Vaybee! Forum

Vaybee! Forum (http://localhost/forum/index.php)
-   Gesellschaft & Soziales (http://localhost/forum/forumdisplay.php?f=398)
-   -   Religion & Glauben (http://localhost/forum/showthread.php?t=4272)

basak80 23.06.2007 21:02

AAAYYYYSSSSSSSSHHHHHH!!!!!!! :-)))))))))
 
Isin gücün olmadii belliydi zaten bi forumu BU kadar ciddiye alipta mahkemelerde sürünmee hazirsan!!!!!!!! Muahahahahahahhaha :-))))))))))))))) KORKUTMA yaaa bööle :-)))))!!!!!! AYCHHSS katiliyom gülmekten bu gadar zavaliliin önünde yaaa muahahahaha

basak80 23.06.2007 21:03

Iiki sen diilsinde kim olursa olsun -)))
 
Sen olsaydin ben cyber-kopftuch takiyodum simdi muahahahahhahahahahahhahaha!!!!!!!

basak80 23.06.2007 21:14

MUFTIizme HERZAMAN HAYIR!!!!!!! o.T.
 
ohne Text

basak80 23.06.2007 21:15

cyber-kopftuchlarada HAYIR!!!!!!
 
Burda meydan stecher gibi tiplere kalsa taktirtacaklar bize virtual kopftuch be!!!!!!!!
Bunlara karsi cikalim internette bile bunlarin iktidarsizliklarina HAYIR arkadaslar!!!!!!!!!!!

23.06.2007 21:20

hahahahahahahahahahahaaaaaaa
 
Gärüldügü gibi islam dini sadece yalan dolandan ibaret degil, müslümanlar genelde homo oluyorlar ! :-))
Iste ispati bu DINCI YOBAZ SATANITS KAFIR MÜSLÜMANCI ! :-))

Evladim, ben müslüman degilim, yani homo degilim, sen onu ya babana yada anana ver !
Baban alisikdir ve baban yaslanmisdir, anana iyi gelir ! :-))
Viel spaß ! ;-)

basak80 23.06.2007 21:20

Nein wozu?????????
 
Ist doch unnötige zeitverschwendung ja!!!!!!!
Sanki birileri duycak ibaretini!!!!!!!!!
Ama yeterince mufti var burda 5 zeitige namaz yaparlar karilari kopftuchlu olupta buraya girip kadinlara küfreden MUFTIler iste.

cagdasturk 23.06.2007 22:11

AL ISTE, BI ACINACAK TIP DAHA !!!
 
Siyonist patentli, seytana tapan, agzi küfürden baska laf yapmayan dönme Cyberangelin simdi bide kancigi, sey pardon disisi cikti.
Al birini vur ötekine, simdi beraber seytan cagirma ayinleri yaparsiniz, kolay gelsin size..

cagdasturk 23.06.2007 22:18

AL ISTE, BI ACINACAK TIP DAHA !!!
 
Siyonist patentli, seytana tapan, agzi küfürden baska laf yapmayan dönme Cyberangelin simdi bide kancigi, sey pardon disisi cikti.
Al birini vur ötekine, simdi beraber seytan cagirma ayinleri yaparsiniz, kolay gelsin size..

23.06.2007 22:36

Iktidarsizliklarina mi ?.. :o)
 
Bizim iktidarimizin vasil oldugu yerlere sizlerin emelleri bile ulasamaz :o)

Bilmem anlatabiliyor muyum :o)

cagdasturk 23.06.2007 22:38

ANLAMAZ BOSUNA UGRASMA, TÜRKCESI KIT :-)
 
ohne Text

23.06.2007 22:49

Ziyaret defterinizden
 
Toleranz ve " Welt offen " yakistirmalarini Kaldirin..

Neden derseniz ?..
Özel bir nedeni yok..ama Yalan olmus !..


:o)

Partymaus Rolüne devam

24.06.2007 00:07

allah BEDDUA ediyor :-))
 
Bilindiği gibi "beddua"nın anlamı "kötü dua"dır. Türkçesi : İlenme ya da ilenç.

Aşağı durumda olan bir kimse, yukarıda olan birinden bir şey istediğinde, bir dilekte bulunduğunda "dua" denir buna. Kötü olanına da "beddua". Bu dilek yöneltildiği zaman, birinin kötü duruma düşmesi istenir. Bunu sağlaması için yukarıda olan birisinden, üstün bir güçten dilenir.

İnsanların "tanrı"dan, "üstün bir güç"ten dilekte bulunmaları doğal. Ama "tanrı"nın dilekte bulunmasına gelince, anlaşılır gibi değil. "Tanrı" her gücün , her şeyin üstünde görüldüğüne göre hangi üstün güçten dilekte bulunur? Gelin işin içinden çıkın!

Kuran"daki tanrının beddualarını akla uygun bir biçimde yorumlamaya çalışan Kuran yorumcuları çok zorlanırlar, işin içinden çıkamazlar bir türlü.

Kuran tanrısı en başta insan denen varlığa beddua eder:


-"Canı çıksın o insanın, o ne nankördür."(Abese, ayet 17)

Böyle bir beddua kimin için yapılır? Kuşkusuz düşman için. Demek ki Kuranın tanrısı insanı da düşman görüyor.

Sonra inanmazlardan özellikle kimilerini seçer, onlara beddua eder. Örneğin yahudileri, hıristiyanları:

-"Onları (yahudileri, hıristiyanları) Allah yok etsin!"(çev. Diyanet, Tebe, ayet: 30)

Allahın kendisi "Allah onları yok etsin!" diyor. Şaşılacak şey değil mi?



Tüm kafirlere, özelliklede bir kesimine:

-"And olsun ki ey inkarcılar ! Siz aykırı görüştesiniz! Bundan dönebilecek kimseler döndürülür. Boş sanıda bulunan, bilgisizliğe saplanıp kalanların canları çıksın! (çev. Diyanet, Zariyat, ayet: 8-11)


-"Ey Muhammed! Onlara baktığın zaman, cüsseleri hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Tıpkı sıralanmış kof kütükler gibidirler. Her çığlığı kendi aleyhlerine sayarlar. Onlar düşmandır. Onlardan çekin Allah canlarını alsın Nasılda aldatılıp döndürülüyorlar!" (çev. Diyanet, Münafıkün, ayet: 4 )

Burada da Allah, münafıklar için beddua ediyor.

-"Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti! Canı çıkası ne biçim ölçtü biçti! Canı çıkası sonra yine ne biçim ölçtü biçti! (çev. Diyanet, Müddessir, ayet: 18-20)


Hadislerde, Kuran yorumlarında belirtildiğine göre, burada kınanan, beddua edilen kişi, Muğire Oğlu Velid"dir. (Bkz. F.Razi, 30/198-202) Aynı kişi için Kalem suresinde de sövgüler yer almış, en sonunda "piç" anlamında "zenim" denmiştir. (Bkz. Kalem, ayet:8-13, Celaleyn, 2/230 ve öteki tefsirler).

- "Ebu Leheb"in elleri kurusun! Ok olsun malı ve kazndığı kendisine fayda vermez. Alevli ateşe yaslanacaktır. Karısı da, boynunda bir ip olduğu halde ona odun taşıyacaktır." (çev. Diyanet, Tebbet, surenin tamamı)

"...elleri kurusun!" yerine, "iki eli kurusun " diye çevrilirse, ayetteki aslına daha uygun düşer.

Tanrı"nın burada beddua ettiği "Ebu Leheb", Muhammed"e inanmadığı için ve düşman sayıldığı için Tanrı beddua ediyor.

Beddua eden bir tanri ! :-))
Gelde gülme ! :-))

24.06.2007 00:12

kuran degismedi yalani !
 
Kur"an"ın bir harfinin bile değişmediği" yalan !!!
Kuran"ın ilk orijinali: Küçük taşlar, deri, ağaç parçası, kemik gibi çeşitli nesnelere yazılıydı. Yakıldı.

Kuran"ın ikinci orijinali: Ebubekir döneminde yapılan derleme. Yakıldı.

Kuran"ın üçüncü orijinali: Osman döneminde oluşturulan "azmalar". Bunlar da dünyanın hiç bir tarafında yok.

Yapılan inceleme ve aktarmalarla görülen o ki: Muhammed"in "vahiy katiplerine yazdırdığı" bildirilen "Kuran"ın ne "aynı" ne de "tümü" eldeki Kuran"da. Halife Mervan kendi gerekçesini şöyle açıklar; "Onda yazılı olanlar, Osman tarafından yazdırılan Mushaflara geçmiştir. Artık ona gerek kalmamıştır. Yakılıp yok edilmeseydi, zamanla kuşkulara yol açılabilir, ondan alınarak yazılan Mushaflar çevresindeki kuşkuları önlenemeyebilirdi. Bundan korktum, o nedenle yaktırdım."(Kaynak: ıb Ebi Davud, Leiden 1937, yay., s.243-Suphi e"s-Salih Mebahis Fi ulum-il Kuran).

Tevbe suresinin 114.ayetindeki "iyyahu" sözcüğünü, Hammad İbn Zeberkan, "ebahu" diye okurdu. Sad suresinin 2. ayetindeki "izzettin sözcüğünü de "ğırratin" okumaktaydı. Buradaki değişiklikler harf değişiklikleri. Birincisinde "ya""ba" ya, öbüründe de "ayın" harfi, "ğayın" harfine dönüşmüş. Haydi bu tür harf değişikliklerini önemsemeyelim.

Eldeki Kur"an"da görülen kimi sözcüklerin yerine, Abdullah İbn Abbas, "müradiflerini", yani "eş anlamlı olanları kullanırdı. Enes İbn Malik de Müezzemmil suresinin 6. Ayetindeki "akvamu" sözcüğünün yerine, "asvabu" sözcüğünü kullanmıştır. İbn Ömer, Cum"a suresinin 10. Ayetindeki "fes"av" sözcüğünün yerine, "femzü" sözcüğünü; İbn Abbas Karia suresinin 5. Ayetindeki "kel"ıhni"yerine "k"essavfı"yı uygun görüp kullanırdı. Yine İbn Abbas "sayhaten vahideten"lerdeki "sayhaten" yerine, "zeyfeten"i yeğlerdi.Enes İbn Malik, İnşirah suresinin 2. Ayetindeki "vada"na"yerine,"halelna" diye okurdu. Buralarda görülen de yalnızca harf değişikliği değil kelime değişikliğidir. Demek ki peygamberden bu yana bir harf bile değişmemiştir savı gerçek değildir.

Kaynaklar, ayrı ayrı mushaflar üzerinde durur. Aktarılan örneklere göre, kimi mushaftakiler bugün elimizdeki "resmi kuran" dakileri tutmamaktadır. Ayrıca İbn Ömer"in şu sözü son derece ilginçtir:

-İçinizden kimse, Kur"an"ın tümünü elinde tutuğunu söylemesin. Bunu diyen bilir mi Kur"an"ın tümü ne kadardı, nasıldı? Kesin olan o ki, Kur"an"ın çoğu yok olup gitmiştir. (Bkz. Süyuti, el İtkan, 2/32)

Kur"an"ın birinci orijinali de, ikinci orijinali de yine müslümanlar eli ile yakılmıştır. Kuşkusuz gerçekleri örtmek için. Osman döneminde oluşturulup çoğaltıldıktan sonra belirli merkezlere gönderilen nüshaların orijinallerine de , dünyanın hiçbir yerinde raslanmamaktadır.

24.06.2007 00:22

peygambermi eskiyami !? :-))
 
Kanlarınızı ve mallarınızı kurtarmak istiyorsanız: Peygamber diyor ki:

"Onlar, Allah"tan başka Allah olmadığına, Muhammed"in onun kulu ve elçisi olduğuna inanıncaya, bizim kıblemize dönünceye, kestiklerimizi yiyinceye, ve namazımızı kılıncaya ve zekatlarını verinceye kadar, insanlarla öldürüşmem (mukatele) emroldu. Insanlar, bunları yerine getirdikleri zaman, benden kanlarını ve mallarını kurtarmış olurlar. (Buhari, Selat/28; Tecrid, hadis 24; Ebu Davud, Cihad/104, hadis 2641; Müslim, Iman/32, hadis 20,22)

Yaptığınız alışverişe sevinin:

"Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını -Tevrat, Incil ve Kur"an"da sözverilmiş bir hak olarak- cennet karşılığında satınalmıştır. Verdiği sözü, Allah"tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alışverişe sevinin! Bu, başarıdır". (Tevbe Suresi,111)

Kafir öldüren müslümana cennet müjdelenmiştir.

hahahahahahahahahahahahahaaaaaaaa :-))
Niye gülüyorum biliyormusunuz !? :-))
allah bu DINCI YOBAZ SATANIST KAFIR müslümanciklara onlari öldürün diye emir etmis,
bu DINCI YOBAZ SATANIST KAFIRLERDE avrupada allahin lanetledigi öldürün diye emir etttigi insanlara hizmet ediyorlar, servetlerine servet katiyorlar ! :-))
Iste böyle ikiyüzlü KAFIRMI KAFIR bu DINCI YOBAZ SATANIST KAFIRLER ! :-))
allahin emirlerini hcie sayiyorlar ! :-))
EURO ve LÜKSE SATILMISLAR ! :-))

24.06.2007 10:30

Hmmmmmmmmmm
 
ICh als Hobby Dedektiv und erfolgreicher Tuppa berater habe da so eine Dunkele Vision....

24.06.2007 10:31

cyberkopftuch
 
Das ist ja ma ne Marktlücke... DANke für den tipp...

24.06.2007 10:32

MAKE LOVE NO WAR
 
FÜR EIN WENIG MEHR LIEBE AUF DER WELT ...

und mehr KAAN-ISMUSS

1insanol 24.06.2007 10:47

Yoga mı namaz mı?
 
Hayrettin Karaman

Yoga mı namaz mı?

Türkiye"de emsalinin eksik olmadığını sandığım –yurt dışında yaşayan ve neredeyse dilini bile unutmuş olan- bir doktor, medya sayesinde her yıl birkaç gün gündeme oturuyor; her gün gazetelerde okuduğumuz “sağlıklı yaşama” kurallarını, kendi buluşları gibi sunuyor, sonra bırakıp gidiyor.

Hayır, yaptıklarına itirazım yok, belki faydalı da oluyor, ama abartılacak bir tarafı da yok.

Bir yazıya konu edinmemin sebebi ise “sağlıklı yaşama kuralları arasında” yer verdiği “her sabah on dakika yoga”dır.

Yoga bizim dinimize ve kültürümüze yabancı olan, Hindistan ve Uzak Doğu kültürüne ait olup son yıllarda bir moda gibi dünyaya yayılan bir rahatlama ve stres atma aracı, bir eksersizdir; üstelik masum da değil, birçok yerde bir dinin misyonerlik aracı olarak kullanılıyor.

Yoga yapan zihninin boşaltıyor, eğer bunda muvaffak olabilirse –ki, oldukça zordur- yoga sonrasında hayata girince, olayların ve eşyanın izdihamı içinde bunalan insan ruhuna bir şey sunmuyor, bir rehberlik misyonu yok.

Buna karşı Müslümanların namazı var. Namaza duran Müslümanın ellerini kaldırması iki önemli faaliyetin sembolü: 1. Allah"tan başka her ne varsa onları arkaya atıyor, zihnini ve kalbini onlardan (mâ-sivâdan) boşaltıyor. 2. Mümin gaflete düştüğü için farkında olamadığı “her yerde hazır ve nazır olan Allah” ile beraber oluyor, gaflet gidiyor, zikir (O"nu anma, hatırlama, manevi beraberliği yaşama) şuuru geliyor. Yogada boşalma var, boşluk var; ama insan için güç, güven, huzur ve sevgi kaynağı olan Allah yok. Namazda hem mâsivadan boşalma, onun ağır yükünden kurtulma var, hem de tekrar normal dünya hayatına dönüldüğünde – muhtemelen bir sonraki namaza kadar- müminle beraber olacak, onu yalnız bırakmayacak, bunalımlarında, çaresizliklerinde, şaşırmışlıklarında O"na rehber, güven ve huzur kaynağı olacak bir şuur var.

Namazın maddi hareketleri de hem yogadan daha anlamlı, hem daha zengindir.

Namaz süresince adım adım Allah"a yakınlaşan mümin bir noktadan itibaren miracı yaşamaya başlıyor ve oturarak okuduğu “tahiyyât” bölümünde âdeta Rabbi ile söyleşiyor; selam alıp veriyor, Hz. Peygamber"e nasip olan en büyük miracın hatırlarını anıyor, namazı sayesinde kendisine de nasip olan miracın mutluluğuna ve eğitici tesirine mazhar oluyor.

Namaz hakkıyla kılındığında –ki, bunun için de namazı devamlı kılarak mükemmeli yakalamaya gayret etmekten başka çare ve yol yoktur- o, insana ahlak eğitimi verir; kişiyi kötülük, günah, çirkinlik ve suçtan alıkoyar.

Bizim imanımızda ve kültürümüzde namaz gibi bir imkan var iken, onun yerini tutması mümkün olmayan yogayı –üstelik Müslümanlara- niçin tavsiye edelim?

Bu vesile ile Peygamberimizin (s.a.), sağlıklı yaşama ile yakından ilgili bulunan bazı tavsiyelerine yer verelim:

“Acıkmadan yemeyin, acele yemeyin, midenizi doldurmayın (yaklaşık üçte birini boş bırakın; yani dört birimle doyacaksanız bunun üçünü yiyin), haram yiyecek ve içeceklerden uzak durun, imkan bulursanız gün ortasından sonra bir süre (bir saat civarında) uyuyun, yine imkan buldukça oruç tutun. Dünya hayatının geçici, amaç değil, araç olduğunu unutmayın.”

1insanol 24.06.2007 10:51

Hıristiyan annenin Müslüman kızı
 
Hıristiyan annenin Müslüman kızı

Annesi Hıristiyanlığı babası Müslümanlığı anlattı. Çocukluğu cami ve kilise arasında geçti. Ergenlik çağına geldiğinde Müslümanlığı seçen Kanadalı Sadiya Durrali, 28 yaşında ilk kez Müslüman bir ülkeye geldi ve camileri gezip ezan dinledi.

Hıristiyan annenin Müslüman kızı
AYŞE OLGUN
Kanada"da Müslüman bir babanın ve Hıristiyan bir annenin kızı olarak dünyaya gelen Sadiya Durrali, iki dini de öğrenerek büyüdü. Çocukluğu cami ve kilise arasında geçti. Sekiz yaşında iken ilk başörtüsünü annesi dikti. Tam bir sevgi ve hoşgörü ortamında büyüdü. Anne ve babasının din seçiminde serbest bıraktığı iki kardeşi gibi ergen olunca İslam"ı seçti. “Kafamızdaki soruların cevabını İslam"da bulduk” diyen Durrali ve kardeşlerinin tercihlerini anneleri saygıyla karşıladı. 14 yaşında iken babası vefat eden Durrali, Kanada"da annesi ve ablası ile birlikte yaşıyor. Kendisi grafiker annesi ve ablası ise öğretmenlik yapıyor. Müslümanlığı seçimleri konusunda Hıristiyan olan annelerinin gösterdiği saygıyı onlar da annelerine gösteriyor. “Annem ile babam aynı Yaratan"a inandı. Babam, annemin Müslüman olmasını çok istedi. Ama biliyordu ki kimse kalpleri değiştiremez ” diyen Sadiya Durrali sonuçta kalplerin sahibinin Allah olduğunu söylüyor. Müslümanlığı babasından öğrenen Durrali, 28 yaşında ilk kez Müslüman bir şehre, İstanbul"a geldi. Uçaktan indiği gibi önce Sultanahmet"e gitti. İlk namazını Eyüp"te kıldı. Ama onu en çok heyecanlandıran şey evde yemek yerken odaya dolan ezan sesi oldu. Yemeğini yarım bırakıp büyük bir sükünetle ezanı dinleyen Durrali için eve ezan sesinin gelmesi büyük bir nimet. Çünkü Kanada"da ezanı sadece mescide gittiklerinde duymak mümkün. Kanada"da Winnipeg"de doğan Sadiya"nın ablası ve ağabeyisi var. Annesi Kanadalı. Babası Pakistanlı bir göçmen. Annesi Pakistan"da bir süre misyonerlik yapmış. Pakisan"da aynı şehirde hatta aynı cadde üzerindeki iki ayrı okulda öğretmenlik yapan anne babasının tanışıklığı ise Kanada"da olmuş. Ortak arkadaşları vesilesiyle tanışıp evlenmişler. Sadiya Durrali, “Annemin içki içmemesi, Allah"a inanması ve erkek arkadaşlarının olmaması yüzünden babam evlenmek istemiş. Bir de tabi Pakistan kültürünü bilmesi etkili olmuş” diyor.

/www.yenisafak.com.tr/pazar/?t=24.06.2007&c=29&i=52033&Kanadadan/
geldi/ezan/dinledi

1insanol 24.06.2007 10:56

HADI KIZLAR EVE !
 
Onbeş kredim kalmıştı ama sınava almadılar

Bu sözler başörtüsü taktığı için Açık Öğretim Lisesi sınavlarına alınmayan bir öğrenciye ait. Daha önceki sınavlarda böyle bir uygulamayla karşılaşmayan öğrenciler ve velileri, kendilerine önceden bildirilmeyen bu uygulamadan oldukça rahatsız

Onbeş kredim kalmıştı ama sınava almadılar
ERZURUM/SİNOP
2006-2007 eğitim öğretim yılı Açık Öğretim Lisesi sınavlarında başörtülü öğrenciler sınavlara alınmadı. Bugüne kadar böyle bir uygulama ile karşılaşmadıklarını belirten öğrenciler, duruma tepki gösterdi. Danıştay tarafından alınan karar gereği ülke genelindeki birçok okulda dün yapılan açık lise imtihanlarına öğrencilerin başörtüsü ile girmelerine izin verilmedi.
----------------------------------------

EY SATILMIS KEMALISTLER !
ICRAATLARINIZIN ERIYSANIZ

ÖRTÜLÜ ANNELERIN COCUKLARINIDA ASKERE ALMAYANIN!!

24.06.2007 12:04

N A M A Z !..
 
Tekbir getirince kurbanlık koç gibi âlemden çıkarsın. Ey ulu , tekbirin manası şudur : “Yarabbi, huzurunda kurbanız!...” Hani koyun keserken ,”Allahu Ekber-Allahu Ekber ” dersin ya!... O ölesice nefsini keserken de bu söz söylenir. Allahu Ekber de de ; vehmî benliğinin başını kes, ki , can mahvolmaktan kurtulsun. Ten; İsmail’e, Can ; Halil’e benzer. Can, yaptırdığı bu senin bedeninde tekbir getirdiğinde; ten kesilir, yani beden kaydından çıkar, şehvetlerden, hırslardan kurtulur, besmeleyle kesilmiş temiz bir kurban haline gelir.

Kıyamette olduğu gibi Hak huzurunda saf tutulur . Hesaba, rabbi ile konuşup görüşmeye geçilir. Allah huzurunda gözyaşı dökerek ayakta durmak, kıyamet gününde kabirden kalkıp mahşer yerinde dikilmeye benzer.

Hak:

- Sana bunca zamandır mühlet verdim, bana ne getirdin?... Ömrünü ne ile geçirdin , verdiğim gıdayı, ihsan ettiğim kuvveti ne uğurunda harcadın?.. Gözünü, kulağını , aklını, arşa ait bütün cevherleri harcadın... bunlara karşılık ne getirdin?... Sana kazma ve bel gibi el ve ayaklar verdim , bağışladığım bunca şeye karşılık ne var elinde, neler getirdin bana?... der.

Kıyamda iken kula gelen bu haberlerden kul utanır, iki büklüm olur, Rükûa varır. Utanmaktan ayakta duramaya kudreti kalmaz, rükûda Allah’ı tesbih eder.

Allah’tan:

- Başını kaldır, rükûdan kıyama dön de, sorulara birer birer cevap ver , fermanı gelir.

O utanan kul, rükûdan başını kaldırır,fakat olgun bir iş yapmamış olduğundan yüzüstü yere düşer. Yine emir gelir:

- Başını kaldır. Secdeden kalk da, yaptıklarından haber ver!...

Tekrar utana utana başını kaldırır ama, yine yılan gibi yüz üstü düşüverir. Hak tekrar sorar:

- Başını kaldır da söyle , kıldan kıla bütün yaptıklarını araştırmak istiyorum!...

Artık ayakta durmaya kudreti kalmadığından, Hakk’ın heybetli hitabı da canına tesir etmiş olduğundan, o ağır yükün altında ezilir , yere çöker, oturur.

Hak:

- Söyle bana ; sana nimet verdim, nasıl şükrettin?... Sermaye verdim, haydi göster kazandığını?... der.

Kul, sağ yanına dönüp peygamberlere, o ululara selam verip :

- Padişahlar, bu kötü kişiye şefaat edin , der.

Peygamberler:

- Çareye baş vuracak gün geçti. O , orada yapılacak bir şeydi. Elde alet oradaydı, orada kaldı. A bahtsız kişi , git oradan!.. Sen vakitsiz öten bir horozsun. Bırak bizi, kanımıza bulaşma, derler.

Bunun üzerine sol tarafa başını çevirir. Hısımından, akrabasından yardım ister. Onlar da:

- Sus!... Allah’a kendin cevap ver. Biz kim oluyoruz ki?.. Elini çek yakamızdan, derler.

Ne bu yandan bir çare olur, ne o yandan. O biçarenin canı da yüz parça olur. Herkesten ümidini keser de ellerini açar, duaya başlar :

- Yarabbi!... Herkesten ümidim kesildi. Evvel de sensin, âhir de. Senden başka önü, sonu olmayan yok!...

Namazdaki bu hoş işaretleri gör de, bunun eninde sonunda böyle olacağını bil. Namaz yumurtasından civcivi çıkarmaya bak!... Yoksa; tane toplayan yolsuz yordamsız kuş gibi yere başvurup durma!...

Mesnevi: 3. Cilt - Sayfa:174- ... -177

Namaz da Meditasyon a Ulasan bir Insan Imkan yok namazi birakamaz.

Namaz Insanin Ruhunun temizlenmesidir.
Yeter ki Konsantre olabilsin insan.

24.06.2007 12:11

Bak Seni anlatiyor Kefere :o)
 
111. Allah, müminlerin canlarını ve mallarını, karşılığında kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır. Allah yolunda çarpışırlar da öldürürler, öldürülürler. Allah"ın; Tevrat"ta, İncil"de ve Kur"an"da kendi üzerine hak olarak yazdığı bir vaattır bu. Ahdine, Allah"tan daha vefalı kim var? Perçinlediğiniz bu antlaşmanızdan ötürü müjdeler olsun size. İşte budur o büyük başarının ta kendisi.
112. Tövbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, seyahet ederken oruç tutanlar, rükû edenler, secdeye kapananlar, iyiliğe özendirip kötülükten sakındıranlar, Allah"ın sınırlarını koruyanlar... Müjdele o müminleri!
113. Akraba bile olsalar, cehennem halkı oldukları açıkça belli olduktan sonra müşrikler için af dilemek ne peygambere yakışır ne de iman edenlere.
114. İbrahim"in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği bir söz yüzündendi. Onun Allah düşmanı olduğu kendisi için açıklık kazanınca, ondan uzaklaştı. Şu bir gerçek ki, İbrahim başkaları için gamlanıp ah eden ince yürekli, yumuşak bir insandı/tam bir evvâhtı.
115. Allah bir topluluğa kılavuzluk ettikten sonra, sakınacakları şeyleri kendilerine ayan-beyan bildirinceye kadar, onların sapıklığına hükmetmez. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
116. Göklerin de yerin de mülk ve yönetimi Allah"ındır. Diriltir de öldürür de. Sizin için Allah dışında ne bir dost vardır ne de bir yardımcı.
117. Yemin olsun ki, Allah, içlerinden bir grubun kalpleri kaymaya yüz tuttuktan sonra, peygambere ve o güçlük saatinde ona uymuş olan Muhacirlerle Ensar"a tövbe nasip etmiş, sonra da onların tövbelerini kabul buyurmuştur. Çünkü onlara karşı Raûf ve Rahîm"dir.
118. Geride bırakılan üç kişinin de tövbesini kabul etmiştir. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, öz benlikleri kendilerini sıkıştırmıştı; Allah"ın öfkesinden kurtulmak için yine Allah"a sığınmaktan başka çare olmadığını fark etmişlerdi. Sonra onlara tövbe nasip etti ki, eski hallerine dönsünler. Hiç kuşkusuz, Allah, tövbeleri çok çok kabul eden, rahmeti sınırsız olandır.
119. Ey iman edenler! Allah"tan korkun ve özü-sözü bir kişilerle beraber olun.
120. Medine halkına ve çevrelerindeki Bedevî Araplara, Allah resulünden geri kalmaları ve onu bırakıp da kendi canlarının derdine düşmeleri yakışmaz. Çünkü Allah yolunda uğrayacakları bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık, kâfirleri öfkelendirmek üzere bir yere ayak basmaları, düşmana karşı herhangi bir başarı kazanmaları durumunda kendileri için, barışa yönelik iyi bir amel mutlaka yazılacaktır. Allah, güzel düşünüp güzel davrananların ödülünü yitirmez.
121. Küçük-büyük bir infakta bulunmaları, bir vadiyi geçmeleri, kendileri lehine mutlaka yazılır ki, Allah onlara yapıp ettiklerinden daha güzeliyle karşılık versin.
122. İnananların hepsinin birden savaşa çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grubun dinde derin bilgiler edinmek ve sefere çıkan topluluk geri döndüğünde, korunmaları ümidiyle onları uyarmak için arkada kalmaları gerekmez mi?
123. Ey iman sahipleri! Küfre sapanların yakınınızda bulunanlarıyla savaşın. Sizde bir sertlik bulsunlar. Şunu bilin ki Allah, sakınanlarla beraberdir.
124. Ne zaman bir sure indirilse içlerinden biri, "Bu hanginizin imanını artırdı?" diye konuşur. İmanı olanların imanını artırmıştır. İşte sevinip duruyorlar!
125. Kalplerinde maraz olanlara gelince, inen sure onların pisliğine pislik ekler. Kâfir olarak ölüp gittiler onlar.
126. Görmüyorlar mı ki, her yıl bir veya iki kez imtihan ediliyorlar. Hâlâ ne tövbeye yelteniyorlar ne de öğüt alıyorlar.
127. Bir sure indirildi mi "Sizi birisi görüyor mu?" diye birbirlerine bakar, sonra da sıvışıp giderler. Allah, kalplerini yamultmuştur. Çünkü gereğince anlamayan bir topluluktur bunlar.

24.06.2007 12:13

Iste senin icin Final :o)
 
125. Kalplerinde maraz olanlara gelince, inen sure onların pisliğine pislik ekler. Kâfir olarak ölüp gittiler onlar.

24.06.2007 12:20

Muhahahhaahhaha Madde = cehalet
 
Sen Kuran yakildiginda veya bir asit dökülüp eridiginde Ve yahut Tuvalete Konulup hakaret edilmek istendigin de yok mu olur sanirsin :o)

Be Cahil-i Cühela :o)

Insanlarin Beynin de Gönlünde En kücük ayrintisina kadar ezberde olan Kuran i nasil cikartacaksin ?..

Yok tasa yazilmis da kaybolmus :o)

Muhahhahahahahahahhahahahahaha..

Öyleyse neden 100 cesit Kuran yok Incil gibi ?..
Neden Bir tane var ?..

Ve neden sen bu Kuran a Ne kafiye Bakimindan ne Matematik bakimdan Bir virgül bile eklemeyecek Cehalete Sahipsin Ve YETERSIZSIN !..

Iste Hala Idda ediyor kuran:

Oturun Bütün alinlerinizi Bütün kaynaklarinizi Yardimcilar olarak Yaniniza alin ve Kuran da yer alan bir sure nin benzerini meydana getirin.

Neden yapamiyorsunuz ?..
Geri zekali misiniz ?..

:o)

Hayir Sadece Sabalak Kafirlersiniz :o)

Ve yeriniz Cehennem

24.06.2007 12:30

tayyipci DÖNME KAFIRR SENI ! :-))
 
Muhammed Döneminin Kuran"ı ile Bugünkü Kuran Aynı Değil:

Burada çok önemli bir tanıklığa başvuralım: Ibn Ömer diyor ki: "Hiçbiriniz, Kuran"ın tümünü aldım (elimde bulunduruyorum) demesin. Bilemez ki, Kuran"ın çoğu yok olup gitmiştir. "Ne kadar ortada varsa o kadarını elimde tutuyorum" desin yalnızca." (Bkz.Suyuti, el İtkan, 2/32.)

Bu tanıklık, bugün elimizdeki Kuran"la, Muhammed"in "vahiy katipleri"ne yazdırdığı bildirilen Kuran"ın aynı olmadığını çok açık biçimde anlatmıyor mu? Kaldı ki, Ibn Ömer, Osman dönemindeki derlemeden sonra bu sözü söylemiştir. Yani, Osman döneminde oluşturulan "Mushaf"ın da orijinali yok. O el yazması, Dünyanın hiç bir yerinde bulunmuyor...

Temel kaynaklarda sözü edilen, ama bugün bulunmayan "değişik mushaflar" da üzerinde durulmaya değer nitelikte. Suyuti"nin el İtkan"ında, Buhari"nin eserlerinde bazı önemli mushaflardan ve bu mushafların içindeki surelerin listelerinden söz edilir. Örneğin, Muhammed"in en yakınlarından biri bilinen ve Peygamberin, Kuran için ezberine başvurulacak dört kişiden biri olarak belirttiği Ibn Mesud"un mushafı, yine Muhammed"in danışılması gereken dört kişiden biri olarak söz ettiği Übeyy Ibn Ka"b"ın mushafı, Abdullah Ibn Abbas"ın mushafı, Muhammed"in karılarından Aişe"nin mushafı, Ali"nin mushafı bunların başlıcaları.

Ayrıca bugün Alevi"lerin, Ali"nin mushafı olarak söz ettikleri bir mushaf ve Hindistan"da saklanan ayrı bir mushaf daha var.
Suyuti"nin ve Buhari"nin kitaplarında belirtilen mushaflardan hiçbiri günümüze gelememiş. Ancak bunların içerik listeleri yazılmıştır.Ayrıca bazı din kitaplarında, bunlarda bulunduğu söylenen ayet ve surelerden parçalar günümüze kadar gelmiştir. Eldeki resmi nüshadan içerik yönünden farklı oldukları bu listelere bakınca hemen anlaşılıyor. Örneğin, Ibn Mesud"un "Mushaf"ında Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure yok. Felak ve Nas sureleri de..Ali"nin surelerinin sırası bugünküne uymuyor. Suyuti, kitabında, Bakara suresinin, Ahzab suresi ile aynı uzunlukta olduğunu aktarıyor. (Bkz. Suyuti, el ıtkan, 2/32.) Oysa bugün, eldeki resmi Kuran"da, Bakara 285 ayet iken, Ahzab yalnızca 73 ayettir.

Üçüncü halife Osman döneminde bir heyet tarafından yeniden derlenip yazılan Kuran"ların kaç adet olduğu ve şu anda nerede bulundukları tartışmalıdır.

Kimilerine göre dört, kimisine göre beş ya da yedi adet yazılmıştır. Dörttür diyenlere göre, Osman bir nüshasını kendisine alıkoymuş, diğerlerini Kufe"ye, Basra"ya ve Şam"a göndermiştir. Mekke"ye, Yemen"e ve Bahreyn"e gönderilenlerden de söz ediliyor.

Kimi kitaplardaki bilgilere göre, bu nüshalardan kopya edilip çoğaltılmasına izin verilmiş, kimi kişiler kendileri için "mushaflar" meydana getirmişlerdir. Ancak, o zaman bu mushaflarda bulunduğu söylenen ve örnekler aktarılan bazı Kuran parçalarının resmi Kuran"da bulunmamasına ne demeli?

Bazı İslam kaynaklarında, Osman döneminde çoğaltılan nüshaların bir kısmının bugün elde olduğu iddia edilir. Örneğin, bir kopyanın Taşkent"te olduğundan söz eden çok sayıda kitap vardır. Yine bazı İslami Türk kaynaklarında Topkapı Müzesi"ndeki Kuran"ın da Osman zamanından kaldığı söylenir. (Turan Dursun"un bu makalesinin üzerinden geçen sürede , 2000 yılına gelindiğinde, Yemen"deki Ulu Cami"de yapılan restorasyon çalışmaları sırasında dünyanın en eski Kuran"ının bulunduğu The Guardian gazetesinin haberinde açıklanmıştır. Bu Kuran üzerinde yapılan incelemeler, günümüzdeki Kur"an"ı tutmadığını göstermektedir. )

Konunun araştırmacılarından Prof. Dr. Suphi e"s-Salih kitabında, "Peki, Osman döneminde hazırlanmış resmi nüsha şimdi nerededir?" sorusunu ortaya atar ve doyurucu cevap bulamadığını açıklar. Kahire Kütüphanesi"nde olduğu söylenen nüshanın, Osman döneminden kalmış olamayacağını belirtir. Çünkü bu kitapta bir takım işaret ve noktalar vardır, böyle işaret ve noktaların İslamiyet"in ilk yıllarında bulunmadığı bilinmektedir.

Ayrıca, Kuran"ın okunuşundaki farklar da, tek bir Kuran olmadığının göstergesidir. Nitekim, İsmail Cerraoğlu"nun, Ankara 1971 baskılı "Tefsir Usulu" adlı kitabının 90-110.sayfaları arasında, Islam kaynaklarından aktarılan bilgiler de şöyle:

"Kur"an"ın bir harfinin bile değişmediği" yalanı Tevbe suresinin 114.ayetindeki "iyyahu" sözcüğünü, Hammad İbn Zeberkan, "ebahu" diye okurdu. Sad suresinin 2. ayetindeki "izzettin sözcüğünü de "ğırratin" okumaktaydı. Buradaki değişiklikler harf değişiklikleri.Birincisinde "ya""ba" ya, öbüründe de "ayın" harfi, "ğayın" harfine dönüşmüş. Haydi bu tür harf değişikliklerini önemsemeyelim.

Eldeki Kur"an"da görülen kimi sözcüklerin yerine, Abdullah İbn Abbas, "mürâdiflerini", yani "eş anlamlı olanları kullanırdı. Enes İbn Malik de Müezzemmil suresinin 6. Ayetindeki "akvamu" sözcüğünün yerine, "asvabu" sözcüğünü kullanmıştır. İbn Ömer, Cum"a suresinin 10. Ayetindeki "fes"av" sözcüğünün yerine, "femzû" sözcüğünü; İbn Abbas Karia suresinin 5. Ayetindeki "kel"ıhni"yerine "k"essavfı"yı uygun görüp kullanırdı. Yine İbn Abbas "sayhaten vahideten"lerdeki "sayhaten" yerine, "zeyfeten"i yeğlerdi.Enes İbn Malik, İnşirah suresinin 2. Ayetindeki "vada"nâ" yerine,"halelnâ" diye okurdu. (Bkz.Sf.95). Aynı kitapta, gösterilen kesimde başka örnekler de görülebilir.

Buralarda görülen de yalnızca harf değişikliği değil kelime değişikliğidir. Demek ki peygamberden bu yana bir harf bile değişmemiştir savı gerçek değildir.

İsmail Cerrahoğlu"nun da kitabında yer verdiği (Bkz. aynı kitap, s.93-94) bir olay çok ilginçti bu konuda. Aktarıldığına göre, bir gün Hizam oğlu Hakim Oğlu Hişam, Furkan suresini okumaktadır. Ömer dinler, bakar ki, Hişam bu sureyi Muhammed"in kendisine öğretip okuttuğundan başka türlü okuyor. Ömer öfkelenmiştir:

"-Bu sureyi sana böyle kim belletip okuttu?"

"-Peygamber!"

"-Yalan söylüyorsun. Çünkü, Peygamber bu sureyi bana senin okuduğundan başka türlü okuttu."

Ömer bu tartışmayı yaparken, Hişam"ın yakasına sarılmıştır. Sonra, adamı alıp Peygamber"e götürür.

"-Bu adam, senin bana okuttuğundan başka türlü okuyor Furkan suresini."

"-Yakasını bırak da adamın okuduklarını ben de dinleyeyim."

Ömer yakasını bırakınca, Muhammed adama döner:

"-Hişam, haydi oku, bir de ben dinleyeyim, Furkan suresini nasıl okuyorsun?"

Hişam, Furkan suresini, kendisine öğretildiği gibi okur. Sonra, Muhammed, "-Bu sure bana böyle indi." der.

Muhammed, aynı sureyi bir de Ömer"e okutturur. Ömer"inki için de aynı şeyi söyler. Yani, ikisininkini de doğru bulmuştur. Sonra da şöyle der:

"- Kuran yedi harf (yedi türlü) indirildi. Bunlardan hangisi kolayınıza gelirse, Kur"an"ı ona göre okuyun. (Bkz. Buhari, e"s-Sahih, Kitabu"l-Husûmât 4; Tecrîd, hadis no: 1766; Müslim, e"s-Sahih, Kitabu Salâti"l-Müsâfirîn/270, hadis no:818)

Bu hadis, Hişam"ın okuduğu Furkan suresi ile, Ömer"in okuduğu Furkan suresinin çok çok başka olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Bu hadise göre, Muhammed, kavgayı tatlıya bağlıyor, "Kur"an"ın yedi çeşit indirildiğini" ve herkesin başka türlü okuyabileceğini söylüyor. Yani Kur"an"ı türlü biçimlerde öğrenip okumayı serbest bırakıyor. "Başkalık"sa, hadisten de kolaylıkla anlaşılacağı gibi, "okunuş"ta değil, "okunanlar"dadır. Yoksa, Ömer"in o denli öfkesinden söz edilebilir mi?

Kaynaklar, ayrı ayrı mushaflar üzerinde durur. Aktarılan örneklere göre, kimi mushaftakiler bugün elimizdeki "resmi kuran" dakileri tutmamaktadır. Ayrıca İbn Ömer"in şu sözü son derece ilginçtir:

-İçinizden kimse, Kur"an"ın tümünü elinde tutuğunu söylemesin. Bunu diyen bilir mi Kur"an"ın tümü ne kadardı, nasıldı? Kesin olan o ki, Kur"an"ın çoğu yok olup gitmiştir. (Bkz. Süyuti, el İtkan, 2/32)

Bütün bunlar karşısında, yine "kuran, Peygamberden bu yana olduğu gibi ve bir harfi bile değişmeden gelmiştir, denebilir mi?

Kur"an"ın birinci orijinali de, ikinci orijinali de yine müslümanlar eli ile yakılmıştır. Kuşkusuz gerçekleri örtmek için. Osman döneminde oluşturulup çoğaltıldıktan sonra belirli merkezlere gönderilen nüshaların orijinallerine de , dünyanın hiçbir yerinde raslanmamaktadır.

Müslümanların kutsal kitabının resmi nüshasının her yerde aynı olduğu doğrudur. Ancak, bugün İslam dünyasında bilinen ve elde bulunan Kuran, Peygamberin "vahiy katiplerine yazdırdığı" söylenen Kuran"ın aynı değil. Kaynaklar, bunu ortaya koyuyor. Mehmet Akif"in yapmış olduğu Türkçe Kuran tercümesi de yakılmıştır.

24.06.2007 12:31

Allah Kafirlere Beddua etmistir.
 
Ve Onlarin sonu Hepsinin temsilcisi Ebu Leheb gibi olacaktir. Ebu Leheb Güzel bir örnektir,fakat Kalpleri ve gözleri Mühürlü olan Kafir Bunu idrak etmekten uzaktir.

Hâdise, Kur"ân"ın on beş sene kadar önceden haber verdiği tarzda cereyan etmişti. Mamafih durum, sadece bundan ibaret de değildi. Ebu Leheb, dünyada maksadına ulaşamadığı gibi âhirette de çekeceği azaptan dolayı hem cismânî ve hem de ruhânî bir zarara uğrayarak helâk olmuştu.

**

111-TEBBET:

Helâk oldu. Bu fiil esasen bir durumu haber vermekle birlikte dilek kipi de olabilir. Dilek kipi olması, ya tekvînî şekilde zarar görmesini dilemek, yahut da Arapların adetlerinde olduğu gibi "Kahrolası" şeklinde beddua olarak hüsran ve helâkı hak ettiğini anlatmak suretiyle kınamak ve çirkin görmek mânâsınadır. Söz konusu fiili, ilk nüzûlüne bakarak çokları, bu mânâda yorumlamışlardır. Bu yüzden "elleri kurusun" şeklindeki tercüme pek yaygındır. Eli kurusun tabiri daha ziyade yani "eli çolak olsun" mânâsında kullanılmaktadır. Bununla beraber mecâzî anlamda iflâs etsin, elinde avucunda bir şey kalmasın, tutacağını tutamasın ve her tuttuğu boşa çıksın gibi beddua mânâsına da gelmektedir ki, bu şekilde terceme edenlerin maksadı da budur. Bu fiile, yuh olsun, perişan olsun gibi mânâ vermek, de olduğu gibi tebâbın anlamına daha uygun görünmektedir. Ancak Ebu Leheb"in Bedir Savaşı"nın arkasından ümitsizliğe düşerek ölmesi ve Nasr Sûresi"nin inişinde onun hüsrân ve helakinin gerçekleşmesi sebebiyle Tebbet Sûresi"nin tertibde buraya konulması, söz konusu kelimenin meydana gelen bir durumu haber verdiğini ifade etmektedir. Hatta Peygamber"in şanlı vefatıyla dahi Ebu Leheb"in isteğinin yerine gelmeyip, bilakis helakinin gittikçe daha çok artacağına işaret sayılmaktadır. Bu da, fiilin gereği olarak kınama mânâsı taşımasına engel teşkil etmez. Yani, sadece ona yuh olsun değil, helake gitti. İki eli sağdan, soldan gerek olumlu gerek olumsuz, gerek tutmak ve gerek itmek için kullanmak istediği bütün sebeb ve vasıtaları, gerek dünyaya gerek dine uzatmak istediği iki eli de helâk oldu. O Peygamber"in zaferine ve hak dinin ortaya çıkmasına mani olmak ve küfre sarılmak için müracaat ettiği maddî manevî şey kendi aleyhine döndü de, yuh diye üflediği elleri hakikaten helâk oldu. Ebu Leheb"in, Peygamber"e nankörlük ve düşmanlıkta ileri giden ve İslâm dininin yayılmasına engel olmak için her türlü fitne ve fesat ateşini alevlendirmeye çalışan Ebu Cehil ve benzeri azgın kâfirlerin küfür ve taşkınlıkları Kur"ân"da anlatılmış olmakla beraber hiçbirinin adı açıkça zikredilmediği halde, Ebu Leheb"in ismine özellikle yer verilmesi, ayrıca Peygamber"in zaferini konu edinen Nasr Sûresi"yle tevhidi konu edinen İhlâs Sûresi arasında bulunması da dikkate değer niteliktedir. Şöyle ki:

Birincisi: Ona, "Ey suçlular, bugün şöyle ayrılın (bakayım)." (Yâsin, 36/59) âyetinin ifade ettiği anlam üzere bir üstünlük vermektir. Onun, Peygamber ile Allah arasına girmek, çoğalmasına mâni olmak isteyen ateşli düşmanlar arasında nazar-ı itibara alınmaya değer bir ayrıcalığa sahip olduğuna işaret eder. Çünkü Ebu Leheb, Peygamber"in baba bir amcası olması sebebiyle hususi bir şerefe haiz bulunuyordu. Böyle iken bu şeref ve nimetin değerini takdir etmediği ve ona yardım edecek yerde aksine engel olmak için nankörlük ve düşmanlıkla ateş püskürmek isteyenlerin önüne düşmesi sebebiyle İslâm düşmanlarının hepsinden daha fazla teessüfe layık olduğunu bildirerek yine Peygamber"in şanını yüceltmek, onun neseb, şeref ve haysiyetlerinin üstünde olan Hakk"ın cilvesinin büyüklüğünü göstermektir.

İkincisi: Ebu Leheb, şahsı gösteren bir künye olmakla beraber lugat itibarıyla asıl mânâsı, alev babası demektir. O itibarla Peygamber"e ve İslâm"a karşı ateş püskürmek isteyip de, kendini cehenneme atmış olan kâfirlerin hepsinin temsilcisi olması sebebiyle onun helâki, hepsinin helâkına misâl yapılmıştır ki, bu da, "Allah"ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki, kâfirler istemese de Allah, mutlaka nûrunu tamamlamak ister." (Tevbe, 9/32) âyetinin ifade ettiği anlama işaret olur. Künyeler, alem ismi olmakla beraber yerine göre Hâtem-i Tâi"nin cömertlik, Ebu Hanife"nin ilim ile şöhret bulması gibi sıfatlık mânâsına gelmelerinden ve Meânî ilminde Ebu Leheb isminin de "ateş babası" demek olmasından dolayı, kinâye yoluyla "cehennemlik" vasfına delâlet eden meşhur bir misâl olarak söylenmiştir. Ayrıca kinâyeler de, hakikatin iradesine engel olmayacağına göre burada, söz konusu mânânın hususi bir önemi vardır. Yani maksat sadece Ebu Leheb"in şahsını belirtmekten ibaret olmayıp, onun vasfına ve bu vasıfta ona benzeyenlerin hallerine de işaret edilmiş demektir. Asıl ismi, Abdüluzza b. Abdilmuttalib iken yanaklarının pek kırmızı olmasından dolayı ateşe benzetilerek, Ebu Leheb denilmiş ve bu künye ile meşhur olmuştur. Çok ateşli mânâsına gelen "alev babası" künyesi ona başlangıçta, yüzünün parlaklığı veya canlılığı, yahut hiddet ve şiddeti itibarıyla övgü mânâsı düşünülerek verilmişti. Ancak bu vasfın hakikatinde "ateş kaynağı olmak" veya "ateşi sevmek" mânâsının bulunması ve en şiddetli ateşin de cehennem ateşi olması dolayısıyla Ebu Leheb ismi, kendsini ateşe sürükleyen "cehennemlik" ünvanına dönüştürülmüş, fiil ve hareketleri itibarıyla da "cehennemin babası" mânâsına darb-ı mesel olarak kullanılmıştır. Burada söz konusu nüktenin kastedildiğine özellikle "(o) alevli bir ateşe girecektir" âyetiyle işaret edilmiştir. Yani Hz. Peygamber (s.a.v.)"in amcası olmak gibi yüksek bir neseb, yakınlık, soy ve şerefe sahip olduğu halde, iman etmeyip de ona düşmanlık ve küfürde ısrar ettiğinden dolayı Ebu Leheb böyle helâk oldu. O soy ve şeref Ebu Leheb"i kurtarmazsa Peygamber (s.a.v.)"e buğzedip de tevbe etmeyen diğer insanların ne kadar bedbaht olacakları ibret nazarıyla düşünülmelidir.

Keşşaf"da denilir ki: "Tekniye" mastarı, ikram etmek mânâsı ifade ederken burada künye anlamında kullanılmasının üç sebebi vardır.

1. İsmiyle değil, künyesiyle şöhret bulmasından dolayı.

2. Esasen ismi, Abdu"l-Uzzâ olduğu halde künyesi kullanıldığı için.

3. âyetine göre ateş ehlinden olmasından dolayı künyesinin haline uygun olması sebebiyle.

Ayrıca şerli olan kimseye "Ebu"ş-Şer", hayır sahibine de "Ebu"l-hayr" denilmesi kabilinden de Ebu Leheb denilmiştir." Evet, Ebu Leheb"in iki eli, yuha, hüsrana gitti, helâk oldu. Kendisi de yok oldu. Muradına eremeyip, perişan oldu ve mahvolup gitti. Ebu Leheb, Peygamber"e karşı Kureyş ile beraber olduğu halde hasta olduğu için Bedir Savaşı"na bizzat iştirak edememiş, ancak maddî yardımda bulunarak Ebu Cehil"in kardeşi Âs b. Hişâm"ı kendi yerine göndermişti. Kendisi "adese" denilen çiçek hastalığına benzer bir hastalığa tutulmuş, Kureyş"in yenildiğini haber alınca savaştan yedi gün sonra kahrından ölmüştü. Alûsî ve diğer tefsircilerin naklettiğine göre Kureyşliler, adese hastalığından tâun gibi sakındıkları için kendilerine de bulaşır korkusuyla ailesinden bile kimse yanına yaklaşmamış, bu yüzden ölüsü üç gün evde kalıp kokmuştu. Nihayet utandıkları için Sudâni"lerden birkaç kişiyi ücret karşılığı tutarak gömdürmüşlerdi. Bir rivayette de bir çukur kazıp ağaçlarla içine kakmışlar ve örtünceye kadar da üzerine taş atmışlardı. Başka bir rivayete göre de çukur kazmayıp bir duvarın dibine koymuşlar ve sonra da üzeri örtülünceye kadar taş atmışlardı.

Demek ki hâdise, Kur"ân"ın on beş sene kadar önceden haber verdiği tarzda cereyan etmişti. Mamafih durum, sadece bundan ibaret de değildi. Ebu Leheb, dünyada maksadına ulaşamadığı gibi âhirette de çekeceği azaptan dolayı hem cismânî ve hem de ruhânî bir zarara uğrayarak helâk olmuştu.

2. Buradaki istifhâm-ı inkârî veya doğrudan doğruya olumsuzluk edâtıdır ve Ebu Leheb"in helâkini izah etmektedir. Yani ne fayda verdi ona? Hiçbir fayda vermedi. Onu kurtaracak hiçbir hayra yaramadı malı ve kazandığı, yahut kazancı. Buradaki da mevsûl veya mastariyyedir. Mamafih önceki gibi istifhâm-ı inkârî veya olumsuzluk mânâsını ifade eden edat olması da düşünülebilir. Malı ona ne fayda verdi? Ve ne kazandığı? Onu felaketten kurtaracak hiçbir şeye yaramadı ve kendisi de hiçbir fayda elde edemedi anlamındadır. Ancak "Malı da fayda vermedi, kazancı da." anlamı, iki elin helâkini izah etmeye daha uygundur. Malından maksat, sermayesi, kazancından maksat da, kâr ve gelirleri, yahut kazanmak için yaptığı ticaret ve benzeri işler; veya malı, babasından miras kalan, kazancı da kendi kazandığı şeylerdir. Ayrıca söz konusu âyette ifade edilen malından kasıt, eski ve yeni bütün malı, kazancından kasıt da, gerek malından harcamak ve gerekse başka yollardan faydalanmak suretiyle kendi istek ve arzusuna göre elde ettiği, pay ve nasip, yani çalışması ve emeği ile yaptığı işler ve sahip olduğu şeylerdir ki buna, isteyerek çalışıp elde ettiği bütün kazancı, çocukları, sosyal durumu, kendine ve toplumuna örf ve âdetlerine göre yaptığı iyilikler, ayrıca Peygamber"e karşı kurduğu tuzak ve düşmanlıkların hepsi dahildir.

İbnü Abbas"tan nakledildiğine göre, âyette geçen "kazancından" maksat, Ebu Leheb"in çocuğudur. Yine denilmiştir ki: Ebu Leheb"in oğulları aralarında anlaşmazlığa düşerek, muhâkeme olmak üzere babalarının yanına gelmişler, derken birbirleriyle çarpışmaya başlamışlardı. Bunun üzerine Ebu Leheb oğullarını ayırmak için aralarına girmiş ve orada birisinin itivermesiyle yere düşmüştü. Buna son derece sinirlenen Ebu Leheb "Çıkarın yanımdan bu pis kazancı." demişti. Bir hadisde de "Her insanın yiyeceğinin en temizi ve çocuğu kazancındandır." buyurulmuştur. Dahhâk: "Ebu Leheb"in kazancı, kötü ameli yani Resulullah"a yaptığı düşmanlık ve kurduğu tuzaktır." derken, Katâde de "Onun kazandığı şey, bir iyilik yapıyorum zannıyla işlediği ameldir ki, bu "Yaptıkları her işin önüne geçtik de, onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri haline getirdik." (Furkân, 25/23) mânâsınadır." demiştir. Yine Ebu Leheb"in eğer kardeşimoğlunun söylediği hak ise, malımı ve çocuklarımı fidye vererek ondan kurtulurum." dediği rivayet edilmiştir. Verilen bu mânâların hiçbirisi diğerine zıt değildir. Maksat, tahsis olmayıp, örnek vermektir. Âyette ifade edilen "kesb", bu mânâların hepsini içine aldığından, esasen âyetin anlamı şu şekildedir: "Ne malı ne de hiçbir kazancı kendisine fayda vermedi, onu zarar ve helâkten kurtaramadı.

3. Zira o bir ateşe yaslanacak ki yarın âhirette bir ateşe girecek ki Gayet alevli, dünyada eşi, benzeri görülmemiş son derece şiddetli bir alev ve iltihabı olan bir ateş, yani sadece cisimleri yakan bir ateş değil, ruhları sarıp gönüllere nüfûz eden "Allah"ın tutuşturulmuş ateşidir ki, gönüllere işler." (Hümeze, 104/6,7) âyetinde buyurulan cehennem nârıdır.

4. Karısı da ki o Harb"in kızı, Ümmü Cemil ve Ebu Sufyân b. Harb"in kız kardeşidir. Bu isimlerdeki imâlara da dikkat etmek gerekmektedir. Bu kelime, fiilinin altında gizli bulunan Ebu Leheb"e ait olan zamirine bağlıdır. Yani Ebu Leheb"in yalnız kendisi değil, karısı da o ateşe yaslanacaktır. Diğer kırâetlerin hepsinde kelimesi, haber olarak ötreli okunur. Bu durumda Ebu Leheb"e bağlanmayıp cümle olarak ondan hal yapılır. Âsım kırâetinde ise üstün okunur. Bu durumda da şu iki şekil söz konusudur.

1- Kelimesinden hal yapılmasıdır ki, karısı da odun hammalı olarak cehenneme girecek, Ebu Leheb"i götürecek veya onun ateşini artırmak için, dünyada küfrüne, arzusuna hizmet ettiğinden dolayı cehennemde de azabına iştirak ile hizmet edecek demektir. Çünkü "O halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının." (Bakara, 2/24), "O inkâr edenler var ya, ne malları, ne de çocukları onlara, Allah"a karşı hiçbir fayda sağlamaz. Onlar ateşin yakıtıdırlar." (Al-i İmrân, 3/10) âyetlerinde buyurulduğu üzere cehennemin odunu, çırası kâfirler olduğundan küfre hizmet etmek, cehenneme odun taşımak mânâsına gelmektedir. Buna göre onun sırtındaki cehennem odununun da, Ebu Leheb"in kendisinin olması en uygun bir mânâdır.

2- Kınama anlamında mansuptur. "Yani o odun taşıyıcısı karı" mânâsındadır. Bu durumda, kelimesi üzerinde durmak câizdir. Burada da "hatab"dan maksat Ebu Leheb"dir. Bundan başka bir de tâbiri, koğucu, ona buna laf taşıyan bozguncu şeklinde mecâzî bir anlam da taşımaktadır. Keşşaf sahibi ez-Zemahşerî der ki: "İnsanlar arasında koğuculuk yapan bozgunculara, "Aralarında odun taşıyor." denilir. Bu cümle, insanlar arasında ateş yakmak, şerre sebeb olmak anlamında kulanılmaktadır. Nitekim

"Beyaz insanları, yani yüzleri ak temiz kimseleri avlamaya çalışmadın,

Alçaklığın sırtına binerek oba arasında yaş odunla yürümedin."

diyen şair de bu mânâyı ifade etmiş, dumanı çok olmasından dolayı şiirinde "yaş odun" tabirini kullanarak şerrin çokluğuna işaret etmiştir." Lisanımızda bu mânâ, "kundakcılık etmek" şeklinde ifade edilmektedir. "Yangına körükle gitmek" sözünde de aynı anlam söz konusudur. Ancak, Türkçe"de "odun hamalı" tabirinden bu mânâ anlaşılmaz. Onda sadece küçümsemek anlamı vardır. Zira izzet ve servet içinde büyümüş bir kadının odun hamallığı yapması, acıklı bir sefâlet demektir. Esasen bundan, koğuculuk ve bozgunculuk mânâsını çıkarmak için ya "kundakçı" demek, yahut "hammâlete"l-hatab" tâbirini terceme etmeyerek darb-ı mesel tarzında aynen söylemek daha uygundur. Bu anlam, cehenneme girmenin sebebi olan dünyadaki durumu göstermiş olmaktadır. Fakat asıl mânâ, dünyadaki aile şerefine, zenginlik ve üstünlüğüne rağmen, ahiretteki sefâlet ve hakaretini duyurması ayrıca Ebu Leheb"in arzusuna boyun eğenler içinde en sakınması gereken karısının bile cehennem ateşinde hakaretle onun azâbını şiddetlendirmeye hizmet etmekte olduğunu ifade etmesi sebebiyle, diğer anlamlarını da dikkate almakla birlikte, "odun hamalı" diye terceme etmeyi daha uygun gördük. Nitekim İbnü Zeyd ve daha başkalarından gelen rivayetler de, bunu kuvvetlendirmektedir. Denildiğine göre, Ebu Leheb"in karısı, Resulullah (s.a.v.)"in geçeceği yol üzerine geceleyin diken dalları bıraktırmak suretiyle ona eziyet etmek isterdi. Onun için bu tabirle kınanmıştır. Mamafih bu rivayet de onun Peygamber"e eziyet vermek ve dinin yayılmasına engel olmak için kocasının fikrine hizmet etmek üzere gizlice koğuculuk ve benzeri işler yapmak suretiyle rahatsız etmeye çalışması tarzında temsilî bir ifade olarak düşünülürse, yukarıda söylenen mânâların hepsine uygun düşmüş olur.

5. Bu cümle de "hammale"nin altında gizli olarak bulunan zamirinden haldir. Yani gerdanında süs yerine bir ip ki...

Âyette yer alan "cîd" boyun mânâsına gelirse de, "unuk" kelimesi gibi sadece boyun anlamı ifade etmeyip, özellikle gerdanlık gibi zinet eşyalarıyla süslü veya süslenmeğe layık güzel boyunlar anlamındadır. Bu yüzden denilmeyip buyurulmuştur. Gerçi burası, tahkir makamıdır. "... biz de inkâr edenlerin boyunlarına (ateşten) halkalar koyduk."

(Sebe", 34/33) gibi "ğull" (pranga) ve benzeri ifadelerle küçümseme mevkiinde boyun zikredilmektedir. Ancak burada "odun hammalı" diye küçük düşürüldükten sonra "Boynunda da bir ip mevcuttur." denilseydi, kapsamlı bir mânâ ifade etmezdi. Halbuki "cîd" şâirin "Güzel kadının gerdanındaki zinetten daha güzel." dediği gibi süs ve övgü ile söylenmektedir. Bu mânâ farkı, Türkçe"de de söz konusudur. Biz de bu gibi durumda "gerdan" tabirini kullanırız. Bu sebeple âyette, tahkirden sonra nın zikredilmesi, kadının kadınlık onurunu coşturmak suretiyle durumun acıklı manzarasını göstermektedir. Binaenaleyh bu kelâm "boynunda bir ip vardır" diye anlaşılmalıdır. "O dilberin boynunda gerdanlık yerine bir ip vardır" şeklinde düşünülmelidir ki, "Süs içinde yetiştirilip mücâdelede açık olmayanı (tartışmayı beceremeyeni) mi (Allah"ın parçası yaptılar)." (Zuhruf, 43/18) âyetinin ifade ettiği mânâ üzere, süslü gerdanlıklarla donatılıp ikramla yetiştirilen, düşmanlık ve mücâdele mevkilerinde bulunmaması gereken bir gerdanın hamallık ipi ile aşağılanmasındaki hakaret ve istihzânın acılığındaki fesahat anlaşılabilsin. Said b. Müseyyeb ve daha başkalarından rivayet edildiğine göre, onun gerdanında mücevherlerle süslü, kıymetli bir gerdanlık vardı. Öyle iken bu gerdanlığın yerinde sağlam liflerden, kuvvetli tellerden bükülmüş, kıvrılarak örülmüş bir ip bulunmaktaydı. Söz konusu kelime ile ilgili Ragıb el-İsfahânî"nin "Müfredât" adlı eserinde şu açıklamalar mevcuttur: "Mesed, ince hurma dallarından, yani şahlarından elde edilen ve fitillenen sağlam bükülüp örülen liftir. de yaratılışı, vücudu bükülmüş ip gibi derli toplu olan kadın demektir.

Bunun netiesi şudur ki, mesed, hurma lifinden bükülmüş, sağlam bir urgan demek oluyor. Fakat Zemahşerî diyor ki: Mesed, iplerden şiddetli ve kuvvetli bir şekilde bükülmüş olandır. Bu ister liften olsun, ister deriden olsun, ister başka şeylerden olsun aynıdır. Şair: "Develerden daha hızlı, daha kıvrak geçen mesed..." demiştir.

Aynı şekilde cümlesi de sağlam yapılı kuvvetli adam mânâsını ifade etmektedir. Kâmusta "mesd" kelimesi "ip bükmek" ve "yolda gayretle sürüp gitmek" mânâsınadır. denildiğinde bu sözle, "ipi güzelce bükmek" mânâsı kasdedilmektedir. "Mesed" ise, demirden çark oku demektir. Ayrıca hurma lifinden, bir görüşe göre de "Mukl" ağacının ince dallarından bükülmüş ipe denilmektedir. Bazı alimlere göre de sağlam ve kuvvetli bükülüp örülmüş olan ipe "mesed" adı verilir. Besâir"de açıklandığına göre, "Mesd" mastar, "Mesed" ise isimdir, ancak "Memsûd" anlamındadır, yani pek sağlam örülmüş ip demektir. Yani âyet, "gerdanında şiddetli bir şekilde bükülüp demir bir ip yapılmış olarak" mânâsınadır. Demek ki mesed, esasen "memsud" mânâsına alınarak bununla, hurma veya mukl ağacının lifleri gibi kuvvetli liflerden bildiğimiz kendir, urganlar tarzında fitil fitil, kat kat bükülmüş veya örülmüş sağlam urganlar kasdedilmektedir. Bu anlamda kıl, deri ve demir gibi hangi maddeden yapılırsa yapılsın, ip şeklinde bükülmüş yahut örülmüş olan sağlam telli, fitilli urgan, halat ve zincirlerin hepsine mesed denilmektedir. Burada da maksat ipin, yapıldığı maddeden ziyâde kuvvet ve kıvraklığı söz konusu olduğu için en sağlamının düşünülmesi gerekmektedir. "Biz, kâfirler için zincirler ve demir halkalar hazırlamışızdır." (İnsan, 76/4) âyetinin ifade ettiği mânâ üzere cehenneme giden kâfirlere vaad edilen de zincirler ve bağlardır. Bir gerdana gerdanlık yerine yakışan da bir zincirdir. Fakat bir odun taşıyıcısının sırtına aldığı odunları bağlayıp uçlarını, gerdanlık yerine sarkıtacağı sağlam ipin de zincir değil, liften bir urgan olması daha uygundur. Kâfirin hassasiyetine dokunan en acıklı manzara âyetin, sırtında cehennem odunu olan kocasını taşırken gerek iftihar ettiği gerdanlığını, gerekse örgülü kıvrık saçlarının gerdanından sarkmasını, kendi yanacağı ateşin odununu taşıyan bir odun hamalının boynuna düğümleyip geçirdiği kuvvetli urganın boynundan sarkması şeklinde tasvir etmesidir. Bu da, dünyada Allah yoluna sarf edilmeyen servet ve kazancın, şükrü bilinmeyen şeref ve asaletin ardındaki hakaret ve aşağılanmaya bir misâldir. İşte o ateş babası Ebu Leheb, parlaklığına ve bir takım üstünlüklerine rağmen Allah"a ve Resulü"ne karşı küfür ateşi yakmak istediğinden dolayı o ateşin odunu olarak helâke sürüklenmiş ve karısıyla birlikte bütün âleme darb-ı mesel olmuştur. Ta peygamberliğin başlangıcında haber verilmiş olan bu hakikat, aynı tarzda tahakkuk etmiş, Resulullah (s.a.v.)"in tebliğ ettiği şekilde Allah"ın birliğine imân etmediği için onun şefaatından istifade edememiş, ne nesebinin şerefi, ne de mal ve kazancı gibi asaletinin kudret ve ihtişamı, kendini helâk olmaktan kurtaramamıştır. Onun için diye beddua etmesinden dolayı da kendisine tevbe de nasip olmayıp mahvolup gitmiştir. "Kötü sondan Allah"a sığınırız."

Şimdi birisi, tesbih, hamd ve istiğfar ile Allah"a giden, diğeri de hüsran ve aşağılanma ile ateşe giden iki son böyle beyân edildikten sonra, güzel bir sona erişmek ve o helâkten kurtulmak için tek çarenin Allah"ın dinine sarılmak ve bunun için de önce Allah"ı birlemek ve samimiyetle tanımak sonra da bütün kötülüklerden korunmada O"nun yardımına sığınmak olduğu hususu beyân edilecek arkasından da Allah tarif edilerek tevhid ve samimiyetle O"na bağlanma emredilecektir.

24.06.2007 12:34

hahahahahahahahahahahaaaaaaa
 
Demek benim kalbimi islama karsi allah kapatmis !? :-))
Peki bu sizin allahiniz beni hangi hakla cehennemde isgence etmeye kalkiyor !?
Hem suclu hem güclü !
Akli basinda olsaydi benim kalbimi islama mühürlemezdi !
Neden benim karsimada hep piskopatlar cikar anlamiyorum !? :-))

24.06.2007 12:37

Ama nedense...
 
Bircok yasli namaz kilmak icin egilip kalkamadiklari icin koltuga oturdugu yerden namaz kiliyormus gibi acayip acayip hareker ediyorlar ! :-))

Yani tanri gibi olaganüstü bir varligin, mesela allahin, rezil kepaze sefillerin yatip kalkmalarinami ihtiyaci var !?
Yani allah bu kadar assagilik kompleskinemi sahip !? :-))

24.06.2007 12:40

Namaz nasil kilinir !?
 
DÖNME KAFIR alpi, hadi bize namaz nasil kilinir anlat.
Hangi zaman kac rekat namaz kilinir !? :-))

Sahiya, siz müslümanlar bu namaz konusunda (ne zaman kac rekat namaz kilinacagi konusunda) görüs ayricaliginiz var.

Herseyi bile yapan (hatta benim kalbimi islam mühürleyen allah :-)) ) nedense kuranda nasil namaz kilinacagini yazmamis ! :-))
Herseyi düsünen, bilen, tedbirini alan allah bu namaz konusunda unutkanlikmi yapmis !? :-))

24.06.2007 12:44

hahahahahahahahahahahaaaaaaa
 
siz böyle ucuz hikayelerle kendinizin dogru yolda oldugununuzu tastikleyin durun ! :-))

Gecenlerde gazatede okumusdum, yüzlerce koyun kendilerini ucuruma atmis, yani intihar etmisler !
Simdi sizin dini liderinizden biri olan tayyip serefsizi rekabetlerine ikide bir ne diyor, "daha iki koyun gödemeyenler !".
Neden diyor !?
Cünki sizi koyun yerine koydugundan ! :-))
Görüldügü gibi koyun cinsi insanlar eninde sonunda, öyle veya böyle bok yolunun yolunu buluyor ! :-))

24.06.2007 12:52

Tarih Boyunca Kafirler hep ayni nakarat
 
ile Istigal ettiler :o)
Ve neden nasil Karsilarina hep Psikopat insanlarin ciktigini anliyamadan Merkepler gibi göctüler :o)

Hazin olan da bu degil mi zaten ?..
Nereden geldigini neden yasadigini ve nereye gidecegini Idrak edemeden Zibarmak :o)

Ha merkep ha böylesi..
Ne fark var ?.

:o)

24.06.2007 12:53

D o.T.
 
ohne Text

24.06.2007 12:58

Degil ibn ömer;hic kimse bunu
 
söyleyemez !.. Söyleyen senin gibi Allah Kitap Düsmani Bir kac karakacandir. :o)
Hani durmadan Peygamber e yalan söyleten Sürü var ya ?..
Hah iste onlar !..

Peygamber e yalan söyleten Ibn Ömer e haydi haydi söyletir.

Ibn Ömer in Böyle bir sey söylemesi Kuran i inkar anlamina gelir ki Elinde Tutmasina da Gerek kalmaz.

Cünkü Kuran in Korunduguna dair Allah Kelamini Inkar anlamina gelir Onun bu söyledigi..

Yani Senin meshur mantigin ile yola cikarsak Ibn Ömer in Salak oldugu Ortaya cikar ki Bu da yanlistir.

Salak olan sadece senin gibi zavallilardir.
Neden dersen?

Bir Müslüman in Böyle bir zirva söylemiyecegini kavramaktan uzak oldugunuz icin..

:o)

Dedim ya Salaklik Aci verseydi sizin araliksiz inlemeniz gerekecekti :o)

24.06.2007 13:01

Egilip kalkmayi Namaz sanan bir
 
Sabalak a Ibadeti anlatmak abesle istigaldir :o)

24.06.2007 13:03

Ben Bilmiyorum :o)
 
Hele sen Bir anlat da bizler nasiplenelim MIRIM :o)

1insanol 24.06.2007 14:43

EY KEMIKLERE EGILEN CAPULCU,c.a
 
SENIN EGILDIKLERIN AYAKLARIMIN ALTINDADIR!

THE HOOOOOOOOOOOOST DEDIK

24.06.2007 14:45

F A R A B I !..
 
İslam dini, imanın yaşanması, İslami fikriyatın ve ameli hayatın tahakkuku için, devlet denilen organizasyona başvurmuş ve ona görevler yüklemiştir. Hak ve vazifelerle, din hürriyeti, ekonomik düzenleme, icabı halinde savaş için devletin zaruri oluşu, İslam’da göze çarpar. Elbette devlet İslam’ın yegane gayesi değil önemli bir vasıtasıdır. İslam’ın çok önem verdiği adaleti temiz için beşeri bir otoriteye ihtiyaç, İslam dininde açıktır. 622 tarihinden itibaren (Hicret ile) başlayan Medine devlet uygulaması, bir örnek tip olarak İslam toplumlarında devlet teamülünü yerleştirmiştir.

İslamiyet’te insanların idaresi zor, fakat vazgeçilmez, kutsal bir görevdir ve sorumluluk timeline dayanır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Hepiniz çobansınız ve idareniz altındakilerden sorumlusunuz. Devlet başkanı insanların çobanıdır ve onlardan sorumludur.” (23)

(23) Zeynü’d-din Ahmed b. Ahmed, b. Abdi’l-Latifi’z-Zebidi, Tecrid-i Sarih. Çeviren Ahmed Naim, Ankara 1980, s. 40. Sayfa 22

Devlet, İslam’da bir sınıf tahakkümü veya bir şahıs tahakkümü değil, aksine zayıflar için bir koruyucudur. Hz. Peygamber, Yemen’deki valilerinden Amr b. Hazm’a gönderdiği yazısında şöyle der: “Muhakkak ki Allah, idarecileri zayıflar için bir yardımcı, güçlüler için de bir engelleyici olarak tayin etmiştir. Onlar, güçlüyü zulümden alıkoyarlarken, güçsüzede hak üzere yardım ederler.” (28)

(28) Muhammed Hamidullah, Vesaik, s. 167’den naklen bk. Celal Yeniçeri, İslam’da devlet bütçesi, İstanbul 1984 s. 354 Sayfa 23

Farabi’de devlet kavramı “Medine” kelimesiyle ifade edildiği için, toplum ve devlet aynı şeyleri ifade etmekte ve böylece onun sosyolojisiyle devlet nazariyesi iç içe bulunmaktadır. Devleti daha çok BAŞKAN (Reis) ile belirlemekte, fakat bunu yine devlet nazariyesi içinde mütalaa etmektedir. Sayfa 33

Farabi, topluluğu, varlık felsefesine uygun olarak bir bütün halinde düşünmüştür. Ona göre, ev veya klube, sokağın bir cüz’idir ve ona tabidir. Sokak, mahalle, köy şehre tabidir. Şehir millet toraklarının bir cüz’ü, millet de dünya nüfusunun bir cüz’üdür. Büyük topluluk yeryüzündeki bütün insanlardan ibarettir. Ortancası ayrı ayrı milletlerden teşekkül eder. Küçüğü ise bir milletin topraklarında outran şehir halkından ibarettir. (42)

(42) Farabi, El-medinet’t-ül Fazıla, çeviren: Nafiz Danışman, İstanbul 1956, s. 64-65 Sayfa 33

Darwinci ve sosyal Darwinci temaları, ta o zamanda Farabi’de buluruz. Fakat bunlarda Farabi’ye fore cahil şehrin kanunları ve fikirleridir. Farabi bu fikirleri önce inceler ve şöyle der: “Hayatta her mevcudun yanlız kendi başına yaşaması maksattır veyahut öbür mevcutlar arasında en üstün hayat hakkı yalnız kendisine bırakılmıştır. Çünkü kendisne zararlı ve faydasız bulduğu herşeyi tesbit etmek ve bekası için faydalı bulduğu herşeyden istifade etmek imkanları verilmiştir. Hayvanların durumu böyledir. Halbuki alt olan hayvanların da mevcut olmaktan başka kabahatleri yoktur. Toplum hayatında da böyledir. Sosyal varlıklar, birbirlerini şahsi menfaatleri uğrunda esir ve köle yapmak isterler. Buna göre her nev’in başka nevi le münasebeti bu esasa dayanır. Bu varlıklar birbirleriyle mücadele edecek tabiattadır. aralarında en kuvvetlisi, yani başkalarını ezebilen, daha mükemmel bir hayat sürer. Bunlardan daima galip çıkanlar ya birbirini zaralar -Çünkü herbiri başka varlığın kendi varlığına eksiklik ve zarar getirdiğini görür- veya birbirlerini köle gibi istihdam ve istismar ederler. Çünkü başkalarının ancak kendileri için yaşadıklarına inanırlar.”(50)

(50) El-Medinet’ül-Fazıla, s. 88-89 Sayfa 36

Farabi’ye göre faziletler ve iyi olan şeyler, müesseseleşeceği gibi, kötülükler ve kötü alışkanlıklar da müesseseleşebilir. “Bir şehir halkının fiilleri mutluluğa doğru yöneltilmemiş ise, bu fiiller onların, nefsin kötü yatkınlıklarına yol açar. Tıpkı yazma fiillerinin kötü olunca, kötü yazıya sebep olmaları gibi. Gene her sanatla ilgili kötü işler yapılırsa, sözkonusu sanatlardaki kötü fiiller, nefiste kötü alışkanlıklar ortaya çıkarır. bunun sonucu olarak da onların nefisleri sağlığını yitirir. Dolayısıyla kendi fiilleriyle kazandıkları alışkanlıklardan hoşlanırlar.”(69)

(69) Es-Siyaset’ül-Medeniyye, s. 48. Sayfa 42

“Nefsce hasta olanlar arasında hastalığını bilmeyen, kendilerini faziletli ve sağlıklı sanalar, düzelticinin sözüne kulak vermezler. Bunların nefsleri madde seviyesinde kalır, maddeden bağımsız olarak biryetkinlik kazanamaz.”(70) Zira iyi örfler gibi, kötü ve yanlış örfler de teşekkül edebilir.

(70) Es-Siyaset’ül-Medeniyye, s. 48. Sayfa 42

Devleti de kapasaması bakımından siyaset ilmi Farabi esas itibarıyla felsefeci olmakla beraber, siyaset felsefesi ve siyaset ilmini (ilmüli-medeni) aynı manada kullanmıştır. Farabi’ye göre ikidir. Biri mutlak siyaset ve fazıl siyaset (es-siyaset’ül-alel-ıtlak) =es-siyaset’ül-fazıla), diğeri cahiliyye siyaseti (es-siyaset’ül-cahiliyye)’dir. Fazıl siyaset tektir. Cahil siyaset ise çoktur. Sayfa 45

Farabi’ye göre devletin ilk zarureti kainattaki nizamdan gelir. Herşey evrensel olan BİR’e bağlıdır. Varlıklardaki idare nizamı ile toplumdaki idare nizamının benzerliği üzerinde durması, Farabi’de devletin kaynağının zaruri oluşunun temel işaretidir. Varlıkta nasıl düzensizlik yoksa, toplumda da böyle olmalıdır. Devletin mertebeleri ve kısımları ile varlık aleminin kısım ve mertebeleri arasında bir uygunluk vardır. Varlık aleminden olan biyolojik esaslar ile toplumu ve devleti benzetmesi bu cümledendir. Organizmanın ruhi ve şuuri çalışma tarzı da buna dahildir. Devlet sosyolojisinde belirttiğimiz gibi, devlet canlı bir organizmaya benzer. Bu konuda merkezin kalp veya akıl olma tartışması içinde yer almış, Eflatun, Aristo ve İbn-i Sina’dan farklı olarak, merkezin kalp olduğunu ifade etmiştir. Ona göre organizmada ilk teşekkül eden de kalptir. (81)

(81) El-Medinet’ül-Fazıla, s. 67. Sayfa 47

Farabi’ye göre devletin diğer bir kaynağı ihtiyaç meselesidir. Sayfa 48

Farabi’ye göre devletin diğer bir kaynağı adaleti temindir. Sayfa 48

Devletin görevi saadeti temindir. Yalnız Farabi’de saadet basit bir haz-elem meselesi değildir. Çünkü benzeri temayüller hayvanlarda da bulunur. İlk mükemmelleşme arzusundan son mükemmelleşme merhalesine kadar saadet denir.(84) Devletin görevi işte böyle bir saadeti temindir. Çünkü her fert, tabiatındaki mükemmelleşme ihtiyacını önce topluluk haliyle elde edebilir. Bu topluluğun fazıl devlet oluşu ise saadeti gerçekleştirir.

(84) El-Medinet’ül-Fazıla, s. 55. Sayfa 48 – 49

Farabi devleti temel olarak ikiye aırır: Fazıl devlet, fazıl olmayan devlet. Fazıl olmayan devlet de dörde ayrılır. Cahil devlet, fasık devlet, değişebilir (mübaddele) devlet, sapık (dalle) devlet. Cahil devlet ise altı bölümdür: Zaruri, değiştirici, hasis, gösterişçi, zorba, demokratik devletler. Sayfa 50

Fazıl olmayan devletin özelliklerinden biri, halkının saadet hakkındaki yanlış düşünceleridir. Bunlar saadeti gerçek manasıla tanımazlar. Zahiri olan şeylere hayatın gayesi nazariyle bakarlar. Çünkü bu halklar ruhen eksik kalmışlardır. Nefisleri bizzarure maddeye kaimdir.(95)

Farabi’ye göre cahil şehrin özelliklerinden biri de sömürüdür. Bu sömürü, servet elde etmek, biriktirmek için veya idari görevler için kullanıldığı gibi, sömürü din yoluyla da olur. Din, istediklerini elde etmek için hileli bir yol gibi kullanılır ki, burada aldatıcı olarak kullanılan “HUŞU”dur.(96)

(95) El-Medinet’ül-Fazıla, s. 75, 81
(96) El-Medinet’ül-Fazıla, s. 95, 97 Sayfa 52

“İbn-i Haldun, Avrupa’da 19. asrın ortalarına kadar bilinmeyen sosyoloji ilminin temellerini koymuştur.”(111) Onun sosyoloji ilimine başlangıç olduğunu, 5 asır sonra Avrupa’da gelişen bu ilme son derece yakın olduğunu anlamakta güçlük çekmekteyiz. İbn-i Haldun’da sosyoloji ilm-i umran (Medeniyet ilmi) adını almış, konuları ise sırasıyla, “Vahşilik, ehilleşme, asabiyet (kavim hali ve şuuru), hakimiyet, devlet, ilim ve sanat, iş bölümüdür.”(112) Aslında bütün içtimai müesseseleri tetkik etmiş, “temas etmediği bir mesele ve müessese bırakmamıştır. Müesseseleri hem statik, hem dinamik olarak incelemiştir. Olaylar arasında sebep-sonuç, determinism bağı görmüş ve göstermiştir. Gumplowicz, Colosio, Ward, Schmitt, İbn-i Haldun’u sosyolojinin kurucusu saymışlar ve –batı alemi bunun farkına erken varsaydı, sosyoloji bugün çok daha ileri durumda olurdu- diye ifade etmişlerdir.”(113)

(111) Şirvani, a.g.e., s.131.
(112) Mukaddime I, s. 253.
(113) Süleyman Uludağ, Mukaddime I Tercümesine Giriş, s. 142-143 Sayfa 62

“Mağlupta, galip ve üstün olana karşı bir itkat meydana gelmiştir. Çocukların babalarına, talebelerin hocalarına inandıkları gibi, olgunluğun onlarda olduğuna dair bu itikat, mağlubun galibe benzemesine ve tabi olmasına yol açar. Kılık kıyafette, vasıtalarda, sair hallerde onun gibi olmaya çalıştığını görürsün. Artık galibiyetin ve üstünlüğün kurulması için asabiyet gibi bir güce bile ihtiyaç kalmamıştır. Bu güç adetlerine, an’anelerine, takip ettiği yol ve usullere dayanmaktadır.”(139)

(139) Mukaddime I, s. 466-467 Sayfa 68 – 69

İbn-i Haldun’da medeniyetin üç önemli dinamiği vardır: 1. Asabiyet, 2. Nüfus artışı, 3. İhtiras (onun tabiriyle ciddi amel). “Bunlar olmazsa umran (medeniyet) gerçekleşmez. Umran varsa çöker…” (159)

(159) Mukaddime I, s. 468 Sayfa 74 – 75

İbn-i Haldun, refah seviyesinde ve bu seviyenin farklılıklarında çok ilgi çekici iki ölçü tesbit etmiştir. Biri dilencilik, diğeri hayvanların, özellikle kuşların yığılması olayıdır. Yoksul ve zaruret içinde olan bir şehrin dilencileri ile refah seviyesi yüksek bir şehrin dilencileri aynı değildir. Şöyle diyor: “Yoksulluk halini, dilencilerinde bile görürsün. Mesela Fas dilencisinin hal ve yaşayışı, Tilmisan veyahut Vehran dilencisinin haline nisbetle daha iyidir. Ben Fas’ta dilencilerin kurban bayramlarında kurbanlık hayvanlar satın almak üzere ahaliden para istediklerini gözlerimle gördüm. Fas dilencileri hayatta geçim genişliği sayıılan et, sade yağ, baharat, elbise, elek, tabak ve çanak gibi nesneler dilenirler. Dilenci, Tilmisan ve Nehran’da bu gibi nesneleri istediği taktirde redle karşılaşır, söğüp sayılır, şiddetli muamelelere maruz kalırdı.”(175) İkinci ölçü İbn-i Haldun’a göre hayvanların müreffeh şehirde toplanmalarıdır. Şöyle der: “Hayvanların aynı şehrin evleri etrafında toplanmalarına dikkat et. Kuşların evlerin etrafına konup konmamaları türlücedir. Zengin muhitlerde kuşlar çokça toplanır, kitleler halinde evlerin üzerinde uçuşurlar. Yoksul evleri etrafında hiçbir zaman gözükmezler.”(176)

İbn-i Haldun, köyden kente göçü de o günkü manzarasıyla anlatmıştır. Yoksul bölgelerden zengin bölgelere göçü tesbit eder: “Çağımızda Mısır ve Kahire’nin bolluk, refah, servet ve zenginliği hakkında şaşılacak haberler işitiyoruz. Bu haberler yayıldığı için Batı Afrika ahalisinin birçok yoksulları Mısır’a göçetmektedir.”(177)

(175) Mukaddime II, s. 272.
(176) Mukaddime II, s. 274.
(177) Mukaddime II, s. 273. Sayfa 78 – 79

İbni Haldun, toplanmanın zaruretine dayanan devletin zaruretini şöyle anlatır: “Çeşitli arzu ve maksatların bir noktada çatışacak şekilde toplanması sebebiyle bir çekişme durumu ortaya çıkar. Şayet ortada ihtilafları önleyici ve engelleyici bir hakim (hüküm sahibi otorite=devlet) mevcut olmazsa, bu durum, insanlığın mahvolmasına ve neslinin kesilmesini ilan eden bir yol açar.”(193)”Devlet, insan cinsi için tabi bir mansıptır (müessesedir).” İnsanların anarşi içinde yaşamaları imkansızdır. Bundan dolayı bir müeyyideye, devlete muhtaştır. Görüldüğü gibi İbni Haldun, insan neslinin devamını devletle kaim görüyor, ayrıca Alman filozofu Hegel’in 5 asır sonra, devleti tezatların çözümü diye izah ettiği fikre o zaman yaklaşıyor.

(193) Mukaddime I, s. 547. Sayfa 83

G. Boulthoul’e göre İbni Haldun’da devletin çökme sebepleri şunlardır:

1. Devletin genişiliğinden ileri gelen maddi sebepler.

2. Fatih kabilelerin medeni halinden ileri gelen sebepler.

3. Hükümdarlarla, içinden çıktıkları kabile arasında fatal olarak meydana gelen uyuşmazlıklar.

4. Askeri vasıflarını kaybetmekten gelen ahlaki sebepler.

5. İktisadi sebepler.

6. Asıl sosyolojik sebepler. Yani toplumun bağlı olduğu zaruri tekamül çizgisi.(237)

(237) Ülken, İslam Felsefesi, s. 237 Sayfa 94

İbn Haldun bu genel sosyal oluş çizgisinin içinde vak’alara yaklaşmış, oluş içindeki çöküşün sebeplerini tesbite çalışmıştır. Ona göre devletin zaafa uğraması ve çökme sebeplerinden biri, bürokrasinin artışı ve devletle halkın birbirinden giderek kpmasıdır.(238) Hele tören, debdebe, üniforma, nişan ve diğer şekilciliklerin artması, onun halktan kopmasının ve çöküşünün almetlerindendir. (239) “Şekil ve merasimler yoluyla, kendilerini, halka olduklarından başka türlü gösterirler, onların gözlerini boyamaya kalkarlar.”(240) “Zulüm, angarya, istismar, israf, lüks, medeniyetin çöküş sebeplerindendir.”(241)

(238) Mukaddime I, s. 716-718.
(239) Mukaddime I, s. 681-684.
(240) Mukaddime I, s. 506.
(241) Mukaddime I, s. 710-716. Sayfa 94 – 95

İbn Haldun, devletin zaruretini, kaynağını, asabiyetle ilgisini, yükseliş ve çöküşünü belirttikten sonra, İslam’ın devlet sosyolojisine geniş bir yer ayırır. Bu sosyolojiyi anlayabilmemiz için İbn Haldun’da iki temel kabul ve bilgiyi gözden kaçırmamamız gerekir. Bunlar esas alınmadan İslami devlet sosyolojisi anlaşılamaz. Bu iki temel bilgi şunlardır:

1. Peygamberlik ne tabii, ne akli bir hadise olmayıp, Allah’ın bir lütfudur. Şeriat ve din olmadan içtimai hayat ve devlet olmaz demek doğru değildir.(246)

2. Devlet tabii olduğu kadar akli bir meseledir ve dinin tabiatından farklıdır.

(246) Uludağ, Mukaddime I. tercimesi s. 275 Sayfa 98

Dini siyaset, hem dünyevi, hem uhrevi faydayı gözetir. Fakat yine tabii ve gerçek bir topluluk üzerine teşkil edilmiştir. Çünkü yaratılış maksat yalnız dünya hayatı değildir. Devlet bir şekilde herşeyi ihata ederek, dini usulleride icra eder olmuştur. Boylece İ. Haldun’da üç şekil ortaya çıkıyor:

1. Tabii devlet (mülk): Bütün halkı belli bir maksadın ve arzunun icabına göre, toplumun kendi karakterine uygun olarak, sevk ve idare etmektir.

2. Siyasi devlet: Dünyevi maslahatların celbi ve zararların giderilmesi hususunda aklın gereğine göre bütün halkı sevk ve idare etmektir.

3. Hilafet: Uhrevi maslahatlar ile bunlara raci olan dünyevi maslahatlar hususunda “şer’i aklın” gereğine göre bütün insanları sevk ve idare etmektir. Hilafet, dinin korunması ve dünyanın dini siyasetle idare edilmesi için şeriat sahibi Hz. Muhammed’e naiblik ve vekalettir.(249)

İ. Haldun’a göre hilafet ile tabii ve siyasi devlet birleşebilir. Nitekim Hz. Peygamber devrinden sonra birleşmiştir. Hz. Peyagamber’in devrinde ise farklı özellikler vardır ve zaten bu devirde hilafet yoktur. Vekil değil, asıl mevcuttur. “Devletin dayandığı asabietin gözetilmesine ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü bağlılık ve teslimiyet gösterme hali ve boyası, halka şamil olmuş, peşpeşe gelen harika mucizeler, vaki olan ilahi haller ve gelip giden melekler, onların ruhlarına tesir etmiştir. Hilafet, devlet, asabiyet ve bu çeşit diğer şeyler, olduğu gibi sözkonusu hallerin içine dercolunmuştur. O mucizelerin ortadan kalkması, sonra onları gören neslin yok olmasıyla, bahiskonusu haller gidince, boya azar azar değişti, harikalar ortadan kalktı. Hüküm eskiden olduğu gibi normale döndü. Artık bundan böyle iyi ve kötü işlerin kaynağı olmak itibarıyla normal hallere ve asabiyet hususuna itibar edildi.”(250)

(249) Mukaddime I, s. 541-543
(250) Mukaddime I, s. 585-586. Sayfa 100 – 101

MUKAYESE VE SONUÇ (*)

(*) Benim Notum: Bu bölümün tamamını aldım.

İncelememiz göstermektedir ki, 9. ve 14. asırlarda yaşamış olan bu iki müslüman mütefekkir arasında müşterek çizgiler devam etmekle beraber, bir hayli farklı yönlerde vardır. Sosyal ilimler sahasında büyük bir gelişme kaydedilmiş olduğunu söylemeliyiz.

Önce müşterek çizgileri tesbite çalışırsak, Farabi ve İ. Haldun’un her ikisinde de ilk planda bir ekoloji anlaışı olduğunu görürüz. Coğrafya ve iklimle insan topluluğu arasında ilgi kurmuşlardır.

Her ikisinde de hayvanlar dahil olmak üzere toplanma hali zaruridir. Farabi insan topluluğu halini bu dünyadan sonraya da uzatır. İ. Haldun böyle birşeye temas etmemiştir. O, içtimai durumu bu dünyaya ait, akli ve anlaşmaya dayalı bir tarz olarak görmektedir.

Her ikisi de “hayat mücadelesi kanununa” yer vermiş, fakat Farabi bunu, ideal nizamı için bir eksiklik olarak kabul etmiştir.

Her ikisininde organizmacı olduğunu görüyoruz.

Her ikisi de devlet teşekkülünde, “ihtiyaç” gibi bir kaynağı esas kabul etmişlerdir. Her ikisi de toplum ile devlet münasebetini, hemen hemen birbirinin asayacak şekilde düşünmüşlerdir. Farabi ikisine de MEDİNE demekle böyle bir aynilik görmüş, fazıl şehiri, fazıl devlet manasında kullanmıştır. İ. Haldun devletle toplumu, şekil ve madde münasebetine benzetmekte, bir ayrılmazlığı ifade etmektedir. Böylece iki mütefekkir, modern hukukun, devleti mütekamil bir toplum tipi kabul eden görüşüne öncülük etmişlerdir.

Farabi, toplumları morfolojik olarak ayırmıştır. Sokak, mahalle, köy, şehir, millet ,bütün insnalar gibi. İ. Haldun fizyolojik ve dinamik bir tarzda ayırmıştır. Bedevi, hadari, bugünkü cemaat ve cemiyet ayrımına çok yakındır.

İ. Haldun’da, iş bölümü, hürriyet, mücadele kanunları, sosyal alışkanlık (kültür), kültür ve medeniyet ayrımı, taklid kanunları gibi günümüz sosyolojisinin üzerinde durduğu konular büyük bir yer işgal eder. Günümüz sosyal ilimlerinin meselelerine, ekonomi anlaışına, ilmi metoduna çok yaklaşmıştır. Nazariyesi ırk, kültür ve ekonomi ağırlıklıdır. Hakimiyet nazariyesi daha gerekçidir. Hukuki, psikolojik ve sosyolojiktir. Farabi’de ise felsefe, ideal ve ahlak ağır basar. Devlet idealdir. bu örnek devlet tipine göre, ona uyan ve uymayanları ayırarak mütalaa eder. Din, bu idealle birliktedir. İ. Haldun’da ise devlet tabii bir olaydır ve din ile ayrı mütalaa edilir. Din ile devletin karakterleri ve kaynakları farklıdır. Ancak birleşmeleri mümkündür. Fakat bu birleşme geçicidir. Kalıcı tarafı daima tabii devletin lehine işlemiştir. İ. Haldun’da vak’alar, vakıalar (olay ve oluşlar), realizm, rotayı tayin eder. Hakimiyet nazariyesinde de realizm esastır. Biraz Makyavel tipi bir tavır vardır. Fakat Makyavel’den farklı yönleri çoktur. Farabi’de metod daha çok spekülatif olduğu halde, İ .Haldun’da tecrübidir. İ. Haldun’un tecrübeciliğine ve realizmine birkaç missal verelim. “Çiftçi ve ziraatçıların bahiskonusu ettikleri, tecrübe sahibi olanların da şahit oldukları şu husus, gıdanın beden üzrinde ne derece tesirli olduğunun delillerindendir. Tavuk, deve gübresiyle gübrelenmiş topraklarda yetişen hububatla beslenir, bu gıdanın mahsulü olan yumurta alınır, sonra bu yumurta üzerine tavuk kuluçkaya yatarsa, bu yumurtadan meydana gelen civciv ve tavuk, son derece iri olur. Bazan tavukçular buna dahi ihtiyaç duymazlar, kuluçkalık yumurtaları deve gübresinin içine gömmet suretiyle, tavuk beslemeden ve hububatı yetiştirmeden de civciv elde ederler. Bu suretle meydana gelen civcivler de gayet iri olur. Bu hususun daha birçok örnekleri vardır.(261) İ. Haldun’un realizmine ait de daha birçok örnekler vardır: Tarihi metod onun için çok önemlidir ve olayları tesbit, objektif ve doğru olmalıdır. “Haberlere yalan karışmakta ve bunu gerektiren birtakım sebepler de bulunmaktadır. Bunlardan biri görüşlere ve mezheplere olan aşırı taraftarlıktır. İnsan, mutedil bulunursa, tenkit ve düşünme bakımından habere hakkını verir, doğrusu yalanından ayırt edilip ortaya çıkıncaya kadar araştırmaya devam eder.(262) “Tabii olan, kemali olandan önce gelir.”(263) “Her çağın kendine göre bir hükmü vardır.”(264)

Devlet nazariyesinde İ. Haldun için hakimiyet gerçeği esastır. Hatta bunu tabiatta aramıştır. Hayvanlar aleminde bir başkanlık ve otorite sistemi görmüştür ki, onu Farabi’den ayıran hususlardan biri budur.

Farabi devlet sınıflandırmasına çok önem vermiştir. İdeal devleti ortaya çıkarabilmek için bunu yapmaktadır. İ. Haldun’da böyle bir temayül olmayıp, tasnif üzerinde durmaya lüzum hissetmemiştir. Yalnız ilk defa din ile devlet münasebetini ortaya koyarak, dini devlet ile dini olmayan devlet farkını ve münasebetini tesbite çalışmıştır. İlk defa bir İslam devlet sosyolojisi yapmıştır. Farabi ise din dışı devletleri, cahil ve fasık devletler sınıfına sokmuş, öbür taraftan ideal devletini de sırf dini-şer’i bir devlet olarak değil, felsefi-dini bir devlet olarak tasarlamıştır.

İ. Haldun, Mukaddimesinde, Eflatun, Farab, ve benzerlerini, isim vermeden tenkid etmiş, devlet ve siyaset anlayışlarını hayali bulmuştur. Şöyle der: “Siyaset-i medine diye işitilegelen şey, bu neviden değildir. Filozoflara göre, siyaset-i medine’nin manası, bahiskonusu içtimai hayatı yaşayan fertlerden herbirinin, zatı ve huyu itibarıyla nasıl olması gerekiyorsa (ideal) öyle olması, hatta esas itibarıyla devlete dahi ihtiyaç duymamalarıdır. Bu husuta düşündükleri şeylerin husule geldiği topluma medine-i fazıla, orada gözönünde tutulan kanunlara da siyaset-i medeniyye ismini verirler. Onların siyasetten maksatları, cemiyeti teşkil eden ferlerin umumi ihtiyaçlara göre sevk ve idare edilmesinde esas alınan siyaset değildir. Onlara göre sözkonusu medine-i fazıla (ideal şehir) nadirattan veya vukuu uzak ihtimal olan hususlardandır. Böyle bir şehir üzerine, takdir ve faraziye cihetiyle konuşurlar.”(265) Görüldüğü gibi İ. Haldun, gerçekten hiç ayrılmamak istemekte, hayalci davranmaktan kaçınmaktadır. Hatta akıl yürütmeyi yeterli bulmamıştır. Bütün fikirlerini örnekler üzerine bina etmeye gayret etmiştir.

Farabi’de devletin tekamülü ve yükselişi, fikri, ideal ve ahlaki yükseliştir. İ. Haldun’da daha çok medeni, teknik ve organizasyon yükselişidir. Mamafih zihni bir yükseliş, bununla birliktedir. Fakat bunu idealize etmez. Aksine bu yükseliş ona göre, düşüş ve çöküşü beraberinde getirir. Yani ahlaki ve ideal bir yükseliş değildir. Basit hallerde fazileti daha fazla görür. Ziya Gökalp’in psikolog Ribot’dan naklettiği “zihin fazla inkişaf ederse seciyeyi bozar” fikrini hatırlatıyor ve İ. Haldun’da, sosyal durumda yükseliş de aynı şekilde bozulmaya yol açar, şeklinde girmiş oluyor.

Gerek Farabi’de, gerek İ. Haldun’da zamanın sosyal tesiri ve olayların aksedişi, tabii olarak gözükmektedir. Farabi devrinde ilim ve felsefe hareketleri yoğundur. Abbasi devleti zayıflama devrine rağmen, bu tavrını ayakta tutmaya çalışmaktadır. Fikir adamlarında, sultan ve çevrelerinde felsefe merakı artmıştır. Kelamın felsefeyle haşir neşir olduğu devredir. Farabi’den kısa bir sure sonra felsefeye kritik bir tavır olan, kelamı, yabancı tesirlerden ayıklamak isteyen Gazali (1058-1111) dahi felsefenin dışında olamamıştır. Farabi devri, eski Yunan felsefesinin İslam dünyasında tanınmaya başladığı devirdir. İslam düşüncesiyle felsefeyi birleştirme faaliyetleri boldur. Bu bakımdan o günkü seviyede sosyal ilimlerde de bunun tesiri görülür. Bütün bunlara rağmen Farabi’nin gereklerden uzak kaldığını söyleyemeyiz. Zamanındaki devlet adamlarına, emir ve sultanlara bakarak, onların yaşayışlarını ve tavırlarını gözleyerek, devlet hakkındaki görüşlerini geliştirmiş, mesela tasnifleri buna göre yapmıştır. Eflatun’da olmayıp Farabi’de bulunanlar bu yüzdendir. Suultanın veya Halifenin yaşayış tarzı, seks düşkünlüğü, halkla olan ilişkileri, temsil ettiği din ile olan durumu, Farabi’yi etkilemiştir ve fikirlerine aksetmiştir. İdeal devlet arayışında bunun tesiri vardır. Yani onda ideal devlet, sadece felsefi bir spekülasyonla ortaya konmuş değil, mevcudun sakatlıkları üzerine yükselmiştir. O zaman mevcut dağınıklık ve çok devlet olayından kaçış şeklinde ideale yönelme, İ. Haldun’da gerçeğe teslimiyet ve meselenin tabiatını aramaya dönüşmüştür. Onun zamanında da İslam dünyası dağınıklık ve parçalılığı daha fazla yaşıyordu.

İ. Haldun üzerinde yeteri kadar durulduğu kanaatinde değiliz. Batıda da İ. Haldun’un farkına varılması çok geçtir. Ayrıca batının İslamiyet’e karşı aşırı mutaassıp ve menfi tavrı, bu müslüman mütefekkirin hakettiği yere oturmasına engel olmuştur.

Araştırmalarımız bizi şuraya götürüyor ki İslam aleminde ilk defa ciddi, objektif, tecrübeci bir ilim ve fikir adamı ile karşı karşıyayız. Hele yaşadığı asrı ve daha sonra ilim ve fikir sahasında gelişen asırları gözönüne alırsak İ. Haldun’la ilgili kanaatimiz daha sağlamlaşır.

İ. Haldun akıl yürütmeler ve felsefi tavırlar planında kalmamış, tarihten, vak’alardan, tecrübi olandan hareket etmiştir. Fakat asla Metaryalist bir anlayışa düşmemiştir. Çünkü ona göre bu da felsefi bir tutumdur. Filozofların metodunu yanlış bulur. Ona göre, “Filozoflar aklın eserini sosyal çevreden bağımsız olarak, soyut bşr şekilde incelemişlerdir. Halbuki ilimler, sosyal şartlarda gelişen tecrübi aklın mahsulleridir. İnsan tabiatta bilgisizdir, kazanma (kesb) suretiyle bilgilidir. İslam filozoflarının doktorini ise yanlıştır. Çünkü onlar hiçbir şeyi açıklamadan herşeyi akla icra eden ve cisimlerin varlık sebebinden başka birşey kabul etmeyen tabiatçı görüş ile aynıdır. Mantıki akıl yürütmelerle dış alem arasında varlığı iddia edilen uygunluk kesin değildir. Çünkü akıl yürütmeler sırf zihni olduğu halde, dış alem objelerde müşahhas olarak bulunur. Böylece İ. Haldun, akılcı dogmatizmi reddetmiş, yerine şüpheci amprizmi koymuştur.”(266)

Bu şüpheci amprizmi, onu 19. ve 20. yy mütefekkirlerinin bile birçoğundan üstün tutmamızı sağlayabilir. Şöyle ki; İ. Haldun’da da Auguste Comte gibi sosyolojiyi fiziğe yaklaştırma hevesi olmakla beraber, önemli bir yönüyle onu Comte’a üstün tutabileceğimiz gerçeği saklıdır. A. Cpmte, İ. Haldun gibi sosyal dinamiği aramıştı ve bunu bir ilim olarak görmüştü. Bu ilim “insanlığın birbiri ardı sıra geçirdiği safhaları izah etmeli, karışık görünen muazzam manzara içine, birliği ve devamlılığı sokmalıdır.”(267) Fakat A. Comte, iddia ettiği kadar müşahhas tarzda hareket etmemiş, pozitivizmi felsefeye düşman göstermesine rağmen, manzaranın umumiliğini ve birliğini ararken, akılcı bir felsefe içinde meseleyi ele almıştır. O “içtimai ilmin, mazinin bütününün akli bir tanzimine müsaade ettiği.”(268) kanaatine sahiptir. Bu akli tanzimledir ki, üç hal kanunu gibi tartışmalı ve felsefeden uzak olmayan bir tavır ortaya koymuş, “insanlık dini” diye pozitivizmle bağdaşmayan bir tecrid ile ideale ulaşmak isteyerek, iddia ettiği metoda ters düşmüştür. İ. Haldun’da bunları görmemekteyiz.

İ. Haldun, sebepler ve oluşlar dünyasında, toplumun ve onun hareketinin kendine has tabiatını aramıştır. Ona göre “vukua gelen hadiselerden herbirinin mutlaka kendine has bir tabiatı mevcuttur.”(269) Şüphesiz onun yaptığı, vak’aları ve oluşu tesbitten ibaret değil, bu tesbite göre Nazariye’yi, tarih felsefesini ve sosyolojiyi oturtmaktır.. “Mukaddime’de onu modern tarih filozoflarına ve sosyologlara yaklaştıran bir tarih teorisi yaptı.”(270)”G. Bouthoul’a göre onun tarih felsefesi ve sosyolojisi, coğrafi, iktisadi ve psikolojik determinizmden çıkarılabilir.”(271)

Tarih metodunda tahlilcidir, ampiriktir. Sağlam olmayan haberlere özellikle dikkat eder. Çünkü üzerinde kurulacak hüküm yanlış olur.(272) Barthold’a göre “onun tarih anlayışı, Yunan pragmatik tarihçilerinin tesirinden de uzaktır. O, Yunan tarihçilerine nazaran tecrübe ve malumat bakımından daha zengindir. Yunan tarihçilerinin nazarında esas olan siyasi şekillerin değişmesi yerine, İ. Haldun, nazariyesine temel olarak, iktisadi şartların değişmesini, göçebelikten yerleşik hayata, köy hayatından şehir hayatına geçişi almaktadır.”(273) Objektiflik eğilimine sadıktır,(274) pratiktir ve fakat bütün cepheleri birleştiren bir bütünleyicilik içindedir. “Fatih bir millet emirlerin yerine getirildiğini ve vergilerin yoplandığınıda görmelidir, dediği zaman Makyevel’e çok yaklaşır. Fakat onun sahası Makyavel’inkinden daha geniştir. Zira Makyavel, cemiyetin sadece siyasi cephesiyle meşgul olduğu halde müslüman müellif, umumiyetle cemiyet problemleri üzerinde durur.”(275) Onunki “cemiyetin ilk naturalist tahlilidir. Cemiyetlerin uzviyetler gibi doğup büyüyerek tabii ömrünü tamamladıktan sonra öldüklerini kabul eder. Ona göre insan cemiyetleri coğrafi muhit, nüfus sıklığı, göçler gibi tabii şartlara bağlı olarak tetkik edilmelidir. Bu bakımdan onları çoban, köylü ve sanayici şehir cemiyetleri olmak üzere ayırmakta ve sanayi ile uğraşan şehir cemiyetlerinin çözülmeye ve yıkılmaya başladığını iddia etmektedir. Yakın zamanlarda ileri sürülmüş birçok uzviyetçi cemiyet teorilerinin kökünü İ. Haldun’da bulmak mümkündür.”(276)

İ. Haldun, devrinin ve önceki devirlerin cemiyetlerini çok iyi takip etmiştir. Özellikle İslam devletleri üzerindeki tecrübi tahlilleri, kendisinin devlet kademelerinde bizzat görev alması, nazariyesindeki ilmi unsurları takviye eder mahiyettedir. “KArşısında tarih,dil, muhit ve idare bakımlarından farklı birçok devlet vardı vekendisi fazla olarak İslam devletlerinin yükseliş ve düşüşlerindeki amilleri sezmekte kesin bir görüşe sahipti. Tahlillerine hep delil getirdi. Tarihi bilgilerle takviye etti. Tarihi tenkidin prensiplerini böylece geliştirmiştir. Yalnız siyasi olanı değil, insan cemiyetini bütün heyetiyle içine alıyordu.”(277)

İlkeleri değişme ve oluş içinde aramıştır. Ona göre “toplumu ve medeniyeti incelemek için, insan toplumuna tesir eden olguların sebeplerini aramak lazımdır. Açıklayıcı prensip, insan toplumunun şekil değiştirmesinde saklıdır.”(278) Böylece İ. Haldun’da ilmi bir değişme izahını buluruz. “Cemiyetlerin determinizmini, fertlerin uzviyeti ile cemiyet ve devletlerin uzviyeti birliğini ve medeniyetlerin zuhur, doğuş ve zevallerinde değişmez devri hareketlerin (cycle’lerin) biri diğerini takip etmesi hakkındaki nazariyesini ortaya koymuştur.”(279)

Sosyolojisinde ve devlet sosyolojisinde tesbit ettiği değişmez kıymetlere ve bahislere tekrar bakacak olursak özet olrak şunlardır.

1. Göçebe ve şehirli hayatı arasındaki farklar.

2. Siyasi hareketlerde asabiyetin (kitle şuurunun) sevkedici bir kuvvet oluşu.

3. İktisadi, askeri, dini kültürel faktörlerin birbiriyle bağımlılığı.

4. Bir devletin doğuşu, büyüme ve çökme devreleri.

5. Bir devletin hayatında dinin hissesi.

6. Vahye dayalı kanun koyucunun doktorinleri üzerine kurulmuş devletle, siyasi iştiraklerle insan ihtiyacı üzerine kurulmuş devlet arasındaki benzerlikler.

7. Şeriat üzerine kurulmuş İslami bir devletle, kanunu insanlar tarafından yapılmış bir devletin mukayesesi.

8. İslam’ın cihanşümul bir medeniyet oluşu.(280)

(261) Mukaddime I, s. 350.
(262) Mukaddime I, s. 253-254.
(263) Mukaddime I, s. 267.
(264) Mukaddime I, s. 583.
(265) Mukaddime I, s. 739-740.
(266) Ülken, İslam Felsefesi, s. 238.
(267) L. Levy Bruhl, Auguste Comte, Felsefesi ve Sosyolojisi, çeviren Z. Fahri Fındıkoğlu, İstanbul 1970, s. 205.
(268) Bruhl, a.g.e., s. 205.
(269) Mukaddime I, s. 128, s. 255
(270) Ülken, İslam Felsefesi, s. 229.
(271) Ülken, İslam Felsefesi, s. 237.
(272) Şirvani, a.g.e., s. 128.
(273) W. Barthold, F. Köprülü, İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara 1957, 5. Baskısı, s. 39.
(274) Ülken, İslam Felsefesi, s. 237.
(275) Şirvani, a.g.e., s. 130.
(276) Ülken, Sosyoloji, s. 16.
(277) Şirvani, a.g.e., s. 127-128
(278) Ülken, İslam Felsefesi, s. 230.
(279) Togan, a.g.e , s. 162.
(280) Rosenthal, Harun Han Şirvani, İslam’da Siyasi Düşünce ve İdare üzerine araştırmalar. s. 133. Sayfa 104 - 105 - 106 - 107 - 108 - 109 - 110 - 111

1insanol 24.06.2007 14:46

HOOOOOOST DEDIK
 
DEGERLERE SALYA AKITTIGINI SANAN DEGERSIZ MAHLUKLARA!!

1insanol 24.06.2007 14:49

HOST DEDIK
 
DEDEGERLERE SALYA AKITTIGINI SANAN, DEGER YOKSUNU MAHLUKLARA!

1insanol 24.06.2007 14:58

HAKIMIYET KAYITSIZ SARTSIZ YARATANINDIR
 
"YARATANDA ODUR KANUN KOYANDA"

BUNDAN DOLAYIDIR KI, ISLAM YEGANE HAYAT SISTEMIDIR

BUNDAN DOLAYIDIR KI; TARIH BOYU FRAVUNLAR, NEMRUTLAR,BELAM VE TAGUTLAR ISLAM`I HAZM EDEMEDILER
BUNA BINAENDIR KI; KOMÜNISTLER, FASISTLER DARVINIST VE DEMOKRATLAR,TÜM BESERI SISTEMLER ISLAM`I TEHTIT KABUL EDERLER...
CÜNKÜ COK IYI BILIRLERKI,ISLAM HAYATA DEVLET VE MÜESSESLERINE HAKIM OLURSA, DÜNYADA SULH OLUR ADALET OLUR, KARDESLIK OLUR.


Alle Zeitangaben in WEZ +2. Es ist jetzt 18:24 Uhr.