Einzelnen Beitrag anzeigen
  #14243  
Alt 04.04.2005, 17:49
Benutzerbild von akshalil
akshalil akshalil ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard Islam Terakkiye engelmidir(2)

Oktay Özel

Bilkent Üniversitesi Edebiyat, Kültür ve Toplum Seminerleri programı çerçevesinde “İslam ve Modernite” konulu konferans dizisinde Türk Edebiyatı Bölümü’nün değerli hocası, şair ve mütefekkir Hilmi Yavuz 25 Şubat 2004 tarihinde bir konuşma yaptı.

19. yüzyılda islam dünyasında ve Batı’da tartışıldığı şekliyle “İslam terakkiye mâni midir?” başlığı altında yaptığı konuşmasında Hilmi Yavuz, tartışmanın ortaya çıkışında önemli katkısı olan Ernest Renan’ın İslam’ın ilerlemeye engel oluşturduğu yolundaki tezinden yola çıkmıştır. Konuşmasını bu tezin yanlış ve temelsiz olduğu görüşü üzerine kuran Hilmi Yavuz, bu düşüncesini geniş bir yelpazeden derlediği örneklerle açmıştır. Renan’ın “terakki”den esas olarak bilimsel düşünceyi kast ettiğini belirten Hilmi Yavuz, dolayısıyla kendi argümanını da bu temel üzerine inşa etmiş, İslam’ın bilimsel düşüncenin üzerinde geliştiği iki temel ile, yani akıl (rasyonalite) ve seküler düşünceyle esasen bir sorununun olmadığını, dolayısıyla İslam ile bu ikisi arasında temel bir zıtlıktan bahsetmenin yanlışlığını vurgulamıştır.

Hilmi Yavuz bu argümanını 13. yüzyıldan önceki bir kaç yüzyıllık dönemde İslam dünyasında şahit olunan canlı fikri gelişmenin ve felsefi düşünce üretiminin temel aktörleri ve okullarının yaklaşımlarında “akl”a verilen önem üzerine kurmuştur. Özellikle bir döneme damgasını vuran ve kimi Abbasi sultanlarını da etkisi altına alan Mu’tezile akımıyla, Meşşaîler ve Eş’ari kelamının akıl bağlamında bir sorun yaşamadıkları ve aklı “şeriat”ın uzlaşmaz karşıtı olarak görmedikleri, bu ikisini “te’vil”de yani bağdaştırma konusunda hiç de zorluk çekmediklerini vurgulamıştır. İslam düşünce ve felsefe tarihinin bu nisbeten istisnai döneminin 13. yüzyıldan itibaren büyük ölçüde sona ermesinin ise (ki, bunun yalnızca Sünni İslam dünyası için geçerli olabileceği yolundaki iddialar bir yana bırakılırsa) ise, Grunebaum’a atıfla, siyasi ve dinî elitin “cemaatin tahkimi ve korunması” kaygısından hareketle içine girdikleri bir çeşit muhafazakârlıkla izah edilebileceğini ileri sürmüştür.

Konuşmasını sık sık İslam düşünürlerinden ve Kur’an’dan alıntılarla da zenginleştiren Hilmi Yavuz, bir bölümü teknik sayılabilecek daha alt temalar ve tartışma düzlemleriyle de boyutlandırdığı temel argümanını; İslamın ilerlemeye mani olduğu tezini savunanların bu düşüncelerinin temelsiz olduğunu, tekrar vurgulayarak konuşmasını bitirmiştir.

Hilmi Yavuz’un, bu konferans dizisinde dikkatleri çokça ihmal edilen düşünce ve felsefe boyutuna taşımakla bu tartışmaya çok anlamlı bir katkıda bulunduğunu belirtmek gerekir. Konuşmasını takip eden canlı tartışmaların içeriği de bu tür konferansların ne kadar büyük bir boşluğu doldurduğunun güzel bir göstergesi olmuştur.

Tartışmalar sırasında da kısmen dile getirdiğim gibi, “İslam”ın akıl ve seküler düşünceyle, ya da bilimsel düşünce ile ilişkisinin Hilmi Yavuz’un vurguladığı ölçüde sorunsuz olmadığı düşüncesindeyim. Hatta Tanrı merkezli bir evrenin “küllî” bilgisiyle (vahy) kendini ortaya koyan dinlerle (tabii ki konumuz bağlamında da İslam ile) özgür akıl (ya da aklîlik) üzerine inşa edilmiş seküler bilimsel düşünce arasındaki ilişkinin, bu iki alanın farklı doğaları itibariyle temelde problemli bir ilişki olduğu kanaatindeyim (ki Hilmi Yavuz da bu ilişkinin tamamen problemsiz olduğunu düşünmediğini belirtmiştir). Kaldı ki, Hilmi Yavuz’un örneklerini aldığı dönemde, yani 9-12. yüzyıllarda dahi vahy ile aklı uzlaştırmayı deneyen düşünürlerin son kertede, vahyin temel dogmalarıyla ters düşmesi durumunda aklın küfre götüreceğine hükmettikleri de bir gerçektir. Bu konuda diğerlerinden hiç de farklı bir tutum sergilemeyen İbn Rüşd’den daha öteye gidilebileceği hususunda ciddi kuşkularım var. Onun yaptığı giderek muhafazakârlaşma eğilimi içine giren İslam dünyasında akla olabildiğince geniş bir yer açmaya çalışmaktı. Ancak, bir dinleyicinin de dile getirmeye çalıştığı gibi, bu konuda Gazali belki de ondan daha tutarlı bir akıl yürütmeyle aklı vahyin önünde en hafif ifadeyle gereksizleştirmiştir. 13. yüzyıldan itibaren İslam dünyasında kapandığı ileri sürülen “içtihat kapısı”nda Gazali faktörünün etkisi hep tartışılagelmiştir. Ancak bunun yanında vahy ile akıl arasındaki ilişkinin problemli doğasının, kendi kaçınılmaz sonucunu doğurduğu da rahatlıkla ileri sürülemez mi? Devir değişmiş, birileri de bu ilişkiyi farklı yorumlamıştır. Hilmi Yavuz’un konuşmasının ana ekseninin kendi içinde tutarlılığını teslim etmek gerekir. Ancak aynı derecede tutarlı ve anlamlı bir tartışma Hilmi Yavuz’un çokça vurgu yaptığı Mu’tezile “akl”ı ile Meşşaî “hikmet”inin vahy karşısındaki sınırları üzerinden de yapılabilir ve böyle bir tartışma bizi pekala farklı bir sonuca götürebilirdi.

Tam da bu bağlamda bir başka nokta önem kazanıyor: “İslam”dan ne anlıyoruz? Ya da ne anlamak gerekir? Hilmi Yavuz “terakki”den ne anladığını, ya da Renan üzerinden ne anlaşılması gerektiğini açıklarken bu hususu da bir şekilde netliğe kavuşturmalıydı diye düşünüyorum. Konuşmasının bütününden ortaya çıkan, Hilmi Yavuz’un İslam’dan, kurumsallaşmış dini, bu dinin Vahyi bilgisinin kaynağı olan Kur’an’ı ve onun imanı emreden postulalarını değil, hâkim dinin İslamiyet olduğu dünyada bir dönemde yaşamış kimi düşünürlerin ve düşünce okullarının İslam adına ortaya koyduğu kimi yorumları anladığıdır. Çıkış noktası bilimsel düşünce olunca, Hilmi Yavuz’un felsefi ve bilimsel düşünce düzleminden İslam’ı ele alması anlaşılır bir şeydir. Ama buradan yola çıkarak herşeyden önce bir “din”i ifade eden “İslam” adına sonuçlar çıkarmanın ne derece geçerli olabileceğı sorusu ortada kalmaktadır. Hilmi Yavuz’un tercih ettiği düzlemden giderek şöyle bir soru da sorulabilir: İslam adına aklı meşrulaştıranla, İslam adına onu küfür sayan arasında ne gibi bir niteliksel fark vardır? Ya da, bunların birini diğerinden daha doğru ve meşru varsayacak bir kriterimiz var mıdır? Soruyu daha da ilerletirsek; İslam adına konuşanların geliştirdiği “yorum”lardan hareketle tam olarak tanımlamadığımız “İslam” üzerine hüküm vermek ne derece mümkündür? Bu sözlerimden İslam ile ilerleme arasında Hilmi Yavuz’un düşündüğünün aksi yönde bir ilişki kurduğum sonucu çıkarılmamalı. Sadece Hilmi Hoca’nın tartıştığı zeminin de bu ilişkiyi açıklığa kavuşturma konusunda sanıldığı kadar güvenilir olmayabileceğine dikkat çekmek istedim. Burada asıl sorun belki de bir evren telakkisi getiren ve buna imanı emreden dinlerin doğasında olabileceği kadar, onların tarihsel süreçte dönemden döneme farklılık gösteren kullanım değerinde, yani farklı araçsallaştırma ve kurumsallaştırma (=toplumsallaştırılma) pratiklerindedir. Bir de bunlarla sıkı sıkıya bağlı olarak ortaya çıkan farklı yorumlarındadır. Belki de bu pratiklerin ve yorumların insicamsız karmaşasıdır İslam’ı tanımlama güçlüğü yaratan; ve tabii ki onun adına bizlere birbirini nakzeden şeyler söyleyebilme imkanı ve özgürlüğü veren.

Hilmi Yavuz’un derin bilgisi ve muhakemesinin bu sorulara yönelik tefekkürü de içerdiği şüphesizdir. Bir konferansın asıl değerinin dinleyiciyi de içine çekme, tefekküre ortak etme gücünde yattığını varsayarsak, belki de yukarıdaki soruların (ve tabii ki konuşma sonrası diğer dinleyicilerin sorduklarının da) ortaya çıkmasına vesile oluşunun mutluluğuyla yetinmek zorundayız. Hilmi Yavuz’un kendi bağlamı içinde hayli aydınlatıcı konuşması bu bakımdan mükemmel bir başlangıç olmuş, en azından ne kadar güncel ve yakıcı olursa olsun kimi “hassas” konuların ciddi entelektüel birikimler üzerinden mugalatanın ötesinde de tartışılabileceğinin iyi bir örneğini ortaya koymuştur. Konferans düzenleyicilerine de her daim mütefekkir Hilmi Yavuz Hocamıza da bin teşekkür.