Einzelnen Beitrag anzeigen
  #29249  
Alt 29.08.2006, 01:22
Benutzerbild von roman
roman roman ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard Sana yazar hakkında bilgi vereyimde,

neden böylesine ciddi, detaylı ve bilimsel bir bakış açısı ile tarih araştırılırmış Enis???


ALİ BULAÇ"I KORKUTAN NEYDİ?

Ani bir rahatsızlıkla by-pass ameliyatı geçiren yazar Ali Bulaç, yaşadıkları boyunca ölümden korkmadığını, Allah’a tevekkül ettiğini söylüyor. Ancak onu da korkutan bir duygu vardı.

Ali Bulaç’ı, üzerine düşen vazifeleri hakkıyla yerine getirememiş olmak korkutmuş.

“Eve girmeye çalışan bir hırsızı gözetler gibi, 3-4 ay kalbimi dinledim. Hırsızı, eve girmeden antrede yakaladım.” sözleri ile özetliyor 11 Aralık günü yaşadıklarını gazeteci-yazar Ali Bulaç. Türkiye’nin en saygın mütefekkirleri arasında yer alan Bulaç, kapalı kalp damarlarının sıkıştırması ile o gün kendini hastaneye atıyor. “Kalbim değil, onu çevreleyen kalp kafesim ağrıyordu. Kemiklerde hissediliyordu. Deprem gibi geldi.” diyor.

Doktorlar, Bulaç’ın üç kalp damarından birinin yüzde 100, diğerlerinin de yüzde 93 ve yüzde 80 kapalı olduğunu tespit etmişler. By-pass ameliyatında, dördüncü damarı da saf dışı bırakılmış. Ya da yenilenmiş. Ameliyatı yaklaşık 6 saat süren Bulaç, şimdi kendisini iyi hissettiğini, her gün yaptığı egsersizler sayesinde daha iyiye doğru gittiğini belirtiyor. Yaşadığı duyguları Aksiyon Dergisine anlatan Ali Bulaç, inanan bir insan olarak yaşadıklarını, “iyi bir tecrübe” olarak niteliyor. Ölümden korkmadığını, Allah’a tevekkül ettiğini, ancak üzerine düşen vazifeleri hakkıyla yerine getirememiş olmaktan korktuğunu söylüyor.

54 yaşındaki Bulaç, bütün bu süreç boyunca Zümer Süresi 42’nci ayetini düşünmüş: “Gerçek koruyucu Allah, insanların ruhlarını ölümleri sırasında, ölmeyenlerin ruhlarını da uykuları sırasında alır. Hakkında ölüm hükmü verdiği ruhu tutar, vermediği ruhu ise, belirli bir süreye kadar salıverir.” Bu ayetin tevekkülünü artırdığını belirten Bulaç, uyanmaya yakın rüya mı, halüsinasyon mu olduğunu bilmediği ilginç bir tecrübe yaşamış.

“Yükseklerde, dağların, tepelerin üzerinden geçiyorum. Masmavi bir gökyüzü, yemyeşil tepeler. Her şey çok berrak ve pürüzsüz.” diyen Bulaç, bu şekilde havada gezinirken net biçimde İbn-i Sina’nın ruhla ilgili sözlerini hatırlamış. İbn-i Sina bir kitabında ruhu anlatırken benzer bir tasavvurda bulunuyor: “Kendini havada, muallakta düşün. Hiçbir uzvun hiçbir şeye değmiyor. Ellerin de açık olsun. Parmakların da birbirine değmesin. Eğer halen kendini hissediyorsun, işte ruh budur”. Bulaç, ne olduğunu bilmediği bu halde gezinirken, “İbn-i Sina işte bunu anlatmaya çalışıyormuş, herhalde” diyor. Bu hoş, rüya gibi durumda, varlığın tesbihatını andıran çok güzel sesler duyduğunu anlatan Bulaç, “uyan, uyan” çağrıları ile kendine geliyor. Gözlerini açtığında, süngerlerle vücudunun yıkandığını belirtiyor.

Kalp rahatsızlığı ile sevenlerini üzen Bulaç, hayatını hep okuyup yazarak geçirmiş. Bürokraside ya da resmi bir kurumda hiç görev almamış. Bugüne kadar 21 kitabı yayımlanmış. Bunlar arasında müellifi olduğu meal kitabının onun için ayrı bir yeri var. Bulaç’ın meali, bugüne kadar yarım milyon adet satmış. Ama, en çok satan eseri bu değil. “Çağdaş Kavramlar ve Düzenler” kitabı, 650 bin satmış. 1990’da yayımladığı Medine Vesikası çalışmasının üzerine, bugüne kadar yurtdışında 27 tez yazılmış. Bulaç, halen yabancıların da görüşlerine en çok başvurduğu Türk mütefekkirlerden birisi.

Bulaç’ın kitapları daha çok, dini ilimler, İslam düşünce tarihi ve Ortadoğu üzerine. Bulaç, çok önem verdiği iki eser üzerinde çalıştığını kaydediyor. Bunlardan biri siyer, yani Peygamberimizin hayatı üzerine. Hicret’e kadarki kısmını kaleme almış. İkincisi, bir tefsir çalışması. 3-4 yıldır üzerinde çalıştığını belirten Bulaç, ekliyor: “Bir ayete Türkçe en iyi ve en derin mana nasıl verilir. Geleneğin ışığında bir ayetin en iyi tefsiri nasıl olmalı. Küçüklüğümden bu yana bu konuda notlar aldım.”

Farklı bir yöntemle tefsir yazıyorum

Fahruddini Razi, Ebussuud Efendi ve Elmalılı Hamdi Efendi’nin eserlerini çok beğendiğini söyleyen Bulaç, kendisinin tefsir çalışmasında farklı bir yöntem denediğini kaydediyor. “Farklı, hatta zıt tefsir ekollerinin önemli eserlerinden birini seçip, bir ayete nasıl baktıklarına ve o ayeti nasıl anlamaya çalıştıklarına önce bakıyorum.” diyen Bulaç, selefilerden İbn Teymiyye’nin, kelamcılardan Fahruddini Razi’nin, mutezileden Keşşaf’ın, sufilerden Kuşeyri’nin, Şia’dan Tabatabi’nin ve dil bilimcilerden Kadı Beydavi’nin tefsirini esas aldığını kaydediyor. Bulaç, hepsinin ayete nasıl baktığını verdikten sonra, bu birikimlerin yanında bugün söylenecek bir şey var mı, onu değerlendirdiğini söylüyor. O ayetle ilgili tefsirini, ayrıca eklediğini belirtiyor. Bulaç, bunun çok zor ve mesuliyet isteyen bir iş olduğuna dikkat çekerek, “Bazen, bırakıyorum. Hatta, tamamını silmeyi bile düşündüm. Ama vazgeçtim. 6 ay bakmadığım oldu. Sonra yeniden başladım.” sözleriyle tefsir girişimini açıklıyor.

Bulaç’ın İslami konularda bu kadar çok kalem oynatmasının nedenlerinden biri, Mardin’de ana dili Arapça olan bir ailenin 5 çocuğundan biri olarak dünyaya gelmiş olması. Evin en büyük çocuğu olan Bulaç, anne ve babasının ümmi oldukları halde, arif olduklarını, köklü bir Osmanlı kültürü taşıdıklarını ve kendisinin okumasının önünü açtıklarını ifade ediyor. Okumaya ortaokul ve lise yıllarında da çok meyilli olan Bulaç, Mardin’de iken Türk ve Batı klasiklerinin çoğunu okuduğunu vurguluyor. Falih Rıfkı Atay, Kerime Nadir, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi yerli yazarları, Tolstoy, Dovstoyevski, Balzac gibi yabancı yazarların romanlarını okumuş.

Bulaç, yazmaya meyli sebebiyle mahalli gazetede çalışmaya başlamış. Bir daha adımını geri çekemeyeceği matbuat dünyasına da bu şekilde girmiş. Bulaç, genç yaşında “İlahi aşka dair” şiirler kaleme almış. Bugüne kadar yayımlanan ilk ve tek şiir kitabı “Rüzgar Şarkıları”, Bulaç henüz 18 yaşında iken Mardin’de yayımlanmış. Şiirlerini baskı için büyük oranda kendi eliyle dizmiş. Şiirlerinin sunulduğu Cizreli tanınmış Şeyh Seyda’nın hayır duasını almış. Bulaç, halen zaman zaman şiirler yazdığını, ama bunları yayımlatmak için bugüne kadar bir girişimi olmadığını vurguluyor. Fikri çalışmaları daha baskın gelmiş. Bulaç’ın şiir kitabında yer alan şiirlerden biri şöyle:

TEN KAFESİ

Cânan senden çek benî
Bir vâdiye ek beni.
Öyle kaybolmuşum ki,
Ver bana gerçek benî.

Ben bir deryâdan damla
Örtülüyüm bir damla
Ey Ben çekil şu yerden;
Koptuğum yere damla.

Mardin’de o dönemde halen canlılığını koruyan medreseler, Bulaç’ın dini alt yapısının ve Arapçasının gelişmesinde önemli rol oynamış. Arapça, Farsça ve fıkıh hocalarından dersler almış. Birçok medrese dolaştığını ve pekçok hocanın tedrisinden geçtiğini anlatıyor. Annesinin kendisini kırmızı bir fistanla medreseye gönderdiğini dile getiren Bulaç, “Gerçi yasaklı dönem bitmişti ama, tek partili dönemin yansımaları sürüyordu. Annem, Jandarma korkusuyla dini kitapları fistanın içine saklardı.” sözleriyle o sıkıntılı günleri anıyor.

Bulaç, Mardin İmam Hatip Lisesi’nde okumaya başlamasının da kendisi için önemli bir dönüm noktası olduğunu ifade ediyor. Mardin İHL’nin, o dönemde Türkiye’nin en iyi iki ya da üç okulu arasında yer aldığını vurguluyor. Bulaç, bunun o dönemde okulun sürgün yeri olmasından kaynaklandığını belirtiyor. “Sürgün olan adam, yerinde rahat durmayan adamdır. Seçkin insanlardı. Aralarında solcular da vardı. Bunlardan biri, bana sol literatürü okumamı da teşvik etti.” diyen Bulaç, Orhan Kemal’i, Yaşar Kemal’i ve Salah Birsel’i bu dönemde okuduğunu, özellikle Birsel’in edebi dilinin gelişmesinde etkili olduğunu kaydediyor.

Arkadaşım komünist öldü

Bulaç’ın, Mardin İHL’ye girişinin ilginç bir hikâyesi var. Aslında kendisinin Mardin Öğretmen Okulu’nu kazandığını, bu okulun Köy Enstitüsü’nün devamı olduğunu ifade eden Bulaç, “O dönemde bu okuldan safi komünist yetişiyordu.” tespitinde bulunuyor. Bulaç, kendisinin uzaktan bir akrabası ile İnekler Pazarı’nda (bugün Cumhuriyet Pazarı) su sattıklarını, İHL teklifinin de burada arkadaşı tarafından iletildiğini kaydediyor. Akrabasının, “İHL’ye gel, çalışmadan, bedava sınıf geçersin.” teklifinin, çocuk aklına çok cazip geldiğini belirtiyor. Hemen kaydını aldırmış. Bulaç için hikâyenin devamı hem düşündürücü hem de elem verici: “Allah’ın bir hikmeti. O çocuk, orta okulu bitirince normal liseye geçti. Ben İHL’ye devam ettim. O İstanbul’da Türkoloji’yi kazandı, ben sosyolojiyi. O komünist oldu. Öldürülen solcu öğrenci Kerim Yaman’ın cenazesinin başında sabaha kadar yağmur altında bekledi. Hastalandı ve alnı secdeden uzak vefat etti. Ben Öğretmen Okulu okusam, herhalde kesin komünist olurdum. O ise, İmam Hatip’ten ayrılıp komünist oldu. Bunu kendi üstümde ilahi bir sorumluluk olarak hissettim hep.”

Öğretmen Okulu’nda kalsa, kendisinin de komünist olma ihtimalini iki sebebe bağlıyor, Bulaç. Birincisi, sermayeye karşı tavrı. İkincisi de, o dönemlerde Cemal Abdünnasır’ın Arap Sosyalizmi’nin popülerliği. Bulaç, o günleri şu sözlerle anlatıyor: “Nasır’ı Kahire Radyosu’ndan dinlerdik. O konuşacağı zaman, Mardin’de sokaklar boşalırdı. İhvan’ın bazı eserlerini okuyuncaya kadar, Nasır’a olan bu hayranlığım sürmüştü.”

Bulaç’ın hayatında önemli dönüm noktalarından birisini de 1970’te İstanbul’a gelmesi oluşturuyor. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nü kazanan Bulaç, burada tekrar imtihana girerek İstanbul Edebiyat ve Sosyoloji Bölümü’nü de kazanmış. Her iki bölüme aynı anda devam eden Bulaç, iki bölümü de ayrı ayrı bitirmiş.

Bulaç, İstanbul’a gelince güzel bir çevreye düştüğünü belirtiyor. 3 yıl boyunca dönemin önemli mütefekkirlerinden Nurettin Topçu’dan dersler almış. Hüseyin Hatemi, Yaşar Nuri Öztürk, Mehmet Sılay, Mustafa Kutlu, Ezel Elverdi, Mehmet Doğan, Atilla Maraş ve Ahmet Tabakoğlu gibi seçkin isimlerle birlikte bu derslere devam etmiş. “Birbirini tanıyan ve birbirini destekleyen bir ekipti.” diyor, Bulaç. Necip Fazıl’ı da bu dönemde tanımış Bulaç, “Büyük Doğu dışında da çok maceralarımız oldu. Belki bunları bir gün yazarım.” şeklinde temennide bulunuyor.

“Topçu, Allah razı olsun, bize fiş tutmayı öğretti.” sözleri ile farklı bir yönünü keşfediyoruz, Bulaç’ın. Okuduğu kitapları, ilgi duyduğu paragraflara göre fişlere yazıp, dipnotları ile birlikte zarflarda tasnif ediyor. “Fişlemeleri konu ve alt başlıklarına göre yapıyorum. Bugüne kadar, 100 bin kadar fiş biriktirdim.” diyor. Bulaç, çok iyi bir gazete ve dergi kupürü arşivinin olduğunu da kaydediyor.

İslam dünyasının bugün akademisyenlerden çok, ansiklopedik bilgiye sahip mütefekkirlere ihtiyacı olduğunu düşünen Bulaç, bununla akademik düşünceyi küçümsemediğini, akademik çalışmaların bir nevi teknik çalışmalar olduğunu söylüyor. “İslam dünyasının Gazali gibi mütefekkirlere ihtiyacı var. Gazali, fıkhi ve tasavvufi dünya ile insanın ruh ve ilim dünyasını birleştirdi.” diyen Bulaç, İslam dünyasının parçalanmışlığının Müslüman’ın ruhi ve fikri kişiliğinde de parçalanmaya sebep olduğunu belirtiyor. Bulaç, mütefekkirlerin bir konuyu derinlemesine bilmenin yanı sıra diğer konuları da bilmeleri gerektiğini vurguluyor. Bulaç, bu sebeple 5 farklı konudaki kitabı aynı anda okuduğunu dile getiriyor.

Politik boyutu öne çıkararak hata ettik

“Siyasal İslamcı” nitelemesine itiraz ettiğini ifade eden Bulaç, “İslamcı” denmesinden rahatsız olmadığını vurguluyor. İslamcılığın güçlü bir geleneğin devamı olduğuna ve arkasında 1400 yıllık bir tarihi birikim bulunduğuna dikkat çekiyor. Bulaç, “Ama, 19’uncu yüzyılda Osmanlı toprak kaybetmeye başlayıp, Batı karşısında kaybedince, biz de nefsi müdafaaya çekildik. 300 yıldır da müdafaadayız.” diyor. İslamcılığı, “fikri, toplumsal ve politik yeniden doğuş veya diriliş” olarak tanımlayan Bulaç, kendisi gibi ikinci nesil İslamcıların en büyük hatasının politik boyutu çok öne çıkarması olduğunu söylüyor. İkinci hatalarının, manevi ve sufi İslam geleneğinden uzaklaşmaları, üçüncü hatalarının da gelenekle gerilim ve hatta çatışma içine girmeleri olduğunu kaydediyor. Bulaç, “Bu bizim başarısız olmamıza sebep oldu.” tespitinde bulunuyor.

Bulaç, kendi nesillerinin yaşadıklarını yolu olmayan köye yol götüren ilklere benzetiyor. “Buldozer gibi. Biz yolu açtık. Ama, bu yolları stabilize etmek, asfaltlamak bize nasip olmadı. Sizlere ait bu.” diyor. O dönemde yaşanan çatışmaların ideolojik ve politik mücadelelerle aşılacağına inandıklarını kaydeden Bulaç, bunlarla çok vakit kaybettiklerini anlatıyor. Bulaç, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Tefekküre daha fazla vakit ayırsak, daha iyi olurdu. Yol gösterenimiz pek yoktu. Çok şeyi el yordamıyla, denemeyle öğrendik. Bu bizim için bir zenginlik oldu. Ama, şimdiki aklımla bunu yapmazdım.”

“İslam dünyasının sorunları, kalp damarlarınızın tıkanmasında etkili oldu mu?” sorumuz, Bulaç’ı duygulandırıyor. Bunu bugüne kadar pek dile getirmediğini söyleyen Bulaç, kalp damarlarının tıkanmasının esas sebeplerinden birinin aşırı stres olduğunu belirtiyor. Yazdığı yazıları içselleştirdiğini, Cemalettin Afgani’nin dediği gibi ‘bilginin imana dönüşmesi’ni yaşadığını kaydediyor. “Ben bunu hissetmeye çalışıyorum ve bu beni çok üzüyor.” diyor Bulaç ve ekliyor: “Müslümanların topraklarının işgal altında bulunması, her gün birinin işgale uğraması, içinde bulundukları durum ve bu kadar ağır zulümlere maruz kalması beni üzüyor”.

Küçükken annesinin “kırmızı fistanının içinde dini kitaplarla” medreseye gönderdiği Bulaç için tablo neredeyse yarım asır sonra tekrarlanıyor. “Türkiye’de bir başörtüsü sorunu var. Elimizden bir şey gelmiyor.” şeklinde çaresizliğini dile getiren Bulaç, “Benim kızlarım var. Başlarını örttükleri için aşağılandıklarını gelip bana anlatıyorlar. Üniversitede kapıdaki bir güvenlik görevlisi, arkasından koşmuş ve ‘sen hangi ülkede yaşadığını sanıyorsun, başını aç’ demiş. Kızım bunu yemekte anlattı, 15 dakika ağladı, beni de ağlattı. Onu teselli etmeye çalıştım.” Bulaç, 5’i kız, 6 çocuk sahibi. Kızının çok çalışkan olduğunu ve dereceye girdiğini, ama üniversite diplomasını kapıda evraklarını imzalayarak aldığını anlatıyor. Bu durumu, üstad Necip Fazıl’ın bir mısrası ile özetliyor: “Öz yurdunda garip, öz vatanında paryasın.”

Bulaç, ümmetin Osmanlı’nın son dönemlerindeki günahlarının kefaretini ödediğini düşünüyor. Günahlarımız için bedel ödeyeceğimizi vurguluyor. “Günahlarımızın kefaretini ödeyeceğiz. Şu an biz O’na layık değiliz. Önce, hak edeceğiz. Sonra Allah bize nusret verecek.” diyen Bulaç, ekliyor: “Çünkü Allah, asla kullarına zulmetmez.”