Einzelnen Beitrag anzeigen
  #23342  
Alt 31.08.2005, 13:24
Benutzerbild von roman
roman roman ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard Belki bir yararı olur!

Türkiyenin de çok iyi sivil hukukçuları var. Eski yargıtay başkanının bir panel konuşmasını sunuyorum sana. Gerçi bazı bölümler Türkiyede yapılan son yargı reformlarından sonra aktüelitesini şu an kaybetmiş durumda. Ama Teokrasi ile Demokrasi arasında bulunan o büyük uçurumu yargı konusunda ne kadar büyük olduğuna dair, sana ip ucu verebilir diye düşünmekteyim.

ANTALYA 5.SİAD ZİRVESİ “YARGIDA REFORM”
09 Kasım 2001 Antalya Kültür Merkezi


Doç. Dr. Sami Selçuk
Yargıtay Başkanı


Sayın Danıştay başkanı, sayın Belediye Başkanı, sayın konuklar, basınımızın sayın temsilcileri. Yargıda reformu tartışmak üzere toplanmış bulunuyoruz. Biraz önce ANSİAD başkanının konuşmasında ilginç bir örnek verildi. Aslında bu örnek, yakın çağların bir örneği, biraz daha gerilere gidersek, tam 2400 yıl önceye gidelim, Sokrates’in yargılanması, M.Ö. 399. 2400 yıl önce yargılanan Sokrates’in duruşmasının nasıl cereyan ettiğini bugün bütün dünya biliyor. O kadar biliyor ki yargılamanın aşamalarını ve oylama biçimini bütün dünya şu anda biliyor ama 19. Yüzyılın son çeyreğinde yargılanan Mithat Paşa’nın nasıl yargılandığını hiç birimiz bilmiyoruz çünkü tartışma sürüyor. Şimdi bu çarpıcı örnekten ne çıkıyor? Melih Cevdet Anday Sokrates’in yargılanmasına ilişkin bir yazısında demişti ki, uygarlık bu yargılamayla başlamıştır çünkü yargılamanın açıklığı ilkesi, bu yargılamada bütün boyutlarıyla uygulanmıştır. Sokratesi yargılayan 502 yargıç vardır. Oylama nasıl olmuştur, oylamalar nasıl yapılmıştır, suçlama ve savunma nelerdir, bunları bugün biliyoruz, hem de ayrıntılarıyla biliyoruz. Bu konudaki üç kaynaktan en önemlisi bildiğiniz gibi Sokrates’in öğrencisi tarafından yazılan Plato’nun, Sokrates’in savunması Apoloji adlı yapıtıdır. Bu noktadan hareket ettiğimiz zaman demek ki Türkiye çok geç kalmış olan bir reformu 1920’lerde gerçekleştirmiştir. 1920’lerde Atatürk’ün reform yapmak için harekete geçtiği zaman kendisine yapılan öneri şudur, biz bu reformu kendimiz yapabiliriz, bir medeni kanun yapabiliriz, Atatürk peki demiştir, komisyon çalışmaya başlamıştır, bir yıl sonra Atatürk komisyonun başkanını davet etmiştir, hangi aşamadasınız? Yanıt çok ilginçtir. Henüz birinci maddedeyiz. Bunun üzerine Atatürk haklı olarak, çağcıl bir yasayı bulun, gereğini yapın demiştir çünkü Türkiye’nin beklemeye tahammülü yoktur ve bence o dönemde çok iyi yasalar başarıyla seçilmiştir. İsviçre’den bir medeni kanun alınıyor ama Almanya’dan yada Fransa’dan alınmıyor. Fransa’dan ceza yasası alınmıyor ama o dönemin en güzel yasası olan İtalyan ceza yasası alınabiliyor. Seçim son derece isabetli.

Şimdi yargıda reform diyoruz. Evet, o dönemde bir devrim yapıldı. Atatürk, izin verirseniz metinden okuyayım, Ankara Hukuk Fakültesini, o zamanki adıyla Ankara Hukuk Mektebini açarken yapmış olduğu konuşmada şöyle diyor, “bütünüyle yeni yasalar yaparak, alarak demiyor ama yaparak, ama alındığı doğru yapıldı, o da yaparak sözcüğünü biraz geniş anlamda alırsanız o da bir yapmadır. Eski hukuk esaslarını temelinden ortadan kaldırmak girişimindeyiz. Yeni hukukun esaslarıyla abc’sinden öğrenime başlayacak yeni bir hukuk kuşağı yetiştirmek için bu kurumu yani Ankara Hukuk Fakültesini açıyoruz.” Aynı konuşmada şöyle diyor, devrimini belirtmek için, bu inkılap kelimenin ilk anda ima ettiği ihtilal manasından başka bundan daha vasi bir tahayyülü ifade etmektedir. Bütün bu sözlerin yazılanların ve yapılanların yöneltildiği amaç gözetildiği zaman Atatürk devrimini benim kanımca şöyle tanımlamak mümkündür. Tarihsel deneyime dayalı, düşünsel bir hazırlık sonucu çağcıl ölçütlere göre her zaman iyiye, güzele, yararlıya doğru, toplumun her birim ve kesiminde devrimin temel amacının izin verdiği ölçüde eski öz ve değerleri de kullanarak yani bir katalizör olarak yapısal açıdan bütün değerlerin bütünsel değişimi ile yani sürekli oluşum ve sonuçta çağcıl insanı, bireyi ve toplumu yaratmak. Gerçekten Türk yurttaşlar yasasını medeni kanunun kabulü böyle bir devrimin başladığını da gösteriyordu. Nitekim bu yasanın gerekçesinde şöyle deniyor. Çağcıl uygarlığı almak ve benimsemek kararıyla yürüyen Türk ulusu, çağcıl uygarlığı kendisine değil, çağcıl uygarlığın gereklerine her ne pahasına olursa olsun ayak uydurmak zorundadır. Buradan da anlaşılıyor ki Türk hukuk devriminin bir amacı vardır. Nedir o amaç, çağcıl değerlere göre yapılmış olan bir hukuka doğru toplumun düzeyini yükseltmek. Bir başka deyişle, toplumla bütünleşirken o toplumu çağcıl değerleri kuşatan o hukukun düzeyine çıkarmaktır. Eğer kaldıracı yanlış kullanırsanız, tersine kullanırsanız, sonuç alamazsınız, devrimin amacıyla çatışırsınız. Çünkü Türk devriminin amacı, Atatürk’ün dediği gibi dünyanın hızı dışında kalmamaktır. Aynen şöyle diyor, Türklerin yüz yıllardan beri izlediği yol, sürekli bir yol vardır kollamıştır, biz daima Doğu’dan Batı’ya doğru yürüdük. Aslında bu bir kültür aşılamadır. Akültürasyon dediğimiz olgudur.

Şimdi SİAD Platformu zirvesinde de aynı şeyler söyleniyor, ne deniyor? Daha ilk paragrafta evrensel hukuk anlayışıyla bütünleşmiş bir demokrasi. Yine ilk paragrafta aynı şekilde, yargılamada evrensel standartlara ulaşmaktan söz ediliyor. Bunun yanıtını aramak durumundayız. İşte bu noktaya geldik mi gelmedik mi? Yani devrimin amacı gerçekleşti mi, gerçekleşmedi mi? Eh bu konuda sanıyorum ki çeşitli yöntemler kullanılabilir. Yöntemin bir tanesi şudur, eksikliklerden bahsedersiniz. Söz gelimi dersiniz ki, Türkiye’de üst mahkemeler yoktur, kurulmalıdır, bu bir yöntemdir. Başka eksiklik nedir işte dersiniz ki, yargı kolluğu yoktur bir an önce gerçekleşmelidir, yani bu bir yöntem. İkinci bir yöntem kullanırsınız, 80 yıla yakın Türk uygulamasını gözden geçirirsiniz. Dersiniz ki 80 yılda biz bu yasaları nasıl uyguladık? Tabi nasıl uyguladık dediğiniz zaman bunun cevabı bellidir. Yani kaynağını oluşturan yasalara bakarsınız, kendi uygulamanızla kıyaslarsınız bu konuda bilimsel ölçütlere göre bir sonuç almaya çalışırsınız. Bu da ikinci bir yöntemdir. Ancak bu ikinci yöntemi uyguladıktan sonra dersiniz ki şu şu şu noktalarda yanlışlık vardır, şu şu şu noktalar eksiktir, eksikleri tamamlarsınız, yanlışlıklardan dönersiniz ve bir reform yaparsınız. Ama ne yazık ki Türkiye’de ne birincisi yapılıyor ne de ikincisi. Son derece karmaşık bir çalışma içersinde Türkiye’deki yargıda reform anlayışı. Üç şey vardır, ya doğru vardır, ya karmaşıklık vardır, ya da yanlış vardır. Bence karmaşıklık yanlıştan daha tehlikelidir, onu baştan belirtmek zorundayım. Şimdi benim gördüğüm kadarıyla 40 yıllık mesleğimi geride bırakırken ne yazık ki tabloyu karamsar görmekteyim. Türkiye’de yargıda reform yetmez benim kanımca, yargıda devrim yapmak gerekiyor. Yani Atatürkün deyişiyle yeni bir inkılap yapmak lazım. Başka türlü düzeltmek mümkün değil. Çünkü bakıyorsunuz yeni bir yasa düzenlemesi içine giriliyor, sanki Türk uygulaması her şeyi çözmüş gibi uygulamaya göre bir yasa yapılıyor, siz uygulamanın doğru olduğunu nereden çıkarıyorsunuz? Ben de o uygulamanın içindeyim ve o uygulamanın içerisinde 40 yıldır kavgasını da veriyorum. Yani skolastik bir yöntemle bir yasa bence yapılmaz. Bakınız SİAD platformunda ne diyor, önce diyor ki adalet insan içindir, doğru. Yargıda adalete ulaşmak için bireyin hak arama özgürlüğünü ve savunma hakkını kullanmasını kolaylaştırmak, bir yargılamada evrensel standartlara ulaşmak gereklidir dedikten sonra alt başlıkta hak aramayı kolaylaştırmak ve yargılamada evrensel standartlara ulaşmak için yargılama usulünün gereksiz işlemlerden arındırılması, anlaşılır, kolay ve ekonomik olmasını sağlamak gerekir. Doğru, peki acaba bu gereksiz işlemleri yasalar mı yaratıyor yoksa biz mi yarattık? Bu sorunun cevabını önce bir verelim. Eğer yasalar yaratmadıysa biz yarattıysak, yanlışlık bizde demektir ve o sorunun cevabı büyük ölçüde ne yazık ki biz yaratmışızdır, onu baştan söyleyeyim. Ve devam ediyor bakınız, duruşmalar mümkün olduğunca ard arda araya başka davalar girmeksizin bitirilmeli ve böylece yargılama sonuna kadar aynı hakim veya hakimler tarafından yürütülmeli. Deliller duruşmada tarafların ve karar verecek hakim ve haya hakimlerin huzurunda sunulup tartışılmalıdır. Şimdi çok ilginçtir, zaten yasalar böyle, yani yasa size duruşmaya ara verin demiyor, duruşmayı bir oturumda bitirin diyor, eğer bitirmediyseniz yanlışlık sizdedir. Şimdi bakın 40 yılı geride bırakıyorum söylemek zorundayım, duruşma bir oturumda bitirilir, bunu taşrada uygulamış bir insan olarak söylüyorum, bu bir. İki, eğer bugün Belçika Kongo’sunda, efendim Kamerun’da bir oturumda duruşma bitiriliyor ve Türkiye’de bitirilmiyorsa bunu çok iyi düşünmemiz gerekir. O yasalarla bu yasalar arasında hiçbir fark yoktur, baştan biliyoruz, yasanın zaten istediği budur. Şimdi zaten duruşma sözcüğü hep beni rahatsız etmiştir, gerçi bu atışma anlamına geldiğini söyleyenler var ama benim kanaatimce duruşma köküdür, duruşma sözcüğü dur kökeninden yaratılmıştır, insanların orada gittiği zaman bir şey yaptığını da görmezsiniz, karşılıklı duruyorlar, bir işdeşli fiil yaratılmıştır duruşma denmiş hepsi bu, aslında bu murafaa karşılığı olarak kullanılan bu özleşmiş kelime Türkiye’deki yanlışlığı çok çarpıcı bir şekilde kanıtlıyor. Bakınız şimdi duruşma dediğimiz olgu dünyanın her tarafında sözcük olarak da tartışmadır. Tartışma aşamasına gelmediği sürece zaten o aşamaya geçemezsiniz, raporlar, şunlar gelir, bunlar gelir, keşif yapılır, hem ceza için söylüyorum, hem yargı hukuk için söylüyorum, bakarsınız artık taraflar bu konuları, dosyada toplanan kanıtlar üzerinde tartışacaklardır. Eğer bu noktaya gelmemişse duruşma dediğimiz, doğru terimle tartışma dediğimiz aşamaya geçmezsiniz, o noktaya gelince tarafları çağırırsınız ve onu yerine getirirsiniz, bu kadar basit. Ama duruşmayı daha hukukta dava dilekçesini havale ederken belli bir tarih verip de duruşma açarsanız yaşayacağınız şey budur ve bunu yaşamayı da devamlı sürdürdüğünüz için bakınız yargıç, katip, taraflar, avukatlar zaman yitirmektedir boş yere. Bu, iki kere iki dört.

Şimdi bir başka noktaya geliyorum, deniyor ki örnek olarak veriyorum, deliller duruşmada tarafların ve karar verecek hakim veya hakimlerin huzurunda sunulup tartışılmalıdır, hakimler değişmemelidir. Zaten öyle. Demek ki biz bunu yapmamışız. O zaman sormamız gerekir, hangisi doğru? Yanlışı sürdüremezsiniz, yanlış kıdem kazanınca da doğruya dönüşmez, yanlış yanlış olarak kalır. Bakınız burada çok ilginç bir şey söylüyor, olması gereken şeyi değil zaten yasaya göre olan şeyi söylüyor, biz bunu yerine getirmiyoruz. Özellikle üzerinde durmak istediğim bir nokta var, diyor ki yargıçlar değişmemeli, aynı yargıç tarafından hüküm kurulmalıdır. Ceza yargılama yasasının 254. Maddesi açıktır, ne diyor, kanıtlar duruşmada edinilen istenime göre tartışılır ve oradan doğacak vicdani kanı yargısına göre yargıç tarafından karar verilecek, yani bir gerçeklik yargısı önce kuracaksınız. Yani sanık bu sanık mıdır, bu sanıksa yargıcın işi bu değildir, yargıcın işi dinlemektir. Tutanak katibi sadece esaslı merasimi, yargıç bir göz eder Avrupa’daki uygulamada böyledir, onu tutar. Ama sorgu aşamasında filan ayrıntılı tutarsınız, şimdi niye tutanak tutuyoruz biz bu kadar tutanak fetişizmine doğru kaymışız, şundan, o tutanağı o kadar güzel tutacaksınız ki yukarıda Yargıtay o tutanağı okuduğu zaman hem size güzel bir not verecek hem de ona göre karar verecektir. Hayır yargıcın işi tarafları dinlemektir ve yargıç vicdani kanısına göre kararı verir, duruşmadaki izlenimlere göre değerlendirme yapacaktır, onun dışında değerlendirme yapamaz ve yargıç tutanaklarla neyle olursa olsun vicdani kanı yargısını bir başka yargıca ciro edemez. Bu mümkün değildir. Ama Türkiye’de bu yapılıyor. Kekelemeyen, terlemeyen, tutanaklara göre bir ... sorununu çözüyoruz, böyle bir şey yok. Olamaz da ve böyle bir yargılama geçerli de olamaz, ne yazık ki bu böyle. Demek ki Türkiye mevcut yasalarını önce iyi uygulamak zorundadır. Mevcut yasalar konusunda elbette ki çok şey söylenebilir, o kadar çok ilginç şeyler vardır ki benim vardığım sonuç şudur, bir bakıyorsunuz öyle bir karar çıkmıştır ki, o karar birçok kurumun ve kavramın Türkiye’de yerleşmediğini gösterir. O zaman diyorsunuz ki bilimsel alt yapıda yetersizlik var. Zaten Türkiye çok ilginç bir dönemden geçmiştir, başlangıca baktığınız zaman Türkiye söz gelimi ceza yasasını İtalya’dan almıştır ama fakültelerde uzun süre İtalyanca bilmedikleri için öğretim üyelerimiz ne yapmıştır, Fransızca bilen öğretim üyelerimiz tarafından Fransız kapısından giren öğretiye göre İtalyan ceza yasası yorumlanmıştır. Bakın bir yanlışlık ta budur, çok ağır bir yanlışlıktır bu çünkü Fransız sistemi, ceza hukukundan söz ediyorum, kanonik hukuka kilise hukukuna tepki üzerine inşa edilmiş bir sistemdir,
Kilise hukukunda kanıtların kraliçesi ikrar deniyordu söz gelimi, Fransız hukukunda uzun süre kimse kendi aleyhine tanıklık edemez denmiştir ve ikrar geçerli sayılmamıştır. Bu bir tepki anlayışıdır. Söz gelimi kilise hukuku zinaya ağır cezalarla cezalandırıyordu en ufak delille, 1975’te Fransa’da zina suç olmaktan çıktı, orda iki tane madde vardı çok ilginçtir vicdani kanı sistemine ters düşen bir maddeydi bir tanesi, o şuydu, zinanın kanıtlanabilmesi için tarafların aşk mektuplarının yakalanması gerekiyordu, çok ilginçtir. Çünkü bu bir tepki hukukuydu. Yine Fransız hukukunda kilise hukukunda her eylem ne olursa olsun suçtu, ayrı bir suçtu, bugünkü anlayışa daha yatkın bir sistem ama Fransız hukuku erime sistemini benimsedi, eski yasada da bu var yeni 89 tarihinde yapılan 93’te yürürlüğe giren yeni yasada da var. Dedi ki Fransız hukuku erime sistemini kabul etti, peş peşine işlenen suçlardan en ağırı öbürlerini yutar, eritir dedi bitti, kilise hukukuna bir tepki ve bu yüzden o hukukta teselsül, içtiba vs. kavramları oluşmadı, öyle bir hukuk sistemiyle İtalyan sistemi yorumlandığı için Türkiye çok büyük yanlışlıklar yaptı. Bağışlanmaz yanlışlıklar yaptı. Bir başka nokta o dönemde gerek medeni hukuk uygulamasında gerekse ceza hukuku uygulamasında yargıçlarımızın eline yeterince malzeme verilmemişti, verilememişti, alelacele çeviriler yapıldı. Bunlardan bir tanesi Mayno çevirisi. Mayno çevirisinin bir öyküsü vardır, bu çeviri hukukçular tarafından yapılmamıştır, İstanbul’da İtalyanca bilenler tarafından fasikül fasikül yapılmış, daha sonra bir hukukçu tarafından gözden geçirilmiştir, o hukukçu da İtalyanca bilmediği için bazı terimleri herhalde şunu demek istiyorlar diye üzerinde oynamalar yapmıştır, sonuçta yarısı yanlış, sadece yarısı çevrilebilen ve dip notlarını içermeyen bir çeviri ortaya çıkmıştır ve bu Mayno şerhine göre Yargıtay’da içtihatlar oluşmuştur. Söz gelimi bir bakıyorsunuz, olduğu gibi bir paragraf içtihata dönüşmüştür. Basit bir örnek vereyim, tehdit suçunda yıllardan beri süregelen bir içtihat vardır, bu içtihat şudur, işte öfke ile söylenen sözlerde taammüt olmadığından tehdit suçu oluşmaz. Ve bu yıllarca sürmüştür ama öfkelenen bir insan sövme suçu işlediği zaman sövme suçu oluşuyor nedense, tehdit suçu oluşmuyor. Tehdit suçunun tanımına bakıyorsunuz orada taammüt diye bir şey yok. Mayno şerhinde geçiyor bu taammüt sözcüğü, yani şerhin çevirisinde geçiyor, aslına bakıyorsunuz böyle bir şey yok. Diyorsunuz ki bakın bu yanlış bir çeviriye dayanıyor gelin düzeltelim ve değişmiyor çünkü yerleşmiş içtihat deniyor. Yine 193. Maddeden bir örnek vereyim, çok örnekler var verebilirim, 193. Maddede birçok sözcüğü geçer, birkaç sözcüğü geçer bazı maddelerde, 455’te birkaç sözcüğü geçer, 482’de eskiden geçiyordu, şimdi birçok ile birkaç sözcüğü bunlar bir kere hukuk terimi değildir, önce onda anlaşalım, nedir o kaynak yasaya baktığınız zaman birden çok, birisi onu birkaç diye çevirmiş, öbürüsü de birçok. Şimdi demişler ki birkaç ile birçok arasında bir fark olmalı, ne olmalı, birine 4 diyelim, birine 3 diyelim. Bakınız sonuç ne olmuştur. 1953 yılında Türk ceza yasasının yoklukta hakaret olan 482’nci maddesinin birinci fıkrasında bir değişiklik yapılmıştır veya ikinci fıkrasında neyse, çünkü orada birkaç sözü geçiyor, mademki Yargıtay birkaça 3 dedi, o zaman yoklukta hakaret suçunun oluşması için, halbuki aslında birden çoktur o, birden çok olunca ne olur iki kişi sizin yokluğunuzda hakaret edildiğini söylerse suç oluşur. Şimdi birkaç 3 anlamına gelince bir değişiklik yapılmıştır ikiden çok denmiştir bizim yasada. Yargı tayın içtihatına göre. Şimdi yargılamada önünüze kişiler gelir, siz de yargıçsınız yada savcılık makamında oturuyorsunuz, iki kişi der ki Ahmet Mehmet hakkında bu mağdur hakkında bu sanık sövdü, iki kişi der bunu. Mağdur da zanneder ki o mahkum olacak, savcı kalkar yasa adamı üç kişi olmadığı için suç oluşmamıştır beraatını isterim der mağdur da şaşar buna. Yahu iki kişi benim hakkımda sövdüğünü söyledi bu nasıl oluyor diye düşünmeye başlar ve haklı bir düşünmedir bu ve bunun içerisinde isyan vardır. Bu örnekleri dediğim gibi çoğaltmak mümkündür ve bu birkaç yüzünden 455. Maddeyi de okursanız feci sonuçlar doğduğunu görürsünüz. O zaman benim kanımca Türkiye bir yargı devrimi yapmıştır ama uygulamada yanlışlıklar yapmıştır ben diyorum ki bu devrimi iyi özümseyip, özümsemediğimizi nerelerde yanlışlar yaptığımızı önce keşfetmek zorundayız, ondan sonra neler yapılacağını belirlemek zorundayız. Başka türlü yargıda ister reform deyin ki benim için yetersiz isterseniz devrim deyin onu düzeltmek zorundayız. Başka türlü bu işin üstesinden geleceğimize ben inanmamaktayım. Burada ortaya çıkan sonuç şudur. Sistem bir yerde tıkanmıştır, kendisini yenileyemiyor, yeni bir sistem yaratmıyor.Bunun sonucu da adını koyalım, bunalımdır. Türkiye’de adalet bunalım yaşamaktadır.

ANSİAD başkanının Türkiye’deki adaletin dertlerine artık bizler de katkıda bulunacağız demesini memnuniyetle karşıladım, sevinçle karşıladım. Bu sorunun halka mal olması, halk tarafından benimsenmesi artık tartışılması gerektiği inancındayım. Tabi büyük görev hukukçulara düşüyor. Hep birlikte bunun üstesinden gelmek zorundayız. Şimdi iki tane büyük yasamız var, gerçi ben ondan önce usul yasalarının çıkmasını beklerdim, hukuk yargılaması ve ceza yargılaması yasalarının çıkmasını beklerdim, özellikle üs mahkemelerin kurulmasını çok istemekteyim onun için onlar daha önce çıksa daha iyi olur diye düşünüyorum. İki yasa da benim kanımca yeteri kadar tartışılmadan benimsenmek durumundadır, bunun üzerinde herkesin durması gerekiyor ama görülen o ki bugünlerde her iki yasa da yasalaşacaktır, artık yapılacak bir şey yoktur, herhalde bu yasaları daha iyi uygulamak için yoğun bir tartışmaya, yoğun bir inceleme yarışına girmek durumundadır Türkiye ve yargıyı mutlaka her türlü bağımsızlığıyla şusuyla, busuyla ayağa kaldırmak zorundadır, evvelki yıl yargının bütçesi binde 7.7 idi, bu yıl duyduğuma göre, geçen yıl dokuza çıkmıştı, bu yıl tekrar yedilere indiğini duydum, bu da son derece olumsuz bir gelişmedir, belki Türkiye bir ekonomik bunalım döneminden geçtiği için böyle olmuştur, umarım artık yargıya gereken değer verilir. Fransa’da yargıya ayrılan bütçe %9’dur. Ama Fransızlara göre yargı devletin en yoksul akrabasıdır. Bizdeki nasıl bir akrabadır onu sizlerin takdirine bırakıyorum. Bu toplantının başarılı geçmesini diliyor, saygılar sunuyorum.