| 
				 NAZIM Hikmet Ran 
 Senin adını kol saatimin kayışına tırnağımla kazıdım.
 Malum ya, bulunduğum yerde
 ne sapı sedefli bir çakı var,
 (bizlere âlâtı-katıa verilmez),
 ne de başı bulutlarda bir çınar.
 Belki avluda bir ağaç bulunur ama
 gökyüzünü başımın üstünde görmek
 bana yasak...
 Burası benden başka kaç insanın evidir?
 Bilmiyorum.
 Ben bir başıma onlardan uzağım,
 hep birlikte onlar benden uzak.
 Bana kendimden başkasıyla konuşmak
 yasak.
 Ben de kendi kendimle konuşuyorum.
 Fakat çok can sıkıcı bulduğumdan sohbetimi
 şarkı söylüyorum karıcığım.
 Hem, ne dersin,
 o berbat, ayarsız sesim
 öyle bir dokunuyor ki içime
 yüreğim parçalanıyor.
 Ve tıpkı o eski
 acıklı hikâyelerdeki
 yalnayak, karlı yollara düşmüş, yetim bir çocuk gibi bu yürek,
 mavi gözleri ıslak
 kırmızı, küçücük burnunu çekerek
 senin bağrına sokulmak istiyor.
 Yüzümü kızartmıyor benim
 onun bu an
 böyle zayıf
 böyle hodbin
 böyle sadece insan
 oluşu.
 Belki bu hâlin
 fizyolojik, psikolojik filân izahı vardır.
 Belki de sebep buna
 bana aylardır
 kendi sesimden başka insan sesi duyurmayan
 bu demirli pencere
 bu toprak testi
 bu dört duvardır...
 
 Saat beş, karıcığım.
 Dışarda susuzluğu
 acayip fısıltısı
 toprak damı
 ve sonsuzluğun ortasında kımıldanmadan duran
 bir sakat ve sıska atıyla,
 yani, kederden çıldırtmak için içerdeki adamı
 dışarda bütün ustalığı, bütün takım taklavatıyla
 ağaçsız boşluğa kıpkızıl inmekte bir bozkır akşamı.
 
 Bugün de apansız gece olacaktır.
 Bir ışık dolaşacak yanında sakat, sıska atın.
 Ve şimdi karşımda haşin bir erkek ölüsü gibi yatan
 bu ümitsiz tabiatın
 ağaçsız boşluğuna bir anda yıldızlar dolacaktır.
 Yine o malum sonuna erdik demektir işin,
 yani bugün de mükellef bir daüssıla için
 yine her şey yerli yerinde işte, her şey tamam.
 Ben,
 ben içerdeki adam
 yine mutad hünerimi göstereceğim
 ve çocukluk günlerimin ince sazıyla
 suzinâk makamından bir şarkı ağzıyla
 yine billâhi kahredecek dil-i nâşâdımı
 seni böyle uzak,
 seni dumanlı, eğri bir aynadan seyreder gibi
 kafamın içinde duymak...
 
 II
 
 Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar.
 Dışarda, bozkırın üstünde birdenbire
 taze toprak kokusu, kuş sesleri ve saire...
 Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar,
 dışarda bozkırın üstünde pırıltılar...
 Ve içerde artık böcekleriyle canlanan kerevet,
 suyu donmayan testi
 ve sabahları çimentonun üstünde güneş...
 Güneş,
 artık o her gün öğle vaktine kadar,
 bana yakın, benden uzak,
 sönerek, ışıldayarak
 yürür...
 Ve gün ikindiye döner, gölgeler düşer duvarlara,
 başlar tutuşmaya demirli pencerenin camı :
 dışarda akşam olur,
 bulutsuz bir bahar akşamı...
 İşte içerde baharın en kötü saati budur asıl.
 Velhasıl
 o pul pul ışıltılı derisi, ateşten gözleriyle
 bilhassa baharda ram eder kendine içerdeki adamı
 hürriyet denen ifrit...
 Bu bittecrübe sabit, karıcığım,
 bittecrübe sabit...
 
 III
 
 Bugün pazar.
 Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
 Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
 bu kadar mavi
 bu kadar geniş olduğuna şaşarak
 kımıldanmadan durdum.
 Sonra saygıyla toprağa oturdum,
 dayadım sırtımı duvara.
 Bu anda ne düşmek dalgalara,
 bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
 Toprak, güneş ve ben...
 Bahtiyarım...
 |