Black Stockings 1899 Istanbul
FUTBOL YASAĞINDAN DÜNYA ÜÇÜNCÜLÜĞÜNE
İLK TÜRK FUTBOLCUSU FENERLİ FUAD BEY’Dİ ...
1900‘lü yılların başında Kadıköy‘de oturan James Lafontaine adındaki İngiliz olmasaydı, Osmanlı tebası belki futbol topuyla daha geç tanışacaktı. o zaman da Galatasaray’ın kuruluş yılı 1905, Fenerbahçe‘nin kuruluş yılı 1907 olmayacaktı. Belki renkleri, belki isimleri bile başka başka olacaktı.
Ya da o zamanın Kadıköy‘ünde, James Lafontaine adlı futbol hastası yerine George Brown adında bir çim hokeyi meraklısı başka bir İngiliz yaşasaydı belki de bugün milletçe başka bir spora aşık olacaktık. Hintliler ya da Pakistanlılar gibi.
Futbolu bağrına sokan İngiliz James Lafontaine, 1900‘lü yılların başındaki hallerini şöyle anlatıyor:
„Biz üç beş İngiliz Moda çayırında bu işe başladık. Ancak iki takım kuracak sayıda oyuncumuz vardı. Aynı insanlarla oynamaktan canımız sıkılıyordu. Lakin Türk gençlerini bu işe teşvik etmekten de korkuyorduk...“
Acaba neden korkuyorlardı? Türk gençlerinin kuracağı takıma yenilip millete rezil rüsva olmaktan mı? Yoksa maç sırasında aşka gelecek seyircilerden dayak yemekten mi?
FUTBOL YASAK
Devir Sultan İkinci Abdülhamid Efendimizin devri. Padişahımız, halifemiz iyidir hoştur da biraz vehimlidir. Ahalinin „futbol bahanesiyle“ dahi olsa yan yana gelip, kalabalık teşkil etmesinden hoşlanmaz. „Nerede çokluk orada şeylik...“ politikası güttüğünden, Müslüman ahaliden üç dört kişinin yan yana yürümesini bile yasaklamış.
İşte James Lafontaine‘i korkutan şey bu. Türk gençlerini futbola alıştırayım derken başının belaya girmesinden çekiniyor. ö yüzden de maçlarında Türk gençlerini oynatmıyorlar. Ama boş bir tedbir bu. olimpiyat oyunlarının yapıldığı stadyumun önünde „kokoreç satmayı planlayacak kadar“ gözü kara girişimcilere sahip bir milletin çocuklarını, Abdülhamid‘in yasakları durdurabilir mi?
Durduramamış nitekim...
İngilizlerin, Rumların aralarında futbol oynadığı, Kuşdili, Moda, Papazın çayırı, Bakla tarlası, Taksim Kışlası gibi yerlere biriken Müslüman ahali „Bu ne iştir...“ deyip maç seyretmeye başlamış. Seyrettikçe de iştahlanmış. Yerinde duramaz olmuş. ö vakitler bugünkü gibi tribünlü, tel örgülü sahalar yok. Futbol sahası dedikleri yer dört tarafı açık alanlar.
James Lafontaine İngiltere‘ye döndükten sonra Daily Mirror‘da yayımlanan hatıralarında bu durumdan şikayet ediyor:
„Maçın olmadık bir yerinde, kafasında fesiyle bir Türk seyirci dalar, yakaladığı topu tekmeleyip havaya dikmeye çalışırdı. Bu yüzden maçlarımız sık sık kesintiye uğrardı. Bu futbol heveslilerini durduracak bir polis kuvveti bulunmadığından çok sıkıntı çekerdik...“
FUAD HÜSNÜ BEY
Ergun Hiçyılmaz‘ı tanırsınız. Hem iyi bir tarihçi hem iyi bir arşivci hem de sıkı Fenerlidir. 1992‘de yayımlanan „Türk Futbol Tarihi“ adlı çalışmasının birinci cildinde, Türklerin futbol hevesini örnekleri ile naklederken ilginç bir şahsiyeti tanıtıyor. ilk kez futbol sahasına çıkan bir Türk‘ten, Fuad Hüsnü Bey‘den söz ediyor.
Abdülhamid‘in donanmasının amirallerinden Hüseyin Hüsnü Paşa‘nın Mekteb-i Bahriyesi‘nde (Deniz Harp Okulu) okuyan oğlu Fuad Hüsnü Bey bilinen ilk futbolcumuz.
Fuad Hüsnü Bey mükemmel İngilizce konuşabildiği için Moda‘daki İngilizlerle ahbaplık ediyor. o zaman İstanbul’da futbol topu da yok, futbol malzemesi satan bir yer de.
Fuad Hüsnü Bey, İngiliz ahbaplarından bir top tedarikleşip başlıyor üzerinde tepinmeye. Kah boş bir arsa bulup peşinden koşuyor kah bir duvarın karşısına geçip durmadan şut atıyor.
Papazın çayırı mevkiindeki bir okul duvarını futbol topuyla dövmekte olan Fuad Hüsnü‘yü yakın arkadaşı Reşat Danyal Bey görüyor. önce hayretler içinde bir süre seyrediyor. Sonra yanına sokulup soruyor:
- Hayırlar ola Fuad. Duvarı yıkmaya mı çalışıyorsun?
Fuad Hüsnü, yakın arkadaşı Reşat Bey‘e önce derdinin duvarı yıkmak değil de futbol talim etmek olduğunu anlatıyor, ardından da bir teklifte bulunuyor:
- Neden bizim bir futbol takımımız yok? Gel biz de takım kuralım.
Reşat Danyal Bey‘in aklı yatıyor bu işe. „İlk Türk futbolcusu“ olarak tarihe geçecek olan Fuad Hüsnü‘nün liderliğinde birkaç delikanlı bir araya geliyorlar.
İstanbul‘un ilk Osmanlı takımını kuruyorlar.
Fuad Hüsnü ve Reşat Danyal ile birlikte şevki Bey, Fahri Bey, Nurettin Bey, Emcet Bey, Hafız Mehmet ve Hafız Mustafa kardeşler, Kemani Nuri Bey ve Tamburacı Osman Pehlivan. isimleri tespit edilenler bunlar. Kadronun yarısı o mevlide giden hafızan ekibi, diğer yarısı saz takımı gibi bir şey.
BLACK STOCKINGS
Bugünkü Fenerbahçe Stadyumu‘nun yeri o vakitler Papazın çayırı diye biliniyor. Sonraları Onio club‘ın mülkiyetine geçecek ve futbol sahası olarak kullanılacak. Her neyse. işte bu çayırın yanından geçen yolun üzerinde bir Halil Mahmudiye ilkokulu, onun da yanında Hürşit Ağa‘nın kahvesi var. Fuad Hüsnü Bey‘in öncülüğünde kurulan ilk futbol takımımız bu kahveyi kendine lokal yapmış. Burada buluşup takım kurma işini konuşuyorlar. En önemli sorun da takıma ne isim verecekleri. Türkçe bir isim katiyen olamaz. çünkü Osmanlı tebasına futbol yasak. Padişahımız, halifemiz Abdülhamid Han, en laf anlamaz zaptiyesini bu işe memur etmiş. Zaptiye Celal’in işi Türk gençlerine futbol oynatmamak. Ardına taktığı iki tüfekli nefer ile İstanbul-Kadıköy arasında mekik dokuyor. Galatasaray Lisesi‘nin bahçesi başta olmak üzere Mahmut Baba türbesini, Papazın Çayırı’nı Kuşdili‘ni sürekli dolaşıp „futbol heveslisi“ gençlere göz açtırmıyor.
O vakit Boğaz köprüleri olmadığından karşıdan karşıya kolayca geçilemiyor. Bu da futbol meraklısı delikanlılara arada bir arsalara çıkıp top tepikleme fırsatı yaratıyor.
Zaptiye Celal’in şerrinden korkan Fuad Hüsnü ve arkadaşları kurdukları takıma ıngilizce olarak „Siyah çoraplılar“ manasına gelen „Black Stockings“ adını koyuyorlar. Planları kendilerine de İngiliz süsü vermek.
İki üç idman yapıp, futbol topuna ayaklarını biraz alıştırdıktan sonra da Modanın Rum gençlerine maç teklif ediyorlar. onların da canına minnet. Teklif kabul ediliyor.
26 Ekim 1901 tarihinde Papazın çayırı mevkiinde Rum takımının karşısına çıkan acemi Osmanlıların işi zor tabii. Maçı 5-1 kaybediyorlar. Bu arada Fuad Hüsnü Bey eğrisini doğrusuna getirip bir gol atıyor ve spor tarihine „gol atan ilk Türk“ olarak bir kez daha geçiyor.
Ama maçın yapılacağını haber alan bir muhbir durumu hemen Zaptiye Celal’e jurnalli yor:
„Karşılıklı kaleler kurup, Rumlarla aynı kıyafet-i labis olduğu halde top endahtı ile talim icra etmekte olduklarından...“
BASKIN VAR
Yani diyor ki: „Karşılıklı kaleler kurmuşlar, Rumlarla aynı kıyafeti giymişler. Top oynayıp darbe talimi yapıyorlar.“
Neferlerini toplayan Zaptiye Celal baskına hazırlanırken yakınları da Fuad Hüsnü‘nün babası olan Hüseyin Hüsnü Paşa‘ya haber uçuruyorlar:
- Aman Paşa, senin oğlan padişahımızın yasağını dinlemeyip top oynamakta. Zaptiye de baskına hazırlanmakta. Yetiş, oğlunu hapislere düşmekten kurtar.
Zavallı Paşa, telaşla faytonuna atlayıp „olay mahalline“ doğru at koştururken, Zaptiye Celal de kendi askerini yola çıkarıyor. ikisi de aynı vakitte Papazın Çayırı’na ulaşıyorlar. At üstündeki Zaptiye Celal ile arkasındaki süngü takıp „Allah Allah“ nidasıyla sahaya dalan neferlerini gören Türk futbolcular çil yavrusu gibi dağılıyorlar. Kimisi mezarlık yönüne kimisi denize doğru kaçıyor. Rumlar ise şaşkın seyrediyor. oysa futbol onlara da yasak ama Zaptiye Celal‘in gücü İngiliz ve Rumlara yetmediğinden sadece Osmanlı gençleri ile meşgul. Fuad Hüsnü Bey babasının faytonunu görünce içine atlayıp kuşça canını kurtarıyor. Reşat Danyal ise yakalananlar arasında.
Fuad Hüsnü baskından kaçıp kurtuluyor lakin eşkali tespit edilmiş, adı öğrenilmiş. Deniz Harp okulu öğrencisi olduğundan askeri mahkemeye çıkarılıyor. „Padişaha karşı bir tertip içinde“ olmadığını ispatlamak için dil döküyor. Müstantik yani Sorgu Hakimi olan Reşid Bey ise hayatında futbol denilen şeyi duymamış. „Top“ denince de Fatih Sultan Mehmet‘in „Balyemez topu“ gibi bir şey anlıyor.
- Elinizin altında top da varmış, diye tutturuyor.
Fuad Hüsnü Bey futbol topuyla askeriye topu arasındaki farkı göstermek için „suç aletini“ mahkemeye getiriyor. Böylece müstantik efendi bunun bir gülle olmadığını anlıyor. Yalnız kafasına takılan bir mesele daha var. Jurnal zaptında „Rumlarla aynı kıyafet-i labis“ deniliyor ya. Buradan tek tip forma giydikleri manasını çıkarmakta.
Fuad Hüsnü onun da çaresini buluyor. Müstantik Reşid Bey‘den izin isteyip futbol kıyafetini giyerek huzuruna geliyor. Hakim, karşısındaki komik görünümlü gence uzun uzun hayretler içinde bakıyor. Sonra onun özel bir komiteci kıyafeti giymediğine hükmediyor. Komitecilik, ihtilalcilik ciddi bir iş. „Bu genç güpegündüz don gömlek gezdiğine göre olsa olsa kafadan sakattır.“ diye düşünüp takipsizlik kararı veriyor. Ama Fuad Hüsnü‘ye bir gözdağı vermekten de geri kalmıyor:
- Kazık kadar adamsın. Bir de paşa çocuğu olacaksın. Böyle don paça gezmeye utanmıyor musun?
Fuad Hüsnü böylece paçayı kurtarırken Dışişleri‘nde çiçeği burnunda bir memur olarak çalışan Reşat Danyal arkadaşı kadar talihli çıkmıyor. Tahran Sefareti‘ne yani İran‘a sürülüyor.
|