyi korunan askeri cezaevinden bir gece kaçmayı başarmıştı. Bu kaçışın nasıl gerçekleştiği yıllar yılı sır olarak kaldı. Yıllar sonra bir ülkücü, savcılık ifadesinde, Ağca’nın hapisten kaçırılması eylemini Abdullah Çatlı ve Oral Çelik’in organize ettiklerini söyleyecekti.
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün “Çatlı raporu”na göre de İpekçi’nin öldürülmesi sonrasında Ağca, Çatlı’nın evinde kalmış ve yine Çatlı’nın Nevşehir’den temin ettiği sahte pasaportla yurtdışına çıkmıştı. Sıkıyönetim Askeri Savcılığı kayıtlarında, Çatlı’nın adı Ağca’nın suç ortağı olarak geçiyordu.
Hedef olarak Abdi İpekçi’nin seçilme nedenini Doğu Perinçek şöyle anlattı:

“Bunların planlı olarak yapıldığı çok açık. Yoksa Abdi İpekçi kimin, niye hedefi olsun?... Abdi İpekçi seçilmiş hedef. Kontrgerilla teorisinde ‘seçilmiş hedefler’ deniliyor bunlara. Yani bütün toplumu sarsacak birtakım önemli insanların ortadan kaldırılması...”

Peki nasıl oldu da, İpekçi suikastının sanığı, bir askeri cezaevinden kolayca kaçabildi; Papa suikastının kilit isimleri Avrupa’da yıllarca serbestçe dolaşabildiler?
Mahir Kaynak, bu soruyu yanıtlarken, 80 öncesi ülkücüleri kullananın sadece Türk istihbaratı olmadığını öne sürüyor:

“Bu insanların yurtdışında uzun bir süre, hatta kısa bir süre, yabancı servislerin kontrolü dışında yaşamaları mümkün değildir. Kendileri aranan kişilerdir. Aranan kişiler olmasa bile kimlikleri bellidir ve o ülkelerde hiçbir şey başıboş değildir. Öyle tahmin ediyorum ki bu kişiler büyük ölçüde yabancı servislerin kontrolüne girdiler. Böylece çete dediğimiz olgunun içine bir dış boyut eklenmiş oldu. Büyük ölçüde CIA’nın bu işin içerisine girdiğini kabul etmek lazım.”

Türk ülkücülerinin CIA bağlantılarını araştıran Fransız gazeteci Jean Marie Stoerkel de “Saint Pierre’in Kurtları” kitabında Abdullah Çatlı’nın yabancı istihbarat örgütleriyle ilişkilerini ortaya koyuyordu. Stoerkel ATV’ye Ağca’nın hapisten kaçırılmasında Çatlı ve CIA’nın işbirliği yaptıklarını da açıkladı. Stoerkel araştırmaları sırasında Çatlı’nın, Interpol tarafından aranmakta olduğu 1982 yılında İtalyan Gladio örgütünün bir ajanı ile birlikte Amerikan koruması altında Miami’ye giriş yaptığını da ortaya çıkarmıştı. Fransız gazeteci, bir duruşma sırasında Çatlı’ya “Amerika’ya nasıl bu kadar kolay girdin?” diye sormuş ve şu yanıtı almıştı:

“Ortalığı karıştırma. Bizi o kadar çok gizli servis kullanmak istedi ki tahmin edemezsin.”

O dönemde Çatlı ile birlikte Avrupa’da eylemler yapan bir diğer ülkücü ise İpekçi suikastının kilit isimlerinden Oral Çelik’ti. Ağca’nın suç ortağı olduğu söylenen Çelik, Avrupa’da uyuşturucu kaçakçılığından yakalanıp hapis yatmıştı. 1996’da kendinden emin gülümseyen bir çehreyle, kendi isteğiyle Türkiye’ye iade edildi. Avukatları, Oral Çelik’in mahkûmiyetini gerektirecek bir dava olmadığı inancındaydılar.
Oysa Çelik’in Malatya’da süren bir öldürme davası vardı. Ancak öldürülen öğretmenin avukatı Aysel Bulut’a göre, her ne olduysa olmuş ve Oral Çelik’in cinayet dosyası, delilleriyle birlikte ortadan kaybedilmişti. Sıkıyönetim “Dosyayı Emniyet’e yolladık” diyor, Malatya Emniyet Müdürlüğü ise “Dosya bize gelmedi” yanıtını veriyordu.


Sonunda beklenen oldu ve Talat Turhan’ların, Doğan Öz’lerin uyardıkları gibi 12 Eylül darbesi geldi. Ama çetenin işi bitmedi. Aynı isimler, yeni rollerle, yine devlet tarafından göreve çağrıldılar. Hem de 12 Eylül öncesi karıştıkları olaylardan ellerine kan bulaştığı halde. Erol Mütercimler, “Ergenekon isimli bu örgüt, bugün aynı deşifre olmuş isimleri niye kullanıyor?” sorusunu şöyle yanıtladı:

“Amatörlükten bu bir. İkincisi çıkar ilişkileri var artık. Çıkar ilişkileri öyle iç içe geçmiş ki geri dönülemez bir yola gelinmiş. Herkes herkesin kimliğini o kadar biliyor ki, tasfiye etme şansları kalmamış.”

Ama şimdi Türkiye, son 20 yılın hesabını soruyor.
Doğu Perinçek bu hesabın nasıl sorulacağını şöyle anlatıyor:

“Bugün Türkiye şunu soracak: ‘1980 öncesinde kimi nerede kullandınız, gelin bakalım. MİT’in şefi... Bunun hesabını vermek zorundasınız’. Sorgular yapılması lazım. Dava açılması lazım. Savcıların bu olayları seyretmesi de büyük sorumsuzluktur. 1980 öncesinde kim kullandıysa onlar hakkında dava açacağız. Bu üç günlük soruşturmayla ortaya çıkar.”

Erol Mütercimler ise, bürokratik oligarşi tasfiye edilmeden bu hesabın sorulamayacağını vurguluyor:

“Devlet denilen aygıtın üzerinde hiçbir güç olamaz. Parlamentonun üzerinde hiçbir güç olamaz. Tekrar söylüyorum: Kurumlar ve kuruluşlar bizim. Yani MİT bizim. Genelkurmay Başkanlığı bizim. Adalet Bakanlığı, mahkemeler bizim. Bankalar bizim, her şey bizim. Çünkü bir devlet, kurumlarıyla, bürokrasisiyle var olacak. Ancak bürokrat oligarşisi kurulmuşsa bir ülkede bunun tasfiye edilmesi gerekiyor. Bunu da kim yapacak? İşte bunları devletin başındaki insanlar yapacak. Görüyoruz ki, bu devletin başında bulunan birtakım insanlar bu örgütlerin içinde değiller. Örgütlerin içinde olmayan insanlar işte bu tasfiyeleri yapabilirler. Ve bunların da boyunlarının borcu olduğuna inanıyorum. Bunların görevlerinin bu olduğuna inanıyorum ki, en azından onların çocukları, torunları da bu ülkede yaşayacaklar. Bu ülkedeki küçük çocuklara, torunlara yani çocuklarımıza karşı bir borcumuz var. O da temiz bir ülke teslim etmek.”