Einzelnen Beitrag anzeigen
  #2258  
Alt 05.03.2007, 11:23
Benutzerbild von roman
roman roman ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard o.T.

Yeni Çağ Gazetesi"nde Bu Hafta Çıkan Yazısı, 14 Eylül 2005

Ulus Irkad



TANER AKÇAM’DAN FAYDALANMAK

Taner Akçam’la karşı karşıya gelerek tanışmış değilim ama internet yoluyla kendisiyle tanışma olanağına kavuştum. Bugün Türkiye dışında yaşayan özgür düşünceli bir bilimadamı Taner Akçam. Akçam’ın babası da eski bir öğretmen, sendikacı ve yazardı. Yakın bir geçmişte vefat etti. Taner Akçam ve babası hakkında Türkiye basınında çıkan yazıları da okuma fırsatım olmuştu. Bana göre Türkiye’nin aydınlanmasında Taner Akçam ve babası gibi demokrat ve ilericilerin oynadıkları önemli rol gelecekte onurlu bir şekilde anılacaktır . Ben Taner’in bilgisayarıma aldığım ama daha yakın bir geçmişte okumaya fırsat bulduğum makalelerinden(Özgürlükçüsol sitesinde 6 makale olarak yayımlandı) yola çıkarak bu görüşleri Kıbrıs’a da yansıtarak elimden geldiğince ona söz vermeye çalışacağım. Herne kadar da bu yazılar Türk-Ermeni sorunu üzerinde yazılsa bile biz Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürklerin de faydalanacağı ve Kıbrıs ’a indirgeyeceği bilgilerle doludur.

Akçam yaklaşık altı dizi olarak yayımlanan makalelerinin başında şöyle diyor: “Bu yazı esas olarak Türk-Ermeni ilişkilerine yeni bir yaklaşım önermek amacıyla kaleme alınmıştır. Bugüne kadar, soruna, sorunu yaratan eski paradigmalar içinden yaklaşıldığı ve bunun değiştirilmesi gerektiği yazının ana tezidir. Bu paradigma en genel anlamıyla, Osmanlı devletinin dağılması, ve bu süreçte çeşitli din-ulus grupları arası ortaya çıkan çatışmalardır. Bu çatışma sürecinde, her bir grup, belli bir toprak parçasının kendisine ait olduğunu iddia etmiş ve bu toprağın sınırları içinde kalan ve kendisinden olmayan, “öteki” diye tanımladığı ulus veya din gruplarını etnik temizlik veya göç/sürgün yolu ile yok etmeyi tercih etmiştir. Ermeni-Türk meselesi böyle çatışmanın kavramları ile ele alınmakta ve anlaşılmaya çalışılmaktadır. Benim bu konudaki teklifim, sorunun yeni bir tarzda kavramlaştırılmasının gerektiği dir. Önerim sorunun ulus-devletlerin demokratikleşmesi meselesinin bir parçası olarak uluslararası adalet paradigması alanına taşınmasıdır. Bunun anlamı şudur: Çatışma artık iki tarafın toprak ve sınırları üzerinde yürüttüğü bir çatışma olarak geçmişten miras kalmış bir sorun olarak görülmemeli, bunun yerine her iki toplumun bugünkü demokratikleşmesi meselesinin bir parçası olarak; yani bir insan hakları sorunu olarak ele alınmalıdır.”

Akçam makalelerinde özür dileme konusunu da ele alırak şunları söylüyor:

“Özür dileme siyaseti 20.yy’da öyle bir hal almıştır ki, bazıları çağımıza “Özür Dileme Çağı” adını takmıştır. Bu özür dilemeler, tarihin bir yerinde yapılmış yanlıştan kendisine pay çıkaran değişik kesimler tarafından yapılıyor. Bu da yerine göre, ya bireyler, meslek adamları, ticari organizasyonlar, dinsel liderler gibi sivil kuruluşlarca ya da devlet temsilcileri, hükümetler, devlet başkanları gibi resmi kişilerce yapılıyor. Özür dileme patlamasının arkasında yatan nedenler hakkında değişik fikirler ileri sürülmektedir. Küreselleşme, ulus-devletlerin yıkılması, Nazi Soykırımı’nın etkisi bu izah tarzlarının başında geliyor...” Bu konudaki görüşlerine de yine şöyle devam etmektedir:

“Giderek yakınlaşan dünyada artık “öteki” görülmez yabancılar değildir, aksine öylesine yakındırlar ki onları hergün görebilir ve iletişim kurabiliriz. Böylece “öteki”ni tanımlamakta kullandığımız tüm küçültücü eski klişeler artık kullanılmaz hale gelmiştir. Bunun bir sonucu, düşmanı aşağılamadan duyduğumuz onurdan ya da etnik saflığımızı sağlamak için başkalarını imha etmek üzerine oturtulmuş olan şanlı tarihimizden sözetmemizin artık anlamını yitirmesidir. Ona göre kültürel hafızanın yaşaması ancak olayların ağırbaşlı ve ciddi milli bir mesele olmaktan çıkıp, tehlikesiz folklor düzeyine aktarılması ile mümkündür. Hafızanın edindiği bu yeni biçim, dışarıda bıraktıklarına artık saldırmak zorunda değildir, hatta turistlerin ilgisini çekmesi bile muhtemeldir. Böylece artık muzaffer olan yerine kurbanın, gelecek yerine geçmişin, içeridekilerin homojenliği yerine dışarıda kalanların kader arkadaşlı ğı, geçmiş ve gelecek arasındaki devamlılık yerine tarihsel kesintilere odaklanmak mümkün olacaktır. Özür dileme siyasetinin bu denli yaygınlaşmasının elbette bu izah tarzları dilemenin sonuçta ciddi hiçbir bedeli yoktur. Özür dileme çabalarının çoğu, hatta hepsi, geçmişte yaşanmış bazı “kötülüklerin” acısını teskin etmeye yönelik ucuz çabalardır. Özür dileme ciddi politik analizcilerin ve gazetecilerin sıkça dile getirdikleri gibi içi boş jestler dışında hiçbir anlam ifade etmemektedir. Bu eleştiri, kendi içinde ciddi haklılık payı taşısa bile görmek zorundayız ki özür dileme geleneği uluslararası ilişkilerde yeni standartlar ve yeni normların geliştirilmesine katkıda bulunmaktadır. Özür dilemenin arkasında hangi gerçek olursa olsun, önemli olan bu akımla birlikte artık tarihle yüzleşme meselesi, yeni paradigmaların içine yerleştirilmiştir.”

Akçam en son makalesinde ise genelde çatışan tüm toplumlara olduğu gibi bize ve bilhassa Türkiye’ye de göndermeler yapmaktadır. Bu sözleri Kıbrıs üzerine yorumlarsanız Kıbrıs da bundan payını ve dersini almaktadır. Sözü tekrar Akçam’a vererek yazımızı da onun sözleriyle noktalayalım:

“Eğer bir sorunu çözmek istiyorsanız, herşeyden önce kamuoyunun sorunu algılayış tarzını değiştirmeniz gerekir. Egemen bilgilenme ve konuşma tarzının değiştirilerek kamuoyunun bilgilendirilmesi ve kamuoyu bilincinin uyarılması her sorun çözme stratejisinin merkezinde durur. Uluslararası düzeyde, benzeri sorunların çözümünde sıkça tekrar edilen genel bir kural vardır: Sorun çözümü ancak iki tarafın birbirleriyle doğrudan ilişki kurmasıyla mümkündür. Doğrudan ilişki ile, taraflar birbiri hakkında oluşturdukları ön yargı ve hurafeleri değiştirebilir ve birbirleri hakkında daha gerçekçi bir resme sahip olabilirler. Sorunu tartışırken “biz ve onlar” veya “kurbanlar ve suçlular” söylemlerinden uzaklaşmak, ortak ahlaki değerler üzerinde yükselen fakat aynı zamanda farklılıkları da vurgulayan “hayatta kalanlar” ve “insan” söylemine geçmek bu yolda atılması gereken ilk adımdır. Türkiye’de, tarihi üzerin e tartışmak istemeyen ve sorumluluktan kaçan çevrelerin, “suçlama” ile “sorumluluk” arasındaki sınırı yok eden dili bir bahane olarak kullandıkları bilinmektedir. Dolayısıyla, bugünkü Türkiye insanını suçlayan bir dilin değiştirilmesi bu tür bahanelerin de kolayca ortadan kaldırılmasını sağlayacaktır.”

Dostum ve arkadaşım Taner Akçam’a bilimsel araştırmalarında başarılar diliyorum.