| 
				 Muhterem Pederler Ve Kuvay-i MILLIYE 
 Onlar ki toprakta karınca,suda balık,
 havada kuş kadar
 çokturlar;
 korkak,
 cesur,
 câhil,
 hakîm
 ve çocukturlar
 ve kahreden
 yaratan ki onlardır,
 destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
 
 Onlar ki uyup hainin iğvâsına
 sancaklarını elden yere düşürürler
 ve düşmanı meydanda koyup
 kaçarlar evlerine
 ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
 ve yeşil bir ağaç gibi gülen
 ve merasimsiz ağlayan
 ve ana avrat küfreden ki onlardır,
 destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
 
 Demir,
 kömür
 ve şeker
 ve kırmızı bakır
 ve mensucat
 ve sevda ve zulüm ve hayat
 ve bilcümle sanayi kollarının
 ve gökyüzü
 ve sahra
 ve mavi okyanus
 ve kederli nehir yollarının,
 sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
 bir şafak vakti değişmiş olur,
 bir şafak vakti karanlığın kenarından
 onlar ağır ellerini toprağa basıp
 doğruldukları zaman.
 
 En bilgin aynalara
 en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
 Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
 Çok sözler edildi onlara dair
 ve onlar için :
 zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
 denildi.
 
 BİRİNCİ BAP
 
 
 YIL 1918-1919 ve KARAYILAN HİKÂYESİ
 
 
 
 Ateşi ve ihaneti gördük
 ve yanan gözlerimizle durduk
 bu dünyanın üzerinde.
 İstanbul 918 Teşrinlerinde,
 İzmir 919 Mayısında
 ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar :
 Mayıs ortalarından
 Haziran ortalarına kadar
 yani tütün kırma mevsimi,
 yani, arpalar biçilip
 buğdaya başlanırken
 yuvarlandılar...
 Adana,
 Antep,
 Urfa,
 Maraş :
 düşmüş
 dövüşüyordu...
 
 Ateşi ve ihaneti gördük.
 Ve kanlı bankerler pazarında
 memleketi Alaman"a satanlar,
 yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
 düştüler can kaygusuna
 ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
 karanlığa karışarak basıp gittiler.
 Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,
 en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,
 dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,
 iki kat soyulmamak için.
 
 Ateşi ve ihaneti gördük.
 Murat nehri, Canik dağları ve Fırat,
 Yeşilırmak, Kızılırmak,
 Gültepe, Tilbeşar Ovası,
 gördü uzun dişli İngiliz"i.
 Ve Aksu"yla Köpsu,
 Karagöl"le Söğüt Gölü
 ve gümüş basamaklı türbesinde yatan
 büyük, âşık ölü,
 şapkası horoz tüylü İtalyan"ı gördü.
 Ve Çukurova,
 kıyasıya düzlük,
 uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya
 ve Seyhan ve Ceyhan
 ve kara gözlü Yürük kızı,
 gördü mavi üniformalı Fransız"ı.
 Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.
 Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu
 ve ağalar :
 Bağdasar Ağa"dan
 Kellesi Büyük Mehmet Ağa"ya kadar,
 düşmanla birlik oldular.
 Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp,
 gelinlerin ırzına geçip,
 çocukları öldürüp
 ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman,
 dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan
 ve çığ gibi çoğaldı çeteler
 ve köylülerden paşalar görüldü,
 kara donlu köylülerden.
 Ve bizim tarafa geçenler oldu
 Tunuslu ve Hindli kölelerden.
 Ve Türkistanlı Hacı Ahmet,
 kısık gözleri,
 seyrek sakalı,
 hafif makinalı tüfeğiyle
 dağlarda bir başına dolaştı.
 Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü
 ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin,
 ne zaman sıkışsa bizimkiler,
 peyda oluverdi, yerden biter gibi o
 ve ateş etti
 ve düşmanı dağıttı
 ve kayboldu dağlarda yine.
 
 Ateşi ve ihaneti gördük.
 Dayandık,
 dayandık her yanda,
 dayandık İzmir"de, Aydın"da,
 Adana"da dayandık,
 dayandık, Urfa"da, Maraş"ta, Antep"te.
 
 Antepliler silâhşor olur,
 uçan turnayı gözünden
 kaçan tavşanı ard ayağından vururlar
 ve arap kısrağının üstünde
 taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.
 
 Antep sıcak,
 Antep çetin yerdir.
 Antepliler silâhşor olur.
 Antepliler yiğit kişilerdir.
 
 Karayılan
 Karayılan olmazdan önce
 Antep köylüklerinde ırgattı.
 Belki rahatsızdı, belki rahattı,
 bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular,
 yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi
 ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.
 Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur,
 onun atı, silâhı, toprağı yoktu.
 Boynu yine böyle çöp gibi ince
 ve böyle kocaman kafalıydı
 Karayılan
 Karayılan olmazdan önce.
 
 Düşman Antep"e girince
 Antepliler onu
 korkusunu saklayan
 bir fıstık ağacından
 alıp indirdiler.
 
 Altına bir at çekip
 eline bir mavzer
 verdiler.
 
 Antep çetin yerdir.
 Kırmızı kayalarda
 yeşil kertenkeleler.
 Sıcak bulutlar dolaşır havada
 ileri geri...
 
 Düşman tutmuştu tepeleri,
 düşmanın topu vardı.
 Antepliler düz ovada
 sıkışmışlardı.
 Düşman şarapnel döküyordu,
 toprağı kökünden söküyordu.
 Düşman tutmuştu tepeleri.
 Akan : Antep"in kanıydı.
 
 Düz ovada bir gül fidanıydı
 Karayılan"ın
 Karayılan olmazdan önceki siperi.
 Bu fidan öyle küçük,
 korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun,
 namlıya tek fişek sürmeden
 yatıyordu yüzükoyun.
 
 Antep sıcak,
 Antep çetin yerdir.
 Antepliler silâhşor olur.
 Antepliler yiğit kişilerdir.
 Fakat düşmanın topu vardı.
 Ve ne çare, kader,
 düz ovayı Antepliler
 düşmana bırakacaklardı.
 
 «Karayılan» olmazdan önce
 umurunda değildi Karayılan"ın
 kıyamete dek düşmana verseler Antep"i.
 Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.
 Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi,
 korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.
 
 Siperi bir gül fidanıydı onun,
 gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun
 ak bir taşın ardından
 kara bir yılan
 çıkardı kafasını.
 Derisi ışıl ışıl,
 gözleri ateşten al,
 dili çataldı.
 Birden bir kurşun gelip
 kafasını aldı.
 Hayvan devrildi kaldı.
 
 Karayılan
 Karayılan olmazdan önce
 kara yılanın encâmını görünce
 haykırdı avaz avaz
 ömrünün ilk düşüncesini .
 «İbret al, deli gönlüm,
 demir sandıkta saklansan bulur seni,
 ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»
 
 Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
 bir tarla sıçanı kadar korkak olan,
 fırlayıp atlayınca ileri
 bir dehşet aldı Anteplileri,
 seğirttiler peşince.
 Düşmanı tepelerde yediler.
 Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
 bir tarla sıçanı kadar korkak olana :
 KARAYILAN dediler.
 
 «Karayılan der ki : Harbe oturak,
 Kilis yollarından kelle getirek,
 nerde düşman varsa orda bitirek,
 vurun ha yiğitler namus günüdür...»
 
 Ve biz de bunu böylece duyduk
 ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen
 Karayılan"ı
 ve Anteplileri
 ve Antep"i
 aynen duyup işittiğimiz gibi
 destânımızın birinci bâbına koyduk.
 
 
 
 
 İKİNCİ BAP
 
 
 YIL YİNE 1919 ve İSTANBUL"UN HÂLİ ve ERZURUM ve SIVAS KONGRELERİ ve KAMBUR KERİM"İN HİKÂYESİ
 
 
 
 Biz ki İstanbul şehriyiz,
 Seferberliği görmüşüz :
 Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
 vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi
 bir de İttihatçılar,
 bir de uzun konçlu Alman çizmesi
 914"ten 18"e kadar
 yedi bitirdi bizi.
 Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker
 erimiş altın pahasında gazyağı
 ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular
 sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında.
 Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa
 ve süpürge tohumu
 ve çöp gibi kaldı çocukların boynu.
 Ve lâkin Tarabya"da, Pötişan"da ve Ada"da Kulüp"te
 aktı Ren şarapları su gibi
 ve şekerin sahibi
 kapladı Miloviç"in yorganına 1000 liralıkları.
 Miloviç de beyaz at gibi bir karı.
 Bir de sakalı Halife"nin,
 bir de Vilhelm"in bıyıkları.
 
 Biz ki İstanbul şehriyiz,
 güzelizdir,
 dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.
 Öfkeli, büyük bir şair :
 «Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»
 demiş
 bize
 ve bir başkası,
 yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.
 
 Biz ki İstanbul şehriyiz,
 işte, arzederiz halimizi
 Türk halkının yüce katına.
 Mevsim yazdır,
 919"dur.
 Ve teşrinlerinde geçen yılın
 dört düvele teslim ettiler bizi,
 gözü kanlı dört düvele
 anadan doğma çırılçıplak.
 Ve kurumuştu
 ve kan içindeydi memelerimiz.
 
 Biz ki İstanbul şehriyiz,
 Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan
 bir de Yunan,
 bir de zavallı Afrika zencileri
 yer bitirir bizi bir yandan,
 bir yandan da kendi köpek döllerimiz :
 Vahdettin Sultan,
 ve damadı Ferit
 ve İngiliz muhipleri
 ve Mandacılar.
 
 Biz ki İstanbul şehriyiz,
 yüce Türk halkı,
 malûmun olsun çektiğimiz acılar...
 
 919 Temmuzunun 23"üncü günü
 pek mütevazı bir mektep salonunda
 in"ikad etti Erzurum Kongresi.
 
 Erzurum"un kışı zorludur balam,
 tandırında tezek yakar Erzurum,
 buz tutar yiğitlerinin bıyığı
 ve geceleyin karlı ovada
 kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.
 
 Erzurum"da kavaklar, balam,
 Erzurum"da kavaklar tane tane,
 kavaklarda tane tane yapraklar.
 Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez
 Erzurum"da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.
 
 Erzurum"un düzdür, topraktır damı.
 Erzurum güzelleri giyer, balam,
 incecik ak yünden ehramı.
 Yürek boynun büker, balam,
 Erzurumlu türkülere.
 Halim selimdir Erzurum"un adamı
 ve lâkin dönmesin gözü bir kere!...
 
 Erzurum"da on dört gün sürdü Kongre :
 orda, mazlum milletlerden bahsedildi
 bütün mazlum milletlerden
 ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.
 
 Orda, bir Şûrayı Millî"den bahsedildi,
 İradei Milliyeye müstenit bir Şûrayı Millî"den.
 Buna rağmen,
 «Âsi gelmiyelim» diyenler vardı,
 «makamı hilâfet ve saltanata.»
 Hattâ casuslar vardı içerde.
 
 Buna rağmen,
 «Bütün aksâmı vatan birküldür» denildi.
 «Kabul olunmaz,» denildi,
 «Manda ve Himaye...»
 
 Buna rağmen,
 İstanbul"da birçok hanımlar, beyler, paşalar,
 Türk halkından kesmişlerdi umudu.
 Yağdırıldı telgraflar Erzurum"a :
 «Amerikan mandası altına girelim,» diye.
 «İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma
 bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,
 birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,
 şu halde, diyorlardı, şu halde,
 Memâliki Osmaniye"nin cümlesine şâmil
 Amerikan mandaterliğini talep etmeği
 memleketimiz için en nâfi
 bir şekli hal kabul ediyoruz.»
 
 Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu.
 Erzurum"un kışı zorludur balam,
 buz tutar yiğitlerin bıyığı.
 Erzurum"da kaskatı, dimdik ölür adam,
 kabullenmez yılgınlığı...
 
 İstanbul"da hanımlar, beyler, paşalar,
 tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,
 çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri
 ve biçare telgraf telleri
 devretmek için Amerika"ya Anadolu"yu
 şöyle diyorlardı Erzurum"dakilere :
 «Bizi bir başımıza bıraksalar,
 tarafgirlik, cehalet
 ve çok konuşmaktan başka müspet
 bir hayat kuramayız.
 İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor.
 Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika.
 Ne olacak,
 Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,
 sonra Yeni Dünya"nın sayesinde
 İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan
 bir Türkiye vücuda geliverir.
 Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına
 nasıl bir idare kurduğunu
 Avrupa"ya göstermek ister.
 Hem artık işi uzatmağa gelmez.
 Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.
 Sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir :
 Türkiye"yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.»
 
 4 Eylül 919"da toplandı Sıvas Kongresi,
 ve 8 Eylülde
 Kongrede bu sefer
 yine ortaya çıktı Amerikan mandası.
 Ak koyunla kara koyunun
 geçitte belli olduğu günlerdi o günler.
 Ve İstanbul"dan gelen bazı zevat,
 sapsarı yılgınlıklarıyla beraber
 ve ihanetleriyle birlikte
 bir de Amerikan gazeteci getirmiştiler.
 Ve Erzurumlulardan ve Sıvaslılardan ve Türk milletinden çok
 işbu Mister Bravn"a güveniyorlardı.
 Bu zevata :
 «İstiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!»
 denildi.
 Fakat ayak diredi efendiler :
 «Mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,»
 dediler,
 «Herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,»
 dediler,
 «Hem zaten,»
 dediler,
 «birbirine mani şeyler değildir
 istiklâl ile manda.
 Ve esasen,»
 dediler,
 «müstakil kalamayız böyle bir zamanda.
 Memleket harap,
 toprak çorak,
 borcumuz 500 milyon,
 vâridat ise 15 milyon ancak.
 Ve Allah muhafaza buyursun
 İzmir kalsa Yunanistan"da
 ve harbetsek,
 düşmanımız vapurla asker getirir.
 Biz Erzurum"dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz?
 Mandayı kabul etmeliyiz, hemen,»
 dediler.
 «Onlar dretnot yapıyor,
 biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz.
 Hem, İstanbul"daki Amerikan dostlarımız :
 Mandamız korkunç değildir,
 diyorlar,
 Cemiyeti Akvam nizamnamesine dahildir,
 diyorlar.»
 
 Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul"dan gelen zevat.
 Sıvas, mandayı kabul etmedi fakat,
 «Hey gidi deli gönlüm,»
 dedi,
 «Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,
 ya İSTİKLAL, ya ölüm!»
 dedi.
 
 Kambur Kerim de böyle dedi aynen.
 Adapazarlıydı Kambur Kerim.
 Seferberlikte ölen babası marangozdu.
 Seferberlik denince aklına Kerim"in :
 çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,
 Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp
 kaz gütmek,
 mektep kitapları
 ve bir de saçları altın gibi sarı
 fakat alnı çizgiler içinde anası gelir.
 335"te Kerim Eskişehir"e gitti,
 mektebe, teyzelerine ve dayısına.
 Dayısı şimendiferde makinistti.
 Düşman elindeydi Eskişehir.
 Kerim on dört yaşındaydı,
 kamburu yoktu.
 Dümdüzdü fidan gibi
 ve dünyaya meraklı bir çocuktu.
 Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi
 Kerim"e ekmek vermediğinden teyzeleri
 (çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın)
 Hintli askerlerle dost oldu Kerim.
 Bunlar
 (şaşılacak şey)
 Türkçe bilmeyen
 ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak,
 avuçlarının üstü esmer, içi ak
 ve tel örgülerin üzerinden
 Kerim"e bisküviti kutularla atan amcalardı.
 Kocaman bir ambarları vardı,
 Kerim içinde oynardı.
 Ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm,
 (şaşılacak şey,
 katırların yemesi için)
 ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar.
 Bir gün dedi ki makinist dayısı Kerim"e :
 «Ambardan silâh çalıp bana getir,
 gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.»
 Ve ambardan silâh çaldı Kerim :
 bir
 bir tane daha
 beş
 on.
 Aldattı Hindistanlı dostlarını
 zeybekleri daha çok sevdiğinden.
 Zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti,
 Kerim geçirdi onları istasyona kadar.
 Ertesi gün Lefke köprüsünü atıp
 zeybekler gelince Eskişehir"e
 dayısı Kerim"i elinden tutup
 verdi onlara.
 Ve işte o günden sonra
 bugüne kadar
 kahraman bir türküdür ömrü Kerim"in.
 Eskişehir"den alıp onu
 «Kocaeli Grubu» paşasına götürdüler.
 Çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.
 
 Çabucak öğrendi Kerim ata binmeyi,
 sığırtmaç olmayı
 -zaten bilgisi vardı bunda-
 kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi,
 gizlenmeyi ormanda.
 Ve bütün bu marifetleriyle Kerim
 kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak
 ve «Geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak
 düşman içinden geçip getirdi haber
 götürdü haber.
 Onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler,
 bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o.
 Ve bir fidan gibi düz
 bir fidan gibi cesur
 bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun
 sevinçle oynadığı bu müthiş oyun
 sürdü 1337"ye kadar...
 
 Kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir :
 yüksek
 kalın.
 Gökyüzü gözükmez.
 Durgun bir geceydi.
 Hafif yağmur yağmıştı biraz önce.
 Fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar
 karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri Kerim"in.
 Solda
 ilerde
 tepenin eteğinde ateş yanıyordu :
 «Tekneciler» diye anılan
 gâvur çetelerinin olmalı.
 Dallardan damlalar düşüyordu Kerim"in yüzüne.
 Beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor.
 İpsiz Recep"in yanından dönüyordu Kerim.
 Kâatlar götürmüş
 kâatlar getiriyor.
 Birdenbire durdu beygir,
 heykel gibi,
 -Tekneciler"in ateşini görmüş olacak-
 sonra birdenbire dörtnala kalktı.
 Şaşırdı Kerim.
 Dizginleri bıraktı.
 Sarıldı beygirin boynuna.
 Deli gibi gidiyordu hayvan.
 Çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar.
 Meşeleri ve gürgenleriyle orman
 karanlık  bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan.
 Kim bilir kaç saat böyle gidildi.
 Orman bitti birdenbire.
 -Ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı-
 Ve Kerim aynı hızla geldiği zaman
 Armaşa"nın altında Başdeğirmenler"e
 beygir ansızın kapaklandı yere,
 tekerlendi Kerim.
 Doğruldu.
 Ve aklına ilk gelen şey
 saatına bakmak oldu.
 Kırılmıştı camı.
 Bindi beygire tekrar.
 Hayvan topallıyordu biraz.
 Uslu uslu yola koyuldular.
 Sol kulağı kanıyordu Kerim"in,
 Kirezce"ye geldiler
 (Sapanca"yla Arifiye arası),
 Kerim durdu,
 Biraz zor nefes alıyordu.
 Geyve"ye girdi ertesi akşam.
 Beli o kadar ağrıyordu ki
 inemedi beygirden
 indirdiler.
 Kerim"i bir yaylıya bindirdiler.
 Adapazarı.
 Sonra belki on gün, belki on beş,
 kağnılar, mekkâre arabaları,
 sonra, gitgide daralan nefesi,
 Yahşıhan,
 Konya,
 Sile nahiyesi
 (burda malûl gaziler için
 takma kol ve bacak yapılıyordu),
 ve nihayet Hatçehan köyünden çıkıkçı Şerif Usta.
 Hâlâ rüyalarında görür Kerim
 incecik bir yoldan eşekle gelip
 üzerine doğru eğilen
 bu çiçekbozuğu insan yüzünü.
 Usta, ovdu Kerim"i bayıltıncaya kadar.
 Sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini.
 Yirmi gün geçti aradan.
 Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden
 Kerim"i kambur çıkardılar.
 
 
 
 
 ÜÇÜNCÜ BAP
 
 
 YIL 1920 ve ARHAVELİ İSMAİL"İN HİKÂYESİ
 
 
 
 Ateşi ve ihaneti gördük.
 
 Düşman ordusu yine başladı yürümeğe.
 Akhisar, Karacabey,
 Bursa ve Bursa"nın doğusunda Aksu,
 çarpışarak çekildik...
 920"nin
 29 Ağustos"u :
 Uşak düştü.
 Yaralı
 ve dehşetli kızgın
 fakat toprağımızdan emin,
 Dumlupınar sırtlarındayız.
 Nazilli düştü.
 
 Ateşi ve ihaneti gördük.
 Dayandık
 dayanmaktayız.
 
 1920 Şubat, Nisan, Mayıs,
 Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı :
 İçimizde Hilâfet Ordusu,
 Anzavur isyanları.
 Ve aynı sıradan,
 3 Ekim Konya.
 Sabah.
 500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla Delibaş
 girdi şehre.
 Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler.
 Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp
 ölümlerine giderken
 terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler.
 
 Ve 29 Aralık Kütahya :
 4 top
 ve 1800 atlı bir ihanet
 yani Çerkez Ethem,
 bir gece vakti
 kilim ve halı yüklü katırları,
 koyun ve sığır sürülerini önüne katıp
 düşmana geçti.
 Yürekleri karanlık,
 kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü,
 atları ve kendileri semizdiler...
 
 Ateşi ve ihaneti gördük.
 Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil.
 Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil,
 inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle,
 silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan.
 Beygirler çirkindiler,
 bakımsızdılar,
 hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi.
 Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden
 sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı.
 İnsanlar uzun asker kaputluydu,
 yalnayaktı insanlar.
 İnsanların başında kalpak,
 yüreklerinde keder,
 yüreklerinde müthiş bir ümit vardı.
 İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler.
 İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla
 köy odalarında unutulmuştular.
 Ve orda sargı,
 deri
 ve asker postalları halinde
 yan yana, sırtüstü yatıyorlardı.
 Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden
 eğrilip bükülmüştü
 ve avuçlarında toprak ve kan vardı.
 
 Ve asker kaçakları,
 korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla
 karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı.
 Acıkmıştılar,
 merhametsizdiler,
 bedbahttılar.
 Şosenin ıssız beyazlığına inip
 nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor
 ve Bolu dağında ekmek bulamadıkları için
 deviriyorlardı uçurumlara :
 şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları.
 
 Ve çok uzak,
 çok uzaklardaki İstanbul limanında,
 gecenin bu geç vakitlerinde,
 kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları :
 hürriyet ve ümit,
 su ve rüzgârdılar.
 Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar.
 Tekneleri kestane ağacındandı,
 üç tondan on tona kadardılar
 ve lâkin yelkenlerinin altında
 fındık ve tütün getirip
 şeker ve zeytinyağı götürürlerdi.
 Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı.
 Şimdi, denizde bir insan sesinin
 ve demirli şileplerin kederlerini
 ve Kabataş açıklarında sallanan
 saman kayıklarının fenerlerini
 peşlerinde bırakıp
 ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp
 küçük,
 kurnaz
 ve mağrur
 gidiyorlardı Karadeniz"e.
 Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki
 bunlar
 uzun eğri burunlu
 ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki
 sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin
 zaferi için
 hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin
 bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...
 
 Karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan
 baltabaş gemi
 İngiliz torpitosudur.
 Ve dalgaların üstünde sallanarak
 alev alev
 yanan :
 Şaban Reisin beş tonluk takası.
 
 Kerempe Fenerinin yirmi mil açığında,
 gecenin karanlığında,
 dalgalar minare boyundaydılar
 ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu.
 Rüzgar :
 yıldız - poyraz.
 Esirlerini bordasına alıp
 kayboldu İngiliz torpitosu.
 Şaban Reisin teknesi
 ateşten diregiyle gömüldü suya.
 
 Arheveli İsmail
 bu ölen teknedendi.
 Ve şimdi
 Kerempe Fenerinin açığında,
 batan teknenin kayığında
 emanetiyle tek başınadır,
 fakat yalnız değil :
 rüzgârın,
 bulutların
 ve dalgaların kalabalığı,
 İsmail"in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.
 
 Arheveli İsmail
 kendi kendine sordu :
 «Emanetimizle varabilecek miyiz?»
 Kendine cevap verdi :
 «Varmamış olmaz.»
 
 Gece, Tophane rıhtımında
 Kamacı ustası Bekir Usta ona :
 «Evlâdım İsmail,» dedi,
 «hiç kimseye değil,» dedi,
 «bu, sana emanettir.»
 
 Ve Kerempe Fenerinde
 düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,
 İsmail, reisinden izin isteyip,
 «Şaban Reis,» deyip,
 «emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip
 atladı takanın patalyasına,
 açıldı.
 
 «Allah büyük
 ama kayık küçük» demiş Yahudi.
 İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi,
 bir sağnak daha,
 peşinden üç-kardeşler.
 Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer
 alabora olacaktı.
 
 Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.
 Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor :
 Sıvastopol"a giden bir geminin
 sancak feneri.
 
 Elleri kanayarak
 çekiyor İsmail kürekleri.
 İsmail rahattır.
 Kavgadan
 ve emanetinden başka her şeyin haricinde,
 İsmail unsurunun içinde.
 Emanet :
 bir ağır makinalı tüfektir.
 Ve İsmail"in gözü tutmazsa liman reislerini
 ta Ankara"ya kadar gidip
 onu kendi eliyle teslim edecektir.
 
 Rüzgâr bocalıyor.
 Belki karayel gösterecek.
 En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.
 Fakat İsmail
 ellerine güvenir.
 O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini
 ve Kemeraltı"nda Fotika"nın memesini
 aynı emniyetle tutarlar.
 
 Rüzgâr karayel göstermedi.
 Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr
 bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi
 düştü.
 
 İsmail beklemiyordu bunu.
 Dalgalar bir müddet daha
 yuvarlandılar teknenin altında
 sonra deniz dümdüz
 ve simsiyah
 durdu.
 İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri.
 Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
 Bir ürperme geldi İsmail"in içine.
 Ve bir balık gibi ürkerek,
 bir sandal
 bir çift kürek
 ve durgun
 ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
 Ve birdenbire
 öyle kahrolup duydu ki insansızlığı
 yıldı elleri,
 yüklendi küreklere,
 kırıldı kürekler.
 
 Sular tekneyi açığa sürüklüyor.
 Artık hiçbir şey mümkün değil.
 Kaldı ölü bir denizin ortasında
 kanayan elleri ve emanetiyle İsmail.
 İlkönce küfretti.
 Sonra, «elham» okumak geldi içinden.
 Sonra, güldü,
 eğilip okşadı mübarek emaneti.
 Sonra...
 Sonra, malûm olmadı insanlara
 Arhaveli İsmail"in âkıbeti...
 
 
 
 
 
 DÖRDÜNCÜ BAP
 
 
 NURETTİN EŞFAK"IN BİR MEKTUBU ve BİR ŞİİRİ
 
 
 
 Kardeşim,
 sana bu mektubu Ankara"da Kuyulu kahvede yazıyorum.
 Hep aynı Anadolu havalarını çalıyor gramofon
 kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla,
 Dışarda yağmur...
 Mektepten istifa ettim.
 Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle.
 Çocuklarımıza Türkçe okutmak,
 öğretmek, sevdirmek onlara
 dünyanın en diri, en taze dillerinden birini,
 kendi dillerini,
 güzel şey,
 büyük şey.
 Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede
 daha büyük
 daha güzel.
 
 Biliyorum :
 iş bölümünden bahsedeceksin.
 Fakat, Ankara"da çocuklara ders vermek,
 bozkırda ateş hattına girmek
 haksız ve hazin
 bir iş bölümü.
 Öyle günlerde yaşıyoruz ki
 ben bir iş yapabildim diyebilmek için :
 hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.
 
 Bak, tam sana bunları yazarken
 asker geçiyor sokaktan ;
 yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak
 Meclis"in önüne doğru iniyorlar,
 İstasyona gidecekler.
 Ve türkü  söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi,
 sesini incelterek marş okuyor genç Türk köylüsü :
 «Ankara"nın taşına bak,
 gözlerimin yaşına bak...»
 
 Yüzleri mühim, dalgın ve yorgun.
 Tıraşları uzamış biraz.
 Elleri büyük ve esmer.
 Elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.
 
 Yine birdenbire Yunus Emre geldi aklıma.
 Başka türlü anlıyorum ben Yunus"u :
 Bence onda bütün bir devir dile gelmiş Türk köylüsü :
 öte dünyaya dair değil,
 bu dünyaya dair kaygılarıyla...
 
 Bir şiir yazdım,
 garip bir şiir,
 «Türk Köylüsü» diye.
 Bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak?
 Her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim.
 
 
 Kardeşin
 Nurettin Eşfak
 
 
 
 
 TÜRK KÖYLÜSÜ
 
 
 
 Topraktan öğrenip
 kitapsız bilendir.
 Hoca Nasreddin gibi ağlayan
 Bayburtlu Zihni gibi gülendir.
 Ferhad"dır
 Kerem"dir
 ve Keloğlan"dır.
 Yol görünür onun garip serine,
 analar, babalar umudu keser,
 kahbe felek ona eder oyunu.
 Çarşambayı sel alır,
 bir yâr sever
 el alır,
 kanadı kırılır
 çöllerde kalır,
 ölmeden mezara koyarlar onu.
 O, «Yûnusû biçâredir
 Baştan ayağa yâredir»,
 ağu içer su yerine.
 Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine
 ve bir kerre vakterişip
 «-Gayrık yeter!...»
 demesinler.
 Bunu bir dediler mi,
 «İsrâfil sûrunu urur,
 mahlûkat yerinden durur»,
 toprağın nabzı başlar
 onun nabızlarında atmağa.
 Ne kendi nefsini korur,
 ne düşmanı kayırır,
 «Dağları yırtıp ayırır,
 kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...»
 
 
 
 
 BEŞİNCİ BAP
 
 
 920"NİN 16 MARTI ve MANASTIRLI HAMDİ EFENDİ ve REŞADİYELİ VELİ OĞLU MEMET"İN HİKÂYESİ
 
 
 
 
 «Bu hamiyetli ve cesur, Manastırlı Hamdi Efendi olmasaydı, İstanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık. İstanbul"da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. Demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. Bir ucu Ankara"da bulunan telin İstanbul"da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?»
 
 (Nutuk, s. 295, Devlet Basımevi, İstanbul 1938)
 
 
 
 
 920"nin 16 Martı.
 Öğleden evvel
 saat onda
 makina başında şöyle bir telgraf aldı Ankara"daki :
 
 «Der-aliye 16/3/1920.
 İngilizler bastı bu sabah
 Şehzadebaşı"ndaki Muzika karakolunu.
 Müsademe edildi.
 İşgal altına alıyorlar İstanbul"u şimdi.
 Berâyi malûmat arzolunur.
 Manastırlı Hamdi.»
 
 920"nin 16 Martı.
 Harbiye Nezareti telgrafhanesi buldu Ankara"yı :
 «Etrafta dolaşıyor İngiliz askerleri.
 Şimdi işte
 İngiliz askerleri giriyorlar nezarete.
 İşte giriyorlar içeri.
 Nizamiye kapısına.
 Teli kes.
 İngilizler burdadır.»
 
 920"nin 16 Martı.
 Manastırlı Hamdi Efendi
 buldu Ankara"dakini tekrar :
 
 «Paşa hazretleri,
 Harbiye telgrafhanesini de işgal etti İngiliz bahriye askeri
 Tophane"yi de işgal ediyorlar bir taraftan,
 bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor.
 Vaziyet vehamet kesbediyor efendim.
 Paşa hazretleri,
 Emri devletlerine muntazırım.
 
 16 Mart 1920
 Hamdi»
 
 
 920"nin 16 Martı.
 Durumu bir daha tekrar etti Hamdi Efendi :
 
 «Sabah bizim asker uykuda iken
 İngiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken
 askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor.
 Neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup
 İngilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp
 Beyoğlu ve Tophane"yi işgal edip.
 İşte Beyoğlu telgrafhanesi de yok.
 İşte Beyoğlu telgraf memurları geldiler.
 Kovmuşlar.
 Burası da işgal olunacaktır bir saata kadar.
 Şimdi haber aldım efendim.»
 
 920"nin 16 Martı
 uykuda kesti kâfir üçümüzü,
 kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
 İngiliz"in hepsi değil domuzu
 Sabaha karşı aldı canımızı.
 
 920"nin 16 Martı
 basıldı Vezneciler"de karargâh.
 Uyan be tosunum uyan.
 Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
 üçümüz : Abdullah çavuş, Şarkışla"dan Osman,
 bir de Zileli Abdülkadir.
 
 920"nin 16 Martı
 Bozdoğan Kemeri"nde
 kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
 Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı,
 Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.
 
 920"nin 16 Martı
 uykuda kesti kâfir üçümüzü.
 Soktu Osman"ın karnına kasaturayı,
 bastı göğsüne kâfirin dizi.
 Dört çocuk babasıydı Abdullah çavuş.
 Doymadı dünyasına Abdülkadir.
 Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
 kurşuna dizdi ikimizi.
 
 920"nin 16 Mart sabahı,
 karakolun karşısında
 bırakmadım elimden silâhı,
 yere serdim iki İngiliz"i.
 Senin ırzını kurtardım İstanbul"um,
 Sana can feda çakır gözlü gülüm.
 
 Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
 kurşuna dizdi ikimizi.
 Şimdi üçümüz :
 Abdullah ve Osman ve Abdülkadir,
 taşları yan yana yatar Eyüp"te.
 Arama, bulamazsın ikimizin kabrini,
 belki maşrıkta, belki mağripte,
 biz de bilemeyiz yerini.
 
 
 Uykuda kestiler üçümüzü,
 kurşuna dizdiler ikimizi,
 Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı,
 Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.
 Bir de altıncımız var,
 kara kaytan bıyıklı bir şehit,
 son mekânı şöyle dursun,
 adını da bilen yok...
 
 
 
 ALTINCI BAP
 
 
 MUHAREBELER ve DÜŞMAN ELİNDE KALANLAR ve KARTALLI KÂZIM"IN HİKÂYESİ
 
 
 
 İnönü meydanı, yavrum,
 rüzgâr,
 soğuklar insanı arı gibi haşlıyor.
 Zemheriler bitti diyelim,
 hamsin ya başladı, ya başlıyor.
 Muharebe beş gün beş gece sürdü.
 Kan gövdeyi götürdü.
 Ve nihayetinde
 düşmanlar karın üstünde
 top arabaları, sandıklar dolusu konyak,
 altı kamyon bıraktılar.
 Sonra, kaçarlarken, yavrum,
 köyleri, köprüleri yaktılar...
 
 Bu, Birinci İnönü,
 sonra ikincisi :
 23 Mart 1921 günü
 düşmanın Bursa ve Uşak grupları üstümüze yürüyor.
 Onlarda, topçu ve piyade
 bizden üç kere fazla,
 bizim atlımız çok.
 Atların makanizması,
 hartucu,
 namlusu yoktur
 ve kılıç
 çıplak, ucuz bir demirdir.
 26 Mart :
 Akşam.
 Sağ cenah ilerimize yanaştılar.
 27 Mart :
 Bütün cephelerde temas.
 28, 29, 30 :
 Kavgaya devam.
 Ve Martın 31"inci gecesinde,
 (ayışığı var mıydı bilmiyorum)
 İnönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu.
 Ve ertesi gün
 1 Nisan :
 Metristepe aydınlanıyor.
 Saat altı otuz.
 Bozöyük yanıyor.
 Düşman muharebe meydanını silâhlarımıza terketmiştir.
 
 Sonra, 8 Nisandan 11 Nisana kadar :
 Dumlupınar.
 
 Sonra, Haziran.
 Bir yaz gecesi.
 Dünyada yalnız pırıltılar
 ve böceklerin sesi.
 Sakarya"yı üç yerinden sallarla geçiyoruz.
 Basarak aldık
 Adapazarı"nı.
 Ve dolaşıp Sapanca Gölü"nün sazlıklarını
 yanaştık İzmit"in doğusunda çuha fabrikasına.
 Düşman,
 kısmen gemilere binerek
 denizden
 ve kısmen
 Karamürsel üzerinden
 Bursa"ya çekilip
 boşalttı İzmit şehrini gece yarısı.
 
 Sonra 23 Ağustos :
 Sakarya melhamei kübrâsı ki
 devamı 13 Eylül gününe kadardır.
 Bizim kırk bin piyademiz,
 dört bin beş yüz atlımız,
 düşmanın seksen sekiz bin piyadesi,
 üç yüz topu vardır.
 Harp meydanının kuzey yanı
 Sakarya
 ve dağlardır :
 keskin
 ve dik yamaçlarıyla
 ve kireçli toprakları
 ve kayalarında tek başlarına birbirinden uzak
 haşin
 ve münzevi çam ağaçlarıyla
 Abdülselâm-dağı,
 Gökler-dağı,
 dağlar.
 
 Ve Sakarya"dan bu havalide
 yalnız, çatal tırnaklı karacalar su içmektedir.
 Ankara suyunun döküldüğü yerden
 Eskişehir kuzeybatısına kadar
 Sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir.
 Güneyde
 ve güneydoğuda
 yapraksız ve hazin
 geniş ve uzun
 ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan
 ölmek arzusu veren
 Cihanbeyli ovası :
 çöl...
 Bu çölün,
 bu dağların,
 bu nehrin ve bizim önümüzde
 yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp
 düşman ordusu ric"ata mecbur kaldı.
 
 Buna rağmen :
 Sene 1922
 ve 15 vilâyet ve sancak
 ve 9 büyük şehir
 düşman elindedir.
 İnanılmaz şeyler düşmandadır ki
 bunların arasında :
 7 göl, 11 nehir
 ve köklerinde baltamızın yarası
 ve yangınlarıyla bizim olan
 yüz kere yüz bin dönüm orman,
 bir tersane, iki silâh fabrikası,
 ve 19 körfez ve liman ki
 belki birçoğunun
 rıhtımı,
 mendireği,
 kırmızı, yeşil fenerleri yoktur
 ve belki sularında
 ateş kayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı,
 fakat onlar
 tahta iskeleleri ve kederli balıkçılarıyla bizimdiler.
 Sonra, 3 deniz,
 6 kol tren hattı,
 sonra, göz alabildiğine yol :
 sılaya gittiğimiz,
 gurbette göründüğümüz
 ve neden
 ve niçin olduğunu sormadan
 çöle, Çanakkale"ye,
 ölüme gittiğimiz yol
 ve sonra toprak
 ve o toprağın insanları :
 Uşak tezgâhlarının halı dokuyanları,
 klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur
 Manisa"lı saraçlar,
 yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar
 ve kurnaz
 ve cesur
 ve ağırbaşlı ve çapkın
 ve kütleleriyle delikanlı
 İstanbul ve İzmir işçileri
 ve zahire ve kantariye tâcirleriyle eşraf ve âyân,
 kıl çadırlı yürükleri Aydın"ın,
 ve sonra, ırgat,
 ortakçı,
 maraba,
 davarlı ve davarsız,
 yarım meşin çizmeli
 ve ham çarıklı köylüler.
 15 vilâyet ve sancak
 ve 9 büyük şehir
 düşman elindedir.
 
 Mehtaplı bir gece,
 gümüş bir kutunun içindesin :
 ortalık öyle bir tuhaf aydınlık, öyle ıssız.
 Ya çok seslidir
 ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten.
 
 Yatıyor filintasının arkasında Kartallı Kâzım.
 Kız gibi Osmanlı filintası.
 Parlıyor arpacık
 namlının ucunda :
 yüz yıllık yoldaymış gibi uzak
 ve bir damlacık.
 
 Kâzım emir aldı merkezden :
 Gebze"deki İngiliz"in tercümanı vurulacak.
 Köylerde teşkilât kurmuş tercüman Mansur :
 satıyor bizimkileri.
 
 Kâzım iyi hesaplamış herifin geçeceği yeri.
 İşte sökün etti Mansur karşıdan :
 beygirin üzerinde.
 Beygir yüksek,
 İngiliz kadanası.
 Kendi halinde yürüyor hayvan
 ortasında demiryolunun
 sallana sallana,
 ağır ağır.
 Tercüman herhalde bırakmış dizginleri,
 başı sallanıyor,
 belki de uyuyor üzerinde beygirin.
 
 Yaklaştıkça büyüyor herif.
 Zaten mehtapta heybetli görünür insan.
 
 Arada kaldı kalmadı dört yüz adım,
 namlıyı kaldırdı birazcık Kâzım,
 nişan aldı sallanan başına Mansur"un.
 Soldaki yamaçtan bir taş parçası düştü.
 Bir kuş uçtu sağdaki ağaçtan,
 -ağaç çınar-.
 Kuş ürkmüş olacak.
 Çevrildi Kâzım"ın başı kuşun uçtuğu yana,
 mehtapla yüz yüze geldiler.
 Mehtap koskocaman,
 desdeğirmi,
 bembeyaz.
 Ve Kâzım"ın gözünü aldı âdeta.
 Zaten bu yüzden,
 tekrar göz, gez, arpacık
 ve filintayı ateşlediği zaman
 ilk kurşun Mansur"un başını delecek yerde
 galiba omuzuna girdi.
 Herif  «Hınk» dedi bir,
 beygirin başını çevirdi
 dörtnal kaçıyor.
 Yetiştirdi ikinci kurşunu Kâzım.
 Beygirin üstünde sola yıkıldı Mansur.
 Üçüncü kurşun.
 Tercüman düştü beygirden.
 Fakat bir ayağı üzengiye takılı kalmış,
 sürüklendi kaçan hayvanın peşinde biraz,
 sonra kurtuldu ki ayağı
 yıkılıp kaldı olduğu yerde.
 Yamaca sardı beygir.
 Kalktı Kâzım,
 yürüdü Mansur"a doğru,
 üzerinden kâatları alacak.
 Arada dört telgraf direği yalnız,
 ellişerden iki yüz metre eder.
 Mansur doğruldu ansızın,
 kaçıyor bayır aşağı.
 Filintayı omuzladı Kâzım.
 Dördüncü kurşun.
 Yıkıldı herif.
 Koştu Kâzım.
 Doğruldu yine Mansur.
 Yürüyor sarhoş gibi sallanarak,
 kaçmıyor artık,
 yürüyor.
 Kâzım da bıraktı koşmayı.
 Deniz kıyısına indiler.
 Orda boş bir fabrika var,
 bir de beyaz bir ev,
 tahta iskelesi iner denizin içine kadar.
 Mansur suya giriyor,
 kâatlar ıslanacak.
 Beşinci kurşunu yaktı Kâzım.
 Suya düşüp kaldı önde giden
 ve Kâzım tazelerken şarjörü
 bir ışık yandı beyaz evde,
 bir pencere açıldı.
 Galiba bir kadın baktı dışarıya..
 Boğazlanıyormuş gibi bağırdı Mansur.
 Pencere kapandı,
 ışık söndü.
 Tercüman attı kendini tahta iskeleye.
 Art ayakları kırılmış bir hayvan gibi sürünüp tırmanıyor.
 Hay anasını,
 ay da denize düşmüş
 toplanıp dağılıyor,
 dağılıp toplanıyor.
 Velhasıl,
 lâfı uzatmıyalım,
 Mansur"un işini bıçakla bitirdi Kâzım.
 Kâatlar kan içindeydi.
 Fakat kan kapatmıyor yazıyı...
 
 Namussuzun biriydi Mansur,
 muhakkak.
 Düşmana satılmıştı,
 orası öyle.
 Kaç kişinin başını yedi,
 malûm.
 Ama ne de olsa
 mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu.
 Demek istediğim,
 böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp
 ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit
 üzüntü çekmemek için,
 ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,
 yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,
 Kâzım"ınki taştan değildi çok şükür,
 fakat namuslu.
 Ne malûm? dersen :
 Dövüştü pir aşkına,
 yaralandı birkaç kere
 ve saire.
 Ve kavga bittiği zaman
 ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
 Kavgadan önce Kartal"da bahçıvandı,
 kavgadan sonra Kartal"da bahçıvan...
 
 
 YEDİNCİ BAP
 
 
 922 AĞUSTOS AYI ve KADINLARIMIZ ve 6 AĞUSTOS EMRİ ve BİR ÂLETLE BİR İNSANIN HİKÂYESİ
 
 
 
 Ayın altında kağnılar gidiyordu.
 Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon"a doğru.
 Toprak öyle bitip tükenmez,
 dağlar öyle uzakta,
 sanki gidenler hiçbir zaman
 hiçbir menzile erişmiyecekti.
 Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
 Ve onlar
 ayın altında dönen ilk tekerlekti.
 Ayın altında öküzler
 başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
 ufacık, kısacıktılar,
 ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
 ve ayakları altından akan
 toprak,
 toprak
 ve topraktı.
 Gece aydınlık ve sıcak
 ve kağnılarda tahta yataklarında
 koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
 Ve kadınlar
 birbirlerinden gizliyerek
 bakıyorlardı ayın altında
 geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
 Ve kadınlar,
 bizim kadınlarımız :
 korkunç ve mübarek elleri,
 ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
 anamız, avradımız, yârimiz
 ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
 ve soframızdaki yeri
 öküzümüzden sonra gelen
 ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
 ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
 ve karasabana koşulan
 ve ağıllarda
 ışıltısında yere saplı bıçakların
 oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
 kadınlar,
 bizim kadınlarımız
 şimdi ayın altında
 kağnıların ve hartuçların peşinde
 harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
 aynı yürek ferahlığı,
 aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
 Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
 ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
 Ve ayın altında kağnılar
 yürüyordu Akşehir üstünden Afyon"a doğru.
 
 «6 Ağustos emri» verilmiştir.
 Birinci ve İkinci ordular, kıt"aları, kağnıları, süvari alaylarıyla
 yer değiştiriyordu, yer değiştirecek.
 98956 tüfek,
 325 top,
 5 tayyare,
 2800 küsur mitralyöz,
 2500 küsur kılıç
 ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği
 ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz
 kımıldanıyordu gecenin içinde.
 Gecenin içinde toprak.
 Gecenin içinde rüzgâr.
 Hatıralara bağlı, hatıraların dışında,
 gecenin içinde :
 insanlar, âletler ve hayvanlar,
 demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,
 korkunç
 ve sessiz emniyetlerini
 birbirlerine sokulmakta bulup,
 kocaman, yorgun ayakları,
 topraklı elleriyle yürüyorlardı.
 Ve onların arasında
 Birinci Ordu İkinci Nakliye Taburu"ndan
 İstanbullu şoför Ahmet
 ve onun kamyoneti vardı.
 Bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet :
 İhtiyar,
 cesur,
 inatçı ve şirret.
 Kırılıp dağlarda kalan sol arka makası yerine
 şasinin altına, dingilin üzerine
 budaklı bir gürgen kütüğü sarmış olmasına rağmen
 ve kalb ağrılarıyla
 ve on kilometrede bir
 karanlığa yaslanıp durduğu halde
 ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken
 şahsının vekarlı kudretini resmen biliyordu :
 «6 Ağustos emri»nde ondan ve arkadaşlarından
 «... ihzar ve teşkil edilmiş bulunan
 ve cem"an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan
 100 kadar serî otomobil...» diye bahsediliyordu.
 İhzar ve teşkil olunanlar,
 bu meyanda Ahmet"in kamyoneti,
 insanların, âletlerin ve kağnıların yanından geçip
 Afyon - Ahırdağları ve imtidadına doğru iniyorlardı.
 
 Ahmet"in kafasında uzak bir şehir ve bir şarkı vardı.
 Bu şarkı nihaventtir
 ve beyaz tenteli sandalları,
 siyah mavnaları,
 güneşli karpuz kabuklarıyla
 bir deniz kıyısındadır şehir.
 
 Vantilâtörde adedi devir
 düşüyor gibi.
 Arkadaşlar ileri geçtiler.
 Ay battı.
 Manzara yıldızlardan ve dağlardan ibaret.
 
 Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,
 çınar dibinde iki mars bir oyunla yenip Bücür"ü,
 kalk,
 sıra servilerin önünden yürü,
 çeşmeyi geç,
 mektep bahçesi, medreseler,
 orda, Harbiye Nezareti"nin arka duvarında
 siyah çarşaflı bir kadın
 çömelip yere
 darı serper güvercinlere
 ve papelciler
 şemsiye üstünde papaz açarlar.
 
 Motor mızıkçılık ediyor,
 bizi dağ başlarında bırakacak meret.
 
 Ne diyorduk oğlum Ahmet?
 Dökmeciler sağda kalır,
 derken, Uzunçarşı"ya saparken,
 köşede, sol kolda seyyar kitapçı :
 «Hikâyei Billûr Köşk»,
 altı cilt «Tarihi Cevdet»
 ve «Fenni Tabâhat».
 Tabâhat, mutfaktan gelirmiş,
 yani yemek pişirmek.
 Hani, uskumru dolmasına da bayılırım pek.
 Yaldızlı kuyruğundan tutup
 bir salkım üzüm gibi yersin.
 
 İlerde bir süvari kolu gidiyor,
 saptılar sola.
 
 Uzunçarşı"yı dikine inersin.
 Sandalyacılar, tavla pulcuları, tesbihçiler.
 Ve sen İstanbullu,
 sen kendi ellerinin hünerine alışmış olduğundan
 şaşarsın İstanbullulara :
 ne kadar ince, ne çeşitli hünerleri var, dersin.
 Rüstem Paşa Camii.
 Urgancılar.
 Urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi
 ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar
 urgan, halat ve dökme tunçtan çıngıraklar satılır.
 Zindankapı, Babacafer.
 Uzakta Balıkpazarı.
 Kuruyemişçiler.
 Yemiş iskelesindeyiz :
 sandalları, mavnaları,
 güneşli karpuz kabuklarıyla
 yüzüne hasret kaldığım deniz.
 
 Sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne?
 İnip
 baksam...
 
 Yemiş iskelesinden dilenci vapuruna binip
 Eyüp"te Niyet Kuyusu"na gittikti.
 Elleri yumuk yumuk,
 bacakları biraz çarpıktı ama,
 yeşil zeytin tanesi gibi gözler.
 Kaşları da hilâl gibi çekikti.
 Tam Kasımpaşa"ya yaklaştık, beyaz başörtüsü...
 
 Lastik hava kaçırıyor.
 Derdine deva bulmazsak eğer...
 Dur bakalım Babacafer...
 
 Üç numrolu kamyonet durdu.
 Karanlık.
 Kriko.
 Pompa.
 Eller.
 Küfreden ve küfrettiğine kızan elleri
 lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken
 Ahmet hatırladı :
 bir gece nüzüllü babaannesini
 sedirden sedire taşırken
 kadıncağız...
 
 İç lastik boydan boya patladı.
 Yedek?
 Yok.
 Dağlarda avaz avaz
 imdat istemek?
 
 Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,
 sana tek başına verilmiştir üç numrolu kanyonet.
 Hem, hani bir koyun varmış,
 kendi bacağından asılan bir koyun.
 Süleymaniyeli şoför Ahmet
 soyun...
 
 Soyundu.
 Ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak
 ve kırmızı kuşak,
 Ahmet"i postallarının üstünde çırılçıplak
 bırakarak
 dış lastiğin içine girdiler,
 şişirdiler.
 
 Bu şarkı nihaventtir.
 Deniz kıyısında bir şehir...
 Beyaz başörtüsü...
 
 Saatta elli yapıyoruz...
 Dayan ömrümün törpüsü,
 dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför Ahmet"i,
 dayan arslan...
 
 Hiçbir zaman
 böyle merhametli bir ümitle sevmedi
 hiçbir insan
 hiçbir âleti...
 
 
 
 
 SEKİZİNCİ BAP
 
 
 26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR ve İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ"E BAKAN NEFER
 
 
 
 Saat 2.30.
 
 Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
 ne ağaç, ne kuş sesi,
 ne toprak kokusu vardır.
 Gündüz güneşin,
 gece yıldızların altında kayalardır.
 Ve şimdi gece olduğu için
 ve dünya karanlıkta daha bizim,
 daha yakın,
 daha küçük kaldığı için
 ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
 evimize, aşkımıza ve kendimize dair
 sesler geldiği için
 kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
 okşayarak gülümseyen bıyığını
 seyrediyordu Kocatepe"den
 dünyanın en yıldızlı karanlığını.
 Düşman üç saatlik yerdedir
 ve Hıdırlık-tepesi olmasa
 Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
 Küzeydoğuda Güzelim-dağları
 ve dağlarda tek
 tek
 ateşler yanıyor.
 Ovada Akarçay bir pırıltı halinde
 ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
 şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var :
 Akarçay belki bir akar su,
 belki bir ırmak,
 belki küçücük bir nehirdir.
 Akarçay Dereboğazı"nda değirmenleri çevirip
 ve kılçıksız yılan balıklarıyla
 Yedişehitler kayasının gölgesine girip
 çıkar.
 Ve kocaman çiçekleri eflâtun
 kırmızı
 beyaz
 ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
 haşhaşların arasından akar.
 Ve Afyon önünde
 Altıgözler Köprüsü"nün altından
 gündoğuya dönerek
 ve Konya tren hattına rastlayıp yolda
 Büyükçobanlar Köyü"nü solda
 ve Kızılkilise"yi sağda bırakıp
 gider.
 
 Düşündü birdenbire kayalardaki adam
 kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
 Kim bilir onlar ne kadar büyük,
 ne kadar uzundular?
 Birçoğunun adını bilmiyordu,
 yalnız, Yunan"dan önce ve Seferberlik"ten evvel
 Selimşahlar Çiftliği"nde ırgatlık ederken Manisa"da
 geçerdi Gediz"in sularını başı dönerek.
 
 Dağlarda tek
 tek
 ateşler yanıyordu.
 Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
 şayak kalpaklı adam
 nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
 güzel, rahat günlere inanıyordu
 ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
 birdenbire beş adım sağında onu gördü.
 Paşalar onun arkasındaydılar.
 O, saatı sordu.
 Paşalar : «Üç,» dediler.
 Sarışın bir kurda benziyordu.
 Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
 Yürüdü uçurumun başına kadar,
 eğildi, durdu.
 Bıraksalar
 ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
 ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
 Kocatepe"den Afyon Ovası"na atlıyacaktı.
 
 Saat 3.30.
 
 Halimur - Ayvalı hattı üzerinde
 manga mevziindedir.
 
 İzmirli Ali Onbaşı
 (kendisi tornacıdır)
 karanlıkta gözyordamıyla
 sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi
 baktı manga efradına birer birer :
 Sağda birinci nefer
 sarışındı.
 İkinci esmer.
 Üçüncü kekemeydi
 fakat bölükte
 yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
 Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
 Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
 tezkere alıp Urfa"ya girdiği akşam.
 Altıncı,
 inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
 memlekette toprağını ve tek öküzünü
 ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için
 kardeşleri onu mahkemeye verdiler
 ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
 ona «Deli Erzurumlu» derdiler.
 Yedinci, Mehmet oğlu Osman"dı.
 Çanakkale"de, İnönü"nde, Sakarya"da yaralandı
 ve gözünü kırpmadan
 daha bir hayli yara alabilir,
 yine de dimdik ayakta kalabilir.
 Sekizinci,
 İbrahim,
 korkmıyacaktı bu kadar
 bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
 birbirine böyle vurmasalar.
 Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki :
 tavşan korktuğu için kaçmaz
 kaçtığı için korkar.
 
 Saat 4.
 
 Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.
 On ikinci Piyade Fırkası.
 Gözler karanlıkta, uzakta.
 Eller yakında, makanizmalar üzerinde.
 Herkes yerli yerinde.
 Tabur imamı
 mevzideki biricik silâhsız adam :
 ölülerin adamı,
 kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
 durdu boyun büküp
 el kavuşturup
 sabah namazına.
 İçi rahattır.
 Cennet, ebedî bir istirahattır.
 Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
 meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
 Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.
 
 Saat 4.45.
 
 Sandıklı civarı.
 Köyler.
 Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
 çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
 Çukurova beygiri
 kuyruğunu karanlığa vuruyordu :
 dizkapaklarında kan,
 kantarmasında köpük...
 İkinci Süvari Fırkası"ndan Dördüncü Bölük,
 atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
 Geride, köylerde bir horoz öttü.
 Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
 ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
 Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
 bir başka horoz vardır :
 baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
 Düşmanlar herhal onu çoktan kesip
 çorbasını yapmışlardır...
 
 Saat beşe on var.
 
 Kırk dakka sonra şafak
 sökecek.
 «Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
 Tınaztepe"ye karşı Kömürtepe güneyinde,
 On beşinci Piyade Fırkası"ndan iki ihtiyat zabiti
 ve onların genci, uzunu,
 Darülmuallimin mezunu
 Nurettin Eşfak,
 mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak
 konuşuyor :
 -Bizim İstiklâl Marşı"nda aksıyan bir taraf var,
 bilmem ki, nasıl anlatsam,
 Âkif, inanmış adam,
 fakat onun, ben,
 inandıklarının hepsine inanmıyorum.
 Meselâ, bakın :
 «Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.»
 Hayır,
 gelecek günler için
 gökten âyet inmedi bize.
 Onu biz, kendimiz
 vaadettik kendimize.
 Bir şarkı istiyorum
 zaferden sonrasına dair.
 «Kim bilir belki yarın...»
 
 Saat beşe beş var.
 
 Dağlar aydınlanıyor.
 Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
 Gün ağardı ağaracak.
 Kokusu tütmeğe başladı :
 Anadolu toprağı uyanıyor.
 Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
 ve pırıltılar görüp
 ve çok uzak
 çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
 bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
 ön safta, en ön sırada,
 şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
 
 Topçu evvel mülâzımı Hasan"ın
 yaşı yirmi birdi.
 Kumral başını gökyüzüne çevirdi,
 kalktı ayağa.
 Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
 Şimdi bir hamlede o kadar büyük,
 öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
 bütün ömrünü ve hâtırasını
 ve yedi buçukluk bataryasını
 ağlanacak kadar küçük buluyordu.
 
 Yüzbaşı sordu :
 - Saat kaç?
 - Beş.
 - Yarım saat sonra demek...
 
 98956 tüfek
 ve şoför Ahmet"in üç numrolu kamyonetinden
 yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
 bütün âletleriyle
 ve vatan uğrunda,
 yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
 Birinci ve İkinci ordular
 baskına hazırdılar.
 
 Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
 beygirinin yanında duran
 sarkık, siyah bıyıklı süvari
 kısa çizmeleriyle atladı atına.
 Nurettin Eşfak
 baktı saatına :
 - Beş otuz...
 Ve başladı topçu ateşiyle
 ve fecirle birlikte büyük taarruz...
 
 Sonra.
 Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
 Bunlar :
 Karahisar güneyinde 50
 ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
 
 Sonra.
 Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
 Aslıhanlar civarında
 30 Ağustosa kadar.
 
 Sonra.
 Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
 Esirler arasında General Trikopis :
 Alaturka sopa yemiş bir temiz
 ve sırmaları kopuk frenk uşağı...
 
 Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak"ın ayağı.
 Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,»
 Nurettin dedi ki : «Seni biz değil,
 buraya gönderenler öldürdü seni...»
 
 Sonra.
 Sonra, 31 Ağustos günü
 ordularımız İzmir"e doğru yürürken
 serseri bir kurşunla vurulan
 Deli Erzurumluydu.
 Devrildi.
 Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
 Baktı yukarı,
 baktı karşıya.
 Gözler hayretle yandılar :
 önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
 her seferkinden kocamandılar.
 Ve bu postallar daha bir hayli zaman
 üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
 seyredip güneşli gökyüzünü
 ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
 Sonra...
 Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
 ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
 yüzlerini toprağa döndüler...
 
 Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
 Kan içindeydi yüzü gözü.
 Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
 Kaçanı kovalamıyordu yalnız
 ulaşmak da istiyordu bir yerlere
 ve sadece kahretmiyor
 yaratıyordu da.
 Ve kılıçların,
 nalların,
 ellerin
 ve gözlerin pırıltısı
 ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
 Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
 ve şu türküyü duydu :
 «Dörtnala gelip Uzak Asya"dan
 Akdeniz"e bir kısrak başı gibi uzanan
 bu memleket bizim.
 
 Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
 ve ipek bir halıya benziyen toprak,
 bu cehennem, bu cennet bizim.
 
 Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
 yok edin insanın insana kulluğunu,
 bu dâvet bizim...
 
 Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
 ve bir orman gibi kardeşçesine,
 bu hasret bizim...»>
 
 Sonra.
 Sonra, 9 Eylülde İzmir"e girdik
 ve Kayserili bir nefer
 yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
 öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
 Güneyden Kuzeye,
 Doğudan Batıya,
 Türk halkıyla beraber
 seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz"i.
 
 Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
 Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
 Türk halkı bağışlasın bizi,
 onlar ki toprakta karınca,
 suda balık,
 havada kuş kadar
 çokturlar;
 korkak,
 cesur,
 câhil,
 hakîm
 ve çocukturlar
 ve kahreden
 yaratan ki onlardır,
 kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...
 
 
 1939 - 1940 -1941
 
 Nazim Hikmet RAN
 |