Belki bir yararı olur.
Tarikat deyimi, yol anlamına gelen Arapça tarik sözcüğünden türetilmiştir: Tasavvuf terminolojisinde tanrıya
kavuşma yolu olarak tanımlanır. İslam dini açısından tanrılık bilgiyi elde etmenin tek yol"u Kuran ve hadis"lerdir,
eş deyişle Tarikat-ı Muhammediyye (Peygamber Muhammed"in yolu)"dir, başkaca hiçbir yorum gerekmez. Ne var
ki tasavvufçular bu düşünceye katılmazlar, onlara göre dinin açık (Ar. zahir) anlamları bilgisizler içindir (ki bu
bilgisizler o çağın Arap dünyasında yüzde doksan dokuzdur) ve bilgili ya da bilgiye yetenekli kişiler için gizli (Ar.
zatın) anlamları vardır ki ancak büyük çapta bilgililerin yorumlarıyla açığa çıkarılabilir. Yorum kapıları bu
gerekçeyle açılınca, çeşitli bilgilere göre çeşitli yorumların meydana gelmesi ve bu yüzden çeşitli tarikat"ların
oluşması doğaldır: Şeriat"dan hakikat"a marifet"le geçilmektedir. Çeşitli ustalar çeşitli marifet"ler
gösterdiklerinden tutulacak yol"lar da doğal olarak çoğalmıştır. Dinler, insan mutluluğunu sağlamak amacıyla,
anlaşmazlıkları giderecek; kötülükleri önleyecek, ölüm korkusunu yenecek sözler getirdiler. Bu sözlerin açık
anlamları vardı. Ama insan aklı geliştikçe, bu açık anlamlar, mutluluğu sağlamaya yetmediler. Bu sözlerin açık
anlamlarının ardında, gizlenmiş anlamları yok muydu?.. Var olan, gelişen insan aklıydı. Açık anlamların yetmezliği
vardı. Kalıpları parçalama tutkusu vardı. Özgür düşünceye susayış vardı. Mutluluğu elde etme çabası vardı. Bu
güzelim dünyada gereği gibi yaşamak bilinci vardı.
Yeni anlamlar yaratılması gerekiyordu. Açık (zahiri) anlamlardan gizli (batıni) anlamlar var edildi. Zahirilik
yetmeyince, Batıniliğe gidilecekti elbet. Kestane, dalında duruyordu. Meyveyi elde edebilmek için meyveyi
gizleyen zarı soymak gerekirdi. Amaç, kestaneyi yiyebilmekti. Kestane bu güzelim dünyada, dalında bırakılamazdı.
Oysa, yeşil kabuğu parçalamak sanıldığı kadar kolay bir iş değildi. Yeşil kabuğu parçalamaya kalkışanları
asıyorlar, derilerini yüzüyorlar, öldürüyorlardı. Gizliliği araştıranlar, gizlenmeliydiler. Mansur gibi asılmak, Nesimi
gibi derisi yüzülmek düpedüz budalalıktı. Anlaşılır"a varabilmek için anlaşılmaz olmaktan başka çıkar bir yol
yoktu. Açık seçiğin yerini, bu açık seçikliği gizlemek amacıyla semboller aldı.
İslam düşüncesinde mezhepler bu zorunluktan doğdular. Ortodoks Müslümanlığın karşısına, Martin Lutherden
sekiz yüzyıl önce, Protestan Müslümanlık çıkıyordu. Yunanca"da akıl anlamına gelen logos, Araplaşarak kelam
olmuştu, Yunancada bilgi anlamına gelen sophos da tasavvuf. Felsefe, İslam statüsüne Ebu Hanife"yle (699-767)
girdi. Türk soyundan gelen bu İslam imamı, logos"u da, sophos"u da gereği gibi kullanıyordu. İslamlık, birinci
yüzyılını henüz bitirmişti. Ebu Hanife, akla uygun olmayan hiçbir kuralın uygulanamayacağını söylüyordu.
Tutulacak yolu nakil değil, akıl gösterecekti. Şu din büyüğü böyle dedi; bu din büyüğü böyle yaptı diye akla uygun
olmayan kurallara boyun eğmek gerekmezdi. Akla uygunluğu da, tartışmalar sonucunda, çoğunluğun oyu
belirtecekti.
Akılcılık yolu, Cebriye"yi, Kaderiye"yi, Mutezile"yi doğurdu. Soru şuydu: Yaptıklarımı ben mi yapıyorum, Tanrı
mı yaptırıyor?.. Cebriye" ye göre, yaptıklarımızı biz yapıyorduk, Kaderiye"ye göre Tanrı yaptırıyordu. Cebriyeciler
soruyorlardı: Öyleyse neden biz sorumlu olalım?.. Mutezile de Cebriye"yle birleşerek şöyle diyordu: İman
kitaptaysa akıl da insandadır. Kader diye bir şey yoktur. Tanrı benim işime karışmaz, ne ceza verir ne armağan.
Kitap da Tanrı sözü değil, kul sözüdür. Viii"nci yüzyılda Vasıl bin Ata ( ? -748) ve onu izleyenlerin meydana
getirdiği Mutezile (Fr. Motazalites) akımı, İslam felsefesinde usçuluğu ve usaaykırı bulunan dinsel inançlara karşı
çıkmayı gerçekleştirmiştir. Ünlü gizemci Hasan Basri"nin öğrencisi olan Vasıl bin Ata, büyük suçlu (Ar. Mürtekibi
kebir) konusunda öğretmeniyle anlaşamayarak ondan ayrılmış ve bundan ötürü onun ve izleyicilerinin öğretisine
Arapça ayrılma anlamındaki itizal sözcüğünden türetilen ehli sünnetten ayrılanlar anlamında mutezile denmiştir. Bu
davranış, İslam dünyasında, dogmatik çelişkilere karşı insan usunun ilk şahlanışıdır. Vasıl bin Ata"nın başkaldırdığı
sorun şuydu: Mademki ceza ölümden sonra verilecek, demek ki cezayı ruh çekecektir. Mademki ruh ölümsüzdür,
öyleyse nasıl yanıp kül olacak? Mutezileciliğin temel fesefesi bu çok haklı sorudan türemiştir. Cahiz ( ? - 868),
Muammer ibni Abbad, Ebül Hüseyin Basri, El Nusaybini, Hişam vb. gibi düşünürler yetiştiren mutezile akımı Basra
mutezilesi (Ar. Mutezilei Basriyye, Fr. Ecole dissideute de Bassora) adıyla anılır. Başlıca sorunları kader, ceza,
tanrının nitelikleri konularıdır. Mutezileciler kaderi yadsırlar, onlara göre kul kendi eylemlerinin yaratıcısıdır.
Böyle olmasaydı, tanrıca belirlenen eylemlerinden sorumlu olamazdı. Eğer kader varsa ve insana bütün eylemlerini
tanrı yaptırıyorsa neden kendi yaptırdığını gene kendisi cezalandırıyor? Mutezileciler bir bakıma, aklın almadığını
aklın aldığına indirgeyerek İslam dinini güçlendirmeye alışmışlardır. Bu açıdan İslam felsefesinde akılcılar
anlamında Arapça Akliyyun adıyla da anılırlar. Cennet, cehennem, vahiy vb. gibi Kuran"da bulunan bütün usdışı
tasarımları da yadsımışlardır. Özellikle Cahiz, bilginin ilk koşulu şüphedir, diyecek kadar ileri gitmiş ve
bilimseleşmiştir. İslam felsefesinin ilk Kelamcılar"ı da mutezilecilerdir. İslam felsefesinde insan usunun
yadırgamayacağı bütün tezler mutezilecilerce ilerisürülmüştür. Bu açıdan da mutezileciler, İslam felsefesinde özgür
felsefeyi gerçekleştiren ilk ve tek felsefe akımıdır. Mutezileciler, tanrının nitelikletini de yadsırlar ve tanrının zat
(öz)"ını sıfat (nitelik)"ından ayırırlar. Onlara göre tanrıya insansal nitelikler yakıştırmak; onu öc alıcı, cezalandırıcı,
armağan verici saymak tanrılık düşünceye aykırıdır. Kuran da tanrı kelam (söz)ı değil kul kelamıdır ve mahluk
(sonradan meydana getirilmiş)"tur. Mucize (tansık) diye bir şey yoktur, evrende usdışı hiçbir olgu gerçekleşemez.
Sünnilerce sapkınlık sayılan Mutezile düşünceleri beş ilkede toplanabilir: 1- İnsan, eylemini kendisi yaratır.
Özgürdür ve kadere bağlı değildir. Böyle olmasaydı kendi eyleminden sorumlu olmaması gerekirdi. Tanrıca
cezalandırılması da onun kendi eylemini kendisinin yarattığına en büyük kanıttır. Yoksa tanrılık ceza, tanrılık
tüzeye (adalete) aykırı olurdu. Bu düşünceden ötürü Mutezile"ye Ashap al- Adl (Adaletçiler) da denir. Oysa kaza ve
kader"e inanmak İslamlığın baş koşullarından biridir. Mutecileciler bu düşünceleriyle açıkça Kuran"a karşı
çıkmaktadırlar. Kader inancını yadsımaları nedeniyle onlara Kaderiyye de denmiştir. 2- Tanrının kendisinden
ayrı nitelikleri yoktur. Nitelik (sıfat) öz (zat)"den ayrı ve bağımsızdır, bundan ötürüdür ki, tanrının özünde ya da
özüne eklenen nitelikler kabul etmek birçok tanrıların varlığını kabul etmek demektir. Tanrı niteliklerini
yadsıdıklarından ve tanrıyı böylesine bir birlikte tasarladıklarından ötürü Mutezile"ye Ehl-i Tevhid (Birlikçiler) de
denir. Mutezileciler bu düşünceleriyle de açıkça Kuran"a karşı çıkmaktadırlar, çünkü bizzat tanrı sözlerine göre
nitelik ve öz birbirinin aynıdır ve tanrının nitelikleri vardır. Birbirine pek benzeyen her iki düşünce arasındaki
ayrılık şuradadır: Sünnet ehline göre tanrı bilgindir ve bilgisi vardır.
|