LÜTFEN ÇOK DİKKATLİ OKU!!!!!!!!!!!
çııÖÖçşKUR’AN MEALİ MESELESİ
1925’li yıllarda Diyanet işleri başkanlığı bir tefsir ve meal yazdırmak, aynı zamanda Tecrid-i Sarih adlı Sahih Buhari’nin özeti sayılabilecek hadis kitabını tercüme ve şerh ettirmek stiyordu. Hadis tercemesi, Akif’in dostu kıymetli alim Babanzade Ahmed Naim beye, Tefsir vazifesi ise Allame Elmalılı Hamdi Yazır’a verilmişti. Meal için düşünülen tek zat ise M. Akif’ti. Merhum edip Süleyman Nazif bey bu umumi kanaate şöyle tercüman olmaktaydı: “Yeryüzünde Akif’ten başka o selaset ve kuvvette Kur’an’ı Türkçe’ye tercüme edebilecek hiç kimse yoktur.”
Akif bu vazifeyi önceleri reddettiyse de, Ahmed Hamdi Akseki ve diğer dostlarının, en nihayet hiç kıramayacağı biricik arkadaşı Ahmed Naim beyin ısrarları üzerine “adına meal denmesi ve Elmalılı tefsirinin içinde bastırılması” şartıyla, zoraki kabul etti.
Akif’in bu şartı aslında çok önemlidir. Zira meal hiçbir zaman Kur’anın derin manalarını kavrayamaz. Ve tefsire behemehal ihtiyaç zaruridir. Elmalılı Hamdi efendi ise Akif’in en güvendiği alimlerdendi. Mahir İz bey hatıralarında M. Akifin Elmalılı ve Babanzade için “sika” tabirini kullandığını ve “ne derlerse doğrudur” dediğini nakletmektedir.
1926 yılı başlarından itibaren Mısır’da başladığı mealin müsveddesini 1929’da bitirmişti. 1932’de kendisini Mısır’da ziyaret eden merhum Eşref Edip bey tercemenin temize geçmiş halini okumuş, hayranlığını dile getirmiş ve bastırmak için Türkiye’ye getirmek istemişse de, Akif’ten şu muazzam cevabı almıştır: “Şu tashihleri görüyorsun ya. Onlar hep tebyizden sonra olmuştur. Bir kelimenin en güzel zannettiğim karşılığını bir zaman sonra beğenmem. Daha güzel bir tercüme aklıma gelir. O kelimenin bütün tercümelerini değiştirmek icap eder.”
Devamla Akif, bazı ayetlere müfessirlerin verdikleri farklı manaları da not alarak koymak istediğini, sonra mealin bir ilmi heyet tarafından gözden geçirilmesi gerektiğini, ancak ondan sonra basılabileceğini dile getirmiştir.
AKİF’İN GURBET SEBEBİ
Akif’in 1925 sonlarında Mısıra hicreti o zamandan bu yana dedikodu malzemesi yapılmak istenmiş ve bundan sonra da bazı cahillerce serrişte edilecektir. Şunu bilelim ki Akif’in gurbetine sebeb ne şapka giyme mecburiyeti ne de inkılapları hazmedememek değildi. “Kör olsun ağlamayan ey vatan felaketine” diyen hatta İstiklal marşında “Canı cananı, bütün varımı alsın da Huda, Etmesin tek, vatanımdan beni dünyada cüda” diyen bir kâmet için bunları ileri sürmek kişinin cehaletini ifşa etmesi demek olur.
Balıkesirli Ruhi Naci Sağdıç beyin şu hatırası bu gidişin arkasında kılık kıyafet olmadığını açıkça göstermektedir: “O zaman (1925)şapka yalnız memurlar için resmi serpuş ittihaz edilmiş,halka henüz teşmil edilmemişti. Akif, dedikodu sermayesi olmayı, nifaka yol açmayı istemiyordu. Şu latifeyi ekledi: “Umumu beklemeye hacet yok. Şapka için artık icma-yı ümmet var. Tabii hep giyeceğiz.” Hakikaten ertesi gün Akif’i bir kasket almış gördük.”
Peki onu yaralayan ve çok sevdiği vatanından ayıran asıl şey neydi? Bunu arkadaşlarından Şefik Kolaylı beyin bir hatırasından öğrenelim. “Pendik Bakteriyolojihanesi müdürü idim. Akif bana geldi. Yanında Prof. Fazlı Yegül de vardı. Yarın Mısır’a gideceğini ve arz-ı vedaya geldiğini söyledi. Çocuklarının tahsil ve terbiye çağı olduğunu şimdi Mısır’a gitmekle çocuklarının tahsillerinin sekteye uğramasının muhtemel bulunduğunu ileri sürerek kararından vazgeçmesinde ısrar ettik. Akif büyük bir hüzün ve teessür içinde dedi ki: “Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum.”
Not. (Bu konuda daha geniş bilgiyi muhterem Ertuğrul Düzdağ beyin bugünlerde piyasaya çıkan “Mehmed Akif’in Mısır yılları” adlı eserden bulabilirsiniz. Şule yayınları-2003)
çııÖÖçşİşte o Akif’in tercümesi bugün olsaydı,
görüntüle
links
Ölümünün 70. yılında İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet Akif Ersoy’un Kahire’de yazdığı ‘Kur’an-ı Kerim tercümesi’nin sırrını bilen 5 kişiden birisi olan Ali İhsan Okur, 45 yıl önce yaşananları anlattı. Yıllardır tartışma konusu olan ‘Akif’in Kur’an tercümesi’, 1961 yılında Kahire’de 5 kişinin huzurunda bir evde yakılıyor. Yakılmasının nedeni ise Akif’in ölmeden önce yakılmasına yönelik vasiyeti. 5 kişilik heyette bulunanlardan bugün hayatta olan iki kişi, El-Ezher’de eğitim alıp Ankara İlahiyat’tan emekli olan Ali İhsan Okur ile İKÖ Genel Sekreteri Ekmelettin İhsanoğlu. Osman Saraç, İsmail Hakkı Şengüler ve İbrahim Sabri Efendi hayatta değil.
1950 yılında gittiği Kahire’de 5 yıl lisede, 5 yıl İlahiyat Fakültesi’nde okuyup aynı zamanda Edebiyat Fakültesi’nde Türkçe dersleri veren Okur, Türkiye’ye döndükten sonra Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde yıllarca öğretim görevlisi olarak eğitim vermiş. 1995 yılında emekli olduktan sonra Yozgat’a yerleşmiş.
Ali İhsan Okur’un ‘Akif’in Tercümesi’ ile yolunu kesiştiren süreç, onun Mehmet İhsan Efendi ile tanışmasıyla başlıyor. İhsan Efendi, bugün İKÖ Genel Sekreteri olan Ekmelettin İhsanoğlu’nun babası. Okur’un anlattıklarına göre, 1924 yılında İhsan Efendi ile Mehmet Akif, aynı gemiyle İstanbul’dan Kahire’ye geliyorlar. İhsan Efendi’nin geliş amacı eğitim almak, Akif’in düşüncesi ise zihnini rahatlatmak. İhsan Efendi, El Ezher’de eğitimini tamamlayıp Kral Faruk’un sarayında Darul Mahfuzat denilen bölümde Osmanlıca tarih belgelerini Arapçaya tercüme ile görevlendiriliyor. Aynı zamanda Vakıflar Bakanlığı’na bağlı olan Sultan 1. Mahmut tarafından Kahire’de yaptırılan öğrenci yurdunda hem müderris hem de idareci olarak tayin ediliyor. Ali İhsan Okur, Kahire’ye gidince o yurda kaydoluyor. Ve İhsan Efendi ile tanışıyor. Uzun yıllar, onun ilim ve maneviyatından faydalanıyor. İhsan Efendi, 1961 yılının Temmuz ayında vefat ediyor.
Akif’in vasiyeti
Bu tarihi bilgileri veren Ali İhsan Okur, yıllarca konuşulan Mehmet Akif’in Kur’an tercümesi ile ilgili sırrı bütün detayları ile anlatıyor. Anlatılanlara göre, Mehmet Akif Kahire’ye gelmeden önce büyük alim Elmalılı Hamdi Yazır ile aralarında bir anlaşma yapıyorlar. Bu anlaşmaya göre, Mehmet Akif Kur’an’ı Kerim’in tercümesini kaleme alacak, Elmalılı ise tefsir yazacak.
Gemiyle Kahire’ye gelen Mehmet Akif’in tercümeyi 4-5 yıllık bir çalışma sonucunda tamamladığını söyleyen Okur, ancak o sıralarda hastalanınca, yol arkadaşı ve dostu İhsan Efendi’ye yazdığı tercümeyi teslim ediyor. Akif, İhsan Efendi’ye tercümeyi verirken vasiyetini de açıklıyor. Okur, “ Akif, hastalanıp Türkiye’ye dönmeye karar verince demiş ki, (Hocam Kur’an-ı Kerim’in tercümesi bu. 4-5 yıldır ben buna göz nuru döktüm. Ağladım, gözyaşı döktüm. Ama, ben bunu yakmak istiyorum. Sebebi de şu: Türkiye’de ezanlar Türkçe’ye çevrildi. Allahüekber yerine tanrı uludur diye ezanlar okunuyor. Ayrıca namazda da Kur’an-ı Türkçe okutma fikri ve düşüncesi var. Dolayısıyla, ben bu tercümeyi alıp Türkiye’ye götürürsem benden alıp derler ki, ‘Mehmet Akif’in tercümesi üzerine tercüme olamaz. Biz bunu namazda Arapça Kur’an-ı Kerim yerine Türkçe okutalım. Böyle kararlaştırılır. İbadet de, Türkçeye çevrilir. Onun için ben yakmak istedim. Ama o kadar göz nuru döktüğüm için yakamadım. Şimdi ben bu tercümeyi size, teslim ediyorum. Türkiye’den iyileşip dönersem tekrar alırım. Ama gelemez ölürsem siz bu tercümeyi yakacaksınız, bu vasiyetimdir”
Tercüme İhsan Efendi’de
Bu konuşmanın ardından tercümenin İhsan Efendi’ye geçtiğini söyleyen Okur, Mehmet Akif’in 1936 yılında İstanbul’da vefat etmesinin ardından Milli Eğitim Bakanlığı’nın tercümenin bittiği duyumları üzerine Kahire’ye bir heyet gönderdiğini anlatıyor. İhsan Efendi ile görüşen heyet, tercümenin vasiyet gereği yakıldığı cevabı alıp Türkiye’ye eli boş dönüyor. 1954 yılında Türkiye’den bir milletvekili Kahire’ye tercümeyi getirmesi için tekrar gönderiliyor. Ama o da, İhsan Efendi’den tercümeyi almayı başaramıyor.
Mehmet İhsan Efendi, 1961 yılında vefat ediyor. Okur’a göre, vefatından önce de 17-18 yaşlarında olan oğlu Ekmelettin’e tercümeyi teslim ediyor ve “ Bu bana, Mehmet Akif’ten yakmam için vasiyet edildi. Ama yakamadım. Ben öldüğümde sen bunu yakacaksın’ diyor.
Vasiyet yerine getiriliyor
İhsan Efendi’nin vefatından iki-üç ay geçtikten sonra Kahire’de yaşayan Osmanlı’nın son Şeyhülislamlarından büyük alim Mustafa Sabri Efendi’nin İskenderiye’de Türkçe eğitimi veren oğlu İbrahim Sabri Efendi bulunduğu şehirden gelip Kahire’de Ekmelettin ile görüşüyor. Okur’a göre büyük bir alim olan İbrahim Efendi’nin Akif’in tercümesinin İhsan Efendi’de olduğundan haberi vardı.
Okur, tercümenin nasıl yakıldığını ise şöyle anlatıyor:
“Ekmelettin ile İbrahim Sabri Efendi’nin rülo halindeki kağıtlara yazılmış tercümeyi alıp benim kaldığım yurda uğruyorlar. Yurttan beni, Emin Saraç Hocaefendi’nin küçük kardeşi Osman Saraç’ı alıyorlar. Osman Saraç, Adalet Partisi’nin milletvekilliğini de yapmıştır. Dört kişi taksiyle İsmail Hakkı Şengüler beyin evine gittik. O da öğrenciydi. Abbasiye diye bir yerde oturuyordu. Ailesi ile birlikte kalıyordu. Çay kahve faslından sonra İbrahim Bey, geliş maksadını açıkladı. Burada bir emanet var. Mehmet Akif’in tercümesi elimizde. Onun vasiyeti gereği, bu tercümenin yakılması gerekiyor. Bunun için senin evini uygun gördük dedi. İsmail Bey de tamam dedi.
İsmail Beyin evinin banyosunda bir leğenin içerisine o kağıtlar konuldu. O yanarken benim de içim yanıyordu. Böyle bir şeyi şahsen istemiyordum. İbrahim Sabri Efendi başımızda diyor ki, “Bu ateş atideki (gelecekteki) bir yangını söndürecek”. Yalnız ben çok üzgündüm. Bir şey yapamıyoruz. Dikkatim devamlı o kağıtların üzerinde oldu.
Tercümenin kopyası da yandı
Bu olay 5 kişinin huzurunda gerçekleştirildi. Açıp bakma imkanı hiç olmadı. Yalnız kağıtlar döküldüğünde orada İhsan Efendi’nin yazısını gördüm. Ben, onun yazısı taklit etmek için uğraşırdım. Çok nefis yazısı vardı. Biz rika diyoruz. Osmanlıca sanırım talik yazısı diyorlar. Kur’an-ı kerim yazısı da mükemmeldi. Onun yazı karakterini çok iyi tanır ve bilirim. O kağıtlar leğenin içindeki kağıtları oradaki arkadaşlardan birisi hava alması için karıştırırken dikkatimi rulolardaki o güzel yazılara takıldı. Hiç gözümü ayıramadım. Yazıların çoğu, İhsan Efendi’nin yazısı idi. İsmail Hakkı Bey sonra orada bir de ciltli kitap vardı dedi. Demek ki ben ciltliye bakamamışım. Üzüldüğüm için dikkatimi sadece yananlar çekmişti.
Ateşte İhsan Efendi’nin yazılarını görünce aklıma şöyle bir fikir geliyor. Rahmetli Akif tercümeyi kendisine teslim ettiğini ve yakılmasını vasiyet ettiğine göre, bu emaneti yerine getirmesi gerekiyordu. Takva ehli olduğu için bunu yerine getirmemezlik yapamazdı. Galiba düşündü ki, ben bu Akif’in tercümesini yakayım. Yakmadan önce kendi yazımla başka kağıtlara çekeyim. Akif’in getirmiş olduğunu emaneti yakayım. Ben de böylece zimmetimi kurtarmış olabilirim diye düşünmüş olabilir. Böylece, Akif’in vasiyetini yerine getirmiş olabilir. Yakmadan önce kopyasını almış olabilir. Ama bugün neticede her ikisi de yanmıştır. Kül olup gitmiştir.
Tercüme bugün olsaydı
5 kişinin huzurunda gerçekleştirilen yakma işlemi sonunda İbrahim Sabri Efendi’nin bu sırrın şahitler arasında kalmasını istediğini söyleyen Okur, bu sırrı saklamak için yemin edilmediğini kaydetti. Ancak 1995’li yıllarda İsmail Hakkı Şengüler’in yazdığı kitapta bunu açıkladığını belirten Okur, “İsmail Hakkı Bey’e niçin böyle bir şey yaptığını sordum.
O da şu cevabı verdi: Ben bunu çok düşündüm. Biz yakılış şeklini ve gerçeği ortaya koymazsak, birisi bir meal tercüme edecek. Akif’in tercümesi diye ondan para kazanacak. Böylece biz vebalde kalacağız. Ben de düşündüm. Gerçekten öyle. Çünkü tercüme piyasasında neler dönüyor. O günden sonra herkese doğruyu anlattım” dedi.
İlahiyatçı Ali İhsan Okur, tercüme bugüne ulaşsaydı en değerli tercüme olacağını söyleyerek, “Çok büyük bir değeri olurdu. Çünkü Rahmetli Akif, coşkulu bir insandı. Kahire’de hep Kur’an-ı Kerime tam manasıyla aşık bir insan olduğunu işittik. İşte o Akif’in tercümesi bugün olsaydı, çok büyük ilmi değeri olurdu. Ve gerçekten, belki de birinci sınıf Kur’an-ı Kerim meali kabul edilirdi” dedi.
|