!!!!!
Merhaba Babur efendi,
Uzun, uzun yazılarından çıkarabildiklerim şunlar, senden farklı düşünenlerin ve batı değerlerine savunanların programlanmış, kullanılan kuklalar ve ucubeler olduğu. Ümmetçi ve laiklik karşıtı olman, tüm Müslümanların birleşerek top yekün batıya ve batı değerlerine karşı çıkıp Osmanlının bir benzeri, belkide özdeşi bir sistemi yaratıp dünyayı İslamlaştırmaları falan.
Ve, Müslüman olanların ve İslam ile yönetilenlerin kutsal oldukları!!!!!
Vallahi Babur efendi benim hiç bir tarafımda ne dinsel, nede batı değerlerinde bir program mevcut. Böyle bir şeyin varlığını ilk defa sizden duymaktayım, hani merak edip benim konumumda olan programlı zavallı insanlar varmıdır diye düşündüm de nezaketten dolayı kimseciklere soramadım, eğer bu konu hakkında derinlemesine bilgilere sahipseniz lütfen aydınlatınız beni. Hani Olurmu, olur Marsa uzay aracı gönderebilen teknolojileri yaratabilenler belki Androitlerde yaratmışlardırlar. Her neyse bu konular benim bireye duyduğum güven ve saygı boyutlarını aşmaktadır.
Bir de Türkçe’min çok bozuk olduğudur, mesleğim Lektörlük ve dil bilimciliği değil, yurt dışında yaşamaktayım ve elimden geldiği kadar yazmaktayım sayın hocam, yüksek aflarınıza sığınırım, lütfen hatalarımı bağışlayın...
Peki bu Osmanlı siyasal İslam devlet yapısı nasıl oluşacak Babur efendi, Osmanlıda ceza yasaları Kadılık sistemine göre düzenlenmiştir, buna günümüzde bir örnek İran mollalar rejimi!!! Eski Afganistan Taliban yönetimi, Şu anki Sudan. Halen büyük bir benzerlik ile Suudi Arabistan. Tüm sistemlerde yönetenler ve yönetilenler bulunmaktadır, Demokrasiler bu her iki kesimin uyum içinde mutlu bir şekilde yaşayabilmeleri için sürekli kendisini yenileyen yaşam biçimleridirler. Bunun en önemli kurallarından birisi Evrensel Sivil Hukuktur. Hukuk Bireyi Devletin baskıcı olabilecek yaptırımlarından korur. Hukuk salt ceza veren değil aynı zamanda koruyandır da...
Sanıyorum biraz fazla duygusal yaklaşmaktasın İslam ülkelerine, bir de başka gözle bakmakta yarar var.
Aşağıda günümüzde çocukları idam eden ülkelerin bir dökümü var, beş tanesi İslam ülkesidir. Buna eski Taliban yönetiminde yaşananlar dahil değildir.
ABD, Çin, Kongo, İran, Nijerya, Pakistan, Suudi Arabistan ve Yemen. Af örgütünün bir bülteninden, İran da erkek çocukları 15 yaşından itibaren, kız çocukları 9 yaşından itibaren idam edilmekteler.
İran da durum daha vahimdir aşağıda kısa bir bilgilendirme.
( Aralık 2004"te BM genel kurulu aldığı bağlayıcı olmayan bir kararda, İran"dan 18"inden küçüklerin idam edilmesine son vermesini istemişti. İran yasalarına göre 15 yaşındaki erkek suçlular ile 9 yaşını tamamlayan kadın suçlular idam edilebiliyor.
AFP, son 4 idamla birlikte bu yıl içinde İran"daki idam sayısının 55"i bulduğunu bildirdi. Ajans, geçen yıl 159 kişinin asıldığını hatırlattı.)
Bakalım sosyal konumda yaşanan adaletsizliğin kısa bir bölümüne.
Toplam 22 Arap ülkesi var, toplam nüfus 280 milyon, her yıl 6 milyon iş arayan oluşuyor, kişi başına gelir Afrika’dan sonra en az gelişen bölge, 280 milyonluk Arap aleminde 65 milyon yetişkin insan var, her iki kadından biri okuma yazma bilmiyor, Suudi Arabistan’da halen kadınların ehliyet alabilmeleri yasak! 280 milyonluk Arap nüfusunun ancak 1,6 sı İnternet’e ulaşabiliyor.
Bu rejimlerin hepsi ülkelerinde yaşayan insanlara, açlık, sefalet, baskı, yoksulluk ve şiddetten başka bir şey vermediler. Vermeye de hiç niyetleri yok, bir din yönetenlerin çıkarları için bu kadar kullanılır Babur efendi. Değişen dünyanın değişemeyen orta çağ diktatörleridir bu rejimleri acımasızca sürdürmeye çalışanlar.
Osmanlıda çok mu farklıydı durum sanmaktasın, Osmanlının tüm geçmişi iç savaşlarla dopdoludur, aşağıda kısa bir döküm bırakıyorum sana.
1- 1519"da Tokat dolaylarında Şeyh Celali"nin öncülüğündeki ayaklanmalar...
2- 1525"te Yozgat"ta Baba Zünnun Ayaklanması...
3- 1526"da Sivas, Amasya, Tokat, Maraş, Adana, Tarsus, İçel bölgelerine yayılan Kalenderoğlu Ayaklanması...
4- 1559"da, Kanuni"nin sağlığında oğulları Şehzade Selim ile Şehzade Beyazıt arasında çıkan kavgada; Beyazıt yandaşlarının dağa çıkması ve medrese öğrencilerinin ayaklanması...
5- 1566"da Kastamonu, Bolu, Samsun"da, medreseyi bitirmelerine karşın iş bulamayan öğrencilerin başlattığı ve halkın da katıldığı geniş ayaklanma...
6- 1581"de Bolu ve Gerede yörelerindeki Köroğlu Ruşen Ayaklanması...
7- 1587-97 arasında Karaman"da Davudoğlu önderliğindeki ayaklanmalar; Batı Anadolu"da Neslioğlu önderliğindeki ayaklanmalar; Antalya yöresinde Şahgeldi önderliğindeki ayaklanmalar...
8- 1598"de Sivas ve Maraş yörelerinde, Karayazıcı"nın başlattığı ayaklanmalar...
9- 1604"te Kastamonu, Çorum dolaylarında Tavil Halil, Karasaid, Marakaş, Kalenderoğlu Mehmet ve Gurguroğlu ayaklanmaları...
10- 1622-1658"de Erzurum"da Abaza Mehmet Paşa ve Abaza Hasan Paşa ayaklanmaları...
11- 1730"da İstanbul"da Patrona Halil Ayaklanması...
12- 1806"da Edirne Ayaklanması...
13- 1807"de İstanbul"da Kabakçı Mustafa Ayaklanması...
14- 1822"de Mora Başkaldırısı ve Yunanistan"ın bağımsızlığını ilan etmesi...
15- 1831"de Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa"nın ayaklanması...
Ben yaşadığım çağdanda, yaşadığım saydam ve şeffaf AB ülkelerinden de memnunum. Dünya değişti, çağ değişti, insan denilen kavram değişti, insan aslına dönmekte, düşünen ve yaratan insan özüne dönmekte AB ülkelerinde, bu dönüşümde en çok zorlananlar, mesleksiz olan, dönüşümü kavrayamayan, paralel toplulukları benimseyen çoğunluğu İslami topluluklardan oluşan getolarda yaşamaya çalışan kesimdir, artık AB ülkelerinde kol gücüne ihtiyaç kalmadı, beyin gücüne ihtiyaç var, buda eğitimden, yaratıcı benlikden ve evrensel bakıp, evrensel düşünebilmekten, özgün bir birey olmaktan geçiyor, bu her milliyetten her kes için aynısı söz konusu. Buna ayak uyduramayan çağın ruhunu kavrayamayanlardır.
Evet, Ulus Ve Devlet dönemide tamamlanmakta. Dünya dünya vatandaşlığına doğru açılmakta. Sana bu konuda ilginç bir makale bırakıyorum, belki bir yararı olur.
Ulus – devleti bitiren yedi sebep
Profesör Peter Drucker, “Kapitalizm Sonrası Toplum” adlı eserinde, “Ulus-devlet” kavramını uzun uzun inceledikten sonra, bir yerde şöyle yazar:
“... son yıllarda -belki 1970’lerden sonra- ulus-devlet dağılmaya başladı. ‘Egemenlik’ kavramının bütün anlamını yitirdiği kimi kritik alanlarda zaten saf dışı olmuştu. Artık hükümetlerin karşı karşıya olduğu yeni sorunlar, yalnızca ulusal, hatta uluslar arası girişimlerle çözülmesi artan ölçüde olanaksız hale gelen sorunlardır. Yeni meydan okumalar kendi ‘egemenlik’lerine sahip ulus-ötesi organlar gerektiriyor. Bölgecilik de ulus-devleti artan ölçüde kenarda bırakıyor ve içerde de kabilecilik ulus-devletlerin altını oyuyor.”
Drucker’e göre, ulus-devlet kavramını hırpalayan ve gittikçe güçsüzleştiren yedi önemli olgu var.
Bunun ilk sırada yer alanı tabii ki, artık “paranın kontrolü”. Daha önce “egemenlik” paranın kontrolü ile neredeyse özdeş iken, bugün hiçbir merkez bankasının tek başına kontrol edemeyeceği bir para akımı söz konusu.
Ulus ötesi piyasalarda alınıp satılan para miktarı, ulusal ve uluslararası işlemleri finanse edecek miktardan çok daha fazla.
Para akışına “egemenlik” kavramı hiçbir şey yapamıyor.
Çünkü artık “paranın vatanı yok”.
Ulus-devleti güçsüzleştiren ikinci olgu ise, aynı para gibi, denetim dışı dolaşan “enformasyon”.
İletişim araçlarının gelişimi, çanak antenlerden, fakslara kadar müthiş bir teknoloji, haber akışını, ulus-devletlerin kontrol edemeyeceği hale getirdi.
Haber akışı da, para gibi, sınırları aştı. O da vatansız hale geldi.
Ulus-devlet kavramının boyunu aşan bir üçüncü gelişme de, çevre.
Çevre sorunu, şimdiden ulus-devlet boyutunu aşarak, uluslar arası bir örgütlenmeyi dayatır oldu.
Çünkü, insanlığın serası olarak bilinen atmosferin, gene insanlığın ciğeri olan tropik ormanların, okyanusların, su ve havanın kirlenmesi, herkesin sorunu.
Çevre kirliliği de, para ve enformasyon gibi, ulus-devlet yoluyla başa çıkılabilecek sınırların ötesindedir.
Para ve enformasyon gibi, çevre sorunu da ulus-devlet anlayışının dışında, yeni bir örgütlenme ve düzenlemeyi zorunlu kılan olgulardan. Ve eski kalıpları aşarak yeni örgütlenme biçimlerini dayatan bir sorun.
Terör de uluslararasılaştı..
Çok küçük bir grubun, koca bir ülkeyi alt üst edebileceği anlaşıldı.
Terörizm, bir zamanlar, bazı devletler tarafından, diğerlerini huzursuz etmek için kullanılırken, artık kontrol dışına çıkabiliyor.
Evrensel terör, tüm dünyanın tehdidi haline gelerek, egemenlik ötesi bir kimliğe bürünüyor.
Eski alışkanlıkları ve çare mercilerini aşarak ortaya çıkan bir beşinci olguysa silah.
Silahların kontrolü ile “egemenlik” kavramı çelişir hale geldi.
Halbuki, silahlanma tüm dünyayı tehdit ediyor.
Tüm dünya ve insanlığı tehdit eden silahlanma ve var olan silahların kontrolü, insanlığın karşısında heyula gibi duran tehditlerken, ulus-devletlerin egemenlik anlayışı bu çelişkinin çözümünü zorlaştırıyor.
Bu soruna çare bulunurken, ulus-devlet egemenliği de aşılacak.
Altıncı olgu, dünya gündeminde giderek alevlenen bölgecilik konusu.
Drucker, bölgeciliğin “ekonomik nedenlerini”, bilgi çağının bir gerçeği olarak görür. Ve bunu şöyle anlatır:
“Yüksek teknolojili sektör klasik, neoklasik ya da Keynesyen iktisadını arz-talep denklemlerini izlemez. Bu teorilerde üretim maliyeti üretim hacmiyle düz orantılı olarak artar. Buna karşılık yüksek teknolojilerde üretim hacmi arttıkça üretim maliyetleri hızla düşer.
“... Bunun önemi, yüksek teknolojili bir sektörün her türlü rekabeti ortadan kaldıracak şekilde gelişmesinin olanaklı olmasıdır. Bu bir kerede gerçekleşince, yenilenen sektörün bir daha geri gelme şansı hemen hemen hiç kalmaz, varlığı sona erer. Öte yandan yüksek teknolojili sektör yeterli rekabete ve meydan okumaya sahip olmalıdır, yoksa büyüyüp gelişemez. Tekelleşir ve tembelleşir, kısa sürede gereksizleşir. O nedenle, bilgi ekonomisi oldukça büyük bir ulusal devletten bile daha büyük ekonomik birimlere ihtiyaç duyar; yoksa rekabet edemez. Ama aynı zamanda sektörün korunmasına ve öteki ticaret bloklarıyla korumacılık ya da serbest ticaretten çok karşılıklılık ilkesi temelinde ticarete ihtiyaç duyar. Bu, bölgeselleşmeyi kaçınılmaz ve geri döndürülemez kılan, geçmişte örneği görülmedik bir durumdur.”
Drucker, bu yaşam gerçeğinin, ulusal hükümetleri kenarda bırakan ve artan ölçüde önemsizleştiren bölgesel hükümet organları ile aşılacağını iddia eder.
Ulus-devlet zayıfladıkça, ulus kavramının yerini daha küçük birimlerin alma ihtimali artıyor. Drucker, buna kabilecilik adını veriyor.
Buna Amerika’dan örnek vererek açıklıyor. Eskiden Amerika’nın çeşitli grupları eriten bir kazan olduğunu, bugün ise Asyalı, siyah, kahverengi ya da beyaz, katolik veya budist olsunlar, herkesin kimliğini koruyarak, Amerikalı olmaya zorlanmadıklarını anlatıyor.
Eski ulus-devlet büyüklüğü ve anlayışının, farklı gruplara fayda sağlamadığı için herkesin ulusal kimlik dışındaki özelliği öne çıkıyor.
Drucker, bu gelişmenin de, yedinci ve son olarak ulus-devlet kavramının altını içten oyan bir olgu olduğunu söylüyor.
Dünya “bilgi çağının” yeni örgütlenme modelleri üzerine fikir geliştiriyor, öngörü yapıyor...
Dünya ile zıtlaşmak yerine, nereye gidildiğine baksak, işler çok kolaylaşacak...
14 Haziran 2002, Cuma
Selamlar Babur efendi…
|