İçimizdeki Coğrafya
İçimizdeki Coğrafya
(Hayat; kendini aramaktır. Bir gün bulduğunda kendini, önemli olan tanıştığına memnun olmaktır.)
Geriye baktığın an da, yaşadıkların, sana bir kaç cümle ile fısıldar.
_’’Durma sakın ve dönüp bakma bana: Sana işlenmemiş cinayetler hazırladım’’...
O duyduğun, sessiz ses; korkunç bir çığlıkla yüzüne düşer ve
aynanın tam ortasında gördüğün sol tarafı yırtıp yüzünden, an kadar
hızlı koşar ve an kadar çabuk düşersin kendinden.
Daha demin yanınızdan geçti, görmediniz mi? Özgürlüğün gölgesinde
yaralanmış, bir kaç güvercinin kanamalı hayatını kovalayan, esmer
tenli, çamur yüzlü bir çocuk. Çocuk bir şeyler geveliyordu ağzında.
Hepimiz çıt ses çıkartmadan çocuğu dinliyorduk ve hiç birimiz bir şey
duyamıyorduk. Duyamıyorduk değil mi?
Dışarıda, devrimci; Kendi içimizde faşist hayatlar yaşıyorduk, mülteci yürekleri teğet geçerek…
Çocuk uzakta bir nokta haline dönüştüğü anda, bir çembere dönüşen
biz, dağılıverdik uzayın farklı noktalarına. Ve hızla üremeye
başlatmıştık kendimizi, kimseleri yaklaştırmadığımız kayıp yanlarımızı
gizleme çabasıyla. Daha demin, bir yıldız kaymıştı oysa…
Bir geceyi dönüp durduk, mevsimler kadar. Bir akşamüstü
rastlantıları gibi, kaçtık hep birbirimizden. Hepimizin acele işleri
vardı. Kimi yemeği ocakta unutmuş, kimi toplantıya yetişme çabasında.
Örümcek kadar zorlu mücadele vermesek de, hepimiz bir ağ örebilmiştik
kendimize.
Bilinmezliğe doğru yolculuk zamanlarımızda, bir gül üşürdü
yüzümüzde hep. Gülün kanamalı rengini severdik,(gül) ümseme
katliamlarımızda. Bir gül gibi, uçuk kaçık bir rengi vardır çoğumuzun.
Yüzümüzün en derinliğinden, ayakuçlarına düşürdüğümüz, eğilip almaya
çalıştığımızda ise, hep solgun bir gül olur mu, korkusunu çarpan,
kalbimizin meşhur ölümü. Tabi ya, çoklarından düşmüştü ve eğilip
alanların ellerinde hep solgun bir gül kokusu kalmıştı zamanında…
Bir dilin, kölesi olanlar; bağışlandı tüketilen çağlarda. Şimdi;
birkaç sahipsiz dille savaşan, tekil militanlarız. Tarihin sayfalarına
büyük puntolarla yazılmış, birkaç cümleyi arama telaşımızda bitti.
Tükettik güzelim sevgi sözcüklerini. Yürek kanamasında yitirdiğimiz
onca kelimeler ve en güzel gözlerin derinliğine bakılıp söylenen o
cümleler, şimdilerde bıçak ucu sevişmelerimiz sadece.
Suskunluğumuz özgürlüğümüz oldu artık: Doğuramadığımız çocuklarımız gibi…
Ne olur sanki içimizde ki sesi azad etsek. Ne yani, bir çığ mı
düşer başımıza, ya da bir sele mi karışırız. Yani ben şimdi desem ki,
seni seviyorum, yani sen susacaksın diye, ya da beni
sevmeyeceksin
diye, ben ölür müyüm? Su içiyorsam, acıkıyorsam, birde üstüne, gecenin
bir yarısı canım dolaşmak istiyorsa ve bunu özgürce yapabiliyorsam;
seni doyasıya hissettiğimi, seni çok sevdiğimi gizleyen, bu suskunluğum
neden?
Kendimizi saklama çabalarımız, geride bıraktığımız ömürle bir olup,
aynada yüzümüze yansıyordu. Ve saniyeler kaybediyorduk, aylarca. Göz
kırpışlarımızdan daha hızlı geçen saniyeler yılları deviriyordu ve biz
bir mumun alevini söndürme sevincindeki telaşı kovalıyorduk hep. Oysaki
zaman bize gülüp geçiyordu o esnada…
Yolları bir noktadan sonra ayıran biz, hep geçmişin gölgesini
taşıyoruz sırtımızda. Bazen duymaktan korkar olduğumuz, biz
anlatımlarını, çivi gibi çakar hayat, yüreğimizin tam ortasına.
Bağlanmaktan ya da bağlanamamaktan şikâyet ederken yakalanırız,
kıyısında fırtınalardan kule olan bir denize…
Unutma, İçinde ki sesi susturduğun anda kendin olabilirsin…
Kendimizde bile tekil değiliz. Ve en çok yalnız olduğumuzu
sandığımız zamanlarda doğuruyoruz, bize benzeyen yabancıları. Binlerce
bizle tek başına yaşamak…
Paranoya hayat…
Geceler yağmur gibi üzerimize yağıyor. Sanki eski bir çağda kalmış,
geleceğe bir geçit arıyoruz. Ve yorgunluğun, uykuya dönüşemediği, beyin
patlamaları: Aklımızın sınırlarını geçen devsel düşüncelerimiz,
duvarlarımızda şekillendiği anda,’’imdat! ’’diye bağırıyoruz, çıt ses
çıkartmadan. Kurtarılmayı beklerken, daha bir şekilleniyor
duvarlarımızda ki hayat…
Keşke, tam o sırada, annemiz gelip sarsa, koklasa, öpse. Yavrusunu kurtarsa bu beyazı silinmiş kafesten.
Annemiz düşer aklımıza; ilkyaz çiçekleri gibi. Ellerimizde bizden
geriye kalan karanfil ölüleri ile babamızı bekleriz, gelip bizi
annemize götürsün diye. Belki yoklar, yoklukların içi tıka basa biziz
belki. Belki onlarda biz kadar uzaklar bize, kim bilir…
Duvarlarımızda ki insanlarla, artık konuşmaya başlamıştık. Uzayan sohbetler, bıçak ucu sevişmeler kadar sıkıcıydı…
Eşler, birbirleri ile sadece, yatak odalarında iletişime geçiyordu.
Çocuklar, doyumsuz mutluluk oyunlarında, uzaktan kumandayı kim kaparsa,
araba onun düşüncesi ile paylaşımı gelecekten siliyordu. Bencil
hayatlar büyütüyorduk, sevgi adı altında. Çocuklar paranın esiri, para
büyüklerin hırsıydı…
Peki ya, diğerleri ve onların çocukları: Onlarda kendi aralarında ‘’kurtlar vadisi’’ oynuyorlardı…
Sevmek ve sevilmek…
Sevmenin de en güzel yanı bu işte! Sevilmek…
İşte o anda sahneye bir başka senaryo koyulur. Kavuşmak ya da ayrılmak…
Duygularını azdırıp, seni şair duygusuna kaptıran ve yüreğinde, iz
düşümü bırakan o büyük aşkın senaryosu, birkaç dizeden geçip, kendi
tarihinin en başyapıtı oluverir…
‘’Hasretin! ’’, diye başlar söze, kadın(adam) …
Her gemi
Sensiz yanaşıyor bu limana
İstasyonda ki kaçıncı sensizliğim
Yağmurda yalnız yürüyor
Çıplak
Kanamalı
Nasır ayaklarım…
Ellerime alıyorum susuyor
Yüreğime bastırıyorum ağlıyor
Duvarlarımda çarmıha gerili suretin
Ne ölüyor
Ne yaşıyor…
Hasretin cehennemde en derin kuyu
Sevaplarımı çiğniyor günahların
Günahımı çoğaltıyor hasretin
Her kırlangıç
Seni getirmeden geliyor şehrime
Bir avuç beyazıma düşürüyor gölgesini
Gecenin bütün cücesi devi
Aklımdan bir an çıkıyorsun ya
Başıma yıkılıyor dünya
Tepetaklak oluyor her şey
Kurşunda olsan
Hançerde olsan
Aklımdan çıkıp gitme
Delirt beni
Cinnetimin ev sahibesi
Cinnetimin ölümsüz perisi…
Oysa sevgili giderken, bir gurur imparatorluğu kurmuştun yoluna.
Şimdi imparatorluk dağıldı. Artık hasretin en kanlı savaşında defalarca
yenilgiye uğruyorsun. Kendi tarihine tanık, kendi yalnızlığınla, baş
başa kaldığın anlarda, bir şair dokunuyor yüreğine:’’Her şeyi terk
ettim diyor, her şeyi, ama her şeyi. Ne aşk kaldı, ne şehvet
sarışın başladığım esmer bitiyor.’’
Ama yinede ’’ne güzel şey hatırlamak seni, yaşım kırkı geçmişken…’’
Bütün şairlerin dilleri dolaşıyor içinde
Ve yine en cansız halinde bir kurtarıcı gibi
Son anda sığınıyor dudaklarının arasına
O demli tek kelimelik hece…
’’AŞK’’…
Aşk eski bir liman artık senin menzilinde…
Hayatın en fakir noktasında bile, yaşamaya değer bir şeyler elbet
bulunur. Gözaltına alınmış duygularımızı kurtarıp, narsist
düşüncelerden, sıyrılabildiğimiz andan itibaren ‘’İNSAN’’yanımız
nurlanır. Şen duygularınıza eşlik eden, nurlu zamanlarınız bitmesin…
|