Einzelnen Beitrag anzeigen
  #35283  
Alt 30.04.2008, 22:45
Benutzerbild von 1insanol
1insanol 1insanol ist offline
Erfahrener Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 390
Standard o.T.

Müminin dünyası öylesine geniş, öylesine kapsamlı, öylesine derin, öylesine yüce, öylesine güzel, öylesine mutlu bir dünyadır ki, onun yanında inanmayanların dünyaları, küçük, sönük, düşük, değersiz karanlık ve mutsuzluk dünyasına dönüşür. Bu ise gerçekten büyük bir hüsrandır. Hem de ne hüsran!

Amel-i salih imanın doğal ürünüdür. iman gerçeğinin kalbe yerleştiği anda itibaren başlayan, özden kaynaklanan harekettir. Çünkü iman, aktif ve harekete geçirici bir gerçektir. Amel, ihsan şeklinde insanın pratiğinde kendini gerçekleştirmeye çalışmadan insanın kalbinde ve vicdanında yerleşip duramaz. İşte islamın iman anlayışı budur. Hareketsiz ve sönük halde beklemesi müminin içinden dışa çıkıp dışında kendini göstermeden gizli kalması mümkün değildir. Eğer iman bu doğal hareketini sağlayamıyorsa ya zayıftır ya da ölüdür. Tıpkı kokusunu içinde tutamayan çiçek gibi. Nasıl ki çiçekten kokunun yayılması doğal ise imanda da hareketin olması doğaldır. Yoksa iman yok demektir.

Zaten imanın önemi buradan kaynaklanmaktadır. iman bir hareket, bir eylem, bir kurma ve düzeltmedir. Allah"a doğru yöneliştir. iman vicdanın derinliklerine gömülü, gizli, pasif, çekingen, büzülmüş bir şey değildir. Hareket içinde somutlaşmayan sırf iyi niyetlerden ibaret de değildir. İşte imanı hayatın içinde yapıcı büyük bir güç haline getiren islamın apaçık yapısı ve karakteri de budur.

İman, Rabbani sisteme bağlılık olduğuna göre bu sistem, varlığın özünde sürekli ve birbirine bağlı bir plandan kaynaklanmış, bir hedefe yönelmiş olduğu müddetçe rahat anlaşılabilecektir. İmanın insanlığa önderliği, varlığın yapısında olan hareket sisteminin gerçekleştirilmesine yönelik bir önderliktir. Bu da Allah"tan kaynaklanan bir sisteme layık, tertemiz, yapıcı, onarıcı hayırlı bir harekete itmektir.

HAK VE SABRIN DAVETTEKİ ROLÜ

Karşılıklı olarak hakkı tavsiye etme, sabrı öğütleme ise özel bir yapıya sahip farklı bir bağı bulunan ve bütün bir yönü olan Müslüman cemaatin şeklini ortaya koymaktadır. Kendi yapısının bilincinde olduğu gibi görevinin de bilincinde olan iman ve ameli salih gibi kendisine yöneldiği eylemlerin gerçek mahiyetini bilen cemaat. Bu cemaatin görevleri arasında iman ve ameli salih yolu ile bütün bu insanlığa önderlik yapması da bulunmaktadır. Kendi aralarında bu büyük emanete ilişkin göreve engel olabilecek herşeyde birbirlerine öğüt veren bir cemaat.

Karşılıklı öğütleşmenin sözcüğü, anlamı, yapısı ve gerçekliği vasıtasıyla birbirleri ile dayanışma içinde bulunan, ümmetin veya cemaatin şeklide ortaya çıkmaktadır. Seçkin, bilinçli ümmetin. Yeryüzünde hakka, adalete ve iyiliğe dayanan ümmetin. Bu ise seçkin ümmetin en üstün, en parlak şekilde ortaya konmasıdır. İşte islam, islam ümmetinin böyle olmasını ister. islam hayırlı, seçkin, güçlü, bilinçli, hakkın ve iyiliğin bekçisi olan sevgi, kardeşlik ve yardımlaşma içinde hakkı ve sabrı birbirine öğütleyen bir ümmet ister. Kur"an bunu karşılıklı öğütleşme sözü ile dile getirmektedir.

Hakkı birbirine tavsiye etmek zorunludur. Zira hakka sarılmak zordur. Haktan Alıkoyan engellerde pek çoktur: Nefsin arzuları, çıkar mantığı, çevrenin düşünceleri, azgınların saldırılan, zalimlerin zulümleri ve saldırganların saldırıları hep birer engeldir. Karşılıklı öğütleşme ise hatırlatmadır, cesaret vermedir. Hedefin ve amacın yakınlığını hissettirmedir. Zorluk ve emanet konusunda kardeş olmadır. Karşılıklı öğütleşme, bireysel yönelişlerin bileşkesini sağlamlaştırır. Beraber hareket edip, güçlerin katlanmasını sağlar. Hakkın her bekçisine şu gerçeği hissettirir: "Bu yolda sen yalnız değilsin. Sana öğüt veren, cesaretlendiren, yanında yer alan, seni seven ve yalnız bırakmayanlar da vardır:" Hakkın ta kendisi olan islam dini de ancak bu şekilde birbiri ile yardımlaşan, öğütleşen, birlik ve dayanışma içinde hareket eden bir topluluğun gözetimi ve bekçiliği ile hakim olabilir.

Sabrı tavsiye etmek te zaruridir. iman ve ameli salih üzere ayağa kalkmak, hakkın ve adaletin bekçiliğini yapmak, bireyin ve toplumun, ferdin ve cemaatin karşılaşacağı en büyük zorluklardan biridir. Bu nedenle sabretmek gerekir. Nefisle cihad için ve başkaları ile cihad için sabır. Zorluk ve eziyetlere karşı sabır. Batılın şımarıklığı, kötülüğün saldırılarına karşı sabır. Yolun uzunluğuna, aşamaların gecikmesine, yol işaretlerinin belirsizleşmesine ve sonun uzaklığına karşı sabır.

Karşılıklı olarak sabrı öğütleme, insanın gücünü artırır. Zira hedef birliği, yöneliş birliği, toplumsal dayanışma gibi duyguları ve hisleri harekete geçirir. Onları sevgi, azim ve sebatla donatır. Bu da cemaatin pek çok değerlerini ve olgularını harekete geçirir. Özünde onları yaşamayan, islamın gerçekliğini yaşayamaz. Ve ancak bunun vasıtası ile sözkonusu gerçeğin bir anlamı olabilir. Yoksa hüsrandan ve yıkımdan başka çare bulunmaz.

ÜSTÜN TOPLUMDAN BİRKAÇ KESİT

Kur"an-ı Kerim"in hüsrandan kurtulan bu kazançlı topluluğun hayatına ilişkin yaptığı bu tespite baktığımızda yeryüzünün her tarafında hüsranın istisnasız bütün bir insanlığı kuşattığını görüyor ve dehşete kapılıyoruz. insanlığın daha ahirete gitmeden önce karşılaştığı zorluklara bakıp Hayret ediyoruz bu yıkım karşısında. insanlığın yüce Allah tarafından kendisine bahşedilen bu yenilikten kesin bir şekilde yüz çevirişini görüp bu yeryüzünde hakka dayalı, imanlı, seçkin bir gücün de ortalıkta bulunmadığını gördüğümüzde endişeye kapılıyoruz. Bunun yanında Müslümanlar veya daha dikkatli bir ifade ile Müslüman olduğunu söyleyenler, yeryüzünün bu hayırdan en çok uzak olanlarıdır. Yüce Allah"ın seçtiği ilahi sisteminden ümmet için belirlediği anayasasından, hüsran ve yıkımdan kurtuluş için belirlediği yegane yolundan en çok yüz çevirenlerdir. Bu bereketli Hayrın ilk defa kendisinden kaynaklanmaya başladığı bölgelerde Allah"ın kendisi için belirlediği iman sancağını bırakmakta, bütün tarihi boyunca asla bir yararını görmediği ulusal sancaklara yapışmaktadır. Halbuki onlar daha önceleri bu bayraklara sarılmış iken ne yerde ne de gökte kimse onları tanımıyordu. Nihayet islam geldi. Ortağı olmayan Allah"ın sancağını dikti. Bu ortağı olmayan Allah"ın adını taşıyan, yine ortağı olmayan Allah"ın damgasını taşıyan bir sancaktı. İşte Arapların gölgesinde zafer elde ettikleri, yükseldikleri ve uzun insanlık tarihi boyunca ilk defa tarihin bu döneminde insanlığa gerçekten iyi, güçlü ve bilinçli bir önderlik yaptıkları sancak buydu.

Üstad Ebu"l Hasan en-Nedvi "Müslümanların Gerilemesi ile Dünya Neler Kaybetti?" adını taşıyan değerli kitabında bütün tarih için eşsiz bir özelliğe sahip olan bu güzel önderlikten söz etmektedir. "islam önderliği döneminde Müslüman önderler ve özellikleri" başlığı altında diyor ki:

"Müslümanlar sahneye çıktılar. Dünyaya önderlik yaptılar. Hiçbir niteliği bulunmayan uluslar insanlığın kumanda merkezinden indirdiler. Çünkü bunlar kumandayı kendi çıkarları için kötüye kullanıyorlardı. Adil ve dengeli bir şekilde insanlığı süratle ileriye götürdüler. Müslümanların o sırada diğer uluslara önderlik etmeye ehliyet kazandıracak tüm sıfatları yerindeydi. Onların mutluluğu ve kurtuluşu için gereken tüm özelliklere sahiptirler. insanlık onların himayesi ve önderliği ile kurtuluşa erişti. Çünkü;

1- Onlar Allah tarafından gönderilen bir kitaba, ilahi bir şeriata ve hukuka sahiptiler. Kendi görüş ve arzularına dayanarak hukuk yapmıyorlardı. Çünkü bu cahilliğin, yanlışlığın ve zulmün kaynağıydı. Hayatlarında, siyasetlerinde ve insanlarla ilişkilerinde gelişi güzel hareket etmezlerdi. Aşağılık ilişkilerde bulunmazlardı. Çünkü yüce Allah onlara, insanlar arasında kendisine insanlara hükmedecek bir şeriat belirlemişti. "Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürürken yararlandığı bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde bocalayıp oradan bir türlü dışarı çıkamayan kimse gibi midir? İşte böylece kâfirlere yaptıkları kötülükler çekici göründü." (En"am 122)

"Ey müminler, her davranışınızda Allah"ı sıkı sıkıya gözeten ve adalete bağlı şahitlik eden kimseler olunuz. Sakın herhangi bir gruba karşı duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya sevk etmesin. Adil olunuz. Takvaya en yakın tutum budur. Allah"tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır." (Maide 8)

2- Müslümanlar hüküm ve önderlik makamına ahlaki bir terbiye ve iç temizliği elde etmeden üstlenmediler. Halbuki geçmişte ve günümüzde iktidara gelen ulusların, bireylerin ve insanların büyük çoğunluğu bundan yoksundur. Müslümanlar uzun bir zaman içinde Hz. Muhammed"in terbiyesi altında yetiştiler. Dakik kontrolü Altında eğitildiler. Hz. Peygamber, onları hem terbiye ediyor, hem de arındırıyordu. Onları züht, takva, iffet, emanet, başkasını kendine tercih etme ve Allah korkusu ile eğitiyordu. Makam sahibi olmaya ve bu konuda ihtiraslı davranmaya engel oluyordu . Nitekim şöyle buyuruyordu: "Allah"a yemin ederim ki, idare ve liderlik meselesinde istekli olan, veya bu konuda ihtiras sahibi bulunan kimseleri görevlendirmeyiz. (Buhari ve Müslim)

Onların kulakları sürekli olarak şu ayet ile çınlamıştır: "İşte ahiret yurdu. Onu yerde böbürlenmeyen ve bozgunculuk yapmayanlara veriniz. Güzel sonuç Allah"a karşı gelmekten sakınanlarıdır." (Kasas 83)

Onlar, görevler ve makamlar için asla heveslenmezlerdi. Zaten başkanlık için kendilerini aday göstermeleri, bunun için kendilerini övmeleri, bunun için propaganda yapmalarına bu amaçla masraflara girmeleri asla mümkün değildir. Bir görevi üstlendikleri zaman bunu bir ganimet, bir hazır lokma veya harcamalarının ve çabalarının bir ürünü olarak görmezlerdi. Aksine onu boyunlarında bir emanet olarak kabul ediyor ve bunun Allah tarafından kendilerine verilmiş bir sınanma aracı olduğunu biliyorlardı. Onlar her zaman Allah"ın huzuruna çıkacaklarını, değerli değersiz herşeyden sorguya çekileceklerini biliyorlardı. Ve yüce Allah"ın şu sözünü sürekli olarak zihinlerinde canlı tutuyorlardı:

"Allah size emanetleri, onları taşıyabilecek olanlara yüklemenizi ve insanlar arasında hüküm verirken adalete uygun hüküm vermenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Hiç kuşkusuz Allah işiten ve görendir." (Nisa 58)

"Sizi yeryüzünde halife yapan ve verdiği nimetler hakkında sınavdan geçirmek için bazılarınızın derecesini diğer bazılarından üstün kılan O"dur. Hiç şüphesiz Rabbinin cezalandırması gecikmesizdir. Şüphesiz O, bağışlayıcı ve merhametlidir." (En"am 165)

3- Bu sınanmalar bir ırkın hizmetçisi, bir milletin veya vatanın elçileri değillerdir ki, yalnız onun çıkarı ve mutluluğu için çalışsınlar. Onlar herhangi bir milletin veya vatanın diğer tüm milletlerden ve vatanlardan üstün ve Şerefli olduğuna inanan kimseler değillerdi. Kendilerinin sırf hükmetmek için yaratıldıklarına inanan, diğer milletlerin ise sırf hükmedilmek için varolduklarını düşünen bir kitle değillerdir. Onlar bir arap imparatorluğu kurup onun sayesinde rahat etmek, bol nimetler içinde yaşamak, onun himayesi Altında yükselip büyüklük taslamak için ortaya çıkmamışlardı. insanları Bizans ve İran hakimiyetin-den kurtarıp Arapların hakimiyetine sokmak için meydana atılmamışlardı. Onları ayağa kaldıran tüm insanlığı kullara kulluktan kurtarıp, yalnız Allah"a kul yapmaktı. Tıpkı Müslümanların elçisi olan Rebi" ibni Amir"in Yezdicerd karşısında bu gerçeği dile getirdiği gibi: "Bizi buralara Allah gönderdi. insanları kullara kulluktan kurtarıp yalnız Allah"a kul yapmak için. Dünyanın sıkıntılarından, mutluluğuna kavuşturmak için. Sözde dinlerin zulmünden İslam"ın adaletine kavuşturmak için." (İbn-i Kesir, El Bidaye Ve`n-Nihaye)

Bunlara göre bütün uluslar ve bütün insanlar eşittir. Bütün insanlar Hz. Adem"in çocuklarıdır. Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap olana üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletler ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız en çok korunanızdır. Allah bilendir, haber alandır." (Hucurat 13)

Hz. Ömer döneminde Mısır valisi Amr ibni As"ın oğlu Mısır"lı bir adamı döverken ataları ile övünerek şöyle demişti: "Al sana bir soylu tokadı. Asil kimselerin oğlundan:" Hz. Ömer olaydan haberdar olunca hemen Aynısının ona da yapılmasını istemiş ve şunu demişti: "Annelerinden hür olarak doğan insanları ne zaman köle edindiniz?"

Müslümanlar din, ilim ve eğitim konusunda sahip oldukları her şeyi hiç kimseden esirgemediler. Hüküm, idare ve fazilet konusunda, soy, renk ve vatan farkı gözetmediler. Onlar adeta gökyüzündeki bulutlar gibi bütün ülkelere yayıldılar. Bütün insanları himaye ettiler. Tepelerin ve ovaların hasretle beklediği, bereket dolu yağmurlar gibi oldular. Ülkeler ve insanlar yetenekleri ve bağırlarını açtıkları ölçüde onlardan yararlandılar.

Müslümanların himayesi ve idaresi altında tüm milletler ve kitleler hatta eski çağlarda baskı Altında tutulanları da almak üzere din, ilim, eğitim ve iktidar konusunda kendi paylarını aldılar. Yeni dünyanın kurulmasında Araplarla yarıştılar. Hatta bunların pek çok fertleri bazı faziletlerde Arapları geçtiler. Onlardan imamlar yetişti. Arapların büyükleri ve Müslümanların efendileri konumuna geldiler. Fıkıh, hadis ve diğer alanlarda imam oldular.

4- insan, ruh ve bedenden oluşmaktadır. Kalb ve akıl sahibidir. Duygu ve organ sahibidir. insan bünyesindeki bütün bu güçler uygun şekilde gelişip, sağlıklı bir şekilde beslenmedikçe, insanın mutlu olması, kurtuluşa ermesi adil ve dengeli bir şekilde ilerlemesi mümkün değildir. Sağlıklı bir medeniyetin oluşturulabilmesi, ancak dini, ahlaki, aklı ve bedeni her yönüyle insanın tatmin edildiği bir ortamın oluşturulması ile mümkündür. insan ancak böyle bir ortamda rahatlıkla insani olgunluğuna kavuşabilir. Deneyimlerle sabit olmuştur ki böyle bir ortam, ancak hayatın önderliği ve medeniyetin dizginini, hem ruha ve hem de maddeye inanan dini ve ahlaki hayatta güzel örnekleri oluşturan yetkili, sağlıklı, akıllı, yararlı ve sağlıklı ilim sahibi olan kimselere vermekle mümkündür..."

Üstad Nedvi sözlerini şu başlık Altında sürdürüyor: "Raşit halifeler devri sağlıklı bir medeniyetin en güzel örneğidir."

"Aynen de böyle olmuştur. Tarih devirleri içinde Raşit halifeler devrinden daha kapsamlı, daha güzel ve daha parlak bir şekilde bütün bu alanlara uzanabilen bir döneme rastlamıyoruz. Raşit halifeler döneminde kamil insanın yetiştirilmesi ve sağlıklı bir medeniyetin ortaya çıkarılması için ruh, ahlak, din ilim ve maddi araçların tümü, bütün bu kuvvetlerle birlikte ve yardımlaşma içinde hareket etmişlerdir. Böylece dünya devletlerinin en büyüklerinden biri meydana gelmiş ve zamanındaki bütün güçlere üstün gelen siyasi, maddi bir kuvvet olmuştur. Bu ortamda yüce ahlaki değerler egemen olmuş,hem insanların hayatında hem de idare sisteminde erdemli ahlak ölçüleri esas alınmıştır. Ahlak ve erdemlilik, ticaret ve sanayi ile birlikte yükselmiş, fetihler genişliğinde ve uygarlığın zenginliği ölçüsünde ahlaki ve ruhi üstünlükte ileriye gitmiştir. Cinayetler azalmış, memleketin genişliğine, nüfusun çoğalmasına, sebeplerin ve etkenlerin varlığına rağmen suçlular azalmıştır. Bireyin bireyle, bireyin cemaatle ve cemaatin bireyle ilişkisi güzelleşmiştir. Bu gerçekten mükemmel bir dönemdir ki, insanlar ondan daha üstününü hayal edemez ve teorisyenler onun daha temizini daha güzelini tasarlayamaz.

Bunlar Asır suresinin ana ilkelerini belirlediği islam anayasasının gölgesi altında yaşayan insanlığın o dönemdeki kutlu neslin birkaç özellikleridir. İman, amel-i salih, karşılıklı olarak hakkı tavsiye, birbirine sabrı öğütleme cemaatinin taşıdığı iman sancağının Altında yaşayan insanların birkaç özelliğidir.

Bu nerede, bugün dünyanın her tarafında insanlığın karşılaştığı yıkımlar, yıkılışlar nerede? iyilik ve kötülük yarışında onu mağlup eden hüsran nerede? Arap ulusunun islamın sancağını taşımaya başladığı günden itibaren insanlığa sunduğu büyük hayır kaynağından habersiz oluş nerede? Araplar islamın sancağı ile insanların önderleri durumuna gelmişlerdi. Daha sonra onlar bu sancağı bıraktılar ve kendilerini kafilenin en arkasında buldular. Artık bütün kafile hüsrana ve yıkıma doğru yol almaktadır. Bundan böyle artık bütün sancaklar şeytanın. içlerinde tek bir Allah sancağı bile yok. Tüm sancaklar batılın artık. Hakkın tek bir sancağı bile yok. Bütün sancaklar sapıklığın, karanlığın. Hidayet ve aydınlığın tek bir sancağı bile yok. Bütün sancaklar hüsranın. Kurtuluşun tek bir sancağı bile yok! Allah"ın sancağı ise halâ yerinde durmaktadır. Onu kaldıracak el ve altında iyiliğe, hidayete, yararlı şeylere ve kurtuluşa doğru yol alacak ümmeti beklemektedir.

Bu yeryüzündeki kazancın ve hüsranın durumudur. Bu da onca büyüklüğüne rağmen, ahiretin durumu ile karşılaştırıldığında çok basit, çok küçük kalmaktadır. Asıl orada gerçek kazanç ve gerçek hüsran, orada uzun zaman, orada sürekli hayat, gerçekler alemi orada. İşte asıl kazanç ve hüsran oradadır. Cennet ve hoşnutluğu kazanma yahut cenneti ve hoşnutluğu yitirme. Orada insan ya kendisi için belirlenen olgunluğun zirvesine ulaşır ya da geriye döner, insanlığını da yitirir. Değer açısından bir taş parçası değerine düşer, rahat yönünden taştan da geride kalır. "Biz sizi yakın bir azab ile uyardık. O gün kişi, ellerinin öne sürdüğü işlere bakar ve kafir `Keşke ben toprak olsaydım" der." (Nebe 40)

Bu sure yolu belirlemede kesin bir hat çiziyor. Bu hüsran çizgisidir. Yol birdir, birkaç değil, iman amel-i salih ve amel-i salih yolu, birbirine hakkı tavsiye eden, sabrı öğütleyen, hakkı korumak için birbiri ile dayanışma içine giren ve dağarcığına sabır azığı yerleştiren Müslüman cemaatin oluşturulması.

Bu tek bir yoldur. Bu nedenle Hz. Peygamberin arkadaşlarından iki adam Asır suresinin birbirine okumadan ve biri diğerine selam vermeden buluştuklarında ayrılmazlardı. Karşılaşan iki adam bu ilahi ilke üzerinde anlaşırlardı, sözleşirlerdi. iman ve iyilik üzerinde sözleşirlerdi. Birbirlerine hakkı tavsiye edeceklerine, sabrı tavsiye edeceklerine söz verirlerdi. Bu ülke ilke üzerine kurulu bulunan islam ümmetinin birer elemanı olduklarına and içerlerdi.

<a href="redirect.jsp?url=http://www.sevde.de/Kuran-Tevsiri/Kuran_Tefsiri.htm" target="_blank">http://www.sevde.de/Kuran-Tevsiri/Kuran_Tefsiri.htm</a>