Einzelnen Beitrag anzeigen
  #25783  
Alt 19.10.2005, 18:15
unknown
 
Beiträge: n/a
Standard Demokrasi ve Islam

el-Cabiri, “Kur’an ve Sünnet’te yönetim sorununu düzenleyen hukuki bir nas yoktur ve bu temelde içtihadi bir sorundur Her ictihadi sorun gibi burada da ictihad şartlara ve faydalara bağlı olarak değişmeye uğrar” tespitine bizde katılıyoruz. İslam, yöneten yönetilen ilişkisinde belirli bir şekil ve model önermemiştir, Müslümanlar her dönemde ihtiyaçlarına, şartlarına en uygun şekli geliştirebilmişlerdir.

O halde, “o halde İslam düşüncesi etrafında kendi modelimizi oluşturabilmemiz için yeni bir okumaya ihtiyaç vardır” Nitekim el-Cabiri, buna dair “bir okuma” yapıyor ve yönetim meselesini düzenleyen “bir nas” olmadığını şöyle delillendirmektedir.

1. İlk dört Halifenin tayini için kanunlaştırılmış tek bir yolun kabul edilmemesi ve her halifenin farklı yöntemlerle seçilmesi.

2. Yöneticinin yönetim süresinin belirlenmeyişi. Nitekim hz. Osman döneminde büyük sorun olmuştur.

3. Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın halife olarak kabul edildiği zaman yöneticinin görevlerinin belirlenmeyişi.

O halde, İslam siyasal düşüncesinin yeniden kurulması için Muhammedi davet döneminde çıkarılacak temel ilkeleri güncelleştirerek “okumaya başlamak” gerekmektedir.

İslam’ın temel ilkeleri ve Demokrasi

el-Cabiri, bu ilkeleri şöyle tespit ediyor:

1) Onların işleri aralarında şu’ra iledir.,

2) İş konusunda onlara danış,

3)Dünya işlerinizi benden daha iyi bilirsiziniz,

4)Hepiniz çobansınız ve güttüğünüzden sorumlusunuz

İslam şiarını yükselten siyasi hareketlerden bazılarının modern demokrasiyi önemsememelerinin hiç bir mazereti olmadığını belirten Cabiri, “demokrasi” teriminin içeriğini “şu’ra” teriminden hareketle kısmen belirlemektedir.

Bunun için öncelikle serbest demokratik seçimle şu’ranın uygulanma biçiminin belirlenmesi, zorunludur. Sonra cumhuri sistemde “devlet başkanı”nın görev süresinin belirlenmesini gerekmektedir. Akabinde yaşadığı Fas’ın kraliyet sistemini benimsediğinde olsa gerek, hem kralcı, hem de Cumhuriyetci rejimlerde, yürütme erkine ait görevlerin parlamento önünde sorumlu hükümetlere verilmesini şart koşar. Son olarak, Devlet, hükümet ve millet meclisi başkanlarının görevlerini, iktidarın biricik kaynağı yapacak biçimde belirlemek lazımdır. Ona göre, bunlar olmadan çağımızda “şu’ra”yı uygulamak mümkün değildir

Görüldüğü üzere burada Cabiri, demokrasi (A) ile şu’ra (B) arasında bir özdeşlik kurmaktadır.

Demokratik yönetim şu’ra yönetimidir.(A’ B’dir)

“İslam, şu’ra’dır. ( C B’dır);

O halde İslam demokrasidir. (A, B’dir,)

Diğer bir ifadeyle “İslami Demokrasi uygulanabilir” Bu şekilde yapılan mantıksal bir çıkarım geçerlidir.

Fakat burada zaten ilk öncülde var olan bir hüküm çözümlenerek sonuç olarak verilmesi vardır. Bu çıkarımın geçerliliği onun doğru olduğu anlamına gelir mi? “A A’dır” şeklinde verilen bu özdeş önerme bir totoloji değil midir? Bu mantıksal çıkarımı çelişmezlik ilkesinden türetilen“akıl doğrusu” çerçevesinde doğruluğunu göstermek istersek, bu önermenin karşıtını (değili ya da çelişiğini) göstermek lazımdır. Önerme eğer çelişki içeriyorsa, doğrudur. Zira bunun akıl doğrusu olarak verilmesi için zorunluluğu ve karşıtının da imkansızlığı gösterilmelidir.

Bir başka ifadeyle, ilk öncülde verilen önermenin, yukarıda “demokrasi” hakkında sorduğum soruları karşılayacak bir şekilde tahlili yapılmış mıdır? Sadece iştişare/şu’ra ile demokrasiyi meşrulaştırmak, demokrasinin biçimselliğinin taşınması demek değil midir?Halbuki bu iki kavramın birbirlerine nisbet edilmesinin gerçekleşmesinin bilgisel şartlarını ortaya koyması gerekirdi.

Şu’ra; dolayısıyla istişare zorunludur, ama bunun nasıl yapılacağını Müslümanlara ve yöneticilere bırakmıştır. Dolayısıyla şu’ra meclisine (ehl-i hal ve’l-akd) bugünkü terminoloji ile parlementoya seçimle getirilebilir: bunun yanı sıra devlet yönetiminde belirli görevlere ehil olan fazilet sahibi kimseler, taşıdıkları nitelik ve sahip oldukları birikimlere göre doğrudan şu’ra meclisine ya da senato adıyla atanacaklar mıdır. Vahyi bilgiyi temel almasıyla yasamada bir sınırlılık yok mudur? Ya da hangi konular istişare (danışma) dışında kalmaktadır.

Kur’an ve Sünnet’in zahiri naslarından birinin bulunduğu kesin meselelerde ve bunlara ters düşecek veya şeriat esaslarının dışına çıkılacak herhangi bir meselenin istişare ile neticelenmesinde, şu’ranın işlevi olmadığı belirtilmektedir. Hakkında kesin nas bulunmayan meselelerde içtihadi kaynakların ürünü olan örfi hukuk esas alınır, diyerek bu sorun aşılabilir, ama bu takdirde devlet başkanı ile şu’ra arasında görüş farklılıkları ortaya çıkarsa ne olacaktır?

Üstelik “seçim” kavramın günümüzdeki işlevselliği ve temsil oranı nedir? Toplumların nasıl işleyeceği konusundaki önemli kararları gerçekten biz; yani halk mı alıyoruz, yoksa genellikle gözlerden uzak duranlar mı?

Bu sorular oldukça önemlidir, zira, İllich’in ifadeleriyle söylemek istersek, “siyasetin sararıp solduğu, profesyoneller tarafından idare edilen seçmelerin ihtiyaçlarının listesini tespit hakkını teknokratlara terk ettiği “körelten meslekler döneminde” yaşamaktayız. Bu dönemde birey, neye ihtiyacı olduğunu belirleme hakkından feragat etmiş, bu hakkını kullanan tekelci oligarşilerin oyuncağı haline gelmiştir. İnsanların ”sorunları”, uzmanların ise “çözümleri” vardır. Profesyonellerin her şeyi bildiği ve her şeye kadir olduğu yolundaki toplumsal kabul, ya faşizmin yeni bir türü olan siyasal bir inanca; ya da neo-prometyan yapının tarih sahnesine bir kez daha çıkmasına neden olacaktır. Her iki durumda ölümcül saçmalıkla sonuçlanacaktır.”

Bu durum, totalitarizmin faşist Hitler ve komünist Stalin rejimlerine eş kılınarak, sanayileşmiş toplumların bu ortak ayırt edici özelliğinin gözden kaçması ve sanki artık bir daha ortaya çıkmayacağını düşündürmektedir. Yoksa liberal demokratik bir rejimde, dünyaya ilişkisin fikirlerimizin statüs qou’nun ya da tanımlanabilen başka çıkarların değer ve ideallerini yansıtmak üzere denetlendiği ve ambalajlanarak sunulduğunu kim inkar edebilir?

Dolayısıyla totalitarizm, kitlesel sanayi medeniyetin bir olgusudur; ve maalesef, yakın dönemde neden totalitarizmin ağına düştüğümüzü açıklayacak bir teoriyi henüz daha oluşturamadık(!) Bu nedenle gelecek hakkında kurgulanmaya çalışılan bir siyaset teorisinde zorunlu olarak totalitarizmden kaçınmanın yollarını da düşünmek zorundayız



20. yüzyıla iki dünya savaşı yaşadığı ve ihtilalci kışkırtmalar sürekli olarak yaygınlaştığı için “bunalım yüzyılı” denmektedir. Böyle bir asırda “modern toplum” diye sunulan şey, bir “çelişkiler bütünü” olarak sürekli bir değişim içindedir, fakat gelişmesini tamamlamış durağan bir toplum olarak tahlil edilmeye ve benimsettirilmeye çalışılması bir ikilemdir.

Üstelik, tarihte, bir toplumun geçirdiği evreleri ve kazanımlar, evrensel bir tarih anlayışı çerçevesinde diğer toplumlarında geçirmesi beklenemez. Dolayısıyla da “demokratikleşme” ile batılı bir anlamda “modernleşme” arasında özdeşlik kurmak tutarlı/doğru değildir. Zira “demokrasınin olabilirliği, insanların kendi iradelerini karşılıklı ve kısıtlanmamış, çarpıtılmamış bir iletişim içinde belirlemelerini ve bu belirlenmiş ifadelerin kamusal kararları etkileme gücüne sahip olmalarını gerektirmektedir.”

Modern toplum, bu anlamda, gereken söylem alanlarının ayrıştığı bir örgütlenmeye sahip olabilir. Bu ifade, modern toplumun “geleneksel toplum” diye nitelendirilenden daha fazla “aydınlaması” anlamına gelebilir. Fakat bu da, modern toplumun demokratik ideali gerçekleştirmiş bir örgütlenme tarzı olduğu anlamına gelmez.

Son söz olarak, pozitivist bilgi anlayışı üzerine kurulu modernleşme kuramının doğal sonucu olarak demokrasi, siyasal düzenin meşru bir temeli olarak görülmektedir. Bu, modern çağın bütün dünyada bir görüngüsüdür. Bu nedenle herhangi bir Batı ülkesindeki liberal-demokratik siyasal sistemi “nesnel gerçeklik” olarak idealleştirmenin ve evrenselleştirmenin doğru olmadığını belirtmek istiyoruz. Çünkü insanlığın doğası gereği, her deneyim farklı olacaktır. Bu farklığı veren ise yerli temellerin farklı olmasıdır.

Bunun yerine, her somut tarihsel-toplumsal oluşumun kendi özgüllüğü ve rasyonalitesi içinde farklı yöntemlerle demokratik davranışları içselleştirmiş adil ve iyi bir toplum projesini gerçekleştirebilecek olan bir sistemi savunan eleştirel teorinin daha tutarlı olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bu teori, temelde liberal demokrasilerin kolayca faşist veya bürokratik yönetimlere dönüşmesine, bürokratik akılcılığın tepeden aşağıya indirilmesine, büyük ölçüde de pozitivist anlayışa bir tepkidir.

Burada kültürel sürekliliğimizi sağlayan yerel değerlerin yanı sıra evrensel değerlerin; yani insanlığın birikiminde de göz önünde tutulması gerektiğinin de idrakindeyiz. Dünya tarihinin yaklaşık bin beş yüz yıllık birikiminin özel ve özgün bir kısmına sahip olarak, genel hususlardan da haberdar olarak bugüne cevap verebilecek siyaset modelini (isimlendirmelere takılmaksızın) oluşturabiliriz. “İsimlendirmelere takılmamak” önemlidir, zira eğer “demokrasi” terimini tüm vatandaşların her an siyaset oluşturulmasına katılımı sağlayan bir siyasal sistem olarak idealleştirmek, dünyadaki ülkeler arasında hiç demokratik yönetim olmadığını kabul etmek demektir.

Bunun teminatı ise, Kur’an’ın şu’ra emrinin tekabülü diyebileceğimiz demokrasi ilkesi zaman zaman kırılmasına rağmen, özellikle Sünni İslam’ın teoride bile olsa, devlet başkanın seçimi ve yönetiminin biat yoluyla halk tarafından kabulü ilkelerinden hiç bir zaman vazgeçmemesidir. Bu yüzden son tahlilde, dünyanın her hangi bir bölgesinde, dönemin gereklerine, o ülkenin insanlarının kültür durumuna, siyasi şartlarına, zamanın ve coğrafyanın getirdiği imkan ve zorunluluklara göre, yönetim modeli geliştirilebilir.

Bu bağlamda demokrasinin benimsenmesi Batı’yı “meşrulaştırma” değil, gerçek bir yeniden keşif olarak da görülebilir. Batılı demokrasi ile yöntemde bazı farklılıklar gösterse bile, gayelerindeki benzerlikler dikkate alınarak birbirinden istifade edebilirler. Tabii bu istifade, Hasan Turabi’nin ifadesiyle söyleyecek olursak, eğer Batılılar, demokrasinin “Müslüman bir çocuk doğurmasına” müsaade ede(bili)rlerse gerçekleşebilir. Çünkü hala Batı’da bir çok kişi için “islami demokrasi” kavramı lanetli olarak görülmektedir.

Özellikle Türk-İslam filozofu Farabi’den bu yana, geleneğimizde, “hürriyet”, “eşitlik” ve bunların koruması üzerine haklılığını kazan “otorite” kavramlarına sahip olması hasebiyle “erdemli devlet”e en yakın “cahili devlet “ türünün “demokratik devlet”(el-Medinetu’l-Cemaiyye) olduğu fikri bu istifadeyi kolaylaştırmıştır da diyebiliriz. Bunun için kültürümüzde yönetim-yönetilenlere dair metinleri diğer metinlerle karşılaştırmalı olarak (içerden)okuyarak bir nevi nassın ontolojisini yapmak gerekmektedir.

Bu sayede Erdemli Bir Yönetimin en azından İslami Bir Demokrasinin oluşturulmasından söz edilebilir, ama bu kesinlikle taklit değildir. Çünkü bu demokrasi ne halka idareciler tarafından verilen bir ihsandır; ne de Devlet Başkanıyla Millet arasındaki bir sözleşmenin sonucudur, tam tersine İslam’ın kabul ettiği hak ve yükümlülüklerin zorunlu bir neticesidir. Zira dini sosyal bir hadise olarak anlamak, onu siyasi bir terminoloji içinde anlamak demektir. Fakat yükümlülüklerin yerine getirilebilmesi için öncelikle hakların (hukuk) ; yani temel ihtiyaçların karşılanması gerekir. Bu yapıldığı zaman toplumsal bilinç gelişir ve vatandaş, yükümlülüklerini yerine getirebilir. Eğer insanların maddi ve manevi varlığını geliştirecek olan haklarını devlet gerçekleştirmezse, hiç kimse üzerine düşen vazifeleri yerine getirmez.