![]() |
Hoş bir gelişme ama o kadar!!!
İnsanlık tarihinde bir insan yalnızca o tarihi oluşturan bir halkanın çizgisinin renk tonunu oluşturur. Ama, bazı insanlar vardırlar, her türlü (mistik, reel, sosyal, vs,vs.)bu halkaların oluşumlarının merkezlerini yaratırlar ve bunların hiç biri insanlık tarihinin bu oluşumlarının içinde olumlu insanlar olarak görülmemişler, tam tersi pek çoğunun kafaları kopartılmıştır.
Galile, Sokrates, danton, Nesimi, Bedrettin vs, merak ediyorsan bunları her türlü meslek ve toplum farklılıkları ile birlikte binlerce yıllık bir insanlık tarihinden örnekler ile çoğaltayım, şimdi bu insanların hepsi yaşadıkları dönemin en büyük isyancılarıdırlar. Başka türlü olsa idi bu insanların yarattığı hiç bir şey şu an var olmayacaktı. Hür düşünen bir ruh ve beyin Rebel olmadan bu dünyada başarıya ulaşamadı tarihsel süreçte, bunu da canı ,ile ödedi, Lakin o Rebellerin isimleri sonsuza kadar İnsanlığın içinde yaratıcı insanlar diye yazıldı, saygı duyuldu, ama onların kafalarını vuranların isimlerini bile bilen yoktur, merakta edilmezler... Benim Özsu, Halil, sanal Melek, Peren ile insani dünya ve evrensel HUMANİZM ile ortak çok yönlerim vardır. Humanist olmayan bir insan Demokrat olamaz. Senin cümlelerini bilerek seçtim ki suçlamaya çalıştığın insanları seçtiğin cümleler ile kendinin de sürekli yaptığındır. Hayır ne demokratlık, ne demokrasi, ne Humanizm salt birer cümle değildir, bunları yaratabilmek için yüzyıllarca mücadele vermiş, kurbanlar vermiş, büyük savaşlar yaşamıştır insanlık, halen dünyanın pek çok ülkesinde bu mücadeler kanlı bir şekilde sürmekte, keşki kan dökülmese. İnsanlık tarihi o kadar basit bir şekilde oluşmadı Enis. Demokrasi, hukuk, birey hakları, toplumsal sivil değerler birer cümle değildir, birer kavram falanda değildir. Avrupa toplumu biraz hafife alsa, bu ülkelerin demokrasilerini yıkmak için bekleyenler hiçte hafife alınmamalı. |
Vallahi kelime cambazligi
Ayrimcilik...... onlkarla ortak yönlerin varda... bir Hiristiyan yada tam bir DINKOLIKLEDE yokmu.... benim varrrrr hemde cok ortak yönlerim var.... katiliyle bile ortak yönlerim vardir...
Insan olmak icin cagdas olmak icin ISYANKAR olmak gerekmiyor... sadece yaptiginin dogru oldugunu... ve onu anlayabilir kimselere söylemen kafidir.... Sen gidip binlerce yil Hurafe cercevesinde yasamis bir Rahibe... dünya dönüyor dersen elbet seni salak ve kafir diye ilan ettirecek... Hayir yinede olay bu degil... farkliyiz havasi yürütüyorsunuz... isimlerle kelimelerle laflarlan baska bir deger alamadim sizden.... Acikca görüslerinizi bildireceksiniz.... Politikasinda olsun DININDE Sosyo Kültürel hayattanda olsa... acikca benim DÜZELMESI icin görüsüm sudur diyeceksin... yoksa sen veya digerleri kendinize yeryütünün en büyük Demokrati desenizde... bir ifade etmez... faydaniz yansimali.... Ben bunu diyorum... faydaniz birikiminiz herkese yansisin..... birbirinimizi yada birbirinizi övmek hepsi bos hava |
hadi diyelim hepsi yalan.ama....
senin yüz yil önce yasayan dedene anlatsalardi senin PC araciligi ile görüslerine herkeze anlatacagini acaba sana ne kadar inanirdi? Acaba yüz yil önce yasayan birisine deseydin bir kutudan sesler görüntüler bütün dünyadadan sana gelecek saniyede diye acaba ne kadar gercekci olurdun? belkide sacmaliyorsun diye prangaya baglanirdin. demek istedigim biz basit insanlarin BILMEDI coook seyler var ve emin olmadan bazi konulara girmemek yada onlari tamamen bilirmis gibi herkese bulastirmak dogru degil. tamam kuranda yaziyor kadinlarin erkeklerden hakkinin az oldugunu...amaaa o devirde...hatta simdiki zamanda bile sadece KIZ cocugu diye köpek yavrulari gibi yeni dogan bebekleri kuma canli canli gömülüyordu. ve böyle bir zamanda kuranda kadinlara verilen haklar ..ne derler: REVOLUTIONÄR di...madem. neden kadinlar kapandi? güzel, yada teni beyaz olan kadinlar sorgusuz suvalsiz atin arkasina atilip kacirilip pazarlarda satilirdi. VEE surda Almanyada iki defa 40 yakin sicaklik cikmakla herkes sapkasiz korunmasiz disari cikmadi. ACABA kuran ciktigi zamanda herkes SUNBLOCKER mi kullansaydi???
domuz eti en cabuk bozulan et, domuz kendi pisligini bile yiyor. ve o zamanda bunu yasak eden kisi cok zekali olmali. ben ben olarak ezan sesini cok güzel buluyorum. ruhuma ferahlih veriyor. ama benide etrafimdaki can sesleri rahatsiz ediyor. asiri katolik bir sehir olduguna hafta sonu daima can sesleri rahatsiz ettigi icin hatta mahkeme karari ile geceleri can sesi yasak yada kisilmasi kararlastirdi. insanlar yalniz yasamiyor..kimi cana kimi ezana katlanacak. hergün sinifa girince karsimda kocaman KREUZ durunca bende bir müslüman olarak baskalarinin dinini zorla almak zorundayim? kapali kadinlara bakmak heryeri tatoo ve piercinnglerle delik desik edilmis ve kollarinin altindaki killara bulasmis ter kokusu yada alkol agizdan gelen bazan alisveris yaptigim kasanin sirasinda midemi bulandiriyor. ama o kadarda zengin degiliz sadece süpermarket bana alis veris yapsin batirmadan. gercek hayatta daha sübyan olan delikanlilari LUSTKNABE diye kullanan erkeklere sabir tavsiye edilip onlari cennette böyle sübyanlarin hizmet edecegini bildirmek daha iyi. tabi görüse bakar. demekki hizmet kelimesini sex olarak görende olabilir görmeyende olabilir. Auslegungssache? Also...wir leben in einer GEsellschaft und hier darf niemand ohne rücksicht auf andere sein leben führen. Sogar Grundrechte sind eingeschränkt. Obwohl im Art 2 I GG das Leben usw. geschützt ist, kann dieses Leben durch Staat vernichtet werden...liesmal dazu Polizeirecht ab paragraph 50 ff. SENIN begendigin imrendigin dünyaninda dikenleri var ve sende senin icin diken gözükenleri burda tekrarlamana gerek yok. eger türklerin türk olduklarindan utanilacak bir durum varsa...seninde utandigin gibi, bu mutlaka müslümanliktan degil BILGISIZLIKTENDIR...gercekten adet, kültür ve dinimizin bize verdigi görevleri yerine getirseydik burda ikinci vatandas sinifinda olmazdik. ne yaparsak yapalim...hakkimiz ancak almanlara adapte olunca birazcik veriliyor...yani kendimizi dininimizi, dilimizi türklügümüzü inkar edersek ALMAN oluyoruz...ist das nicht schöön?? |
peygamberimiz dul, sakat kadinlarla evle
evlenin demis. eger erkekler dört kadinla evlen kelimesini dört genc güzel kadina cevirdilerse onlar erkeklerin ve kadinlarin cözmesi gereken bir problem. kurani cogunu gibi ters yorumlamanin meyvesi. Bildigim kadariyla o zamanlarda dul, yada sakat kadinlara SOZIALHILFE yoktu..yani bir erkegin evlenmesi o yüzden SEVAPTI....kuran bunu buyurur.
|
Schwarze Schaafe gibt es überall...Allah
hat nicht alle Menschen mit hohem IQ begnadet...so verstehen einige auch mal daneben..
|
und einige was tippen angeht: Schaf o.T.
ohne Text
|
Senin aşağılık komplexin mi var Enis?
Kimse kimseyi övmemekte yazılarımda, kimse kimseyide aşağılamamakta yazılarımda, böyle yazayım ki ne anlam taşıdığını anlayabil.
Ama, burada insanların insani kültürel, sivil saygınlık ve hoş görü düzeyinde insanı ilgilendiren tüm konularla yazışır, görüş alış verişinde bulunur ve bunun ortamlarının oluşabilmesi ve var olabilmesi ve varlığını koruyabilmesi için duyarlı olur ve sahip çıkar. Bunu engellemeye çalışan her kim olursa olsun ne demokrasi kültürünü benimsemiştir, nede demokratlık saygınlığı ve hoş görüsü bulunmaktadır. Yeterince açık, sade, direk, yalın ve dosdoğru açıklanabildi mi Enis efendi... Yazıların eleştirisi, karşı yazıların eleştirileri ile olur yasaklamalar, aşağılamalar ile olmaz. Burada hangi konuyu düşünen insanlar düzeyinde ciddi bir şekilde en ince detaylarına kadar olgun bir şekilde tartışmaya katkıda bulundunuz ki??? Bu sabırı insani uygar ölçülerde ve seviyede gösterebildiniz ki??? Sizler daha tartışma adabını, olgunluğunu, kültürünü bile tam olarak ne olduğunu bilemektesiniz. Günlük gazetelerden öğrendiğiniz, okuduğunuz bir kaç kelime ile konuları tartışıp bitiri vermektesiniz. Evet bu sayfalarda tartışma dabını, kültürünü, hoş görüsünü bile bilen bir kaç kişi mevcut onlarda saydığım isimlerdir. Çünkü demokrasi geleneğinin bir ucundan tutabilmiş insanlardır bende bıraktıkları izlenimleri. Burada yüzlerce sayfalar müsvette karalaması gibi sürekli atlanmakta, ne öğrenmektesiniz bu tür idrar yarıştırmaktan. İnsanlar illaki dünyayı değiştirmek, dönüştürmek için bir şeyler tartışmazlar, okumazlar, yazmalar, ilk önce bunu kendilerini eğitebilmek, dönüştürebilmek, geliştirebilmek için yaparlar, yapmalıdırlar. Benim öyle devlet yönetmek, dünyayı idare etmek diye bir iddim ve isteğim hiç olmadı olmayacakta. Ama ben kendimi dönüştüren, değiştiren ve geliştiren bir insanım. İşte bu noktada insana saygı duyar ve değer veririm, bu bağlamda hep önce insan ve onun kutsallığıdır savunduğum. Büyük laflar, büyük lokmalar yiyenlerin işidir, ben derim ki hem büyük laflar yapma, hem de büyük lokmalar yeme. İnsanlar düşünceler üretmek için, düşünmek için Enis efendiye bu uygun olurmu acaba diye düşünmezler, bu düşünceyi ben nasıl buluyorum, bundan ne anlıyorum, bunun ile neler yapabilirim diye düşünürler. Sana iyi düşünmeler Enis efendi... bir noktanın altını tekrar çizeyim ikliğin oluşması için yarattığın ve savunduğun düşüncelerini tekrar gözden geçir, Demokrat olmak o kadar basit değil Enis efendi, olamayıncada bir yerlerden işte böyle sırıtır. |
Atheistlik Alevilikdir diyen Dinsizdir !
Ich weiss nicht, woher ihr soviel Müll aufsammelt und es hier abschüttet..!
Ateislik alevilikdir diyen kimse o kendi Dinsiz ve imansizdir..Alevilik Müslümanligin en net seklidir..Ehlibeyt kimdir ve nerden gelmedir bilirmisiniz siz ?? Hz.Ali´yi ve 11 tane cocugunu tek tek sehit edip böylece Hz.Muhammed´in soyunu Hz.Hüseyin ile Kerbela´da yok eden kimdir bilirmisiniz ?? O Hz.Hüseyin´i sehit eden lanet Insan kimin ogludur bilirmisiniz ? Hz.Muhammed vefat etmeden önce vasiyeti neydi ve yerine getirildimi bilirmisiniz ? Daha cok seyler var ve eminimki bilmiyorsunuz ama burda ordan burda duydugunuz hikayeleri bize yutturmaya calisirsiniz.. Hz.Muhammed ve arkadaslari Islami yayarken bunu kapi kapi dolasip Millete iyilikle Misyonerlik yapmadilar ! Bu zamanda bile öyle bisey yapsan adami tasa tutarlar, eski o karanlik zamanda mi yapildi yani ??? Eskidende Islami yaymak icin savaslar yapildi..Savaslar yapilinca kazanilan savaslarda yenilenlerin Toprak ve orda yasayan Halkina hakimet edildi..Islama böylece cok kisi Mensup edildi ama Hz.Muhammedi bazi kisilerde Düsman gördü..Mesela o zamnlarin Aga, Beylik ve Toprak efendiler..Bunlarin elinde Toprak ve tüm Zenginlikleri alindi..Bunlar Islama sicak bakmadilar..Sadece kendi cikarlari icin sesini cikarmadilar ama Hz.Muhammed vefat edince elinde herseyi alinan ve savasda yenilen bir Aga kendi oglunu ve birkac tane kendi gibi Insanlari yanina alip gine eski hayatlarini sürdürmeye basladilar..Buna karsi cikan Hz.Ali, Amcasini oglu ve Kayinbabasi olan Hz.Muhemmadin vasiyetini yerine getirmediklerini söyledi ve onlari herzaman sucladi..Hz.Ali´yi 4.Halife yapip yavas yavas Hz.Ali ile birlikde Hz.Muhemmedin tüm soyunu katlettiler..Bunu yapan Abu sufyan´nin oglu Yezid´dir ve Abu sufyan´da Hz.Muhemmedin ezeli Düsmanidir.. Söyle bir düsünün simdi ; sizi, yedi yabanci ve sizi onu yenip elinden herseyi aldiginiz birimi daha yakin ve sizi disari karsi koruru yoksa sizin kendi caniniz kaninizdan olan Aileniz mi ?? Neyse, konu bayagi uzun ve derindir vede burdada tartisilmaz.. Ama Aleilik ateislik deyip adilik yapmayin.. Nazim Hikmet ve Aziz Nesin mesela Ateistlerdi ama ikiside Alevi degil sünni´diler..Islam Tarihinde daha hicbir taninmis bir Alevi kalkipda (Tövbe tövbe) Allah´i inkar etmemisdir..O yüzden terbiyesizlik yapmayin bu konuda.. Yanlisda anlasilmasin, hem N.H.Ran hemde A.Nesin cok saygi deger ve dürüst Insanlardi..Nur icinde yatsinlar.. Saygilar Deniz |
SENIN DEGER YARGIN YOKKI
KARA CARSAF OLARAK NITELEDIGIN KADINI YÜCELTEN DEGERI ANLAYABIL.
SENIN DEGER YARGIN VÜCUDUNUN EN INCE NÜKTELERINI DESIFRE ETMEK, OLURSA, PEK TABIDIRKI BÖYLE DELI SACMASI YAZILAR ORTAYA CIKAR. DEGERLI MUCHEVERLER ULU ORTA SERGILENMEZ, BASITE INDIRGENMEZ, ÖRTÜLÜR...SEYFLERE KONUR, BIZIM KADINIMIZ O YÜCE DEGERINI BILDIGI ICIN RABBININ EMRINE UYARAK ÖRTÜNÜR. SIZDE AYNI SEKILDE RAB EDINDIGINIZ $EHVET TACIRLERININ EMRINE UYARAK ACILIR SACILIRSINIZ BUNDAN DOLAYIDIR KI; YUKARDADA DEGINDIGIM VECIHLE GÜN GECTIKCE DEGER KAYBINA UGRUYORSUNUZ |
-
SEN ISLAM`IN "I" SINE BILE VAKIF OLMADIGIN ICIN , ART NIYETLI KAYNAKLARDAN , VEYA IDEOLOJIK SAPIKLARDAN MASAL DINLER GIBI ÖGRENDIKLERINI ISLAM ZAN EDIYORSUN..ISLAM`IN KADINA VERDIGI DEGERI TASAVVUR EDEBILSEYDIN KADINA INSAN KIMLIGI TANIYAN YÜCELTEN DEGERE SALYA KITTIGINI SANMAZDIN...
BEN KADINI SENDEN BIN MISLI DAHA ANLARIM, CÜNKÜ BEN ANNEMIN AYAKLARININ ALTINDA CENNETIMI ARAYANLARDANIM SANKI ISLAM COK EVLILLIGI EMR EDIYORMUS GIBI, TAVIR TAKINIP HAVALARA GIRECEGINIZE, MODERN GECININ TOPLUMLARIN, SOSYOLOJIK, FIZYOLOJIK, PSIKOLOJIK YAPISINA BIR GÖZ GEZDIRSENIZYA! BIR SAAT ÖNCE ELLI KISININ ALTINA YATMIS BIR BAYANLA BIRLIKTE OLAN KOCAN HIC BIRSEY YOK GIBI GELIR SIZINLE YATMASI KUMADAN DAHA IYIMI? ISLAMI HASSASIYETI OLMAYAN HANGI BEY KARISINI ALDATMAMISTIR??..BELKIMDE YÜZLERCE O.osPUYLA!! YA O, OR...PU DEDIKLERIMIZ KIMLERIN ÜRÜNÜ?ONLAR KADIN DEGILMI?ONLARIN YASAMI KUMADAN DAHA IYIMI? SAVUNDUGUNUZ SISTEMLERI ISLAM CAHILIYE DEVRI OLARAK TAM 15 ASIR GERIYE BIRAKMISTIR! SYG SAYGI DEGERLERE! |
ESERDEN MÜFESSIRE
Yaratiklar mutlak bir alimin varligini isbat eder !
Yaratilmis bütün varliklari arastirirsak bizi yaratana nasil ilettigini akillara durgunluk verecek $ekilde mü$ahade ederiz..!! kürreyi degil gözle görünmeyen protein bile yaratanini isbat etmektedir!! Elinize bir kalem alin..öyle farz edin .kalem protein olsun $imdi daglarla taslarla yildizlarla degil en ince gözle görülmeyecek kadar kücük olan proteini ele aliyoruz. Canli hücrelerin bilesiminde mühim rol oynayan, bir protein molekülünde 40 bin tane atom var.Görülmeyecek $ekilde olan fakat onu meydana getiren 40 tane atom., bu atomlar 5 be$ $eyden ibaret!!Karbon,hidrojen, oksijen,azot ve kükürt.Bunlar bir araya gelerek bir molekülü meydana getirmi$tir.. Yani bir canli hücrenin yapisinda mühim rol oynayan molekülün tesadüfen meydana gelebilmesi icin öyle büyük bir zamana ihtiyac vardirki o zamani matematik olarak ifade edecek ne bir rakam nede bir kelime vardir.. $imdi cok ince bir noktaya indik!$öyle aciklayalim.1*10(160) yani 10 rakaminin kendisiyle 160 defa carpimina e$ittir. Bunu ifade edecek rakam yok .Tesadüfe gelebilmesi icin bu kadar zamana ihtiyac var. (Farz edin zamani buldunuz, olamaz fakat öyle diyelim)bu sefer karsimiza madde ihtiyaci cikacaktir. Maddeyede ihtiyac var!$u kainatin milyonlarca misli maddeye ihtiyac varki ,o tesadüfen meydana gelebilsin.. Kainatin capi nekadar oldugunu bilim dünyasi takriben 35 milyon i$ik yili olarak aciklar !.. Bu derece büyük olmasina ragmen,tesadüfen bir molekülün meydana gelebilmesi icin milyonlarca kainat büyüklügünde maddeye ihtiyac var olacaktir!! Peki kainattan baska kainat olmadigina göre!!tek bir molekül bile tesadüfün eseri olamiyacagini ilmi deliller gözler önüne seriyor!!.. Tesadüf yok ama tesadüfcüleri kirmayip, Birde tesdüfler mantiginden yola cikalim!!Yine matematiksel hesaba gerek var 1*..10(223)Buyrun! böyle bir rakam bulabilecekmisiniz insan kafasinda!!!asla yok Protein in meydana gelebilmesi icin Zaman yetersizligini gözler önüne serdik... Madde yetersizligi hakeza Tesadüfler mantiginin yetersizliginida gözler onune serdik…Kainatin var olu$unda.DEMEKKI TESDÜF YOK!! Fakat ortada protein molekülü var.Bir tek molekül gözle görülemiyecek kadar kücük canli hücrelerin olusumunda son derece önemli..Sonra bu molekülün canlanmasi lazim hayata sahip olmasi lazim! Nedir hayat?nedirki hareket veriyor?ona kim hareket emri veriyor? Bura kadar acikladik hayata geldik ..sadece bir sirmi hayat! ilimden irfandan nasiplenmi$ önyargisiz insanlar ´Yaratiklar ilmin eseridir yaratanin delilidirler´demeye mecburdur!!! Esere bakip da müfessire varamiyanlar.. (Yani evi görüpda üstayi inkar etmeye kalkanlar)!! Bu ve benzeri ilmi deliller karsisinda biraz dü$ünmezmisiniz! |
sorunlu insanlarin bir kismini tarif
ettim, bir öyleside sensin. yazilanlari ya anlamadin yada anlamak istemedin.
|
emrahin bir türküsü var
acilarim cocuguyum.
sende takintilarin cocugusun. böyle bos bos kendini ajite ettiriyorsun. yok 173tane kadin ile evlenirdi yok üzerime kuma gelmesi ne demek bilirmisin yok binlerce cariye yok cart yok curt. neden takintilar. cünkü istisnalari genel yapmaya calisiyorsun ki kendi takintilari hakli cikarasin. ama genel gercek islamin ortaya sundugu cözümün daha asagisinda. savunulan ve ortaya islamin alternatifi diye bati hayat felsefesini koyanlarin ortaya koydugu hayat felsefesine bakildiginda ancak ajitasyon degilde gercek ve ciddi bir alternatifin ne oldugu görülebiliyor. bir toplumun her hücresine hitap edebilen bir alternatif. nalan peren sen islamiyetin adaletinden daha adil bir ortam bulamazsin. üzerine kuma degilde dolayli yollardan esinin baskasi ile birlestigini duydugunda ancak bunu anlayabilirsin. oo ben o kadar akilli bir kadinimki benim esim bana asla ihanet edemez dersen ki sen dersin, nede olsa dünyanin tüm bilgilerini her nekadar bunu inkar etsende kendinde toplamissin. kuran hakkinda bilmedigin birsey yok gibi hava atiyorsun burada. hicbirsey bilmedigin kesin olmasina ragmen. gülünc sacma zorlama yorumlar aktarmana ragmen. vel hasili kelam istisnalar kaide-i bozmaz. istisnalar genel bir durum degildir. kuran bunu en güzel sekilde ifade etmistir. müsade yapilmasi gerektigini her önüne gelen yapabilecegini söylemez. ve topluma bakildiginda da cok az kadin bir yada iki kuma ya katlanmak zorunda kalmistir. genel de ciftler ölüme kadar beraber kalirlar. bu bati toplumunda böyle degildir. birbirlerini severek evlenenler örnek teskil eden insanlara bir bakin. bir kral cocugu prens charles esine ihanet ediyor da kimse diananin cektiklerinin ne kadar aci olacagini bunun ne demek oldugunu bu sistemin asla adil olamiyacagini savunmuyor. mevzuu dahi edilmiyor. bu toplumun önde gelenleri eslerine kuma üzerine kuma getirttiriyor, kadini metres olarak kullaniyor neyse. islamiyet günümüz insaninin ihtiyaclarina en güzel sekilde hitap eden bir yasam felsefesidir. senin yazdiklarin ceviz kabugunu dolduracak seyler degil. |
seninde fazla büyüklük kompleksin var. o
ohne Text
|
moment mal...
nichts gegen Yasar Kemal und Co.. Wie kann ich denn diese so "billig" abstempeln wollen.. zu mal ich diese Persnlichkeiten sehr schätze... Da du mich nicht kennst und immer schön kontern willst... legst du meine Worte falsch aus...
|
merhaba roman...
sor bakalim niye diyerek
ismarlama cevap veriyorsun ? :) Süss :D |
Öffentlicher Frieden?!!!!
ich sehe schon hier bei sitzen sehr viele Unterbelichtete...
|
öffentlicher FRIEDEN!?????
ich sehe schon hier bei vaybee sind sehr viele Unterbelichtete
|
na, ja..
ich weiss schon worauf du hinaus willst..
Jedoch kann man Patriot und zugleich tolerant gegenüber Anderen sein.. |
o.T.
Alakasi yok. o kadar sacmalamisinki. ehli beyt kelimesini agzinda sakiz gibi oynamis durmusun. tamam alevilik dinsizlik anlamina gelmez, ama senin yazdiklarinda tamamen hayal ürünü.
|
Savundugum düsünceleri yazdim
en azindan bir düsüncem bir stilim var... acik ve net... ortaklik ariyorum kesisen noktalari gelistirmek ileri tasimak istiyorum....
Yüz sefere yakin DIN anlayisimi devlet yönetim anlayisimi v.s. yazdim durdum... Bir sefer olsunda baskalarindan... SUCLAMADAN... sadece kendi sahsi görüsünü alsam valla rahat ölecegim.... Ben cözüm ariyorum... ve fikrimi belirtiyorum... aynisinida senden digerlerinden isterim ve beklerim... ama nafile.... ne DIN anlayisinizi nede politik anlayisnizi resmen efendice ortaya koydunuz.... hep suclama... bu sekil Demokrasi olmaz... Demokrasinin arkasina gizlenmenin alemi yok... |
Cok güzel
DINde bahsettigin olaya SÜNNETULLAH denir... yani Allahin kainat sistemi.... iste o sistem tesadüf falan degil... Allah bilerek yaratmis ve asla degismeyecektir....
Ahzab 62.... Olay bu kadar acik.... yukardaki Allah gelip Aliye Veliye ne para ne pul nede düsmanlarini yok edecektir.... iste Allahin Sünnetullahi degismez.... Ayet var... Esasen ruhunda var olan Allahin Nurunu yada Enerjisini canlandirip Sünnetullahin sistemine uyarak calisarak caba göstererek amellerine ereceksin.... Yoksa belese Allah kimseye hic bir sey vermeyecektir... |
Davinci Kodunu seyreden oldumu
ben seyrettim ve gayet saglikli buldum....
Gecenlerde burada bir arkadas Kuran orijin degilde sonradan derlenmis halini ele alirsak.... o halde sonraki dernenen Kurana Hiristiyanliktan eklemeler yapilmis sayarak HZ. Isanin Babasinin olmayisini cikarirsak.... sonuc olarak Sakrilegde anlatilan olay son derece mekntikli ve dogru olabilir..... Cünkü matiken baktigimizda.... bir insanin babasiz dogmasi Sünnetullaha aykiri gözüküyor... elbet tibbi bir cevap bulununcaya kadar..... veya babasiz söylenimi yanlis yorumlaniyorda olabilir.... Kisacasi benim sahsi görüsüm, tam anlamiyla tami tamina kimse ne DINI nede binlerce yil önce olan olaylari biliyor.... o yüzden DIN sadece bir anlayisin görüsüdür.... senin veya benim..... Sonucta esasini ancak Allah bilir... Sünnetullahi yaratan Allah.... Kanaatimce Allahin varligini yeryüzünde taniyan hic bir zaman eksik olmayacak... ama Resüller araciligiyla verilen Mesajlar ve o Mesajlarin ruhu tamai tamaina elimizde yok... en azinda yasayan dünyada yok... O yüzden DIN Demokrasi yada diger degerler her insanin kapasite yorum gücü ve bilgisine göre degisik anlamlar tasir veya zamanla kazanir.. Geriye kalsa kalsa... sevgi, saygi ve güzelliktir.... her kimse bunlari ön plana cikarir ve bu cercevede yasarsa... en azindan temelde yatan evrensel buyruklari yerine getirmis olur... Bu temelden tüm insanligin yeni bir baslangici olabilir... ileride yeni ortak bir zamana uygun DIN anlayisida ceryan edebilir |
nur das buch gelesen...
wann kommt das auf "VIDEO"?? bekliyorum da...
|
I don"t know.... Just a DVD by a friend
ohne Text
|
loose Change2
<a href="redirect.jsp?url=http://video.google.de/videoplay?docid=-1272980089639960023&q=loosechange
izleyin" target="_blank">http://video.google.de/videoplay?docid=-1272980089639960023&q=loosechange izleyin</a> ve paylasin!!! |
Aferim, he öyle, başka sıkıntın var mı?
ohne Text
|
Sen görüşün ne anlama geldiğni,
ancak kendi inandığın ve var olduğunu tahmin ettiğin, tüm mutlak düşüncenin bu olduğunu düşünerek bir görüş olabileceğini düşünerek inanmaya çalışan bir dimağala boğuşmakta ve boğulmaktasın. Görüş düşüncesinin her insanın yalnızca kendi özgül ve öğrendiği bilgi, kültür, dil birikimi ve evrensel birikimlerden oluşmasının bir gelişimidir.
Ben sana demokratım diyorum ve demokrat nasıl olunurmuş gösteriyorum, sen bana halen görüşün nedir senin diye soru sormaktan rahatsızlık duymamayı bir gelenek haline getirmeye çalışmaktan hiç bir UTANÇ duymamaktasın. Arkadaş, ben seni eğitmek, düzeltmek, dengeleştirmek, ilerletmek, adam etmek zorunda falan değilim. Bütün bunlar senin kendi görevlerindir. Ama, benim öyle kıçım, başım oynamaz bir insanın ne tür bir insan olduğunu açıklamak için. Hiç bir özelliğinin içinde demokrat bir yaklaşımın yok senin, en azından demokrat insanları sevmemekte onlardan gıcık kapmaktasın. Bundan sonra sana tanıdığım o lüx emin ol olmayacak sana karşı. Bir insan demokrat insanları nereden tanıyamaz, bilemez diye düşünüyorum bulduğum tek bir cevap var, o çnsan hiç bir zaman demokrat insanlar ile bir arada olmamış, onları sevmemiş ve onlar ile arasına sürekli mesafe koymuş... Neymiş efendim Halil ideolojikmiş, sanki KURAN İDEOLOJİK değil, Allah, Allah bu kadar sallar bir insan. Neymiş efendim Özsu tarikatçıymış, Mezheplerin hangisi tarikatçı değil. Mezhepsiz bir tek kuran yorumu var mı??? Sanal Melek küstahmış, saygısızmış, YAW bu ayetlerin hepsi Kurandan, sanal Melek benim açımdan tam bir demokratta değildir, biraz fazla Türkçülükte kokar yorumlarında. Kim kaldı dışarıda bir Işın onu henüz hiç bir yere oturtamıyorum. Başka kim var yaw bu sayfalarda yazı yazan, sen, ben, bizim oğlan, bizim kız vs. Hani nerede başka yazıcılar, nasıl yazabilir ki burada insanlar yazı daha cümleyi kurmadan boğazını sıkarak, ana avrat küfür ederek o kişiyi yok etmeye bu sayfalarda silinmesi için her türlü gambazlığı yaparak adammı olduğunuzu düşünmektesiniz??? Ben senin hiç bir düşünceni benimsememe rağmen senin bu sayfalardan atılmaman için büyük uğraşlar verdim. Eminim aynısını sen benim için yapmazsın, bir başkası içinde yapmazsın. Büyük lokmalar yeme, büyük laflar etme, hiç öyle ben demokratım oyunları falanda oynama Enis. Ya demokrat gibi demokrat ol, yada olduğun gibi ol. Mesele bu kadar basit... |
Türkçede 29 tane harf var? mı!!!
var.
Bekliyorum tüm arzu ettiğin, seçtiğin konularda benim ile tartışabileceğin bir tane bile olsun konuyu. Evet bende büyüklük gururu var, büyüklük onuru var, çünkü ben tüm bilgileri öğrenebilmek için yıllarımı verdim, büyük diyetler ödedim onlara sahip olmak için, sen hiç bir şey veremediğin için, benim ile Enisi kışkırtabilmek için on heceye bile ulaşamıyan başlık atıp kaçarsın bir köşeye. Hodri meydan diyordun aşağılarda bir yerlerde Perene, bende sana Hodri meydan diyorum. Kıçın ve bilgin sıkıyorsa Arap oğlu... |
İnsan olabilmek???
Dünya hepimizin, hepimiz bu dünyanın düşünen, var eden, yaratan, konuşan, irdeleyen, araştıran ve merak eden, çeşit, çeşit özlemleri olan, duyguları olan, şefkatleri olan bunları alan, veren, yada alamayan, veremeyen, farklılıklar taşıyan, taşımayan, zor, kolay, basit, karmaşık, hasta, sağlıklı, yoksul, zengin, yabancı, yerli, değişik renkli, farklı cinsiyetli, değişik dilli, değişik dinli, dinsiz, cahil, bilgili olan ve olmamaya çalışan ve adına İNSAN denilen canlılarız...
Öz yalnızca İnsandır, sorun İnsan olabilmektedir. Zorlukta burada. Tüm sorun bu farklılıkların içinde yatmakta gibi sık, sık karmaşık durumlarda bu farklılıklar hemen ortaya çıkarılmakta. Bu işin çok basit ve insanın o karmaşık, bilge, denge, ölçü, saygınlık, seviyelik ve düşünerek tüm sorunların ötesine geçebilen yaratma yeteneğini bir kalemde silip, silik birer canlılar konumuna sokup, sıradan canlılar mayasını oluşturup, sorunları çözüverdiğini düşünerek yeni, yeni sorunların oluşturulduğunun farkında lığını hissetmemeyi yaratır. Kolaycılıktır bu tür seçim, genellikle konular üzerinde bilgi olarak yetersiz olan, güçler, yaptırımcılar, bireyler, topluluklar, cemaatler bunları sık, sık uygularlar. İnsanın o karmaşık kutsal yapısı bu çözümün içinde nerededir diye bir soru sorulunca bir cevap alamazsınız, çünkü bu tür çözüldüğünü düşünülen çözümlenemeyen sorunlar, ki sorunun ana kaynağının kendilerinin olduğundan bihaber olan insanların bu tür çözümsüzlüğün temsilcileri olup, soruna daha bir sorun katan sorunlarının çözümsüzlüklerinin içinde, o kutsal olarak nitelediğim İNSAN yoktur. Onlar yalnızca cemaatlerinin, topluluklarının, teşkilatlarının, milletlerinin, devletlerinin çıkarlarını gözeterek olayın temel özüne girmemeye çalışırlar. Bilinir ki Üçüncü dünya ülkelerinin devlet yapısının temelinin büyük bir kısmı din mertekleri ile sağlamlaştırılmıştır. Ne zaman gerek duyulur din olgusu hemen ortaya sürülür, ne zaman gerek duyulmaz kenara çekilir. Ama asla yok edilmez, var olan sorunları da çözülmez, ihtiyaç duyulunca o sorunlar tekrar hiç bir çözüme ulaştırılmadan ortaya çıkarılır. Din olgusunun bağnazlığı ve savaşkan, asi kar, militan, Fanatik bölgeleri orta doğudur, İslamın kullanılan alanlarıdır. Bu bölgelerin hiç birinde ne bir Demokrasi, ne sivil bir anayasa, ne Laiklik, ne toplumu oluşturan insanların birey olma, İNSAN olma denilen KUTSALLIĞI ciddiye alınmıştır ve bu devlet yapılarının içindede alınacaktır. Din nedir, neden din vardır, neden insanlar dine ihtiyaç duymaktadırlar, din kimlere ne tür çıkarlar sağlamaktadır, kimler dinlerini yalnızca ibadet için, hiç bir çıkar düşünmeden Tanrıyla iletişimini canlı tutabilmek için yapmaktadır soruları ilk önce bu sayfalarda tartışılmalıdır. Din nedir sorusuna eminim cevap verebilecek çok az insan var burada. Ama, her insan cevap verebilmelidir. İnsanlar insan olabilmek için illaki solcu, sağcı, dindar, din dışı, tüm dinler karşıtı, yaradan karşıtı olup olmamalarının hiç bir anlamı ve ciddiyeti yoktur. İnsan insan olabilmek için ocu, bucu olmak zorunda değildir de, olanda olur. Bu mesele bu kadar basittir uygar beyinlerde.. Ama dinler veya din sahip olduğu ideoloji ile tüm dünyayı hükmetmeye kalkar ve bu hasta ideoloji için hem kendi ülkesinde yaşayan insanların canlarını alır, kanlarını döker, nesillerden beri o ülkenin çocuklarını ölümlere sürer aklı sıra şehitlik payelerini biçerek katilliklerini saklamaya çalışıp, bunun ilede yetinmeden başka ülkelerde toplu katliamlar yaparak, yapmaya çalışarak DİN KATİLLİĞİ YAPIP BUNUNDA İDEOLOJİSİNİ SAVUNDUĞU MUKADDES OLDUĞUNA İNANDIĞI AYETLER İLE ÖZDEŞLEŞTİRİP ülkesinde din ulemalığının dokunulmazlığı ile yerini daha bir mukaddes yaparsa, ki bu çok kolaydır o tür ülkelerde, hem çok büyük yerel ve tüzel baskılar, yıldırmalar, korkutmalar, yasaklar vardır, hem de en büyük tehlike o ülkede okur yazar oranı çok kötü bir durumdadır. Neden bu tür diktatör, despot, tiran ülkeler hem din kötü olan genelliklede hep İslam silahına sarılmaktadırlar?????????? Bu sayfalarda olan şeyler Vaybee de buna dahil farklı mıdır??? Şu an Almanya çok özel bir dönemden geçmekte, bu araştırmaların sonunun nereye kadar gideceğini bilen yok, zaman gösterecek, ama bilinen bir şey var ki Almanya bu işin peşini asla bırakmaz. Dünyanın neresinde olursa olsun bulup çıkaracaktır tüm bağlantıları. Ben dürüst inançlılara saygı duyuyorum, İslamı kuranı okuduktan sonra benimsemem için bir neden görmeme rağmen, Dürüst, barışçıl, kurana inanan, onu seven tüm her kese saygılıyım. Benim sorunum bilgilenme, bilgilendirme, neyin ne olduğunu öğrenme ve öğretme sorunu. Bu sayfalarda yaşamlarında beş tane farklı birer kitabı okumadan, iddia ediyorum kuranı da okumadan bir şeyler biliyormuşlar gibi kendilerini görücüye çıkaranlar var. Bunun çok kötü bir şey olduğunu, hem kendisine, hem topluma çok kötü bir fenalık olduğunu bilgiye sahip olan insan bilmektedir. İşin tuhaf tarafı bu tür nadir olan insanları bu sayfalarda bu cahil, yobaz ulema tayfası aşağılarken, ana avrat küfür ederken İslami demokrat dindar kesimden tek bir müdahale cümlesinin çıkmamasına ne anlam verilmelidir????????? Hani nerde yaradandan ötürü biz yaradanı severiz??? Jargonları????? Bu cümle ile bir insan ancak bu kadar sevilir, sen bir insanı sevmek için önce yaratana yağ çekmeyeceksin, o insanın insan olduğunu bilerek sahip çıkacak ve seveceksin. Bir başkasının insan olduğunu unutmamak kendisinin halen insan olduğunu bilmeyi yaratır ve bir anlamı olur yaşamın içinde aldığın görevlerde ve durduğun yerlerde. Sorun insan olabilmekte!!!!!!!!! |
MEDİNE VESİKASI!!!!!!!!!! 1
Medine Vesikası Hakkında Genel Bilgiler Yazar Ali Bulaç Değerli bilimadamı, araştırmacı ve yazar Ahmet İnsel’in Birikim dergisinin geçen sayısında (Mayıs-1992, Sayı:37) yayımladığı “Totalitarizm, Medine Vesikası ve Özgürlük” adlı yazısında beni bazı görüşlerim dolayısıyla eleştirip tartışmaya davet etmesi büyük bir incelik. Yaklaşık üç yıldır üzerinde yoğun olarak çalıştığım “Medine Vesikası” ve bu vesikadan hareketle geliştirmeye çaba harcadığım bazı görüşlerimin böylesine değerli ve seçkin bir insanda karşılık bulması beni biraz daha cesaretlendirdi Elbette eskilerin deyimiyle “İltifat marifete tabidir/müşterisiz metâ zâyidir.” Esasında son iki yılda, ülkemizin seçkin bilimadamları ve toplumsal sözcülerinin katıldığı çeşitli açık oturum ve panellerde test edici mahiyette sınırlı ve ihtiyatlı bir yaklaşımla bu konuyu gündeme getirdim ve şunu gözledim ki, bu türden düşünce ve yaklaşımlar hemen kabul görmese bile, en azından üzerinde durulmaya değer bulunuyor. Bu da, bu konuda daha çok çalışmam için sevindirici ve yüreklendirici bir vesile oldu. Ancak itiraf edeyim ki, âlicenab dostum sayın İnsel’in yazı ve eleştirisi çok daha katkı sağlayıcı ve önemlidir. Kuşkusuz Sayın İnsel’in de değindiği gibi bu, bir “tefsir tarzı”dır. Ben tarihsel kırılmaya uğradığımız Abbasiler’in ortazamanlarına kadar hayli verimli bir kültürün oluşmasına yolaçan dinamik düşünce geleneğine hiç de yabancı olmayan bu tarz tefsir (düşünme yöntemiy) ile, hem kırılma sonrasının zihin donukluğunu, hem de bize kendini rafine yöntemlerle, ama zorla benimseten moderniteyi aşabileceğimizi düşünüyorum. Bu açıdan bakıldığında, sayın İnsel’in beni ve başkalarını çağırdığı tartışmanın verimli sonuçlara yolaçacağından ya da hiç değilse birbirimizi daha iyi anlamamıza katkı sağlayacağından şüphe edilemez. Belki de Kur’an’ın “tearuf” dediği (Hucurat, 13) ve bugün kültürel antropolojinin işaret ettiği alanlar üzerinde birikimlerimizi üstüste koyup çok daha sağlıklı ve yararlı kavramsal modellere ulaşabiliriz. Bana göre geçmişte Müslümanların Şam bölgesi Hıristiyanlarıyla veya Babil ve Mezopotamya’nın ateist ve deistleriyle giriştikleri yoğun teolojik, felsefi ve düşünsel tartışmalar olmasaydı, ne Kelam ilmi gelişebilirdi ne de Farabi ve İbn-i Sina gibi parlak zekaları yetiştirmiş Meşşai felsefe teşekkül ederdi. Entellektüel, kültürel ve toplumsal kriz ve belirsizliklerin ortaya çıktığı zamanlar ve mekanlar, -ki bence çağımız böyle bir süreçten geçiyor-, yepyeni ufuklara işaret eden büyük düşünce ve kültürlerin oluşumunu gerçekleştiren bereketli dölyataklarıdır. Belki de geleceğin yüzyılı bu türden doğumlara tanık olacaktır. Ancak sayın İnsel’in eleştiri ve sorularına cevap vermeden önce, konunun iyi anlaşılması lazım. Hareket noktamız Medine Vesikası olduğuna göre, bu Vesika hakkında bazı somut bilgileri vermek bir zorunluluk olsa gerek. Bu, tartışmaya katılmayı arzu eden başkalarına da yardımcı olur, kanısındayım. Bu düşünceden yola çıkarak, bu sayıda Medine Vesikası’nın imzalandığı sosyal ortam, bu ortamın kendine özgü maddi, siyasi, kültürel ve dönemsel (konjonktürel) yapısı hakkında genel bilgiler vermeyi gerekli gördüm. Arkasından Vesika’nın metnini de olduğu gibi yayınlamak yararlı olacaktı kuşkusuz. Ben de öyle yaptım. Bu sayıda Vesika ile ilgili vermeye çalışacağım bilgiler genel ve tasviri mahiyette olacaktır. Önümüzdeki sayılarda hem sayın İnsel’in sorularına, hem de sözkonusu Vesika’nın kurucu ilkelerinden hareketle ne türden siyasal ve toplumsal bir projenin öngörülebileceği konularına daha geniş olarak değinme fırsatını bulacağımı umuyorum. Başka değerli yazarlarımız da tartışmaya katılırsa varacağımız sonuç çok daha sağlıklı ve anlamlı olabilir. Bu sonuç kuşkusuz nihai ve mutlak olmaz; ama ya görüşlerimizi teyid eder (doğrular) ya çürütür (yanlışlar) veya bir kısmını doğrulayıp bir kısmını yanlışlar. Benim açımdan her üç durum da bir kazançtır. Çünkü herkes gibi ben de arıyorum. Belki de bu durumu paradoksal bir biçimde en iyi sufiler formüle etmişlerdir? “Hakikat aranmakla bulunmaz; ama bulanlar arayanlardır.” TARİHSEL VE SOSYAL ÇEVRE VESİKA’NIN TARİHİ DEĞERİ Medine Vesikası’nı Batı bilim çevrelerine tanıtan Alman oryantalist Wellhausen olmuştur. Muhtemelen Wellhausen’ın Skizzen und Vorarbeiten adlı kitabının 1899’da yayımlanmasından sonra, yine Alman Grimme, italyan Caetani, Buhl, Wensick, Korehl, Ranke, Müller ve Guillaume adlı yazar ve araştırıcıların dikkati çekilmiş, Vesika ile ilgili yayınlarda hissedilir bir artış olmuştur.1 Ancak Vesika’nın İslam dünyasında aktüel hale gelmesini Prof. Muhammed Hamidullah’a borçluyuz.2 Arapların “kütüphane köstebeği” adını verdikleri Hamidullah’ın Türkiye, Ortadoğu, Asya ve Avrupa kütüphanelerini kapsayan çok yönlü araştırmaları3 Vesika ve bu Vesika’nın imzalandığı tarihsel ve sosyal çevre ile ilgili geniş bilgilere sahip olmamızı sağlamıştır. Vesika ile başka bilimadamlarının da ilgilendiğini tesbit ediyoruz.4 Wellhausen ve Hamidullah’ın bilim çevrelerine tanıttıkları Medine Vesikası’nı ilk defa kaydeden Muhammed İbn İshak’tır (öl. h.151). Hadis usulünde geçerli “isnad” yöntemini kullanmayan İbn İshak’tan İbn Seyyid en-Nas ve İbn Kesir, Vesika’yı ondan alıp kitaplarına dercettiklerini söylemektedirler.5 Buna rağmen Beyhaki, Vesika’nın 1-23 maddelerini içeren ve daha çok Muhacirlerle Ensar arasındaki ilişkileri düzenleyen bölümün isnadını vermiştir.6 İbn Seyyid en-Nas, Vesika’yı İbn Ebi Heyseme’nin bir isnad’la kitabına aldığını söylüyor. Ancak İbn Heyseme’nin (öl.279) isnadını öğrenebilecek imkanımız yok, çünkü nakillerden hayli değerli olduğunu sandığımız tarihinin sadece üçüncü bölümü bize ulaşmış olup yazık ki diğer bölümleri kaybolmuştur. Wellhausen ve diğerlerinin Vesika’yı İbn Hişam’dan aldıklarında kuşku yok. Gerçekten İbn İshak’ın daha geniş bir açılımı olan İbn Hişam (öl.213) “Siret” adlı ünlü kitabında Vesika’yı tam metin olarak verir.7 Dikkat çekici bir diğer nokta şu ki, Vesika, Ebu Ubeyd’in “Kitabu’l-Emval” adlı kitabında İbn Ebi Heyseme’den aktarılan isnad’tan farklı bir isnad’la ve tam metin olarak geçiyor.8 Umeri’nin verdiği bilgiye göre, Züheyr kanalıyla İbn Zenceveyh’in (öl.247) “Kitabu’l-Emval”inde de yeralıyor.9 Görülüyorki m.8,9 ve 10. yüzyılların kaynaklarında yeralan Vesika’nın tarihi değerinden şüphe etmek için ciddi bir sebep yok.10 Caetani, bu konuda hiçbir sorun olmadığını büyük bir açıklıkla söyler. Çünkü ona göre, gerek ifade tarzı, gerek içeriği o mahiyettedir ki, arasına özel maksatlı bir fikir ilave edilecek veya tahrifat yapılacak olsaydı, bunun küçük bir eseri bile hemen meydana çıkardı. Caetani, bu Vesika’nın ne Hadisçilerin ne de İbn İshak’ın değerini ve anlamını bilmediklerini öne sürer. Ona göre, eğer bozulmadan günümüze kadar otantik şekliyle gelebilmişse nedeni budur.11Yine de Ebu Ubeyd ile İbn İshak’ı temel alan İbn Hişam’ın, aynı Vesikayı farklı yollardan rivat etmeleri büyük bir önem taşımakla birlikte,12 Prof. Yusuf Aş’ın değindiği gibi, Hadis ve Fıkıh kaynaklarında tam metin olarak yeralmaması üzerinde durulması gereken bir konudur. Ancak kanaatimce bu husus büyük bir sorun teşkil etmez. Çünkü belli başlı Hadis kitaplarında Enes b.Malik’in evinde (ve karşılıklı görüşmeler sonucunda) böyle bir sözleşme/antlaşma imzalandığına dair elimizde güvenilir bir rivayet vardır. Şöyle ki: “Asım’dan. Enes b.Malik’e Hz.Peygamber’in ‘İslam’da yeminli antlaşma (hılf) yoktur’ buyurduğunu duyurmuş olayım, dedim. Enes bana:-Peygamber benim Medine’deki evimde Kureyş ile Ensar arasında sözleşme imzaladı’ cevabını verdi.13 Nitekim biz Medine’deki dinî-hukuki topluluklar arasındaki görüşmelerin Enes b. Malik’in evinde ve Hz.Muhammed (s.a.)in başkanlığında yürütülüp sözkonusu Vesika’nın bu görüşmeler sonucunda kaleme alındığını biliyoruz. Kaldı ki Vesika’nın bütün kurucu ilkeleri ile kabile ve mekan isimleri dışında ancak genel hukuk seviyesinde hak ve sorumluluklarıyla ilgili hükümlerinin referansı olacak çok sayıda ayet ve hadis tesbit etmek mümkündür. Ben, çalışmam süresince Vesika’nın ilgili kurucu ilke ve hükümlerinin Kur’an ve Hadis kaynaklarında karşılıklarını tesbit edebildim. Vesika’nın tarihi değeriyle ilgili son olarak şunu söylemek gerekir. Eski ve yeni müelliflerin büyük çoğunluğu, Vesika’nın Hicretin ilk yılında, yani m. 622’de imzalandığını kabul eder. İbn Hişam ve Ebu Ubeyd’in eserlerinde düz ve yekpare bir metin iken, Wellhausen onu 47 maddeye ayırmış, daha sonraları Hamidullah, kimi maddeleri kendi içlerinde bölerek bu sayıyı 52’ye çıkarmıştır. SOSYAL ÇEVRE Bilindiği gibi 610 yılında ilk defa Mekke’de yeni dinî tebliğ etmeye ve kendine taraftar toplamaya çalışan Hz.Muhammed, yakın çevresinden birkaç kişi dışında ilk yıllarda genel kabul görmemiş, zamanla bu dine girenlerin sayısı arttıkça bu sefer de çeşitli engellemeler ve ağır baskılarla karşılaşmıştı. 13 yıllık Mekke hayatında taraftar sayısını fazla arttıramıyan Peygamber ve Müslümanlar için Mekke dışına bir yere gitmek, özgür ve güvenilir bir ortam bulmaktan başka seçenek kalmayınca, önce Habeşistan’a (iki defa), sonra da Medine’ye hicret etmek zorunda kaldılar. Mekke, Arap yarımadasının ticari ve siyasi faaliyetlerinin yürütüldüğü önemli bir yerleşim merkeziydi. Öteden beri dinî bir merkez durumundaki Kâ"be ile büyük ve köklü Arap kabilelerinin Mekke’de oluşu, bu şehri fazlasıyla önemli kılıyordu. Mekke bu özelliğine binaen siyasi ve idari açıdan da iyi örgütlenmiş, siyasi ve idari bürokratik merkeziyetçiliği yanında özgür kabilelerden müteşekkil bir konfederasyon görünümündeydi. Mekke gibi yarımadanın diğer yerleşim merkezlerinde de Arap geleneğinin baskın karakteri kabile ruhudur. Bu durum, yarımadanın iki büyük merkezinde de hemen hemen aynıydı. Mekke ve Taif’in birliği güçlü kabileler tarafından sağlanıyordu.Ancak Medine bu anlamda böyle bir birlikten yoksundu. Çünkü Mekke’de Kureyş, Taif’te Sakif kabilesi siyasi birliği sağlarken, Medine’de başta Evs ve Hazreç ile bu iki Arap kabilesinin müttefikleri Yahudi kabileler (Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza) arasındaki bitmez tükenmez savaş ve çekişmeler, siyasi birliğin sağlanmasına bir türlü imkan vermiyordu. Wellhausen’a göre, işte Peygamber, böylesine muztarip ve fakat siyasi birliğe muhtaç bir kabileler topluluğu olan Medine’de din ve hukuk temelinde yepyeni ve o günkü Araplar arasında hayli garip bir siyasi birlik kurmaya muvaffak oldu.14 Araştırıcılar, ittifakla Mekke ile Medine arasındaki sosyal, siyasal ve ekonomik yapısal farkın Müslümanların Medine’de tutunmasına ve burda yepyeni bir siyasal birliğin kurulmasına geniş ölçüde yardımcı olduğuna kanidirler.15 Merkezî bir siyasi otoritenin olmayışı sosyal hayat ve savunma alanında da kendini gösteriyordu. Ortak savunmanın olmadığı Medine’de her kabile kendine ait müstahkem bir hisar inşa etmişti. Her bir kabilenin ortak savunma masrafları -Yahudilere özgü olmak üzere- bir halk sandığı tarafından karşılanıyordu. Arap kabileleri ise “kan diyetleri”nin karşılanması amacıyla bir tür sosyal sigorta kurmuşlardı. Yahudilerin elinde Tevrat olmakla birlikte, kimsenin ve bütün kabileler arasındaki ilişkileri düzenleyen yazılı bir hukuk yoktu. İhtilaflar çoğunlukla örfi teamüller esas alınarak ve hakemler tarafından çözülürdü. Ne var ki, hakemlerin kararını destekleyecek somut hukuki müeyyidelerin olmayışı ile çoğunlukla güçlülerin kararları tanımayışları adaletsizliklerin sürüp gitmesine yolaçıyordu. Eğitim Seviyesi ve okuma-yazma oranının hayli düşük olduğu Medine’de Yahudiler, İbrani alfabesiyle Arapça konuşup yazıyorlar, dinî ibadetlerini ve çocuklarına verdikleri öğretimi “Beytü’l-Medaris” denen yerde yapıyorlardı. Araplar ise bu sınırlı imkandan da yoksundular ve esasında kitapları olmadığı için Yahudiler karşısında ezik duygular içindeydiler. Medine’yi oluşturan iki etnik ve dinî grup, yani Araplar ile Yahudiler iki ayrı ve homojen topluluk durumunda değildiler. İlginçtir, Araplar ve Yahudiler arasında çatışma olduğu gibi Arap kabileleri kendi aralarında ve Yahudi kabileleri de kendi aralarında savaşıp duruyorlardı. İbn Hişam’ın verdiği bilgilere göre, Yahudi Kaynuka oğullarının çoğunluğu, Arap olan Hazreçliler"in müttefiki, Nadiroğulları ve Kurayza oğullarının çoğunluğu da Arap kabilesi Evsliler’in müttefiki idiler.16 Bu kargaşa ve çatışma şehrin mimarisini etkilemişti. Bazı kaynaklar 59 hisardan sözederken, Semhudi sadece Yahudi olan 20 ayrı kabile ismi sayar. Ancak asıl büyük savaşlar iki Arap kabilesi Evs ve Hazreç arasında sürüyordu. Tarihçiler, “Buas” adını verdikleri bu şiddetli savaşların 120 yıl sürdüğünü kaydederler. Evs şehrin güneyinde, Hazreç kuzeyinde ikamet ediyordu. İbn Neccar, Araplar’ın 13 hisarından sözeder. Aslında Benu Kayle ortak kökende birleşen, fakat sonra bölünen bu iki kabile arasındaki şiddetli savaşlar bütün Medine ve çevresini de tam bir kaosun içine düşürmüş, güvenliği ortadan kaldırmış ve tabii herkeste genel bir bıkkınlık duygusu uyandırmıştı. Hicret’e tekaddüm eden günlerde, Medineliler, merkezî bir otoritenin bu çatışmalara bir son vereceğini düşünmeye başladılar ve hatta Abdullah ibn Ubeyy’i başlarına kral yapmak istediler. Medineliler, Bizans ve Sasanilerle yakın temas halinde olduklarından, muhtemelen katı bir monarşinin her türlü kaosun önüne geçebileceği fikrini buralardan almış olabilirler. Ne var ki, Abdullah İbn Ubeyy, zaaf sahibi, muhteris ve dar görüşlü bir insandı ve en önemlisi kendisi de bir Medineli idi. Medine’deki derin iç çelişkiler, onun güç ve yeteneklerini fazlasıyla aşıyordu.17 Medine’nin merkezî bir siyasi otoriteden yoksun olması ile sürüp giden şiddetli savaşlar, Peygamber’in buraya gelişini kolaylaştırmıştı. Nitekim, sonraları Hz. Ayşe şunları söyleyecekti: “Yevm-u Buas (Evs ve Hazreç arasındaki savaş), Allah’ın elçisi Muhammed’e bir armağanıydı. Resulüllah geldiğinde (Medine ahalisi) gruplara bölünmüş, ileri gelenleri öldürülmüş veya yaralanmışlardı. Allah, onların İslam’a girmesiyle Elçisi’ne lütufta bulunmuş oldu.”18 VESİKAYA TARAF DİN VE HUKUK TOPLULUKLARI Medine’ye gelir gelmez Peygamber’in ilk yaptığı işlerden biri, yeni gelen muhacirleri yerleştirmek, onların ve ailelerinin gündelik (rutin) ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli tedbirleri almak oldu. Bu amaçla Medineli Müslümanlar (Ensar) ile Mekkeli Müslümanlar (Muhacirler) arasında sosyal ve ekonomik bir dayanışma ve yardımlaşma ilişkisini tesis etti. Buna “mu-âhât=kardeşleşme” adı verildi. Hicret’in ilk günlerinde bu kardeşleşme organizasyonuna 45’i Ensar’dan, 45’i Muhacirler"den olmak üzere 90 kişi katıldı. Kaynaklarımız bu ilk teşebbüste birbiriyle kardeş olmayan tek bir muhacirin kalmadığını yazar.19 Öyle ki kardeşleşme, aralarında kan, akrabalık ve kabilevi bağ olmadığı halde onları birbirine mirasçı bile kıldı. Deyim yerindeyse komünal bir hayat biçimi geliştirildi. Hicret’in 5. ayında kardeşleşmeye katılan ailelerin sayısı 186’a çıkmıştı.20 Gelen her bir aileyi, Medineli bir aile yanına alıyor, zirai ve ticari hayatına, ev geçimine ortak kılıyordu. Hatta kimi Medineliler, eğer arzu ediyorlarsa birden fazla evli oldukları eşlerini boşayıp bekar Muhacirler’e nikahlayabileceklerini teklif ettiler. Bir ara Ensar, sahip oldukları hurmalıklarını da Muhacirler’le bölüşmek istedi. Ancak durumun düzelme yönünde bir gelişme gösterdiğini gözleyen Peygamber, bunun yerine zirai ortaklık yapmalarını teklif etti ve “Sulama işini Muhacirler üzerine alsın, sonra aranızda ürünü bölüşün” dedi.21 Yine de Ensar, Muhacirleri birer ev sahibi yapmak için arsa, arazi ve hurmalıklarının fazlasını onlara hibe ettiler. Kaynaklar, bu kardeşleşmenin sürdüğünü, ancak miras hükmünün kimine göre Bedir’den sonra (Enfal, 75), kimine göre de h.3. yıl Şevval ayında yani Uhud savaşından sonra son bulduğunu yazar. Hicret’le birlikte ve bu gelişmelerden sonra Medine’de üç ana toplumsal blok ortaya çıkmış oldu: Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrik Araplar. Müslüman blok, Mekkeli Muhacirler ve Medineli Evs ve Hazreç’li Ensar’dan müteşekkildi. Bu türden toplumsal yapılanma bütün Arap yarımadasının kadim geleneğine yabancıydı. Çünkü geleneksel kabile hayatında, toplumsal örgütlenme kan ve akrabalık bağına dayalı iken, ilk defa Medine’de coğrafî, etnik ve kültürel kökeni tamamen birbirinden farklı insanlar bir araya gelerek kendilerini ayrı bir sosyal blok (camia) olarak tanımlıyorlardı. Sonraları buna Romalı Süheyl, İranlı Selman, Kürt Gavan vb. eklenecekti. Nitekim Medine Vesikası’nın 2. maddesi bu sosyal bloku din ve hukuk temelinde “diğer insanlardan ayrı bir ümmet” olarak zikredecektir. Ancak kuşkusuz Medine, Müslümanlardan ibaret değildi. Onun kadim sakinleri Yahudiler ve Müslümanlığı kabul etmemiş Araplar da vardı. İşte Hz. Muhammed (s.a.)in önünde bütün bu sosyal blokları anlaştırıp birleştirmek ve bir arada yaşamanın formülünü bulmak gibi önemli bir sorun vardı.22 Peki, bunu nasıl yapacaktı? Öyle anlaşılıyor ki, Hz.Muhammed, Medine’nin sosyal, dinî ve demografik yapısını ortaya çıkarmakla işe başladı. Ve bu amaçla, o günkü gelenekler için hayli yabancı olan bir teşebbüse girişerek nüfus sayımı yaptırdı. Medine Vesikası gibi bu ilk nüfus sayımının yapılması ve şehir sakinlerinin tek tek (erkek, kadın, çocuk, yaşlı) bir deftere yazılmasına da ilk defa rastlanıyor, diyebilir miyiz? Her neyse, bu teşebbüsün Araplar için “yeni ve garib” olduğunda kuşku yok. Huzeyfe’den gelen bir nakle göre: “Allah’ın Elçisi bize: - ‘Din olarak İslam’ı seçen ve Müslüman olan kimselerin isimlerini (tek tek) yazıp getiriniz” dedi. Biz de ona 1500 kişinin ismini yazıp getirdik.”23 Nüfus sayımı sonucunda Medine’de 10 bin kişinin yaşadığı, bunlardan 1.500’ünün Müslüman, 4.000’nin Yahudi ve 4.500’ünün Müşrik Arap olduğu anlaşılmıştı. Peygamber, ikinci bir adım attı, Medine’nin doğal şehir sınırlarını tayin etti ve dört bir köşeye birer işaret koyarak bir “Site-Devlet”in toprağını belirlemiş oldu ki, bu sınırlar içinde kalan bölge Vesika’nın 39. maddesinde “Yesrib (Medine) vâdisi içindeki alan (cevf), korunmuş (haram)” olarak yeralacaktır. Tabiatıyla Müslümanlar bu teşebbüsten memnundular, Yahudiler de bu sosyal ve siyasal organizasyondan memnun görünüyorlardı; ancak Medineli Müşrikler (Putatapanlar), huzursuzdular, geleceklerini tehdit altında görüyorlardı.24 Bunun nedenini anlamak zor değildi; çünkü Peygamber ve arkadaşları Mekkeli Müşriklerin tahammülsüz baskılarına dayanamıyarak hicret etmek zorunda kalmışlardı. Onun diğer Müşriklerle arasının iyi olacağı düşünülemezdi. Kaldı ki, hicretin hemen ardından, Mekke’den Kureyş’in Müslümanların peşini bırakmayacağı ve yakın bir gelecekte Medine üzerine bir sefer düzenleyeceği yolunda haberler gelmeye başlamıştı. Böyle bir çatışma ortamında Medineli müşriklerin durumu ne olacaktı? Kureyş, onlara “Niçin Muhammed’i kabul ettiniz?” diye çıkışmaz veya muhtemel bir karşılaşmadan önce Müslümanlarla aralarında bir çatışma çıkmaz mıydı? Ortada fiili bir durum vardı. Böyle bir konjonktürde nasıl birarada yaşanacaktı? Hz. Muhammed, bir yandan hicret eden Mekkelilerin yerleştirilmesi ve yeni çevreye intibaklarıyla uğraşırken, diğer yandan Yahudi ve Müşrik Araplar’a güven vermeye çalışıyor, niyetinin Medine üzerinde mutlak bir egemenlik kurmak olmayıp yeni dinî cemaatinin güven içinde yaşamasını ve dinlerini yayma imkanlarını sağlamak olduğunu söylüyordu. Esasında daha Mekke’de inen vahylerde geçerli bir politika olarak “Sizin dininiz size, benim dinim bana” (Kafirun, 6) ilkesi benimsenmişti. Ancak Kureyş, bu çok dinli çoğulcu projeyi reddedip Peygambere dini tebliğinde engeller çıkarmış, Müslüman olmak isteyenlere ağır baskılar ve işkenceler uygulamıştı. Dolayısıyla Peygamberin izlediği stratejide hiçbir değişiklik yapmak gerekmezdi. Bu durumda Medine’deki hayatı, Mekke’de inen vahyin toplumsal, hukuki ve kurumsal düzeyde bir açılımı, Mekke’deki vizyonun Medine pratiğine taşınması olacaktı; nitekim öyle oldu. Yani dinî ve hukuki özerklik temelinde çoğulcu bir toplumsal projeyi hayata geçirerek, herkese ve her topluluğa bir arada yaşamanın mümkün yollarını göstermek. Elbette dinî tebliğ devam edecekti; ama hiç kimse zor ve baskı altına alınarak başka bir dine girmeye mecbur edilmeyecek, din değiştirenler Mekke’de olduğu gibi herhangi bir engelle karşılaşmıyacaktı. Medine’ye gelişten sonra önce Medineli Ensar ile Mekke’den gelen Muhacir ailelerin başkanlarının (Nakib) katıldığı büyük bir meclis toplandı ve muhtemelen yukarıda sözünü ettiğimiz kardeşleşmenin hukukî temelini oluşturan hükümler görüşüldü. İşte Medine Vesikası’nın ilk 23 maddesi, bu toplantıda tesbit edilmiş olup yeni Müslüman blokun sosyal ve hukukî ilişkilerini yazılı hükümlere bağlamaktadır. Bu iş tamamlandıktan sonra, Hz.Muhammed (s.a.), Müslüman blokun liderleriyle olduğu kadar, Müslüman olmayan Medineli diğer sosyal blok temsilcileriyle de durumu istişare etti. Hepsi Enes’in evinde toplanarak yeni bir “Şehir-Devlet” yapısını ortaya çıkaran temel ilkeler üzerinde anlaştılar. Bu yeni “devletin anayasası” yazılı bir biçimde tesbit edilip vazedildi ki bu metin şu anda elimizde bulunan Vesika’dır. Şimdi konunun daha iyi anlaşılması için Vesika’nın hükümlerine yakından bakalım: MEDİNE VESİKASI Bismillâhirrahmânirrahîm.1) Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli mü’minler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir).2) İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmi’a) teşkil ederler.3) Kureyş’den olan Muhâcirler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.4) Benû ‘Avf’lar kendi aralarında âdet olduğu vechile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir ve (Müslümanların teşkil ettiği) her zümre (tâife), harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.5) Benû Hârisler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile evvelki, şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasında iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.6) Benû Sâide’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.7) Benû Cuşem’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.8) Benû’n-Neccâr’lar kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.9) Benû ‘Amr İbn ‘Avf’lar, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.10) Benû’n-Nebît’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.11) Benû’l-Evs’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir...12) Mü’minler kendi aralarında ağır malî mes’uliyetler altında bulunan hiç kimseyi (bu halde) bırakmayacaklar, fidyei necât veya kan diyeti gibi borçlarını iyi ve mâkul bilinen esaslara göre vereceklerdir.12/B) Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsına (kendisi ile akdî kardeşlik râbıtası kurulmuş kimse) mümâna’at edemez (Diğer bir okunuşa göre: Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsı ile, onun aleyhine olmak üzere bir anlaşma yapamayacaktır.)13) Takvâ sahibi mü’minler, kendi aralarında mütecâvize ve haksız bir fiil îkaını tasarlayan yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut da mü’minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.14) Hiçbir mü’min bir kâfir için, bir mü’mini öldüremez ve bir mü’min aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez.15) Allah’ın zimmeti (himâye ve temînatı) bir tekdir; (müminlerin en ehemmiyetsizlerinden birinin tanıdığı himâye) onların hepsi için hüküm ifade eder. Zîra mü’minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı (kardeşi) durumundadırlar.16) Yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muârız olanlarla yardımlaşılmaksızın, yardım ve müzâheretimize hak kazanacaklardır.17) Sulh, mü’minler arasında bir tekdir. Hiçbir mü’min Allah yolunda girişilen bir harpde, diğer mü’minleri hâriç tutarak, bir sulh anlaşması akdedemez; bu sulh, ancak onlar (mü’minler) arasında umumiyyet ve adâlet esasları üzere yapılacaktır.18) Bizimle beraber harbe iştirak eden bütün (askerî) birlikler, birbirleriyle münâvebe edeceklerdir.19) Mü’minler, birbirlerinin Allah yolunda (uğrunda) akan kanlarının intikamını alacaklardır.20) Takvâ sahibi mü’minler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.20/B) Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himâyesi altına alamaz ve hiçbir mü’mine bu hususta engel olamaz (yani Kureyşliye hücûm etmesine mani olamaz).21) Herhangi bir kimsenin, bir mü’minin ölümüne sebep olduğu katî delillerle sâbit olur da maktûlün velîsi (hakkını müdafaa eden) rızâ göstermezse, kısas hükümlerine tabî olur; bu halde bütün mü‘minler ona karşı olurlar. Ancak bunlara, sadece (bu kaidenin) tatbiki için hareket etmek helâl (doğru) olur.22) Bu sahîfe (yazı)nın muhteviyatını kabul eden, Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanan bir mü’minin bir kaatile yardım etmesi ve ona sığınacak bir yer temin etmesi helâl (doğru) değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir yer gösteren Kıyâmet Günü Allah’ın lânet ve gazabına uğrayacaktır ki o zaman artık kendisinden ne bir para tediyesi ve ne de bir tavîz alınacaktır.23) Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir.24) Yahudiler, mü’minler gibi, muharebe devam ettiği müddetçe (kendi harp) masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler.25) Benû ‘Avf Yahudileri, mü’minlerle birlikte [İbn Hişâm’da bu, “ma’a” (= ile) olarak, Ebû Ubeyd’de ise “min” (= den) olarak zikredilir] bir ümmet (: câmi’a) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler.25/B) Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îkâ eder, o sadece kendine ve âile efradına zarar (vermiş) olacaktır.26) Benû’n-Neccâr Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.27) Benû’l-Hâris Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.28) Benû Sâ’ide Yahudileri de Benû ‘avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.29) Benû Cuşem Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.30) Benû’l-Evs Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.31) Benû Sa’lebe Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îka eder, o sadece kendini ve aile efradını zarardîde etmiş olacaktır.32) Cefne (âilesi) Sa’lebenin bir kolu (batn) dur; bu bakımdan Sa’lebe’ler gibi mülâhaza olunacaklardır.33) Benû’ş-Şuteybe de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır.34) Sa’lebe’nin mevlâları, bizzat Sa’lebeler gibi mülâhaza olunacaklardır.35) Yahudilere sığınmış olan kimseler (Bitâne), bizzat Yahudiler gibi mülâhaza olunacaklardır.36) Bunlar’dan (Yahudiler) hiçbir kimse (Müslümanlarla birlikte bir askerî sefere), Muhammed’in müsaadesi olmadan çıkamayacaktır.36/B) Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilemeyecektir. Muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa neticede kendini ve âile efradını mes’ûliyet altına sokar; aksi halde haksızlık olacaktır (yani bu kaideye riâyet etmeyen bir kimse haksız vaziyette olacaktır). Allah bu yazıya en iyi riâyet edenlerle beraberdir.37) (Bir harp vukuunda) Yahudilerin masrafları kendi üzerine ve Müslümanların masrafları kendi üzerinedir. Muhakkak ki bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır. Onlar arasında hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareketler olmayacaktır.37/B) Hiçbir kimse müttefikine karşı bir cürüm îka edemez: Muhakkak ki zulmedilene yardım edilecektir.38) Yahudiler Müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri müddetçe masrafda bulunacaklardır.39) Bu sahîfenin (yazının) gösterdiği kimse lehine Yesrib vâdisi dahili (cevf), harâm (mukaddes) bir yerdir.40) Himâye altındaki kimse (cârr), bizzat himaye eden kimse gibidir; ne zulmedilir ve ne de (kendisi) cürüm îka edecektir.41) Himâye verme hakkına sahip kimselerin izni müstesnâ, bir himâye hakkı verilemez.42) Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler arasında zuhurundan korkulan bütün öldürme yahut münâzaa vak’alarının Allah’a ve Resûlullah Muhammed’e götürülmeleri gerekir. Allah bu sahîfeye (yazıya) en kuvvetli ve en iyi riâyet edenlerle beraberdir.43) Ne Kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar, himâye altına alınmayacaklardır.44) Onlar (= Müslümanlar ve Yahudiler) arasında, Yesrib’e hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.45) Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlar tarafından) bir sulh akdetmeye veya bir sulh akdine iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlara) aynı şeyleri teklif edecek olurlarsa, mü’-minlere karşı aynı haklara sahip olacaklardır; din mevzuunda girişilen harp vak’aları müstesnâdır.45/B) Her bir zümre, kendilerine ait mıntıkadan (gerek müdafaa ve gerekse sâir ihtiyaçlar hususunda) mes’uldür.46) Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar, aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların mevlâlarına ve bizzat kendi şahıslarına, bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir muhafazakârlık ile tatbik olunur. (Kaidelere) muhakkak riâyet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır. Ve haksız şekilde kazanç temin edenler, sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah bu sahîfede (yazıda) gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riâyet edenlerle beraberdir.47) Bu kitap (yazı), bir haksız fiil îka eden veya cürüm işleyen (ile cezâ) arasına engel olarak giremez. Kim ki bir harbe çıkar, emniyette olur veya kim ki Medine’de kalırsa yine emniyet içindedir; haksız bir fiil ve cürüm îkaı halleri müstesnâdır. Allah ve Resûlullah Muhammed himayelerini, (bu sahîfeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır.* HÜKÜMLERE İÇKİN KURUCU İLKELER Hamidullah’a göre, “bu anayasa, ilk İslam Devletinin Anayasası olmasından başka, aynı zamanda yeryüzünde bir devletin vazettiği ilk yazılı anayasa olma özellik” ve ayrıcalığına da sahiptir.25 İtalyan tarihçi Caetani, “anayasa” tabirini kullanmadan “vesika” der ve şunları ekler: “Bu vesika Muhammed Peygamber’in kitabıdır ki, bunu yazan (veya yazdıran) Muhammed’in kendisinden başkası değildir. Diğerleri, yani Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler buna katılmışlardır.”26 Caetani’nin bu sözlerinden, Peygamber’in kendi başına hazırladığı bir metni diğerlerine dikte ettirdiği veya bir emr-i vaki durumu yaratıp onlara onaylattığı sonucunu çıkarmamak lazım. Enes’ten ve diğer kanallardan gelen bilgiler, Vesika’nın karşılıklı görüşmeler sonucunda ve bir toplumsal mutabakat ürünü şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir. Doğrusu da budur. Çünkü Mekke’den ve gece yarısı gizlice çıkıp Medine’ye göç etmiş, üstelik bütün taraftarları genel şehir nüfusunun yüzde 15’ni geçmeyen bir insanın, tamamen kendi istek ve arzularına ya da gelecekteki çıkar hesaplarına hizmet edecek bir sözleşme metnini, kendisinden sayıca ve silahça daha güçlü kimselere kabul ettirmesi düşünülemez. Bu hiç de akla yatkın görünmüyor. Hz. Muhammed’in karşılıklı görüşmeler sonucunda ve oydaşma esasına dayalı hazırladığı bu toplumsal sözleşmenin kabulünü sağlayan esaslı faktörlerden biri, 120 yıldır savaş ve düşmanlıklarla yorgun ve bitkin düşen Medine’nin bizzat içinde bulunduğu kaotik ve güvensiz durumdur. Medine adeta kendine bir kurtarıcı beklemektedir. Kendi başına ve varolan sosyal güçlerle barış ve istikrar sağlayacak siyasal ve toplumsal bir formül bulamıyor. Medine savaşlarla iktisadi bakımdan sürekli gerilerken, yine de yeni çatışmalara gebe bir görünümdedir. İşte tam da böyle kritik bir dönemde yabancı kökenli biri çıkıp bütün gruplara birlikte ve ortak yaşamanın yollarını gösteriyor, herkesi hukuk temelinde, “neysen osun” ilkesine göre varolmaya çağırıyor. Vesika"da yaralama, öldürme, kan diyetleri, fidye-i necat vb. terim ve maddelerin sıkça yer alması, uzun yıllar iç savaşlarla sarsılmış ve bitkin düşmüş bir toplumun normal konjonktürünü yansıtır. O günün ivedi sorunu, çatışmalara bir son verilmesi ve taraflar arasında adalet ve hakkaniyet esaslarına uygun bir arada yaşamanın formülünün bulunmasıydı. Bu yönüyle Vesika, oldukça dönemsel bir nitelik taşır. Ancak onun dönemselliği ve altına imza atan insanların sayısının azlığı, kurucu ilkeleri yönünden önemsizdir.İkinci önemli nokta, böyle bir proje sayesinde kimsenin kimse üzerinde baskı kurmaya kalkışmadan başkalarını doğal bir realite kabul etmesi ve onun yaşama ve düşünme biçimine saygı göstermesinin yasallaşması ve hukukun teminatı altına alınmasıdır. Gözönünde tutulması gereken bir nokta da şudur: Medine Vesikası, bütün sosyal bloklar açısından “hakimiyet” değil “katılım” temelinde bir toplumsal projeyi öngörür. Vesika’nın çizdiği proje çerçevesinde Müslümanlar, özgür insanlar olarak Allah ve Hz. Muhammed’in gösterdiği istikamette ve güven içinde yaşayacak ve dinlerini tebliğ edeceklerdir. Aynı haklar Yahudiler ve diğerleri için de geçerlidir. Burada Vesika’dan çıkarabileceğimiz ilk kurucu ilkenin altını çiziyoruz:Doğru, adil, hukuka saygılı ve insanlar arasında gerçek barış ve istikrarı amaçlayan ideal bir projenin, farklı gruplar (dinî, hukuki, felsefi, siyasi vs.) arasında bir sözleşme temelinde ortaya çıkması gerekir. Sözleşmenin hazırlanması esnasında sosyal blokların kendileri veya temsilcileri hazır bulunmalı, özgür bir ortamda ve karşılıklı görüşme ve tartışmalarla sözleşmenin hükümleri (temel yasalar) tesbit edilmelidir.27 Toplumsal hayata katılan gruplar heterojen olduklarından, her bir madde bir örtüşme noktasını teşkil etmeli ve oydaşma yoluyla tesbit edilmelidir. Her örtüşme maddesi sözleşmenin bir hükmünü oluşturur ve anlaşmazlık konusu her madde de grupların kendilerine terkedilir. Örtüşme sözleşme alanına, farklılık özerk alana aittir. Bu, birlik içinde zengin farklılık, yani sahici çoğulculuktur. İkinci kurucu ilke hakimiyet’in değil, katılım’ın hareket noktası seçilmesidir. Çünkü totaliter ve üniter bir siyasal yapıda farklılıklar kabul edilemez. Medine Vesikası, Müslüman ve Yahudileri kabile kabile (tek tek) zikreder. Müşriklere de ayrı bir maddede değinir. (Md. 20/B). Muhacirler, Ensar, Benu Avf, Benu Harisler, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’n-Neccar, Benu Amr İbn Avuflar, Benu Nebît ve Benu’l-Evs... (Md.1-11). Yine Yahudiler’den Benu Avf, Benu’n-Neccar, Benu’l-Haris, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’l-Evs, Benu Sa’lebe, Cefne, Benu Şuteybe (Md.25-33) kabilelerini ve onların mevlalarını ayrı ayrı zikreder. Mevla, kan ve akrabalık bağı olmaksızın bir kabileye bağlı veya onunla anlaşmalı olan kabile, aşiret veya topluluktur. Bu demek oluyor ki, ismiyle ve imzasıyla sözleşmeye taraf olan her bir sosyal blok, kendisine bağlı diğer toplulukları da temsil etmekte ve aynı hak ve sorumlulukları onlara da tanımaktadır. Ancak 20/B maddesi müşriklerle ilgili özel hükümler getiriyor ve 43. md. ile destekleniyor. Bu da Medineli Müşrikler’in Mekkeli Müşrikler’le her türlü siyasi ve askeri ilişki kurmalarına engel teşkil etmek içindir. Esasında Medineli Müşrikler de Mekkelilerle ittifak kurma arzusunu taşımıyorlar, hatta başlarına bir tehlike gelir diye çekiniyorlardı. Ama onlar da, diğerleri gibi 39. md.de belirtilen Site’nin alanı içinde her türlü hak ve özgürlüklere sahip olmak istiyorlardı, Vesika bu hakkı talebi de hukuki bir teminat altına almaktadır. Nitekim, Mekkelilerle girişilen Bedir ve Uhud savaşlarından sonra da, Vesika’ya taraf Müşrikler’in Medine’de yaşamaya devam ettiklerini ve Müslümanlarla aralarında çatışmaya dönüşecek ciddî sorunlar çıkmadığını biliyoruz. Kabilelerin bir bir zikredilmesi, toplumda varolan dinî ve etnik toplulukların kimliklerini tanımak ve belgelemek içindir. Muhtemelen, kabile liderleri bunu özellikle talep etmişlerdir. Bundan şu sonuç çıkar: Her bir dinî ve etnik grup kültürel ve hukuki tam özerkliğe sahiptir. Yani din, yasama, yargı, eğitim, ticaret, kültür, sanat, gündelik hayatın düzenlenmesi vb. alanlarda herkes ne ise öyle olacak ve kendini tanımladığı hukukî ve kültürel standartlar içinde ifade edecektir. Sözkonusu dinî ve hukuki özerkliğin teminatı, “Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse kendileri dahildirler” diyen 25. maddedir. 42. Madde’de zuhurundan korkulan ihtilafların Hz. Muhammed’e götürülmesini öngören hüküm, gerek Kur’an’dan gerekse Hadis ve Siyer kaynaklarından anlaşıldığı kadarıyla, Yahudi ve Müşrikler tarafından teklif edilmiştir. Daha önce de değindiğimiz nedenlerle, Medine’deki kaotik durum, kabileler arasındaki karşılıklı güveni sarsmıştı. Bu madde ile, gruplar, kendi aralarında çıkan ihtilafları çözemedikleri zaman, davayı bir “üst yargı makamı”na götürmek üzere kendi aralarında anlaşıyorlar. Bu üst yargı makamı da doğrudan güvenilir, tarafsız ve Medine dışından gelmiş Hz. Muhammed’dir. Kur’an, Peygamber’e eğer isterse onların davalarına bakabileceği yetkisini veriyordu. (Maide, 42). Bunun üzerine Peygamber de, kendisine başvurdukları her seferinde onları muhayyer bıraktı ve önce şunu sordu: “- Size neye göre hüküm vermemi istersiniz, Kur’an’a göre mi, yoksa Tevrat’a göre mi?” Bu düzenlemede Peygamber, bir “Hakim” değil, bir “Hakem” konumundaydı. Eklemek lazım ki, gayr-ı müslimlerin davalarına bakma veya onları kendi mahkemeleri ve hukuklarıyla başbaşa bırakma teamülü o günden beri Zımmî hukukun bir parçası olmuş, bu uygulama Osmanlılar’ın son dönemlerine kadar sürmüştür. Burada bir kurucu ilke daha ortaya çıkmaktadır: Çoğulcu bir toplumda tek değil, birçok hukuk sistemi aynı anda geçerli olabilir. Ve tabii eğer bloklar arasında çatışan hukuklar dolayısıyla ihtilaflar doğarsa -ki doğar- bu durumda ya tarihte görüldüğü gibi, bu türden davalara yetki alanları genişletilmiş Mezalim Mahkemeleri bakar veya bütün hukuk topluluklarının hukuk temsilcilerinden oluşmuş üst mahkemelerin kurulması cihetine gidilir. Bana göre, çatışan hukuk sistemleri karşısında mağduru hukuk seçmede özgür bırakmak en iyi çözümdür; İslam hukuku açısından bu mümkündür. Vesika’nın 23. maddesi Peygamber’i Müslüman sosyal blok üzerinde mutlak hakim kılar. Bu doğal bir durumdar; çünkü Müslümanlar ona biat etmekle, zaten ona bağlanmayı daha başında kabul etmişlerdir. Bu, aynı zamanda ibadeti, dinî ve hukuku birbirinden ayırmayan İslami temel varsayıma uygun bir tutumdur. Bu maddelerin kurucu ilkesi, İslamiyet’in sadece Müslümanları bağlayan bir din olduğu gerçeğinin altını çizer. İslami modelin totaliter olduğunu öne sürenler, bu gerçeğin yeterince farkında değiller. Çünkü eğer insanlar, özgür bir din tercih etme haklarına sahip ise, hukuk ve sosyal hayat biçimlerinin de din ve düşüncelerine uygun olması bir zorunluluktur. Bu durumda İslam dini ve hukuku, Müslümanları bağlar, diğerlerini kapsayıp bağlamaz ve gayr-ı müslimlerden bu hukuka göre davranmaları istenmez. Öyle ki Hz. Ömer, başını örten gayr-ı müslim bir cariyenin bu davranışından memnun olmamış ve başörtüsünün İslamiyet’i bir bütün kabul edenler için amir bir hüküm olduğunu belirtmiştir. Vesika ise, objektif hükümleriyle bütün dinî ve sosyal blokların üstündedir. Yani, Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler onun genel çerçevesi dışına çıkamazlar. Bu anlamda karşılıklı anlaşma sonucunda ortaya çıkmış Vesika, Kur’an, Tevrat ve yerleşik örfün üstündedir. 4. ve 11. maddeler sosyal blokların özerkliğini teyid eder. Buna göre, kabileler, eskiden olduğu gibi (adet olduğu vechile) kan diyetlerini ödeyecekler, savaş esirleri için fidye verecekler. Kendi aralarında mali mükellefiyetlere katlanacak ve bunlar ortaklaşa tesbit edilecektir ( Md. 3, 12 ve 37.) Ancak eskiden olduğu gibi, kan ve akrabalık bağına dayalı kabile asabiyetiyle suçlular korunmayacak, biri suç işlediği zaman kabilesinin fertleri ondan sorumlu tutulmayacak, kısaca suç ve ceza bireyselleşecektir (Md. 22 ve 31/B). Bu bile başlı başına bir devrimdi. Suçlu ve canilerin korunmadığı -ki bunlar hangi bloktan olursa olsunlar farketmez- bu yeni yapıda adalet ve güvenliğin sağlanması ortak ve sosyal bir sorumluluk mevkiine çıkartılıyor, taraflar birbirlerine karşı -aynı blokun bireyleri- sorumlu tutuluyor. (Md. 12, 13, 21). Buna bağlı olarak 12/B maddesi, kişilerin, başka kişilerin mevlaları ile ve onlardan ayrı olarak anlaşma yapma imkanlarını tanıyor. Kanımca bu madde ve başka hükümler, vize verme hakkını devletten alıp, doğrudan bireylere ve gruplara veriyor. Vesika’nın diğer hükümlerini de kısaca şöyle özetlemek mümkün: 39. Madde ile “ülke ve korunmuş sınır” kavramı getirilmiş olup, bu o günün şartlarında yeni bir şeydi. Kan ve akrabalık bağına dayalı kabile yapısı aşılıyor, insanlar bloklar halinde (veya hukuk toplulukları şeklinde) daha üst bir siyasi birlik etrafında toplanıyor ve Medine’de yaşayan aşiret ve kabileler arasındaki her türlü çatışma ve hukuk ihlali yasaklanıyor. Vesika’da geçen “haram” terimi korunmuş sınır demektir ve bir siyasi birliğin toprak bütünlüğüne atıf anlamına gelir. Bu siyasi birliğin Vesika’daki karşılığı “ümmet”tir (Md. 2 ve 25). Bu anlamda “ümmet”, içinde Müslümanlar, Yahudiler ve müşriklerin de yeraldığı siyasi birlik demektir. Bu birlik, dinî, kültürel ve hukuki özerklik temelinde ırk, dil, din, mezhep ve etnik köken farkını gözetmeyen bir toplumsal projedir (Md. 1,2, 16 ve 25.) İnsanlar ve topluluklar arasındaki ilişkilerde temel ahlakî esaslar ve herkesin karşı çıkamıyacağı evrensel yüce idealler geçerlidir (Md. 47). Ancak bunların geçerli olabilmesi için toplumsal ilişkilerin bütününü düzenleyen yazılı bir hukuk metninin esas alınması gerekir. Bundan dolayı Vesika, kendini “Kitap” (Md. 1,36 ve 47) veya “Sahife” (Md. 22, 39, 42, 46 vs.) diye takdim etmektedir ki, o günün geleneksel kültüründe bu her iki terim bağlayıcılık ifade eder. Sözgelimi Kur’an da kendini “kitap” olarak tanımlar, geçmiş Peygamberlere çeşitli kitap ve sahifelerin indirildiğini söyler. 28 Vesika, herkesi bağlayan hukukun üstünlüğüne tam riayeti öngörürken (Md. 37 ve 37/B), savaş, tek tek birey ve kabilelerden alınıp merkezî hükümete intikal ettiriliyor (Md. 17, 18). Savaş, merkezî yönetimin ortak kararıyla alınacaktır. Savaşın en önemli sebeplerinden biri dışarıdan gelecek bir saldırıya karşı ortaklaşa mukavemet etmek üzere yapılır. Böyle bir savunma savaşında anlaşmaya taraf olan gruplar mali ve askerî ortak sorumluluklar yüklenirler, hep birlikte savaşırlar. (Md. 15, 18, 19 ve 24). Ancak din adına yapılacak savaşlarda ortak sorumluluk yoktur. (Md. 45). Buna göre eğer Müslümanlar, kendi dinleri için ve başkalarıyla -o da Medine dışında olmak üzere- savaşacak olurlarsa, Yahudiler ve Medineli Müşrikler onlara katılmak zorunda değildirler. Bu madde gereğince Bedir ve Uhud Savaşı Medine dışında bir yerde cereyan etmiştir. Toplumsal hayatta adaletin tevzii, adlı işlerin yürütülmesi ve yargı için gerekli tedbirler alınacak ve bu yetkiler merkezî otoriteye devredilip fertlerin takdir ve inisyatifine terkedilmeyecektir; bu da ortak sorumluluklar arasında yer alan önemli bir husustur (Md. 13).Vesika, yargı ve savunma ya da savaş ilanı gibi hususları merkezî otoriteye (devlet?) devrederken, başta yasama olmak üzere, kültür, bilim, sanat, ekonomi, eğitim, sağlık vb. hizmetleri sivil topluma bırakıyor. Peygamber’den gelen başka rivayetler, yönetimin ancak vergi, yargı ve savunma türünden alanlarla sınırlı olduğunu, bunların dışında kalan diğer alanların sivil topluma ait olduğunu anlıyoruz. Medine Vesikası’nın genel hükümlerinden başka sonuçlar da çıkartılabilir. Ama yeri burası değildir. Vesika’nın bizim için önemli tarafı, 622 yılında yazılı bir belge olarak üç ayrı dinî ve sosyal blok arasında karşılıklı görüşme ve anlaşma sonucu kaleme alınması ve uygulamaya konulmuş olmasıdır.. Ben kişisel olarak, Vesika’nın hükümlerinden hareketle birtakım soyutlama ve genellemeler yaparak bugün için referans olacak bazı kurucu ilkeler elde edilebileceğini düşünüyor ve bu kurucu ilkelerin son tahlilde çoğulcu bir toplumsal projeye dayanak olabileceğine inanıyorum. Kur’an, Hadis kaynakları ve Müslümanların özel ve yöresel-tarihsel deneylerinden ayrı düşünüldüğünde İslam hukuku da bu projeyi teyid eden ve geliştiren zengin hükümler taşımaktadır. Yıllardır süren Arap-İsrail savaşı, şimdi yeni başgösteren Azeri-Ermeni çatışmaları, Lübnan’ın bölünmüş dinî yapısı, Balkanlardaki etnik durum, Kürt sorunu vb. sayısız çatışma ve savaş sebebinin varolduğu bölgemizde bütün dinî, etnik ve siyasî grupları sözleşme temelinde birarada yaşatacak ortak, gönüllü ve katılıma dayalı çoğulcu projelere ihtiyacımız var. Kuşkusuz Hegelyen bir bakış açısından bu Vesika"ya baktığımızda doğru sonuçlar çıkaramayız. Çünkü Hegel"e borçlu olduğumuz modern (türedi) paradigma, çevre faktörlerini belirleyici bir konuma çıkartır ve hatta insanı bile çevresinin bir ürünü sayar. Vesika"nın hükümlerinde o günkü Arap toplumunun kendine özgü şartları veya varolan objeler dünyası etkileyici olmuştur; ancak belirleyici olan o çevre şartları değil, özgür, adil, katılımcı ve çoğulcu bir toplum biçimi geliştirme arzusudur. Bundan dolayı hükümlere içkin kurucu ilkeleri araştırıp bulmak önemlidir. Belki bize de bu kurucu ilkeler yol gösterecektir.Sanıyorum Batılı demokrasiler bugün yaşadığımız sorunlar karşısında yetersiz kalıyor. Bu bölgenin ve yeryüzünün sakinleri olan bizler ise,geleceğimizi teh-dit eden bu sorunlar ve haber verdikleri tehlikeler karşısında gözümüzü alternatif kaynaklara çevirmek zorundayız. (*) Metin Prof. Dr. Salih Tuğ tarafından çevrilmiştir. Bkz. Hamidullah, İslam Peygamberi, (5. bsk. İstanbul, 1991), I, 206-210.1 Wellhausen, J., Skizzen und vorarberten, Berlin, 1899, IV, 76 vd.; Caetani, L, Annali Milano, 1903 (İslam Tarihi, çev. Hüseyin Cahit İstanbul, 1924, I, 126 vd.); Wensinck, A.J., Muhammed en de Joden te Medina, Leyden, 1908, s.78 vd; Buhl, F., Das Leben Muhammeds, Leipzing, 1930, Majid Khadduri, War and Peace in the Law of Islam, Baltimore, 1955, s.206 vd., Müller, A., Der İslam in Morgen und Abendland, I, 95,; Ranke, Weltgeschichte, V, 75; Grimme, Muhammed I, 75vd. Ayrıca bkz. Hamidullah, 1,202; Tuğ, 31.2 Hamidullah, M., el-Vesaiku’s-Siyasiyye, Kahire, 1956, Vesika No:1; Le Prophe’te de l’Islam, Paris, 1959, I, 133 vd. [Türkçe çev. Prof. S.Tuğ, İslam Peygamberi, 5. bsk., İstanbul, 1990, I, 200 vd.); İslam Hukuku Etüdleri, çev. S.Tuğ, İstanbul, 1974, s.37 vd.3 Türkçe ve Osmanlıca dahil olmak üzere 10 civarında dil bilen ve şimdi Paris’te yaşayan Pakistan asıllı Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın çeşitli dillerde 40’a yakın eseri ve 700 kadar makalesi yayımlanmıştır. Şimdiden klasikleşmiş olan iki ciltlik ünlü eseri İslam Peygamberi 20 yıllık titiz bir çalışmanın mahsulü olup Türkçe baskısı Arapça, Fransızca vd. dillerdeki baskılardan daha geniş ve önemlidir. Batılı bilim çevrelerinde Türkçe baskı esas alınır. Hamidullah’ın 1924-1980 yılları arasında Fransızca, Almanca, İngilizce, Türkçe, Malay-endonez, Portekizce, Japonca, Boşnakça, Tamul dili, Arapça, Farsça ve Urduca dillerinde yayıMlanan eserleri için bkz. Prof. Dr. Salih Tuğ’un İslam Peygamberi çevirisi, II, 1159 vd.4 Bkz. Prof. Dr.Salih Tuğ, İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul, 1969, s.30 vd. Arap bilim çevrelerinde Vesika’ya ilişkin yayınlar için bkz. E.Ziya Umeri, Medine Toplumu çev. N.Yıldız, İstanbul, 1938, s.78 vd.5 İbn Seyyid en- Nas, Uyunu’l-Eser, I, 197; İbn Kesir, el- Bidaye ve’n-Nihaye, Kahire, 1351, III, 224; Umeri, 78-79.6 el Beyhaki (öl. 458), es-Sünenü’l-Kübra, Haydarabad, 1344, VIII, 106 (Kitabu’d-Diyat blm.); Umeri, 79.7 İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (Mektebetü’l-Külliyat el-Ezheriyye yayını) Mısır, ty. II, 106.8 Ebu Ubeyd, Kitabu’l-Emval, Mısır, ty. Prag.No: 519 (Türkçe çev. C.Saylık, İstanbul, 1981, s.235 vd.)9 Humeyd İbn Zenceveyh, Kitabu’l-Emval, Parag. No: 750; Umeri, 79.10 Vesika’nın tarihi değerinden Arap müelliflerden Yusuf Aş, şüphe içinde olduğunu kaydeder. Aş, bu görüşünü Wellhausen’ın “Arap Devleti ve Sukütu” kitabının çevirisinde 9 nolu haşiyede belirtiyor. (Umeri, 79). Ancak gerek Batılı oryantalistler gerekse Müslüman müellifler, Vesika’nın tarihi değerinden şüphe etmemektedirler. Prof. Aş’ın şüphelerine yolaçan gerekçeler üzerinde Vesika ile ilgili yayımlanacak kitabımda uzun uzadıya durulacaktır.11 Caetani, A.g.e. III, 118-119.12 İbn Hişam ile Ebu Ubeyd’in rivayetleri arasındaki tek fark 25. maddede Benû Avf Yahudileriyle ilgili ifadede “ma’a=ile” - “min=den” arasındaki farktır. Bu fark Wellhausen’dan beri sözkonusu maddede tercihli olarak verilmektedir ki, her iki okunuşta da anlam değişmemektedir.13 Buhari, Kefale, 2; Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 204; Ebu Davud, Feraiz, 17.14 Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, çev. F.Işıltan, Ankara, 1963, s.215 Her iki merkezin yapısal özellikleri ve birbirleriyle mukayesesi için bkz. W.Montogomery Watt, Muhammet at Mecca, Oxford, 1953 (Hz. Muhammed Mekke’de, çev. M.R.Ayas-A.Yüksel, Ankara, 1986) ve aynı yazar, Muhammad at Medina, Oxford, 1953.16 Hamidullah, I, 177-19917 Dr. S.Ahmed el-Ali, ed-Devletu fi Ahdi’r-Resul, Irak, 1988, I, 24.18 Buhari, 5/44; İbn Hişam, I, 18319 İbn Sa’d (öl. 230), Tabakat, Leyden, 1904-12, I, böl. 220 Hamidullah. I, 18121 Buhari, 3/67; M.Asım Köksal, İslam Tarihi, İstanbul, 1981, I, 9522 A.Himmet Berki-Osman Keskioğlu, Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, 7. Bsk. Ankara, 1978, s.204; S.M. Ahmed Nedvî-S.S.Ansarî, Asr-ı Saadet, çev. A.Genceli, İstanbul, 1985, I, 6423 Buhari, 56/181, No:1; M.Tayyib Okiç, İslamiyette İlk Nüfus Sayımı, A.Ü.İlahiyat Faklt. Dergisi, Ankara, 1958-9. VII, 11 vd.24 S.M. Ahmed Nedvi- S.S.Ansarî, I, 6425 Hamidullah, I, 18926 Caetani, III, 11227 Burada “sözleşme” ile ilgili sayın İnsel’in bir eleştirisine değinebilirim. İnsel, benim Medine Vesikası’nı temel alarak geliştirmeye çalıştığım görüşlerimi özetlerken şu ifadeyi kullanır: “Görüldüğü gibi... (bu) siyasal tablo, ilk elde ve şaşırtıcı bir şekilde Rousseavari bir toplum sözleşmesi üzerine kurulu çoğul toplum tahayyülü olarak kendini ifade ediyor.” Hemen devamında Sayın İnsel “Marx’ın komünist toplumda oluşacağını öngördüğü devletle büyük benzerlikler gösterdiği de söylenebilir” demektedir. (Ahmet İnsel, “Ali Bulaç’ın Çoğulcu Ümmet Tasarımı Üzerine: Totalitarizm, Medine Vesikası ve Özgürlük”, Birikim Dergisi, Mayıs-1992, sayı: 37, s.30) Burada benim mi, yoksa Ahmet İnsel’in mi analoji yaptığını üçüncü şahıslara ve tabii okurlara bırakıyorum. Ancak, başından beri ve zikrettiğim kaynakların tanıklığıyla Karl Marx ve J.J. Rousseau’dan yüzyıllar önce üç ayrı din ve hukuk topluluğu arasında böyle bir sözleşme imzalandığı açıktır. Bu demektir ki, hem Rousseau’nun toplumsal örgütlenmenin ilk şeklini sözleşmeye dayandırması, hem de Marx’ın tarihin başında ve finalinde çoğulcu bir toplumsal örgütlenmeyi öngörmesi yeni bir şey değildir. Belki Rousseau, Marx vd. mükemmel bir toplum için ütopya kurdular; ben ütopyaları küçümsemiyorum ve varolana karşı bir muhalefet şekli olarak görüyorum. Sözünü ettiğimi Vesika ise bir ütopya veya bir kurgu değil, tarihsel bir gerçektir. Dolayısıyla bu durum, yapacağımız analojilerde dikkate alınmalıdır.Bu konu İnsel’den önce başkalarının da dikkatinden kaçmamış. Sözgelimi, M.Ziyauddin er-Rayyıs, İslam siyasi felsefesinin temelini oluşturan “Biat” ile Rousseau’nun toplumsal sözleşmesi arasındaki benzerliği vurguladıktan sonra şöyle der: “Şu var ki J.J. Rousseau’nun ‘Sosyal Sözleşmesi’ bir sanı olmasına karşılık, Akabe’de iki kez gerçekleşen “biat”ler tarihsel bir gerçek, birer gerçek sosyal sözleşme örnekleridir. Bu olaylarda sözleşme, yüce bir risaleti gerçekleştirmek amacıyla insanların özgür istekleri ve olgun bilinçleri sonucu oluşmuştur.” (M.Ziyauddin er Rayyıs, İslam’da Siyasi Düşünce Tarihi, çev. A.Sarıkaya, İstanbul, 1990, s.48).Konuyu yakından bilen Hamidullah da, Akabe biatları ile Medine Vesikası’nı kendine özgü bir “toplumsal sözleşme” olarak niteler. Ve der ki: “Devletin teşekkülünde toplumsal sözleşme niteliğini ilk ileri sürenlerden İngiliz Hobbes ,Locke ve Fransız Rousseau gibi müellifler, eserlerinde bu teorilerine dayanak teşkil edecek somut ve belirli tarihi örnekler vermemektedirler. Eğer onlar, böyle bir sözleşmenin daha önce, yani İlk İslami dönemlerde imzalandığını bilselerdi, teorilerine acaba ne gibi bir şekil verirlerdi?” (Hamidullah, İslam Hukuku Etüdleri, s.28-29)Son olarak Fransız A. Sanboury’nin konuyla ilgili görüşlerini aktaralım. (Bkz. A.Sanboury, Le Califat, Paris, 1926, s.94) Sonboury, İslam’daki siyasi akd’in yapısını inceledikten sonra, bunun kesinkes bir akid (sözleşme) olduğu sonucuna varır ve şöyle der (P.5, 17 ve 19): “J.J. Rousseau’nun kuramı ondan yıllar önce, İslam bilginlerince öz olarak biliniyordu. Rousseau’nun kuramında yönetici, aradaki bir sözleşme gereği ve halka naib olarak otoriteyi alır ve kullanır. Ancak Rousseau’nun kuramı yüzyıllar önce Müslümanlar tarafından biliniyor, hatta Rousseau’ya göre Müslümanlar bir de fazla ögeye sahip bulunuyorlardı.” (er-Rayyıs, 276-277).Bütün bunlar neyi gösterir? İnsanlığın -bazı alanlarda- ortak bir kültür mirasında örtüştüğünü ve bazan “akıl için yolun bir” olduğunu. Rousseau, eğer “toplumsal sözleşme” kavramını kullanmışsa, bizim Rousseau kullandı diye, hem biçim hem de içerik olarak sözleşme temelinde teşekkül etmiş bulunan İslam’daki siyasal model’den vazgeçmemizi gerektirmez. Nitekim, Kur’an, Hadis, Kelam ve Fıkıh kitaplarında başta siyasal rejim olmak üzere, her türlü toplumsal (ticari, medeni vs...) ilişkiyi düzenleyen anlaşma ve sözleşmeler “Misak, Biat, Ahid, Akid” vb. terimlerle ifade edilmiş ve bu terimler üzerinde bütün bir fıkıh (hukuk) külliyatı kurulmuştur. Bütün bu terimlerin Türkçe uygun karşılıkları sözleşme, anlaşma, mukavele, belge imzalama, taahhüdle bulunma ve bağlılıktır. İslam hukukunda temel haklar iki kategoride ele alınır. Bunlarden ilki doğuştan sahip olduğumuz haklar, diğeri sözleşme ile elde ettiğimiz haklardır. Devlet, yönetim vb. siyasal iktidarla ilişkilerimizin bütününü tayin eden temel haklar, özgürlükler ve vecibeler, karşılıklı rıza (icab ve kabul)ya dayalı yönetilenler ile yönetenler arasında imzalanan sözleşme hükümlerine göre teşekkül eder. Bu anlamda İslam"da yönetim, meşruiyetini sözleşmeden alır.28 Bkz. En’am, 154; İsra, 2; Necm, 36; A’la, 19 vs...
|
2
Bu düşünceden yola çıkarak, bu sayıda Medine Vesikası’nın imzalandığı sosyal ortam, bu ortamın kendine özgü maddi, siyasi, kültürel ve dönemsel (konjonktürel) yapısı hakkında genel bilgiler vermeyi gerekli gördüm. Arkasından Vesika’nın metnini de olduğu gibi yayınlamak yararlı olacaktı kuşkusuz. Ben de öyle yaptım. Bu sayıda Vesika ile ilgili vermeye çalışacağım bilgiler genel ve tasviri mahiyette olacaktır. Önümüzdeki sayılarda hem sayın İnsel’in sorularına, hem de sözkonusu Vesika’nın kurucu ilkelerinden hareketle ne türden siyasal ve toplumsal bir projenin öngörülebileceği konularına daha geniş olarak değinme fırsatını bulacağımı umuyorum. Başka değerli yazarlarımız da tartışmaya katılırsa varacağımız sonuç çok daha sağlıklı ve anlamlı olabilir. Bu sonuç kuşkusuz nihai ve mutlak olmaz; ama ya görüşlerimizi teyid eder (doğrular) ya çürütür (yanlışlar) veya bir kısmını doğrulayıp bir kısmını yanlışlar. Benim açımdan her üç durum da bir kazançtır. Çünkü herkes gibi ben de arıyorum. Belki de bu durumu paradoksal bir biçimde en iyi sufiler formüle etmişlerdir? “Hakikat aranmakla bulunmaz; ama bulanlar arayanlardır.” TARİHSEL VE SOSYAL ÇEVRE VESİKA’NIN TARİHİ DEĞERİ Medine Vesikası’nı Batı bilim çevrelerine tanıtan Alman oryantalist Wellhausen olmuştur. Muhtemelen Wellhausen’ın Skizzen und Vorarbeiten adlı kitabının 1899’da yayımlanmasından sonra, yine Alman Grimme, italyan Caetani, Buhl, Wensick, Korehl, Ranke, Müller ve Guillaume adlı yazar ve araştırıcıların dikkati çekilmiş, Vesika ile ilgili yayınlarda hissedilir bir artış olmuştur.1 Ancak Vesika’nın İslam dünyasında aktüel hale gelmesini Prof. Muhammed Hamidullah’a borçluyuz.2 Arapların “kütüphane köstebeği” adını verdikleri Hamidullah’ın Türkiye, Ortadoğu, Asya ve Avrupa kütüphanelerini kapsayan çok yönlü araştırmaları3 Vesika ve bu Vesika’nın imzalandığı tarihsel ve sosyal çevre ile ilgili geniş bilgilere sahip olmamızı sağlamıştır. Vesika ile başka bilimadamlarının da ilgilendiğini tesbit ediyoruz.4 Wellhausen ve Hamidullah’ın bilim çevrelerine tanıttıkları Medine Vesikası’nı ilk defa kaydeden Muhammed İbn İshak’tır (öl. h.151). Hadis usulünde geçerli “isnad” yöntemini kullanmayan İbn İshak’tan İbn Seyyid en-Nas ve İbn Kesir, Vesika’yı ondan alıp kitaplarına dercettiklerini söylemektedirler.5 Buna rağmen Beyhaki, Vesika’nın 1-23 maddelerini içeren ve daha çok Muhacirlerle Ensar arasındaki ilişkileri düzenleyen bölümün isnadını vermiştir.6 İbn Seyyid en-Nas, Vesika’yı İbn Ebi Heyseme’nin bir isnad’la kitabına aldığını söylüyor. Ancak İbn Heyseme’nin (öl.279) isnadını öğrenebilecek imkanımız yok, çünkü nakillerden hayli değerli olduğunu sandığımız tarihinin sadece üçüncü bölümü bize ulaşmış olup yazık ki diğer bölümleri kaybolmuştur. Wellhausen ve diğerlerinin Vesika’yı İbn Hişam’dan aldıklarında kuşku yok. Gerçekten İbn İshak’ın daha geniş bir açılımı olan İbn Hişam (öl.213) “Siret” adlı ünlü kitabında Vesika’yı tam metin olarak verir.7 Dikkat çekici bir diğer nokta şu ki, Vesika, Ebu Ubeyd’in “Kitabu’l-Emval” adlı kitabında İbn Ebi Heyseme’den aktarılan isnad’tan farklı bir isnad’la ve tam metin olarak geçiyor.8 Umeri’nin verdiği bilgiye göre, Züheyr kanalıyla İbn Zenceveyh’in (öl.247) “Kitabu’l-Emval”inde de yeralıyor.9 Görülüyorki m.8,9 ve 10. yüzyılların kaynaklarında yeralan Vesika’nın tarihi değerinden şüphe etmek için ciddi bir sebep yok.10 Caetani, bu konuda hiçbir sorun olmadığını büyük bir açıklıkla söyler. Çünkü ona göre, gerek ifade tarzı, gerek içeriği o mahiyettedir ki, arasına özel maksatlı bir fikir ilave edilecek veya tahrifat yapılacak olsaydı, bunun küçük bir eseri bile hemen meydana çıkardı. Caetani, bu Vesika’nın ne Hadisçilerin ne de İbn İshak’ın değerini ve anlamını bilmediklerini öne sürer. Ona göre, eğer bozulmadan günümüze kadar otantik şekliyle gelebilmişse nedeni budur.11Yine de Ebu Ubeyd ile İbn İshak’ı temel alan İbn Hişam’ın, aynı Vesikayı farklı yollardan rivat etmeleri büyük bir önem taşımakla birlikte,12 Prof. Yusuf Aş’ın değindiği gibi, Hadis ve Fıkıh kaynaklarında tam metin olarak yeralmaması üzerinde durulması gereken bir konudur. Ancak kanaatimce bu husus büyük bir sorun teşkil etmez. Çünkü belli başlı Hadis kitaplarında Enes b.Malik’in evinde (ve karşılıklı görüşmeler sonucunda) böyle bir sözleşme/antlaşma imzalandığına dair elimizde güvenilir bir rivayet vardır. Şöyle ki: “Asım’dan. Enes b.Malik’e Hz.Peygamber’in ‘İslam’da yeminli antlaşma (hılf) yoktur’ buyurduğunu duyurmuş olayım, dedim. Enes bana:-Peygamber benim Medine’deki evimde Kureyş ile Ensar arasında sözleşme imzaladı’ cevabını verdi.13 Nitekim biz Medine’deki dinî-hukuki topluluklar arasındaki görüşmelerin Enes b. Malik’in evinde ve Hz.Muhammed (s.a.)in başkanlığında yürütülüp sözkonusu Vesika’nın bu görüşmeler sonucunda kaleme alındığını biliyoruz. Kaldı ki Vesika’nın bütün kurucu ilkeleri ile kabile ve mekan isimleri dışında ancak genel hukuk seviyesinde hak ve sorumluluklarıyla ilgili hükümlerinin referansı olacak çok sayıda ayet ve hadis tesbit etmek mümkündür. Ben, çalışmam süresince Vesika’nın ilgili kurucu ilke ve hükümlerinin Kur’an ve Hadis kaynaklarında karşılıklarını tesbit edebildim. Vesika’nın tarihi değeriyle ilgili son olarak şunu söylemek gerekir. Eski ve yeni müelliflerin büyük çoğunluğu, Vesika’nın Hicretin ilk yılında, yani m. 622’de imzalandığını kabul eder. İbn Hişam ve Ebu Ubeyd’in eserlerinde düz ve yekpare bir metin iken, Wellhausen onu 47 maddeye ayırmış, daha sonraları Hamidullah, kimi maddeleri kendi içlerinde bölerek bu sayıyı 52’ye çıkarmıştır. SOSYAL ÇEVRE Bilindiği gibi 610 yılında ilk defa Mekke’de yeni dinî tebliğ etmeye ve kendine taraftar toplamaya çalışan Hz.Muhammed, yakın çevresinden birkaç kişi dışında ilk yıllarda genel kabul görmemiş, zamanla bu dine girenlerin sayısı arttıkça bu sefer de çeşitli engellemeler ve ağır baskılarla karşılaşmıştı. 13 yıllık Mekke hayatında taraftar sayısını fazla arttıramıyan Peygamber ve Müslümanlar için Mekke dışına bir yere gitmek, özgür ve güvenilir bir ortam bulmaktan başka seçenek kalmayınca, önce Habeşistan’a (iki defa), sonra da Medine’ye hicret etmek zorunda kaldılar. Mekke, Arap yarımadasının ticari ve siyasi faaliyetlerinin yürütüldüğü önemli bir yerleşim merkeziydi. Öteden beri dinî bir merkez durumundaki Kâ"be ile büyük ve köklü Arap kabilelerinin Mekke’de oluşu, bu şehri fazlasıyla önemli kılıyordu. Mekke bu özelliğine binaen siyasi ve idari açıdan da iyi örgütlenmiş, siyasi ve idari bürokratik merkeziyetçiliği yanında özgür kabilelerden müteşekkil bir konfederasyon görünümündeydi. Mekke gibi yarımadanın diğer yerleşim merkezlerinde de Arap geleneğinin baskın karakteri kabile ruhudur. Bu durum, yarımadanın iki büyük merkezinde de hemen hemen aynıydı. Mekke ve Taif’in birliği güçlü kabileler tarafından sağlanıyordu.Ancak Medine bu anlamda böyle bir birlikten yoksundu. Çünkü Mekke’de Kureyş, Taif’te Sakif kabilesi siyasi birliği sağlarken, Medine’de başta Evs ve Hazreç ile bu iki Arap kabilesinin müttefikleri Yahudi kabileler (Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza) arasındaki bitmez tükenmez savaş ve çekişmeler, siyasi birliğin sağlanmasına bir türlü imkan vermiyordu. Wellhausen’a göre, işte Peygamber, böylesine muztarip ve fakat siyasi birliğe muhtaç bir kabileler topluluğu olan Medine’de din ve hukuk temelinde yepyeni ve o günkü Araplar arasında hayli garip bir siyasi birlik kurmaya muvaffak oldu.14 Araştırıcılar, ittifakla Mekke ile Medine arasındaki sosyal, siyasal ve ekonomik yapısal farkın Müslümanların Medine’de tutunmasına ve burda yepyeni bir siyasal birliğin kurulmasına geniş ölçüde yardımcı olduğuna kanidirler.15 Merkezî bir siyasi otoritenin olmayışı sosyal hayat ve savunma alanında da kendini gösteriyordu. Ortak savunmanın olmadığı Medine’de her kabile kendine ait müstahkem bir hisar inşa etmişti. Her bir kabilenin ortak savunma masrafları -Yahudilere özgü olmak üzere- bir halk sandığı tarafından karşılanıyordu. Arap kabileleri ise “kan diyetleri”nin karşılanması amacıyla bir tür sosyal sigorta kurmuşlardı. Yahudilerin elinde Tevrat olmakla birlikte, kimsenin ve bütün kabileler arasındaki ilişkileri düzenleyen yazılı bir hukuk yoktu. İhtilaflar çoğunlukla örfi teamüller esas alınarak ve hakemler tarafından çözülürdü. Ne var ki, hakemlerin kararını destekleyecek somut hukuki müeyyidelerin olmayışı ile çoğunlukla güçlülerin kararları tanımayışları adaletsizliklerin sürüp gitmesine yolaçıyordu. Eğitim Seviyesi ve okuma-yazma oranının hayli düşük olduğu Medine’de Yahudiler, İbrani alfabesiyle Arapça konuşup yazıyorlar, dinî ibadetlerini ve çocuklarına verdikleri öğretimi “Beytü’l-Medaris” denen yerde yapıyorlardı. Araplar ise bu sınırlı imkandan da yoksundular ve esasında kitapları olmadığı için Yahudiler karşısında ezik duygular içindeydiler. Medine’yi oluşturan iki etnik ve dinî grup, yani Araplar ile Yahudiler iki ayrı ve homojen topluluk durumunda değildiler. İlginçtir, Araplar ve Yahudiler arasında çatışma olduğu gibi Arap kabileleri kendi aralarında ve Yahudi kabileleri de kendi aralarında savaşıp duruyorlardı. İbn Hişam’ın verdiği bilgilere göre, Yahudi Kaynuka oğullarının çoğunluğu, Arap olan Hazreçliler"in müttefiki, Nadiroğulları ve Kurayza oğullarının çoğunluğu da Arap kabilesi Evsliler’in müttefiki idiler.16 Bu kargaşa ve çatışma şehrin mimarisini etkilemişti. Bazı kaynaklar 59 hisardan sözederken, Semhudi sadece Yahudi olan 20 ayrı kabile ismi sayar. Ancak asıl büyük savaşlar iki Arap kabilesi Evs ve Hazreç arasında sürüyordu. Tarihçiler, “Buas” adını verdikleri bu şiddetli savaşların 120 yıl sürdüğünü kaydederler. Evs şehrin güneyinde, Hazreç kuzeyinde ikamet ediyordu. İbn Neccar, Araplar’ın 13 hisarından sözeder. Aslında Benu Kayle ortak kökende birleşen, fakat sonra bölünen bu iki kabile arasındaki şiddetli savaşlar bütün Medine ve çevresini de tam bir kaosun içine düşürmüş, güvenliği ortadan kaldırmış ve tabii herkeste genel bir bıkkınlık duygusu uyandırmıştı. Hicret’e tekaddüm eden günlerde, Medineliler, merkezî bir otoritenin bu çatışmalara bir son vereceğini düşünmeye başladılar ve hatta Abdullah ibn Ubeyy’i başlarına kral yapmak istediler. Medineliler, Bizans ve Sasanilerle yakın temas halinde olduklarından, muhtemelen katı bir monarşinin her türlü kaosun önüne geçebileceği fikrini buralardan almış olabilirler. Ne var ki, Abdullah İbn Ubeyy, zaaf sahibi, muhteris ve dar görüşlü bir insandı ve en önemlisi kendisi de bir Medineli idi. Medine’deki derin iç çelişkiler, onun güç ve yeteneklerini fazlasıyla aşıyordu.17 Medine’nin merkezî bir siyasi otoriteden yoksun olması ile sürüp giden şiddetli savaşlar, Peygamber’in buraya gelişini kolaylaştırmıştı. Nitekim, sonraları Hz. Ayşe şunları söyleyecekti: “Yevm-u Buas (Evs ve Hazreç arasındaki savaş), Allah’ın elçisi Muhammed’e bir armağanıydı. Resulüllah geldiğinde (Medine ahalisi) gruplara bölünmüş, ileri gelenleri öldürülmüş veya yaralanmışlardı. Allah, onların İslam’a girmesiyle Elçisi’ne lütufta bulunmuş oldu.”18 VESİKAYA TARAF DİN VE HUKUK TOPLULUKLARI Medine’ye gelir gelmez Peygamber’in ilk yaptığı işlerden biri, yeni gelen muhacirleri yerleştirmek, onların ve ailelerinin gündelik (rutin) ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli tedbirleri almak oldu. Bu amaçla Medineli Müslümanlar (Ensar) ile Mekkeli Müslümanlar (Muhacirler) arasında sosyal ve ekonomik bir dayanışma ve yardımlaşma ilişkisini tesis etti. Buna “mu-âhât=kardeşleşme” adı verildi. Hicret’in ilk günlerinde bu kardeşleşme organizasyonuna 45’i Ensar’dan, 45’i Muhacirler"den olmak üzere 90 kişi katıldı. Kaynaklarımız bu ilk teşebbüste birbiriyle kardeş olmayan tek bir muhacirin kalmadığını yazar.19 Öyle ki kardeşleşme, aralarında kan, akrabalık ve kabilevi bağ olmadığı halde onları birbirine mirasçı bile kıldı. Deyim yerindeyse komünal bir hayat biçimi geliştirildi. Hicret’in 5. ayında kardeşleşmeye katılan ailelerin sayısı 186’a çıkmıştı.20 Gelen her bir aileyi, Medineli bir aile yanına alıyor, zirai ve ticari hayatına, ev geçimine ortak kılıyordu. Hatta kimi Medineliler, eğer arzu ediyorlarsa birden fazla evli oldukları eşlerini boşayıp bekar Muhacirler’e nikahlayabileceklerini teklif ettiler. Bir ara Ensar, sahip oldukları hurmalıklarını da Muhacirler’le bölüşmek istedi. Ancak durumun düzelme yönünde bir gelişme gösterdiğini gözleyen Peygamber, bunun yerine zirai ortaklık yapmalarını teklif etti ve “Sulama işini Muhacirler üzerine alsın, sonra aranızda ürünü bölüşün” dedi.21 Yine de Ensar, Muhacirleri birer ev sahibi yapmak için arsa, arazi ve hurmalıklarının fazlasını onlara hibe ettiler. Kaynaklar, bu kardeşleşmenin sürdüğünü, ancak miras hükmünün kimine göre Bedir’den sonra (Enfal, 75), kimine göre de h.3. yıl Şevval ayında yani Uhud savaşından sonra son bulduğunu yazar. Hicret’le birlikte ve bu gelişmelerden sonra Medine’de üç ana toplumsal blok ortaya çıkmış oldu: Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrik Araplar. Müslüman blok, Mekkeli Muhacirler ve Medineli Evs ve Hazreç’li Ensar’dan müteşekkildi. Bu türden toplumsal yapılanma bütün Arap yarımadasının kadim geleneğine yabancıydı. Çünkü geleneksel kabile hayatında, toplumsal örgütlenme kan ve akrabalık bağına dayalı iken, ilk defa Medine’de coğrafî, etnik ve kültürel kökeni tamamen birbirinden farklı insanlar bir araya gelerek kendilerini ayrı bir sosyal blok (camia) olarak tanımlıyorlardı. Sonraları buna Romalı Süheyl, İranlı Selman, Kürt Gavan vb. eklenecekti. Nitekim Medine Vesikası’nın 2. maddesi bu sosyal bloku din ve hukuk temelinde “diğer insanlardan ayrı bir ümmet” olarak zikredecektir. Ancak kuşkusuz Medine, Müslümanlardan ibaret değildi. Onun kadim sakinleri Yahudiler ve Müslümanlığı kabul etmemiş Araplar da vardı. İşte Hz. Muhammed (s.a.)in önünde bütün bu sosyal blokları anlaştırıp birleştirmek ve bir arada yaşamanın formülünü bulmak gibi önemli bir sorun vardı.22 Peki, bunu nasıl yapacaktı? Öyle anlaşılıyor ki, Hz.Muhammed, Medine’nin sosyal, dinî ve demografik yapısını ortaya çıkarmakla işe başladı. Ve bu amaçla, o günkü gelenekler için hayli yabancı olan bir teşebbüse girişerek nüfus sayımı yaptırdı. Medine Vesikası gibi bu ilk nüfus sayımının yapılması ve şehir sakinlerinin tek tek (erkek, kadın, çocuk, yaşlı) bir deftere yazılmasına da ilk defa rastlanıyor, diyebilir miyiz? Her neyse, bu teşebbüsün Araplar için “yeni ve garib” olduğunda kuşku yok. Huzeyfe’den gelen bir nakle göre: “Allah’ın Elçisi bize: - ‘Din olarak İslam’ı seçen ve Müslüman olan kimselerin isimlerini (tek tek) yazıp getiriniz” dedi. Biz de ona 1500 kişinin ismini yazıp getirdik.”23 Nüfus sayımı sonucunda Medine’de 10 bin kişinin yaşadığı, bunlardan 1.500’ünün Müslüman, 4.000’nin Yahudi ve 4.500’ünün Müşrik Arap olduğu anlaşılmıştı. Peygamber, ikinci bir adım attı, Medine’nin doğal şehir sınırlarını tayin etti ve dört bir köşeye birer işaret koyarak bir “Site-Devlet”in toprağını belirlemiş oldu ki, bu sınırlar içinde kalan bölge Vesika’nın 39. maddesinde “Yesrib (Medine) vâdisi içindeki alan (cevf), korunmuş (haram)” olarak yeralacaktır. Tabiatıyla Müslümanlar bu teşebbüsten memnundular, Yahudiler de bu sosyal ve siyasal organizasyondan memnun görünüyorlardı; ancak Medineli Müşrikler (Putatapanlar), huzursuzdular, geleceklerini tehdit altında görüyorlardı.24 Bunun nedenini anlamak zor değildi; çünkü Peygamber ve arkadaşları Mekkeli Müşriklerin tahammülsüz baskılarına dayanamıyarak hicret etmek zorunda kalmışlardı. Onun diğer Müşriklerle arasının iyi olacağı düşünülemezdi. Kaldı ki, hicretin hemen ardından, Mekke’den Kureyş’in Müslümanların peşini bırakmayacağı ve yakın bir gelecekte Medine üzerine bir sefer düzenleyeceği yolunda haberler gelmeye başlamıştı. Böyle bir çatışma ortamında Medineli müşriklerin durumu ne olacaktı? Kureyş, onlara “Niçin Muhammed’i kabul ettiniz?” diye çıkışmaz veya muhtemel bir karşılaşmadan önce Müslümanlarla aralarında bir çatışma çıkmaz mıydı? Ortada fiili bir durum vardı. Böyle bir konjonktürde nasıl birarada yaşanacaktı? Hz. Muhammed, bir yandan hicret eden Mekkelilerin yerleştirilmesi ve yeni çevreye intibaklarıyla uğraşırken, diğer yandan Yahudi ve Müşrik Araplar’a güven vermeye çalışıyor, niyetinin Medine üzerinde mutlak bir egemenlik kurmak olmayıp yeni dinî cemaatinin güven içinde yaşamasını ve dinlerini yayma imkanlarını sağlamak olduğunu söylüyordu. Esasında daha Mekke’de inen vahylerde geçerli bir politika olarak “Sizin dininiz size, benim dinim bana” (Kafirun, 6) ilkesi benimsenmişti. Ancak Kureyş, bu çok dinli çoğulcu projeyi reddedip Peygambere dini tebliğinde engeller çıkarmış, Müslüman olmak isteyenlere ağır baskılar ve işkenceler uygulamıştı. Dolayısıyla Peygamberin izlediği stratejide hiçbir değişiklik yapmak gerekmezdi. Bu durumda Medine’deki hayatı, Mekke’de inen vahyin toplumsal, hukuki ve kurumsal düzeyde bir açılımı, Mekke’deki vizyonun Medine pratiğine taşınması olacaktı; nitekim öyle oldu. Yani dinî ve hukuki özerklik temelinde çoğulcu bir toplumsal projeyi hayata geçirerek, herkese ve her topluluğa bir arada yaşamanın mümkün yollarını göstermek. Elbette dinî tebliğ devam edecekti; ama hiç kimse zor ve baskı altına alınarak başka bir dine girmeye mecbur edilmeyecek, din değiştirenler Mekke’de olduğu gibi herhangi bir engelle karşılaşmıyacaktı. Medine’ye gelişten sonra önce Medineli Ensar ile Mekke’den gelen Muhacir ailelerin başkanlarının (Nakib) katıldığı büyük bir meclis toplandı ve muhtemelen yukarıda sözünü ettiğimiz kardeşleşmenin hukukî temelini oluşturan hükümler görüşüldü. İşte Medine Vesikası’nın ilk 23 maddesi, bu toplantıda tesbit edilmiş olup yeni Müslüman blokun sosyal ve hukukî ilişkilerini yazılı hükümlere bağlamaktadır. Bu iş tamamlandıktan sonra, Hz.Muhammed (s.a.), Müslüman blokun liderleriyle olduğu kadar, Müslüman olmayan Medineli diğer sosyal blok temsilcileriyle de durumu istişare etti. Hepsi Enes’in evinde toplanarak yeni bir “Şehir-Devlet” yapısını ortaya çıkaran temel ilkeler üzerinde anlaştılar. Bu yeni “devletin anayasası” yazılı bir biçimde tesbit edilip vazedildi ki bu metin şu anda elimizde bulunan Vesika’dır. Şimdi konunun daha iyi anlaşılması için Vesika’nın hükümlerine yakından bakalım: MEDİNE VESİKASI Bismillâhirrahmânirrahîm.1) Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli mü’minler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir).2) İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmi’a) teşkil ederler.3) Kureyş’den olan Muhâcirler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.4) Benû ‘Avf’lar kendi aralarında âdet olduğu vechile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir ve (Müslümanların teşkil ettiği) her zümre (tâife), harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.5) Benû Hârisler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile evvelki, şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasında iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.6) Benû Sâide’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.7) Benû Cuşem’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.8) Benû’n-Neccâr’lar kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.9) Benû ‘Amr İbn ‘Avf’lar, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.10) Benû’n-Nebît’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.11) Benû’l-Evs’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir...12) Mü’minler kendi aralarında ağır malî mes’uliyetler altında bulunan hiç kimseyi (bu halde) bırakmayacaklar, fidyei necât veya kan diyeti gibi borçlarını iyi ve mâkul bilinen esaslara göre vereceklerdir.12/B) Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsına (kendisi ile akdî kardeşlik râbıtası kurulmuş kimse) mümâna’at edemez (Diğer bir okunuşa göre: Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsı ile, onun aleyhine olmak üzere bir anlaşma yapamayacaktır.)13) Takvâ sahibi mü’minler, kendi aralarında mütecâvize ve haksız bir fiil îkaını tasarlayan yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut da mü’minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.14) Hiçbir mü’min bir kâfir için, bir mü’mini öldüremez ve bir mü’min aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez.15) Allah’ın zimmeti (himâye ve temînatı) bir tekdir; (müminlerin en ehemmiyetsizlerinden birinin tanıdığı himâye) onların hepsi için hüküm ifade eder. Zîra mü’minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı (kardeşi) durumundadırlar.16) Yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muârız olanlarla yardımlaşılmaksızın, yardım ve müzâheretimize hak kazanacaklardır.17) Sulh, mü’minler arasında bir tekdir. Hiçbir mü’min Allah yolunda girişilen bir harpde, diğer mü’minleri hâriç tutarak, bir sulh anlaşması akdedemez; bu sulh, ancak onlar (mü’minler) arasında umumiyyet ve adâlet esasları üzere yapılacaktır.18) Bizimle beraber harbe iştirak eden bütün (askerî) birlikler, birbirleriyle münâvebe edeceklerdir.19) Mü’minler, birbirlerinin Allah yolunda (uğrunda) akan kanlarının intikamını alacaklardır.20) Takvâ sahibi mü’minler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.20/B) Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himâyesi altına alamaz ve hiçbir mü’mine bu hususta engel olamaz (yani Kureyşliye hücûm etmesine mani olamaz).21) Herhangi bir kimsenin, bir mü’minin ölümüne sebep olduğu katî delillerle sâbit olur da maktûlün velîsi (hakkını müdafaa eden) rızâ göstermezse, kısas hükümlerine tabî olur; bu halde bütün mü‘minler ona karşı olurlar. Ancak bunlara, sadece (bu kaidenin) tatbiki için hareket etmek helâl (doğru) olur.22) Bu sahîfe (yazı)nın muhteviyatını kabul eden, Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanan bir mü’minin bir kaatile yardım etmesi ve ona sığınacak bir yer temin etmesi helâl (doğru) değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir yer gösteren Kıyâmet Günü Allah’ın lânet ve gazabına uğrayacaktır ki o zaman artık kendisinden ne bir para tediyesi ve ne de bir tavîz alınacaktır.23) Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir.24) Yahudiler, mü’minler gibi, muharebe devam ettiği müddetçe (kendi harp) masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler.25) Benû ‘Avf Yahudileri, mü’minlerle birlikte [İbn Hişâm’da bu, “ma’a” (= ile) olarak, Ebû Ubeyd’de ise “min” (= den) olarak zikredilir] bir ümmet (: câmi’a) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler.25/B) Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îkâ eder, o sadece kendine ve âile efradına zarar (vermiş) olacaktır.26) Benû’n-Neccâr Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.27) Benû’l-Hâris Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.28) Benû Sâ’ide Yahudileri de Benû ‘avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.29) Benû Cuşem Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.30) Benû’l-Evs Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.31) Benû Sa’lebe Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îka eder, o sadece kendini ve aile efradını zarardîde etmiş olacaktır.32) Cefne (âilesi) Sa’lebenin bir kolu (batn) dur; bu bakımdan Sa’lebe’ler gibi mülâhaza olunacaklardır.33) Benû’ş-Şuteybe de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır.34) Sa’lebe’nin mevlâları, bizzat Sa’lebeler gibi mülâhaza olunacaklardır.35) Yahudilere sığınmış olan kimseler (Bitâne), bizzat Yahudiler gibi mülâhaza olunacaklardır.36) Bunlar’dan (Yahudiler) hiçbir kimse (Müslümanlarla birlikte bir askerî sefere), Muhammed’in müsaadesi olmadan çıkamayacaktır.36/B) Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilemeyecektir. Muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa neticede kendini ve âile efradını mes’ûliyet altına sokar; aksi halde haksızlık olacaktır (yani bu kaideye riâyet etmeyen bir kimse haksız vaziyette olacaktır). Allah bu yazıya en iyi riâyet edenlerle beraberdir.37) (Bir harp vukuunda) Yahudilerin masrafları kendi üzerine ve Müslümanların masrafları kendi üzerinedir. Muhakkak ki bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır. Onlar arasında hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareketler olmayacaktır.37/B) Hiçbir kimse müttefikine karşı bir cürüm îka edemez: Muhakkak ki zulmedilene yardım edilecektir.38) Yahudiler Müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri müddetçe masrafda bulunacaklardır.39) Bu sahîfenin (yazının) gösterdiği kimse lehine Yesrib vâdisi dahili (cevf), harâm (mukaddes) bir yerdir.40) Himâye altındaki kimse (cârr), bizzat himaye eden kimse gibidir; ne zulmedilir ve ne de (kendisi) cürüm îka edecektir.41) Himâye verme hakkına sahip kimselerin izni müstesnâ, bir himâye hakkı verilemez.42) Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler arasında zuhurundan korkulan bütün öldürme yahut münâzaa vak’alarının Allah’a ve Resûlullah Muhammed’e götürülmeleri gerekir. Allah bu sahîfeye (yazıya) en kuvvetli ve en iyi riâyet edenlerle beraberdir.43) Ne Kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar, himâye altına alınmayacaklardır.44) Onlar (= Müslümanlar ve Yahudiler) arasında, Yesrib’e hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.45) Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlar tarafından) bir sulh akdetmeye veya bir sulh akdine iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlara) aynı şeyleri teklif edecek olurlarsa, mü’-minlere karşı aynı haklara sahip olacaklardır; din mevzuunda girişilen harp vak’aları müstesnâdır.45/B) Her bir zümre, kendilerine ait mıntıkadan (gerek müdafaa ve gerekse sâir ihtiyaçlar hususunda) mes’uldür.46) Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar, aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların mevlâlarına ve bizzat kendi şahıslarına, bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir muhafazakârlık ile tatbik olunur. (Kaidelere) muhakkak riâyet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır. Ve haksız şekilde kazanç temin edenler, sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah bu sahîfede (yazıda) gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riâyet edenlerle beraberdir.47) Bu kitap (yazı), bir haksız fiil îka eden veya cürüm işleyen (ile cezâ) arasına engel olarak giremez. Kim ki bir harbe çıkar, emniyette olur veya kim ki Medine’de kalırsa yine emniyet içindedir; haksız bir fiil ve cürüm îkaı halleri müstesnâdır. Allah ve Resûlullah Muhammed himayelerini, (bu sahîfeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır.* HÜKÜMLERE İÇKİN KURUCU İLKELER Hamidullah’a göre, “bu anayasa, ilk İslam Devletinin Anayasası olmasından başka, aynı zamanda yeryüzünde bir devletin vazettiği ilk yazılı anayasa olma özellik” ve ayrıcalığına da sahiptir.25 İtalyan tarihçi Caetani, “anayasa” tabirini kullanmadan “vesika” der ve şunları ekler: “Bu vesika Muhammed Peygamber’in kitabıdır ki, bunu yazan (veya yazdıran) Muhammed’in kendisinden başkası değildir. Diğerleri, yani Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler buna katılmışlardır.”26 Caetani’nin bu sözlerinden, Peygamber’in kendi başına hazırladığı bir metni diğerlerine dikte ettirdiği veya bir emr-i vaki durumu yaratıp onlara onaylattığı sonucunu çıkarmamak lazım. Enes’ten ve diğer kanallardan gelen bilgiler, Vesika’nın karşılıklı görüşmeler sonucunda ve bir toplumsal mutabakat ürünü şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir. Doğrusu da budur. Çünkü Mekke’den ve gece yarısı gizlice çıkıp Medine’ye göç etmiş, üstelik bütün taraftarları genel şehir nüfusunun yüzde 15’ni geçmeyen bir insanın, tamamen kendi istek ve arzularına ya da gelecekteki çıkar hesaplarına hizmet edecek bir sözleşme metnini, kendisinden sayıca ve silahça daha güçlü kimselere kabul ettirmesi düşünülemez. Bu hiç de akla yatkın görünmüyor. Hz. Muhammed’in karşılıklı görüşmeler sonucunda ve oydaşma esasına dayalı hazırladığı bu toplumsal sözleşmenin kabulünü sağlayan esaslı faktörlerden biri, 120 yıldır savaş ve düşmanlıklarla yorgun ve bitkin düşen Medine’nin bizzat içinde bulunduğu kaotik ve güvensiz durumdur. Medine adeta kendine bir kurtarıcı beklemektedir. Kendi başına ve varolan sosyal güçlerle barış ve istikrar sağlayacak siyasal ve toplumsal bir formül bulamıyor. Medine savaşlarla iktisadi bakımdan sürekli gerilerken, yine de yeni çatışmalara gebe bir görünümdedir. İşte tam da böyle kritik bir dönemde yabancı kökenli biri çıkıp bütün gruplara birlikte ve ortak yaşamanın yollarını gösteriyor, herkesi hukuk temelinde, “neysen osun” ilkesine göre varolmaya çağırıyor. Vesika"da yaralama, öldürme, kan diyetleri, fidye-i necat vb. terim ve maddelerin sıkça yer alması, uzun yıllar iç savaşlarla sarsılmış ve bitkin düşmüş bir toplumun normal konjonktürünü yansıtır. O günün ivedi sorunu, çatışmalara bir son verilmesi ve taraflar arasında adalet ve hakkaniyet esaslarına uygun bir arada yaşamanın formülünün bulunmasıydı. Bu yönüyle Vesika, oldukça dönemsel bir nitelik taşır. Ancak onun dönemselliği ve altına imza atan insanların sayısının azlığı, kurucu ilkeleri yönünden önemsizdir.İkinci önemli nokta, böyle bir proje sayesinde kimsenin kimse üzerinde baskı kurmaya kalkışmadan başkalarını doğal bir realite kabul etmesi ve onun yaşama ve düşünme biçimine saygı göstermesinin yasallaşması ve hukukun teminatı altına alınmasıdır. Gözönünde tutulması gereken bir nokta da şudur: Medine Vesikası, bütün sosyal bloklar açısından “hakimiyet” değil “katılım” temelinde bir toplumsal projeyi öngörür. Vesika’nın çizdiği proje çerçevesinde Müslümanlar, özgür insanlar olarak Allah ve Hz. Muhammed’in gösterdiği istikamette ve güven içinde yaşayacak ve dinlerini tebliğ edeceklerdir. Aynı haklar Yahudiler ve diğerleri için de geçerlidir. Burada Vesika’dan çıkarabileceğimiz ilk kurucu ilkenin altını çiziyoruz:Doğru, adil, hukuka saygılı ve insanlar arasında gerçek barış ve istikrarı amaçlayan ideal bir projenin, farklı gruplar (dinî, hukuki, felsefi, siyasi vs.) arasında bir sözleşme temelinde ortaya çıkması gerekir. Sözleşmenin hazırlanması esnasında sosyal blokların kendileri veya temsilcileri hazır bulunmalı, özgür bir ortamda ve karşılıklı görüşme ve tartışmalarla sözleşmenin hükümleri (temel yasalar) tesbit edilmelidir.27 Toplumsal hayata katılan gruplar heterojen olduklarından, her bir madde bir örtüşme noktasını teşkil etmeli ve oydaşma yoluyla tesbit edilmelidir. Her örtüşme maddesi sözleşmenin bir hükmünü oluşturur ve anlaşmazlık konusu her madde de grupların kendilerine terkedilir. Örtüşme sözleşme alanına, farklılık özerk alana aittir. Bu, birlik içinde zengin farklılık, yani sahici çoğulculuktur. İkinci kurucu ilke hakimiyet’in değil, katılım’ın hareket noktası seçilmesidir. Çünkü totaliter ve üniter bir siyasal yapıda farklılıklar kabul edilemez. Medine Vesikası, Müslüman ve Yahudileri kabile kabile (tek tek) zikreder. Müşriklere de ayrı bir maddede değinir. (Md. 20/B). Muhacirler, Ensar, Benu Avf, Benu Harisler, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’n-Neccar, Benu Amr İbn Avuflar, Benu Nebît ve Benu’l-Evs... (Md.1-11). Yine Yahudiler’den Benu Avf, Benu’n-Neccar, Benu’l-Haris, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’l-Evs, Benu Sa’lebe, Cefne, Benu Şuteybe (Md.25-33) kabilelerini ve onların mevlalarını ayrı ayrı zikreder. Mevla, kan ve akrabalık bağı olmaksızın bir kabileye bağlı veya onunla anlaşmalı olan kabile, aşiret veya topluluktur. Bu demek oluyor ki, ismiyle ve imzasıyla sözleşmeye taraf olan her bir sosyal blok, kendisine bağlı diğer toplulukları da temsil etmekte ve aynı hak ve sorumlulukları onlara da tanımaktadır. Ancak 20/B maddesi müşriklerle ilgili özel hükümler getiriyor ve 43. md. ile destekleniyor. Bu da Medineli Müşrikler’in Mekkeli Müşrikler’le her türlü siyasi ve askeri ilişki kurmalarına engel teşkil etmek içindir. Esasında Medineli Müşrikler de Mekkelilerle ittifak kurma arzusunu taşımıyorlar, hatta başlarına bir tehlike gelir diye çekiniyorlardı. Ama onlar da, diğerleri gibi 39. md.de belirtilen Site’nin alanı içinde her türlü hak ve özgürlüklere sahip olmak istiyorlardı, Vesika bu hakkı talebi de hukuki bir teminat altına almaktadır. Nitekim, Mekkelilerle girişilen Bedir ve Uhud savaşlarından sonra da, Vesika’ya taraf Müşrikler’in Medine’de yaşamaya devam ettiklerini ve Müslümanlarla aralarında çatışmaya dönüşecek ciddî sorunlar çıkmadığını biliyoruz. Kabilelerin bir bir zikredilmesi, toplumda varolan dinî ve etnik toplulukların kimliklerini tanımak ve belgelemek içindir. Muhtemelen, kabile liderleri bunu özellikle talep etmişlerdir. Bundan şu sonuç çıkar: Her bir dinî ve etnik grup kültürel ve hukuki tam özerkliğe sahiptir. Yani din, yasama, yargı, eğitim, ticaret, kültür, sanat, gündelik hayatın düzenlenmesi vb. alanlarda herkes ne ise öyle olacak ve kendini tanımladığı hukukî ve kültürel standartlar içinde ifade edecektir. Sözkonusu dinî ve hukuki özerkliğin teminatı, “Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse kendileri dahildirler” diyen 25. maddedir. 42. Madde’de zuhurundan korkulan ihtilafların Hz. Muhammed’e götürülmesini öngören hüküm, gerek Kur’an’dan gerekse Hadis ve Siyer kaynaklarından anlaşıldığı kadarıyla, Yahudi ve Müşrikler tarafından teklif edilmiştir. Daha önce de değindiğimiz nedenlerle, Medine’deki kaotik durum, kabileler arasındaki karşılıklı güveni sarsmıştı. Bu madde ile, gruplar, kendi aralarında çıkan ihtilafları çözemedikleri zaman, davayı bir “üst yargı makamı”na götürmek üzere kendi aralarında anlaşıyorlar. Bu üst yargı makamı da doğrudan güvenilir, tarafsız ve Medine dışından gelmiş Hz. Muhammed’dir. Kur’an, Peygamber’e eğer isterse onların davalarına bakabileceği yetkisini veriyordu. (Maide, 42). Bunun üzerine Peygamber de, kendisine başvurdukları her seferinde onları muhayyer bıraktı ve önce şunu sordu: “- Size neye göre hüküm vermemi istersiniz, Kur’an’a göre mi, yoksa Tevrat’a göre mi?” Bu düzenlemede Peygamber, bir “Hakim” değil, bir “Hakem” konumundaydı. Eklemek lazım ki, gayr-ı müslimlerin davalarına bakma veya onları kendi mahkemeleri ve hukuklarıyla başbaşa bırakma teamülü o günden beri Zımmî hukukun bir parçası olmuş, bu uygulama Osmanlılar’ın son dönemlerine kadar sürmüştür. Burada bir kurucu ilke daha ortaya çıkmaktadır: Çoğulcu bir toplumda tek değil, birçok hukuk sistemi aynı anda geçerli olabilir. Ve tabii eğer bloklar arasında çatışan hukuklar dolayısıyla ihtilaflar doğarsa -ki doğar- bu durumda ya tarihte görüldüğü gibi, bu türden davalara yetki alanları genişletilmiş Mezalim Mahkemeleri bakar veya bütün hukuk topluluklarının hukuk temsilcilerinden oluşmuş üst mahkemelerin kurulması cihetine gidilir. Bana göre, çatışan hukuk sistemleri karşısında mağduru hukuk seçmede özgür bırakmak en iyi çözümdür; İslam hukuku açısından bu mümkündür. Vesika’nın 23. maddesi Peygamber’i Müslüman sosyal blok üzerinde mutlak hakim kılar. Bu doğal bir durumdar; çünkü Müslümanlar ona biat etmekle, zaten ona bağlanmayı daha başında kabul etmişlerdir. Bu, aynı zamanda ibadeti, dinî ve hukuku birbirinden ayırmayan İslami temel varsayıma uygun bir tutumdur. Bu maddelerin kurucu ilkesi, İslamiyet’in sadece Müslümanları bağlayan bir din olduğu gerçeğinin altını çizer. İslami modelin totaliter olduğunu öne sürenler, bu gerçeğin yeterince farkında değiller. Çünkü eğer insanlar, özgür bir din tercih etme haklarına sahip ise, hukuk ve sosyal hayat biçimlerinin de din ve düşüncelerine uygun olması bir zorunluluktur. Bu durumda İslam dini ve hukuku, Müslümanları bağlar, diğerlerini kapsayıp bağlamaz ve gayr-ı müslimlerden bu hukuka göre davranmaları istenmez. Öyle ki Hz. Ömer, başını örten gayr-ı müslim bir cariyenin bu davranışından memnun olmamış ve başörtüsünün İslamiyet’i bir bütün kabul edenler için amir bir hüküm olduğunu belirtmiştir. Vesika ise, objektif hükümleriyle bütün dinî ve sosyal blokların üstündedir. Yani, Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler onun genel çerçevesi dışına çıkamazlar. Bu anlamda karşılıklı anlaşma sonucunda ortaya çıkmış Vesika, Kur’an, Tevrat ve yerleşik örfün üstündedir. 4. ve 11. maddeler sosyal blokların özerkliğini teyid eder. Buna göre, kabileler, eskiden olduğu gibi (adet olduğu vechile) kan diyetlerini ödeyecekler, savaş esirleri için fidye verecekler. Kendi aralarında mali mükellefiyetlere katlanacak ve bunlar ortaklaşa tesbit edilecektir ( Md. 3, 12 ve 37.) Ancak eskiden olduğu gibi, kan ve akrabalık bağına dayalı kabile asabiyetiyle suçlular korunmayacak, biri suç işlediği zaman kabilesinin fertleri ondan sorumlu tutulmayacak, kısaca suç ve ceza bireyselleşecektir (Md. 22 ve 31/B). Bu bile başlı başına bir devrimdi. Suçlu ve canilerin korunmadığı -ki bunlar hangi bloktan olursa olsunlar farketmez- bu yeni yapıda adalet ve güvenliğin sağlanması ortak ve sosyal bir sorumluluk mevkiine çıkartılıyor, taraflar birbirlerine karşı -aynı blokun bireyleri- sorumlu tutuluyor. (Md. 12, 13, 21). Buna bağlı olarak 12/B maddesi, kişilerin, başka kişilerin mevlaları ile ve onlardan ayrı olarak anlaşma yapma imkanlarını tanıyor. Kanımca bu madde ve başka hükümler, vize verme hakkını devletten alıp, doğrudan bireylere ve gruplara veriyor. Vesika’nın diğer hükümlerini de kısaca şöyle özetlemek mümkün: 39. Madde ile “ülke ve korunmuş sınır” kavramı getirilmiş olup, bu o günün şartlarında yeni bir şeydi. Kan ve akrabalık bağına dayalı kabile yapısı aşılıyor, insanlar bloklar halinde (veya hukuk toplulukları şeklinde) daha üst bir siyasi birlik etrafında toplanıyor ve Medine’de yaşayan aşiret ve kabileler arasındaki her türlü çatışma ve hukuk ihlali yasaklanıyor. Vesika’da geçen “haram” terimi korunmuş sınır demektir ve bir siyasi birliğin toprak bütünlüğüne atıf anlamına gelir. Bu siyasi birliğin Vesika’daki karşılığı “ümmet”tir (Md. 2 ve 25). Bu anlamda “ümmet”, içinde Müslümanlar, Yahudiler ve müşriklerin de yeraldığı siyasi birlik demektir. Bu birlik, dinî, kültürel ve hukuki özerklik temelinde ırk, dil, din, mezhep ve etnik köken farkını gözetmeyen bir toplumsal projedir (Md. 1,2, 16 ve 25.) İnsanlar ve topluluklar arasındaki ilişkilerde temel ahlakî esaslar ve herkesin karşı çıkamıyacağı evrensel yüce idealler geçerlidir (Md. 47). Ancak bunların geçerli olabilmesi için toplumsal ilişkilerin bütününü düzenleyen yazılı bir hukuk metninin esas alınması gerekir. Bundan dolayı Vesika, kendini “Kitap” (Md. 1,36 ve 47) veya “Sahife” (Md. 22, 39, 42, 46 vs.) diye takdim etmektedir ki, o günün geleneksel kültüründe bu her iki terim bağlayıcılık ifade eder. Sözgelimi Kur’an da kendini “kitap” olarak tanımlar, geçmiş Peygamberlere çeşitli kitap ve sahifelerin indirildiğini söyler. 28 Vesika, herkesi bağlayan hukukun üstünlüğüne tam riayeti öngörürken (Md. 37 ve 37/B), savaş, tek tek birey ve kabilelerden alınıp merkezî hükümete intikal ettiriliyor (Md. 17, 18). Savaş, merkezî yönetimin ortak kararıyla alınacaktır. Savaşın en önemli sebeplerinden biri dışarıdan gelecek bir saldırıya karşı ortaklaşa mukavemet etmek üzere yapılır. Böyle bir savunma savaşında anlaşmaya taraf olan gruplar mali ve askerî ortak sorumluluklar yüklenirler, hep birlikte savaşırlar. (Md. 15, 18, 19 ve 24). Ancak din adına yapılacak savaşlarda ortak sorumluluk yoktur. (Md. 45). Buna göre eğer Müslümanlar, kendi dinleri için ve başkalarıyla -o da Medine dışında olmak üzere- savaşacak olurlarsa, Yahudiler ve Medineli Müşrikler onlara katılmak zorunda değildirler. Bu madde gereğince Bedir ve Uhud Savaşı Medine dışında bir yerde cereyan etmiştir. Toplumsal hayatta adaletin tevzii, adlı işlerin yürütülmesi ve yargı için gerekli tedbirler alınacak ve bu yetkiler merkezî otoriteye devredilip fertlerin takdir ve inisyatifine terkedilmeyecektir; bu da ortak sorumluluklar arasında yer alan önemli bir husustur (Md. 13).Vesika, yargı ve savunma ya da savaş ilanı gibi hususları merkezî otoriteye (devlet?) devrederken, başta yasama olmak üzere, kültür, bilim, sanat, ekonomi, eğitim, sağlık vb. hizmetleri sivil topluma bırakıyor. Peygamber’den gelen başka rivayetler, yönetimin ancak vergi, yargı ve savunma türünden alanlarla sınırlı olduğunu, bunların dışında kalan diğer alanların sivil topluma ait olduğunu anlıyoruz. Medine Vesikası’nın genel hükümlerinden başka sonuçlar da çıkartılabilir. Ama yeri burası değildir. Vesika’nın bizim için önemli tarafı, 622 yılında yazılı bir belge olarak üç ayrı dinî ve sosyal blok arasında karşılıklı görüşme ve anlaşma sonucu kaleme alınması ve uygulamaya konulmuş olmasıdır.. Ben kişisel olarak, Vesika’nın hükümlerinden hareketle birtakım soyutlama ve genellemeler yaparak bugün için referans olacak bazı kurucu ilkeler elde edilebileceğini düşünüyor ve bu kurucu ilkelerin son tahlilde çoğulcu bir toplumsal projeye dayanak olabileceğine inanıyorum. Kur’an, Hadis kaynakları ve Müslümanların özel ve yöresel-tarihsel deneylerinden ayrı düşünüldüğünde İslam hukuku da bu projeyi teyid eden ve geliştiren zengin hükümler taşımaktadır. Yıllardır süren Arap-İsrail savaşı, şimdi yeni başgösteren Azeri-Ermeni çatışmaları, Lübnan’ın bölünmüş dinî yapısı, Balkanlardaki etnik durum, Kürt sorunu vb. sayısız çatışma ve savaş sebebinin varolduğu bölgemizde bütün dinî, etnik ve siyasî grupları sözleşme temelinde birarada yaşatacak ortak, gönüllü ve katılıma dayalı çoğulcu projelere ihtiyacımız var. Kuşkusuz Hegelyen bir bakış açısından bu Vesika"ya baktığımızda doğru sonuçlar çıkaramayız. Çünkü Hegel"e borçlu olduğumuz modern (türedi) paradigma, çevre faktörlerini belirleyici bir konuma çıkartır ve hatta insanı bile çevresinin bir ürünü sayar. Vesika"nın hükümlerinde o günkü Arap toplumunun kendine özgü şartları veya varolan objeler dünyası etkileyici olmuştur; ancak belirleyici olan o çevre şartları değil, özgür, adil, katılımcı ve çoğulcu bir toplum biçimi geliştirme arzusudur. Bundan dolayı hükümlere içkin kurucu ilkeleri araştırıp bulmak önemlidir. Belki bize de bu kurucu ilkeler yol gösterecektir.Sanıyorum Batılı demokrasiler bugün yaşadığımız sorunlar karşısında yetersiz kalıyor. Bu bölgenin ve yeryüzünün sakinleri olan bizler ise,geleceğimizi teh-dit eden bu sorunlar ve haber verdikleri tehlikeler karşısında gözümüzü alternatif kaynaklara çevirmek zorundayız. (*) Metin Prof. Dr. Salih Tuğ tarafından çevrilmiştir. Bkz. Hamidullah, İslam Peygamberi, (5. bsk. İstanbul, 1991), I, 206-210.1 Wellhausen, J., Skizzen und vorarberten, Berlin, 1899, IV, 76 vd.; Caetani, L, Annali Milano, 1903 (İslam Tarihi, çev. Hüseyin Cahit İstanbul, 1924, I, 126 vd.); Wensinck, A.J., Muhammed en de Joden te Medina, Leyden, 1908, s.78 vd; Buhl, F., Das Leben Muhammeds, Leipzing, 1930, Majid Khadduri, War and Peace in the Law of Islam, Baltimore, 1955, s.206 vd., Müller, A., Der İslam in Morgen und Abendland, I, 95,; Ranke, Weltgeschichte, V, 75; Grimme, Muhammed I, 75vd. Ayrıca bkz. Hamidullah, 1,202; Tuğ, 31.2 Hamidullah, M., el-Vesaiku’s-Siyasiyye, Kahire, 1956, Vesika No:1; Le Prophe’te de l’Islam, Paris, 1959, I, 133 vd. [Türkçe çev. Prof. S.Tuğ, İslam Peygamberi, 5. bsk., İstanbul, 1990, I, 200 vd.); İslam Hukuku Etüdleri, çev. S.Tuğ, İstanbul, 1974, s.37 vd.3 Türkçe ve Osmanlıca dahil olmak üzere 10 civarında dil bilen ve şimdi Paris’te yaşayan Pakistan asıllı Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın çeşitli dillerde 40’a yakın eseri ve 700 kadar makalesi yayımlanmıştır. Şimdiden klasikleşmiş olan iki ciltlik ünlü eseri İslam Peygamberi 20 yıllık titiz bir çalışmanın mahsulü olup Türkçe baskısı Arapça, Fransızca vd. dillerdeki baskılardan daha geniş ve önemlidir. Batılı bilim çevrelerinde Türkçe baskı esas alınır. Hamidullah’ın 1924-1980 yılları arasında Fransızca, Almanca, İngilizce, Türkçe, Malay-endonez, Portekizce, Japonca, Boşnakça, Tamul dili, Arapça, Farsça ve Urduca dillerinde yayıMlanan eserleri için bkz. Prof. Dr. Salih Tuğ’un İslam Peygamberi çevirisi, II, 1159 vd.4 Bkz. Prof. Dr.Salih Tuğ, İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul, 1969, s.30 vd. Arap bilim çevrelerinde Vesika’ya ilişkin yayınlar için bkz. E.Ziya Umeri, Medine Toplumu çev. N.Yıldız, İstanbul, 1938, s.78 vd.5 İbn Seyyid en- Nas, Uyunu’l-Eser, I, 197; İbn Kesir, el- Bidaye ve’n-Nihaye, Kahire, 1351, III, 224; Umeri, 78-79.6 el Beyhaki (öl. 458), es-Sünenü’l-Kübra, Haydarabad, 1344, VIII, 106 (Kitabu’d-Diyat blm.); Umeri, 79.7 İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (Mektebetü’l-Külliyat el-Ezheriyye yayını) Mısır, ty. II, 106.8 Ebu Ubeyd, Kitabu’l-Emval, Mısır, ty. Prag.No: 519 (Türkçe çev. C.Saylık, İstanbul, 1981, s.235 vd.)9 Humeyd İbn Zenceveyh, Kitabu’l-Emval, Parag. No: 750; Umeri, 79.10 Vesika’nın tarihi değerinden Arap müelliflerden Yusuf Aş, şüphe içinde olduğunu kaydeder. Aş, bu görüşünü Wellhausen’ın “Arap Devleti ve Sukütu” kitabının çevirisinde 9 nolu haşiyede belirtiyor. (Umeri, 79). Ancak gerek Batılı oryantalistler gerekse Müslüman müellifler, Vesika’nın tarihi değerinden şüphe etmemektedirler. Prof. Aş’ın şüphelerine yolaçan gerekçeler üzerinde Vesika ile ilgili yayımlanacak kitabımda uzun uzadıya durulacaktır.11 Caetani, A.g.e. III, 118-119.12 İbn Hişam ile Ebu Ubeyd’in rivayetleri arasındaki tek fark 25. maddede Benû Avf Yahudileriyle ilgili ifadede “ma’a=ile” - “min=den” arasındaki farktır. Bu fark Wellhausen’dan beri sözkonusu maddede tercihli olarak verilmektedir ki, her iki okunuşta da anlam değişmemektedir.13 Buhari, Kefale, 2; Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 204; Ebu Davud, Feraiz, 17.14 Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, çev. F.Işıltan, Ankara, 1963, s.215 Her iki merkezin yapısal özellikleri ve birbirleriyle mukayesesi için bkz. W.Montogomery Watt, Muhammet at Mecca, Oxford, 1953 (Hz. Muhammed Mekke’de, çev. M.R.Ayas-A.Yüksel, Ankara, 1986) ve aynı yazar, Muhammad at Medina, Oxford, 1953.16 Hamidullah, I, 177-19917 Dr. S.Ahmed el-Ali, ed-Devletu fi Ahdi’r-Resul, Irak, 1988, I, 24.18 Buhari, 5/44; İbn Hişam, I, 18319 İbn Sa’d (öl. 230), Tabakat, Leyden, 1904-12, I, böl. 220 Hamidullah. I, 18121 Buhari, 3/67; M.Asım Köksal, İslam Tarihi, İstanbul, 1981, I, 9522 A.Himmet Berki-Osman Keskioğlu, Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, 7. Bsk. Ankara, 1978, s.204; S.M. Ahmed Nedvî-S.S.Ansarî, Asr-ı Saadet, çev. A.Genceli, İstanbul, 1985, I, 6423 Buhari, 56/181, No:1; M.Tayyib Okiç, İslamiyette İlk Nüfus Sayımı, A.Ü.İlahiyat Faklt. Dergisi, Ankara, 1958-9. VII, 11 vd.24 S.M. Ahmed Nedvi- S.S.Ansarî, I, 6425 Hamidullah, I, 18926 Caetani, III, 11227 Burada “sözleşme” ile ilgili sayın İnsel’in bir eleştirisine değinebilirim. İnsel, benim Medine Vesikası’nı temel alarak geliştirmeye çalıştığım görüşlerimi özetlerken şu ifadeyi kullanır: “Görüldüğü gibi... (bu) siyasal tablo, ilk elde ve şaşırtıcı bir şekilde Rousseavari bir toplum sözleşmesi üzerine kurulu çoğul toplum tahayyülü olarak kendini ifade ediyor.” Hemen devamında Sayın İnsel “Marx’ın komünist toplumda oluşacağını öngördüğü devletle büyük benzerlikler gösterdiği de söylenebilir” demektedir. (Ahmet İnsel, “Ali Bulaç’ın Çoğulcu Ümmet Tasarımı Üzerine: Totalitarizm, Medine Vesikası ve Özgürlük”, Birikim Dergisi, Mayıs-1992, sayı: 37, s.30) Burada benim mi, yoksa Ahmet İnsel’in mi analoji yaptığını üçüncü şahıslara ve tabii okurlara bırakıyorum. Ancak, başından beri ve zikrettiğim kaynakların tanıklığıyla Karl Marx ve J.J. Rousseau’dan yüzyıllar önce üç ayrı din ve hukuk topluluğu arasında böyle bir sözleşme imzalandığı açıktır. Bu demektir ki, hem Rousseau’nun toplumsal örgütlenmenin ilk şeklini sözleşmeye dayandırması, hem de Marx’ın tarihin başında ve finalinde çoğulcu bir toplumsal örgütlenmeyi öngörmesi yeni bir şey değildir. Belki Rousseau, Marx vd. mükemmel bir toplum için ütopya kurdular; ben ütopyaları küçümsemiyorum ve varolana karşı bir muhalefet şekli olarak görüyorum. Sözünü ettiğimi Vesika ise bir ütopya veya bir kurgu değil, tarihsel bir gerçektir. Dolayısıyla bu durum, yapacağımız analojilerde dikkate alınmalıdır.Bu konu İnsel’den önce başkalarının da dikkatinden kaçmamış. Sözgelimi, M.Ziyauddin er-Rayyıs, İslam siyasi felsefesinin temelini oluşturan “Biat” ile Rousseau’nun toplumsal sözleşmesi arasındaki benzerliği vurguladıktan sonra şöyle der: “Şu var ki J.J. Rousseau’nun ‘Sosyal Sözleşmesi’ bir sanı olmasına karşılık, Akabe’de iki kez gerçekleşen “biat”ler tarihsel bir gerçek, birer gerçek sosyal sözleşme örnekleridir. Bu olaylarda sözleşme, yüce bir risaleti gerçekleştirmek amacıyla insanların özgür istekleri ve olgun bilinçleri sonucu oluşmuştur.” (M.Ziyauddin er Rayyıs, İslam’da Siyasi Düşünce Tarihi, çev. A.Sarıkaya, İstanbul, 1990, s.48).Konuyu yakından bilen Hamidullah da, Akabe biatları ile Medine Vesikası’nı kendine özgü bir “toplumsal sözleşme” olarak niteler. Ve der ki: “Devletin teşekkülünde toplumsal sözleşme niteliğini ilk ileri sürenlerden İngiliz Hobbes ,Locke ve Fransız Rousseau gibi müellifler, eserlerinde bu teorilerine dayanak teşkil edecek somut ve belirli tarihi örnekler vermemektedirler. Eğer onlar, böyle bir sözleşmenin daha önce, yani İlk İslami dönemlerde imzalandığını bilselerdi, teorilerine acaba ne gibi bir şekil verirlerdi?” (Hamidullah, İslam Hukuku Etüdleri, s.28-29)Son olarak Fransız A. Sanboury’nin konuyla ilgili görüşlerini aktaralım. (Bkz. A.Sanboury, Le Califat, Paris, 1926, s.94) Sonboury, İslam’daki siyasi akd’in yapısını inceledikten sonra, bunun kesinkes bir akid (sözleşme) olduğu sonucuna varır ve şöyle der (P.5, 17 ve 19): “J.J. Rousseau’nun kuramı ondan yıllar önce, İslam bilginlerince öz olarak biliniyordu. Rousseau’nun kuramında yönetici, aradaki bir sözleşme gereği ve halka naib olarak otoriteyi alır ve kullanır. Ancak Rousseau’nun kuramı yüzyıllar önce Müslümanlar tarafından biliniyor, hatta Rousseau’ya göre Müslümanlar bir de fazla ögeye sahip bulunuyorlardı.” (er-Rayyıs, 276-277).Bütün bunlar neyi gösterir? İnsanlığın -bazı alanlarda- ortak bir kültür mirasında örtüştüğünü ve bazan “akıl için yolun bir” olduğunu. Rousseau, eğer “toplumsal sözleşme” kavramını kullanmışsa, bizim Rousseau kullandı diye, hem biçim hem de içerik olarak sözleşme temelinde teşekkül etmiş bulunan İslam’daki siyasal model’den vazgeçmemizi gerektirmez. Nitekim, Kur’an, Hadis, Kelam ve Fıkıh kitaplarında başta siyasal rejim olmak üzere, her türlü toplumsal (ticari, medeni vs...) ilişkiyi düzenleyen anlaşma ve sözleşmeler “Misak, Biat, Ahid, Akid” vb. terimlerle ifade edilmiş ve bu terimler üzerinde bütün bir fıkıh (hukuk) külliyatı kurulmuştur. Bütün bu terimlerin Türkçe uygun karşılıkları sözleşme, anlaşma, mukavele, belge imzalama, taahhüdle bulunma ve bağlılıktır. İslam hukukunda temel haklar iki kategoride ele alınır. Bunlarden ilki doğuştan sahip olduğumuz haklar, diğeri sözleşme ile elde ettiğimiz haklardır. Devlet, yönetim vb. siyasal iktidarla ilişkilerimizin bütününü tayin eden temel haklar, özgürlükler ve vecibeler, karşılıklı rıza (icab ve kabul)ya dayalı yönetilenler ile yönetenler arasında imzalanan sözleşme hükümlerine göre teşekkül eder. Bu anlamda İslam"da yönetim, meşruiyetini sözleşmeden alır.28 Bkz. En’am, 154; İsra, 2; Necm, 36; A’la, 19 vs...
|
3
Görülüyorki m.8,9 ve 10. yüzyılların kaynaklarında yeralan Vesika’nın tarihi değerinden şüphe etmek için ciddi bir sebep yok.10 Caetani, bu konuda hiçbir sorun olmadığını büyük bir açıklıkla söyler. Çünkü ona göre, gerek ifade tarzı, gerek içeriği o mahiyettedir ki, arasına özel maksatlı bir fikir ilave edilecek veya tahrifat yapılacak olsaydı, bunun küçük bir eseri bile hemen meydana çıkardı. Caetani, bu Vesika’nın ne Hadisçilerin ne de İbn İshak’ın değerini ve anlamını bilmediklerini öne sürer. Ona göre, eğer bozulmadan günümüze kadar otantik şekliyle gelebilmişse nedeni budur.11Yine de Ebu Ubeyd ile İbn İshak’ı temel alan İbn Hişam’ın, aynı Vesikayı farklı yollardan rivat etmeleri büyük bir önem taşımakla birlikte,12 Prof. Yusuf Aş’ın değindiği gibi, Hadis ve Fıkıh kaynaklarında tam metin olarak yeralmaması üzerinde durulması gereken bir konudur. Ancak kanaatimce bu husus büyük bir sorun teşkil etmez. Çünkü belli başlı Hadis kitaplarında Enes b.Malik’in evinde (ve karşılıklı görüşmeler sonucunda) böyle bir sözleşme/antlaşma imzalandığına dair elimizde güvenilir bir rivayet vardır. Şöyle ki: “Asım’dan. Enes b.Malik’e Hz.Peygamber’in ‘İslam’da yeminli antlaşma (hılf) yoktur’ buyurduğunu duyurmuş olayım, dedim. Enes bana:-Peygamber benim Medine’deki evimde Kureyş ile Ensar arasında sözleşme imzaladı’ cevabını verdi.13 Nitekim biz Medine’deki dinî-hukuki topluluklar arasındaki görüşmelerin Enes b. Malik’in evinde ve Hz.Muhammed (s.a.)in başkanlığında yürütülüp sözkonusu Vesika’nın bu görüşmeler sonucunda kaleme alındığını biliyoruz. Kaldı ki Vesika’nın bütün kurucu ilkeleri ile kabile ve mekan isimleri dışında ancak genel hukuk seviyesinde hak ve sorumluluklarıyla ilgili hükümlerinin referansı olacak çok sayıda ayet ve hadis tesbit etmek mümkündür. Ben, çalışmam süresince Vesika’nın ilgili kurucu ilke ve hükümlerinin Kur’an ve Hadis kaynaklarında karşılıklarını tesbit edebildim. Vesika’nın tarihi değeriyle ilgili son olarak şunu söylemek gerekir. Eski ve yeni müelliflerin büyük çoğunluğu, Vesika’nın Hicretin ilk yılında, yani m. 622’de imzalandığını kabul eder. İbn Hişam ve Ebu Ubeyd’in eserlerinde düz ve yekpare bir metin iken, Wellhausen onu 47 maddeye ayırmış, daha sonraları Hamidullah, kimi maddeleri kendi içlerinde bölerek bu sayıyı 52’ye çıkarmıştır. SOSYAL ÇEVRE Bilindiği gibi 610 yılında ilk defa Mekke’de yeni dinî tebliğ etmeye ve kendine taraftar toplamaya çalışan Hz.Muhammed, yakın çevresinden birkaç kişi dışında ilk yıllarda genel kabul görmemiş, zamanla bu dine girenlerin sayısı arttıkça bu sefer de çeşitli engellemeler ve ağır baskılarla karşılaşmıştı. 13 yıllık Mekke hayatında taraftar sayısını fazla arttıramıyan Peygamber ve Müslümanlar için Mekke dışına bir yere gitmek, özgür ve güvenilir bir ortam bulmaktan başka seçenek kalmayınca, önce Habeşistan’a (iki defa), sonra da Medine’ye hicret etmek zorunda kaldılar. Mekke, Arap yarımadasının ticari ve siyasi faaliyetlerinin yürütüldüğü önemli bir yerleşim merkeziydi. Öteden beri dinî bir merkez durumundaki Kâ"be ile büyük ve köklü Arap kabilelerinin Mekke’de oluşu, bu şehri fazlasıyla önemli kılıyordu. Mekke bu özelliğine binaen siyasi ve idari açıdan da iyi örgütlenmiş, siyasi ve idari bürokratik merkeziyetçiliği yanında özgür kabilelerden müteşekkil bir konfederasyon görünümündeydi. Mekke gibi yarımadanın diğer yerleşim merkezlerinde de Arap geleneğinin baskın karakteri kabile ruhudur. Bu durum, yarımadanın iki büyük merkezinde de hemen hemen aynıydı. Mekke ve Taif’in birliği güçlü kabileler tarafından sağlanıyordu.Ancak Medine bu anlamda böyle bir birlikten yoksundu. Çünkü Mekke’de Kureyş, Taif’te Sakif kabilesi siyasi birliği sağlarken, Medine’de başta Evs ve Hazreç ile bu iki Arap kabilesinin müttefikleri Yahudi kabileler (Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza) arasındaki bitmez tükenmez savaş ve çekişmeler, siyasi birliğin sağlanmasına bir türlü imkan vermiyordu. Wellhausen’a göre, işte Peygamber, böylesine muztarip ve fakat siyasi birliğe muhtaç bir kabileler topluluğu olan Medine’de din ve hukuk temelinde yepyeni ve o günkü Araplar arasında hayli garip bir siyasi birlik kurmaya muvaffak oldu.14 Araştırıcılar, ittifakla Mekke ile Medine arasındaki sosyal, siyasal ve ekonomik yapısal farkın Müslümanların Medine’de tutunmasına ve burda yepyeni bir siyasal birliğin kurulmasına geniş ölçüde yardımcı olduğuna kanidirler.15 Merkezî bir siyasi otoritenin olmayışı sosyal hayat ve savunma alanında da kendini gösteriyordu. Ortak savunmanın olmadığı Medine’de her kabile kendine ait müstahkem bir hisar inşa etmişti. Her bir kabilenin ortak savunma masrafları -Yahudilere özgü olmak üzere- bir halk sandığı tarafından karşılanıyordu. Arap kabileleri ise “kan diyetleri”nin karşılanması amacıyla bir tür sosyal sigorta kurmuşlardı. Yahudilerin elinde Tevrat olmakla birlikte, kimsenin ve bütün kabileler arasındaki ilişkileri düzenleyen yazılı bir hukuk yoktu. İhtilaflar çoğunlukla örfi teamüller esas alınarak ve hakemler tarafından çözülürdü. Ne var ki, hakemlerin kararını destekleyecek somut hukuki müeyyidelerin olmayışı ile çoğunlukla güçlülerin kararları tanımayışları adaletsizliklerin sürüp gitmesine yolaçıyordu. Eğitim Seviyesi ve okuma-yazma oranının hayli düşük olduğu Medine’de Yahudiler, İbrani alfabesiyle Arapça konuşup yazıyorlar, dinî ibadetlerini ve çocuklarına verdikleri öğretimi “Beytü’l-Medaris” denen yerde yapıyorlardı. Araplar ise bu sınırlı imkandan da yoksundular ve esasında kitapları olmadığı için Yahudiler karşısında ezik duygular içindeydiler. Medine’yi oluşturan iki etnik ve dinî grup, yani Araplar ile Yahudiler iki ayrı ve homojen topluluk durumunda değildiler. İlginçtir, Araplar ve Yahudiler arasında çatışma olduğu gibi Arap kabileleri kendi aralarında ve Yahudi kabileleri de kendi aralarında savaşıp duruyorlardı. İbn Hişam’ın verdiği bilgilere göre, Yahudi Kaynuka oğullarının çoğunluğu, Arap olan Hazreçliler"in müttefiki, Nadiroğulları ve Kurayza oğullarının çoğunluğu da Arap kabilesi Evsliler’in müttefiki idiler.16 Bu kargaşa ve çatışma şehrin mimarisini etkilemişti. Bazı kaynaklar 59 hisardan sözederken, Semhudi sadece Yahudi olan 20 ayrı kabile ismi sayar. Ancak asıl büyük savaşlar iki Arap kabilesi Evs ve Hazreç arasında sürüyordu. Tarihçiler, “Buas” adını verdikleri bu şiddetli savaşların 120 yıl sürdüğünü kaydederler. Evs şehrin güneyinde, Hazreç kuzeyinde ikamet ediyordu. İbn Neccar, Araplar’ın 13 hisarından sözeder. Aslında Benu Kayle ortak kökende birleşen, fakat sonra bölünen bu iki kabile arasındaki şiddetli savaşlar bütün Medine ve çevresini de tam bir kaosun içine düşürmüş, güvenliği ortadan kaldırmış ve tabii herkeste genel bir bıkkınlık duygusu uyandırmıştı. Hicret’e tekaddüm eden günlerde, Medineliler, merkezî bir otoritenin bu çatışmalara bir son vereceğini düşünmeye başladılar ve hatta Abdullah ibn Ubeyy’i başlarına kral yapmak istediler. Medineliler, Bizans ve Sasanilerle yakın temas halinde olduklarından, muhtemelen katı bir monarşinin her türlü kaosun önüne geçebileceği fikrini buralardan almış olabilirler. Ne var ki, Abdullah İbn Ubeyy, zaaf sahibi, muhteris ve dar görüşlü bir insandı ve en önemlisi kendisi de bir Medineli idi. Medine’deki derin iç çelişkiler, onun güç ve yeteneklerini fazlasıyla aşıyordu.17 Medine’nin merkezî bir siyasi otoriteden yoksun olması ile sürüp giden şiddetli savaşlar, Peygamber’in buraya gelişini kolaylaştırmıştı. Nitekim, sonraları Hz. Ayşe şunları söyleyecekti: “Yevm-u Buas (Evs ve Hazreç arasındaki savaş), Allah’ın elçisi Muhammed’e bir armağanıydı. Resulüllah geldiğinde (Medine ahalisi) gruplara bölünmüş, ileri gelenleri öldürülmüş veya yaralanmışlardı. Allah, onların İslam’a girmesiyle Elçisi’ne lütufta bulunmuş oldu.”18 VESİKAYA TARAF DİN VE HUKUK TOPLULUKLARI Medine’ye gelir gelmez Peygamber’in ilk yaptığı işlerden biri, yeni gelen muhacirleri yerleştirmek, onların ve ailelerinin gündelik (rutin) ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli tedbirleri almak oldu. Bu amaçla Medineli Müslümanlar (Ensar) ile Mekkeli Müslümanlar (Muhacirler) arasında sosyal ve ekonomik bir dayanışma ve yardımlaşma ilişkisini tesis etti. Buna “mu-âhât=kardeşleşme” adı verildi. Hicret’in ilk günlerinde bu kardeşleşme organizasyonuna 45’i Ensar’dan, 45’i Muhacirler"den olmak üzere 90 kişi katıldı. Kaynaklarımız bu ilk teşebbüste birbiriyle kardeş olmayan tek bir muhacirin kalmadığını yazar.19 Öyle ki kardeşleşme, aralarında kan, akrabalık ve kabilevi bağ olmadığı halde onları birbirine mirasçı bile kıldı. Deyim yerindeyse komünal bir hayat biçimi geliştirildi. Hicret’in 5. ayında kardeşleşmeye katılan ailelerin sayısı 186’a çıkmıştı.20 Gelen her bir aileyi, Medineli bir aile yanına alıyor, zirai ve ticari hayatına, ev geçimine ortak kılıyordu. Hatta kimi Medineliler, eğer arzu ediyorlarsa birden fazla evli oldukları eşlerini boşayıp bekar Muhacirler’e nikahlayabileceklerini teklif ettiler. Bir ara Ensar, sahip oldukları hurmalıklarını da Muhacirler’le bölüşmek istedi. Ancak durumun düzelme yönünde bir gelişme gösterdiğini gözleyen Peygamber, bunun yerine zirai ortaklık yapmalarını teklif etti ve “Sulama işini Muhacirler üzerine alsın, sonra aranızda ürünü bölüşün” dedi.21 Yine de Ensar, Muhacirleri birer ev sahibi yapmak için arsa, arazi ve hurmalıklarının fazlasını onlara hibe ettiler. Kaynaklar, bu kardeşleşmenin sürdüğünü, ancak miras hükmünün kimine göre Bedir’den sonra (Enfal, 75), kimine göre de h.3. yıl Şevval ayında yani Uhud savaşından sonra son bulduğunu yazar. Hicret’le birlikte ve bu gelişmelerden sonra Medine’de üç ana toplumsal blok ortaya çıkmış oldu: Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrik Araplar. Müslüman blok, Mekkeli Muhacirler ve Medineli Evs ve Hazreç’li Ensar’dan müteşekkildi. Bu türden toplumsal yapılanma bütün Arap yarımadasının kadim geleneğine yabancıydı. Çünkü geleneksel kabile hayatında, toplumsal örgütlenme kan ve akrabalık bağına dayalı iken, ilk defa Medine’de coğrafî, etnik ve kültürel kökeni tamamen birbirinden farklı insanlar bir araya gelerek kendilerini ayrı bir sosyal blok (camia) olarak tanımlıyorlardı. Sonraları buna Romalı Süheyl, İranlı Selman, Kürt Gavan vb. eklenecekti. Nitekim Medine Vesikası’nın 2. maddesi bu sosyal bloku din ve hukuk temelinde “diğer insanlardan ayrı bir ümmet” olarak zikredecektir. Ancak kuşkusuz Medine, Müslümanlardan ibaret değildi. Onun kadim sakinleri Yahudiler ve Müslümanlığı kabul etmemiş Araplar da vardı. İşte Hz. Muhammed (s.a.)in önünde bütün bu sosyal blokları anlaştırıp birleştirmek ve bir arada yaşamanın formülünü bulmak gibi önemli bir sorun vardı.22 Peki, bunu nasıl yapacaktı? Öyle anlaşılıyor ki, Hz.Muhammed, Medine’nin sosyal, dinî ve demografik yapısını ortaya çıkarmakla işe başladı. Ve bu amaçla, o günkü gelenekler için hayli yabancı olan bir teşebbüse girişerek nüfus sayımı yaptırdı. Medine Vesikası gibi bu ilk nüfus sayımının yapılması ve şehir sakinlerinin tek tek (erkek, kadın, çocuk, yaşlı) bir deftere yazılmasına da ilk defa rastlanıyor, diyebilir miyiz? Her neyse, bu teşebbüsün Araplar için “yeni ve garib” olduğunda kuşku yok. Huzeyfe’den gelen bir nakle göre: “Allah’ın Elçisi bize: - ‘Din olarak İslam’ı seçen ve Müslüman olan kimselerin isimlerini (tek tek) yazıp getiriniz” dedi. Biz de ona 1500 kişinin ismini yazıp getirdik.”23 Nüfus sayımı sonucunda Medine’de 10 bin kişinin yaşadığı, bunlardan 1.500’ünün Müslüman, 4.000’nin Yahudi ve 4.500’ünün Müşrik Arap olduğu anlaşılmıştı. Peygamber, ikinci bir adım attı, Medine’nin doğal şehir sınırlarını tayin etti ve dört bir köşeye birer işaret koyarak bir “Site-Devlet”in toprağını belirlemiş oldu ki, bu sınırlar içinde kalan bölge Vesika’nın 39. maddesinde “Yesrib (Medine) vâdisi içindeki alan (cevf), korunmuş (haram)” olarak yeralacaktır. Tabiatıyla Müslümanlar bu teşebbüsten memnundular, Yahudiler de bu sosyal ve siyasal organizasyondan memnun görünüyorlardı; ancak Medineli Müşrikler (Putatapanlar), huzursuzdular, geleceklerini tehdit altında görüyorlardı.24 Bunun nedenini anlamak zor değildi; çünkü Peygamber ve arkadaşları Mekkeli Müşriklerin tahammülsüz baskılarına dayanamıyarak hicret etmek zorunda kalmışlardı. Onun diğer Müşriklerle arasının iyi olacağı düşünülemezdi. Kaldı ki, hicretin hemen ardından, Mekke’den Kureyş’in Müslümanların peşini bırakmayacağı ve yakın bir gelecekte Medine üzerine bir sefer düzenleyeceği yolunda haberler gelmeye başlamıştı. Böyle bir çatışma ortamında Medineli müşriklerin durumu ne olacaktı? Kureyş, onlara “Niçin Muhammed’i kabul ettiniz?” diye çıkışmaz veya muhtemel bir karşılaşmadan önce Müslümanlarla aralarında bir çatışma çıkmaz mıydı? Ortada fiili bir durum vardı. Böyle bir konjonktürde nasıl birarada yaşanacaktı? Hz. Muhammed, bir yandan hicret eden Mekkelilerin yerleştirilmesi ve yeni çevreye intibaklarıyla uğraşırken, diğer yandan Yahudi ve Müşrik Araplar’a güven vermeye çalışıyor, niyetinin Medine üzerinde mutlak bir egemenlik kurmak olmayıp yeni dinî cemaatinin güven içinde yaşamasını ve dinlerini yayma imkanlarını sağlamak olduğunu söylüyordu. Esasında daha Mekke’de inen vahylerde geçerli bir politika olarak “Sizin dininiz size, benim dinim bana” (Kafirun, 6) ilkesi benimsenmişti. Ancak Kureyş, bu çok dinli çoğulcu projeyi reddedip Peygambere dini tebliğinde engeller çıkarmış, Müslüman olmak isteyenlere ağır baskılar ve işkenceler uygulamıştı. Dolayısıyla Peygamberin izlediği stratejide hiçbir değişiklik yapmak gerekmezdi. Bu durumda Medine’deki hayatı, Mekke’de inen vahyin toplumsal, hukuki ve kurumsal düzeyde bir açılımı, Mekke’deki vizyonun Medine pratiğine taşınması olacaktı; nitekim öyle oldu. Yani dinî ve hukuki özerklik temelinde çoğulcu bir toplumsal projeyi hayata geçirerek, herkese ve her topluluğa bir arada yaşamanın mümkün yollarını göstermek. Elbette dinî tebliğ devam edecekti; ama hiç kimse zor ve baskı altına alınarak başka bir dine girmeye mecbur edilmeyecek, din değiştirenler Mekke’de olduğu gibi herhangi bir engelle karşılaşmıyacaktı. Medine’ye gelişten sonra önce Medineli Ensar ile Mekke’den gelen Muhacir ailelerin başkanlarının (Nakib) katıldığı büyük bir meclis toplandı ve muhtemelen yukarıda sözünü ettiğimiz kardeşleşmenin hukukî temelini oluşturan hükümler görüşüldü. İşte Medine Vesikası’nın ilk 23 maddesi, bu toplantıda tesbit edilmiş olup yeni Müslüman blokun sosyal ve hukukî ilişkilerini yazılı hükümlere bağlamaktadır. Bu iş tamamlandıktan sonra, Hz.Muhammed (s.a.), Müslüman blokun liderleriyle olduğu kadar, Müslüman olmayan Medineli diğer sosyal blok temsilcileriyle de durumu istişare etti. Hepsi Enes’in evinde toplanarak yeni bir “Şehir-Devlet” yapısını ortaya çıkaran temel ilkeler üzerinde anlaştılar. Bu yeni “devletin anayasası” yazılı bir biçimde tesbit edilip vazedildi ki bu metin şu anda elimizde bulunan Vesika’dır. Şimdi konunun daha iyi anlaşılması için Vesika’nın hükümlerine yakından bakalım: MEDİNE VESİKASI Bismillâhirrahmânirrahîm.1) Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli mü’minler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir).2) İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmi’a) teşkil ederler.3) Kureyş’den olan Muhâcirler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.4) Benû ‘Avf’lar kendi aralarında âdet olduğu vechile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir ve (Müslümanların teşkil ettiği) her zümre (tâife), harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.5) Benû Hârisler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile evvelki, şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasında iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.6) Benû Sâide’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.7) Benû Cuşem’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.8) Benû’n-Neccâr’lar kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.9) Benû ‘Amr İbn ‘Avf’lar, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.10) Benû’n-Nebît’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.11) Benû’l-Evs’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir...12) Mü’minler kendi aralarında ağır malî mes’uliyetler altında bulunan hiç kimseyi (bu halde) bırakmayacaklar, fidyei necât veya kan diyeti gibi borçlarını iyi ve mâkul bilinen esaslara göre vereceklerdir.12/B) Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsına (kendisi ile akdî kardeşlik râbıtası kurulmuş kimse) mümâna’at edemez (Diğer bir okunuşa göre: Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsı ile, onun aleyhine olmak üzere bir anlaşma yapamayacaktır.)13) Takvâ sahibi mü’minler, kendi aralarında mütecâvize ve haksız bir fiil îkaını tasarlayan yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut da mü’minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.14) Hiçbir mü’min bir kâfir için, bir mü’mini öldüremez ve bir mü’min aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez.15) Allah’ın zimmeti (himâye ve temînatı) bir tekdir; (müminlerin en ehemmiyetsizlerinden birinin tanıdığı himâye) onların hepsi için hüküm ifade eder. Zîra mü’minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı (kardeşi) durumundadırlar.16) Yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muârız olanlarla yardımlaşılmaksızın, yardım ve müzâheretimize hak kazanacaklardır.17) Sulh, mü’minler arasında bir tekdir. Hiçbir mü’min Allah yolunda girişilen bir harpde, diğer mü’minleri hâriç tutarak, bir sulh anlaşması akdedemez; bu sulh, ancak onlar (mü’minler) arasında umumiyyet ve adâlet esasları üzere yapılacaktır.18) Bizimle beraber harbe iştirak eden bütün (askerî) birlikler, birbirleriyle münâvebe edeceklerdir.19) Mü’minler, birbirlerinin Allah yolunda (uğrunda) akan kanlarının intikamını alacaklardır.20) Takvâ sahibi mü’minler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.20/B) Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himâyesi altına alamaz ve hiçbir mü’mine bu hususta engel olamaz (yani Kureyşliye hücûm etmesine mani olamaz).21) Herhangi bir kimsenin, bir mü’minin ölümüne sebep olduğu katî delillerle sâbit olur da maktûlün velîsi (hakkını müdafaa eden) rızâ göstermezse, kısas hükümlerine tabî olur; bu halde bütün mü‘minler ona karşı olurlar. Ancak bunlara, sadece (bu kaidenin) tatbiki için hareket etmek helâl (doğru) olur.22) Bu sahîfe (yazı)nın muhteviyatını kabul eden, Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanan bir mü’minin bir kaatile yardım etmesi ve ona sığınacak bir yer temin etmesi helâl (doğru) değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir yer gösteren Kıyâmet Günü Allah’ın lânet ve gazabına uğrayacaktır ki o zaman artık kendisinden ne bir para tediyesi ve ne de bir tavîz alınacaktır.23) Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir.24) Yahudiler, mü’minler gibi, muharebe devam ettiği müddetçe (kendi harp) masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler.25) Benû ‘Avf Yahudileri, mü’minlerle birlikte [İbn Hişâm’da bu, “ma’a” (= ile) olarak, Ebû Ubeyd’de ise “min” (= den) olarak zikredilir] bir ümmet (: câmi’a) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler.25/B) Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îkâ eder, o sadece kendine ve âile efradına zarar (vermiş) olacaktır.26) Benû’n-Neccâr Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.27) Benû’l-Hâris Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.28) Benû Sâ’ide Yahudileri de Benû ‘avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.29) Benû Cuşem Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.30) Benû’l-Evs Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.31) Benû Sa’lebe Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îka eder, o sadece kendini ve aile efradını zarardîde etmiş olacaktır.32) Cefne (âilesi) Sa’lebenin bir kolu (batn) dur; bu bakımdan Sa’lebe’ler gibi mülâhaza olunacaklardır.33) Benû’ş-Şuteybe de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır.34) Sa’lebe’nin mevlâları, bizzat Sa’lebeler gibi mülâhaza olunacaklardır.35) Yahudilere sığınmış olan kimseler (Bitâne), bizzat Yahudiler gibi mülâhaza olunacaklardır.36) Bunlar’dan (Yahudiler) hiçbir kimse (Müslümanlarla birlikte bir askerî sefere), Muhammed’in müsaadesi olmadan çıkamayacaktır.36/B) Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilemeyecektir. Muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa neticede kendini ve âile efradını mes’ûliyet altına sokar; aksi halde haksızlık olacaktır (yani bu kaideye riâyet etmeyen bir kimse haksız vaziyette olacaktır). Allah bu yazıya en iyi riâyet edenlerle beraberdir.37) (Bir harp vukuunda) Yahudilerin masrafları kendi üzerine ve Müslümanların masrafları kendi üzerinedir. Muhakkak ki bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır. Onlar arasında hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareketler olmayacaktır.37/B) Hiçbir kimse müttefikine karşı bir cürüm îka edemez: Muhakkak ki zulmedilene yardım edilecektir.38) Yahudiler Müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri müddetçe masrafda bulunacaklardır.39) Bu sahîfenin (yazının) gösterdiği kimse lehine Yesrib vâdisi dahili (cevf), harâm (mukaddes) bir yerdir.40) Himâye altındaki kimse (cârr), bizzat himaye eden kimse gibidir; ne zulmedilir ve ne de (kendisi) cürüm îka edecektir.41) Himâye verme hakkına sahip kimselerin izni müstesnâ, bir himâye hakkı verilemez.42) Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler arasında zuhurundan korkulan bütün öldürme yahut münâzaa vak’alarının Allah’a ve Resûlullah Muhammed’e götürülmeleri gerekir. Allah bu sahîfeye (yazıya) en kuvvetli ve en iyi riâyet edenlerle beraberdir.43) Ne Kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar, himâye altına alınmayacaklardır.44) Onlar (= Müslümanlar ve Yahudiler) arasında, Yesrib’e hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.45) Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlar tarafından) bir sulh akdetmeye veya bir sulh akdine iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlara) aynı şeyleri teklif edecek olurlarsa, mü’-minlere karşı aynı haklara sahip olacaklardır; din mevzuunda girişilen harp vak’aları müstesnâdır.45/B) Her bir zümre, kendilerine ait mıntıkadan (gerek müdafaa ve gerekse sâir ihtiyaçlar hususunda) mes’uldür.46) Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar, aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların mevlâlarına ve bizzat kendi şahıslarına, bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir muhafazakârlık ile tatbik olunur. (Kaidelere) muhakkak riâyet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır. Ve haksız şekilde kazanç temin edenler, sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah bu sahîfede (yazıda) gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riâyet edenlerle beraberdir.47) Bu kitap (yazı), bir haksız fiil îka eden veya cürüm işleyen (ile cezâ) arasına engel olarak giremez. Kim ki bir harbe çıkar, emniyette olur veya kim ki Medine’de kalırsa yine emniyet içindedir; haksız bir fiil ve cürüm îkaı halleri müstesnâdır. Allah ve Resûlullah Muhammed himayelerini, (bu sahîfeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır.* HÜKÜMLERE İÇKİN KURUCU İLKELER Hamidullah’a göre, “bu anayasa, ilk İslam Devletinin Anayasası olmasından başka, aynı zamanda yeryüzünde bir devletin vazettiği ilk yazılı anayasa olma özellik” ve ayrıcalığına da sahiptir.25 İtalyan tarihçi Caetani, “anayasa” tabirini kullanmadan “vesika” der ve şunları ekler: “Bu vesika Muhammed Peygamber’in kitabıdır ki, bunu yazan (veya yazdıran) Muhammed’in kendisinden başkası değildir. Diğerleri, yani Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler buna katılmışlardır.”26 Caetani’nin bu sözlerinden, Peygamber’in kendi başına hazırladığı bir metni diğerlerine dikte ettirdiği veya bir emr-i vaki durumu yaratıp onlara onaylattığı sonucunu çıkarmamak lazım. Enes’ten ve diğer kanallardan gelen bilgiler, Vesika’nın karşılıklı görüşmeler sonucunda ve bir toplumsal mutabakat ürünü şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir. Doğrusu da budur. Çünkü Mekke’den ve gece yarısı gizlice çıkıp Medine’ye göç etmiş, üstelik bütün taraftarları genel şehir nüfusunun yüzde 15’ni geçmeyen bir insanın, tamamen kendi istek ve arzularına ya da gelecekteki çıkar hesaplarına hizmet edecek bir sözleşme metnini, kendisinden sayıca ve silahça daha güçlü kimselere kabul ettirmesi düşünülemez. Bu hiç de akla yatkın görünmüyor. Hz. Muhammed’in karşılıklı görüşmeler sonucunda ve oydaşma esasına dayalı hazırladığı bu toplumsal sözleşmenin kabulünü sağlayan esaslı faktörlerden biri, 120 yıldır savaş ve düşmanlıklarla yorgun ve bitkin düşen Medine’nin bizzat içinde bulunduğu kaotik ve güvensiz durumdur. Medine adeta kendine bir kurtarıcı beklemektedir. Kendi başına ve varolan sosyal güçlerle barış ve istikrar sağlayacak siyasal ve toplumsal bir formül bulamıyor. Medine savaşlarla iktisadi bakımdan sürekli gerilerken, yine de yeni çatışmalara gebe bir görünümdedir. İşte tam da böyle kritik bir dönemde yabancı kökenli biri çıkıp bütün gruplara birlikte ve ortak yaşamanın yollarını gösteriyor, herkesi hukuk temelinde, “neysen osun” ilkesine göre varolmaya çağırıyor. Vesika"da yaralama, öldürme, kan diyetleri, fidye-i necat vb. terim ve maddelerin sıkça yer alması, uzun yıllar iç savaşlarla sarsılmış ve bitkin düşmüş bir toplumun normal konjonktürünü yansıtır. O günün ivedi sorunu, çatışmalara bir son verilmesi ve taraflar arasında adalet ve hakkaniyet esaslarına uygun bir arada yaşamanın formülünün bulunmasıydı. Bu yönüyle Vesika, oldukça dönemsel bir nitelik taşır. Ancak onun dönemselliği ve altına imza atan insanların sayısının azlığı, kurucu ilkeleri yönünden önemsizdir.İkinci önemli nokta, böyle bir proje sayesinde kimsenin kimse üzerinde baskı kurmaya kalkışmadan başkalarını doğal bir realite kabul etmesi ve onun yaşama ve düşünme biçimine saygı göstermesinin yasallaşması ve hukukun teminatı altına alınmasıdır. Gözönünde tutulması gereken bir nokta da şudur: Medine Vesikası, bütün sosyal bloklar açısından “hakimiyet” değil “katılım” temelinde bir toplumsal projeyi öngörür. Vesika’nın çizdiği proje çerçevesinde Müslümanlar, özgür insanlar olarak Allah ve Hz. Muhammed’in gösterdiği istikamette ve güven içinde yaşayacak ve dinlerini tebliğ edeceklerdir. Aynı haklar Yahudiler ve diğerleri için de geçerlidir. Burada Vesika’dan çıkarabileceğimiz ilk kurucu ilkenin altını çiziyoruz:Doğru, adil, hukuka saygılı ve insanlar arasında gerçek barış ve istikrarı amaçlayan ideal bir projenin, farklı gruplar (dinî, hukuki, felsefi, siyasi vs.) arasında bir sözleşme temelinde ortaya çıkması gerekir. Sözleşmenin hazırlanması esnasında sosyal blokların kendileri veya temsilcileri hazır bulunmalı, özgür bir ortamda ve karşılıklı görüşme ve tartışmalarla sözleşmenin hükümleri (temel yasalar) tesbit edilmelidir.27 Toplumsal hayata katılan gruplar heterojen olduklarından, her bir madde bir örtüşme noktasını teşkil etmeli ve oydaşma yoluyla tesbit edilmelidir. Her örtüşme maddesi sözleşmenin bir hükmünü oluşturur ve anlaşmazlık konusu her madde de grupların kendilerine terkedilir. Örtüşme sözleşme alanına, farklılık özerk alana aittir. Bu, birlik içinde zengin farklılık, yani sahici çoğulculuktur. İkinci kurucu ilke hakimiyet’in değil, katılım’ın hareket noktası seçilmesidir. Çünkü totaliter ve üniter bir siyasal yapıda farklılıklar kabul edilemez. Medine Vesikası, Müslüman ve Yahudileri kabile kabile (tek tek) zikreder. Müşriklere de ayrı bir maddede değinir. (Md. 20/B). Muhacirler, Ensar, Benu Avf, Benu Harisler, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’n-Neccar, Benu Amr İbn Avuflar, Benu Nebît ve Benu’l-Evs... (Md.1-11). Yine Yahudiler’den Benu Avf, Benu’n-Neccar, Benu’l-Haris, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’l-Evs, Benu Sa’lebe, Cefne, Benu Şuteybe (Md.25-33) kabilelerini ve onların mevlalarını ayrı ayrı zikreder. Mevla, kan ve akrabalık bağı olmaksızın bir kabileye bağlı veya onunla anlaşmalı olan kabile, aşiret veya topluluktur. Bu demek oluyor ki, ismiyle ve imzasıyla sözleşmeye taraf olan her bir sosyal blok, kendisine bağlı diğer toplulukları da temsil etmekte ve aynı hak ve sorumlulukları onlara da tanımaktadır. Ancak 20/B maddesi müşriklerle ilgili özel hükümler getiriyor ve 43. md. ile destekleniyor. Bu da Medineli Müşrikler’in Mekkeli Müşrikler’le her türlü siyasi ve askeri ilişki kurmalarına engel teşkil etmek içindir. Esasında Medineli Müşrikler de Mekkelilerle ittifak kurma arzusunu taşımıyorlar, hatta başlarına bir tehlike gelir diye çekiniyorlardı. Ama onlar da, diğerleri gibi 39. md.de belirtilen Site’nin alanı içinde her türlü hak ve özgürlüklere sahip olmak istiyorlardı, Vesika bu hakkı talebi de hukuki bir teminat altına almaktadır. Nitekim, Mekkelilerle girişilen Bedir ve Uhud savaşlarından sonra da, Vesika’ya taraf Müşrikler’in Medine’de yaşamaya devam ettiklerini ve Müslümanlarla aralarında çatışmaya dönüşecek ciddî sorunlar çıkmadığını biliyoruz. Kabilelerin bir bir zikredilmesi, toplumda varolan dinî ve etnik toplulukların kimliklerini tanımak ve belgelemek içindir. Muhtemelen, kabile liderleri bunu özellikle talep etmişlerdir. Bundan şu sonuç çıkar: Her bir dinî ve etnik grup kültürel ve hukuki tam özerkliğe sahiptir. Yani din, yasama, yargı, eğitim, ticaret, kültür, sanat, gündelik hayatın düzenlenmesi vb. alanlarda herkes ne ise öyle olacak ve kendini tanımladığı hukukî ve kültürel standartlar içinde ifade edecektir. Sözkonusu dinî ve hukuki özerkliğin teminatı, “Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse kendileri dahildirler” diyen 25. maddedir. 42. Madde’de zuhurundan korkulan ihtilafların Hz. Muhammed’e götürülmesini öngören hüküm, gerek Kur’an’dan gerekse Hadis ve Siyer kaynaklarından anlaşıldığı kadarıyla, Yahudi ve Müşrikler tarafından teklif edilmiştir. Daha önce de değindiğimiz nedenlerle, Medine’deki kaotik durum, kabileler arasındaki karşılıklı güveni sarsmıştı. Bu madde ile, gruplar, kendi aralarında çıkan ihtilafları çözemedikleri zaman, davayı bir “üst yargı makamı”na götürmek üzere kendi aralarında anlaşıyorlar. Bu üst yargı makamı da doğrudan güvenilir, tarafsız ve Medine dışından gelmiş Hz. Muhammed’dir. Kur’an, Peygamber’e eğer isterse onların davalarına bakabileceği yetkisini veriyordu. (Maide, 42). Bunun üzerine Peygamber de, kendisine başvurdukları her seferinde onları muhayyer bıraktı ve önce şunu sordu: “- Size neye göre hüküm vermemi istersiniz, Kur’an’a göre mi, yoksa Tevrat’a göre mi?” Bu düzenlemede Peygamber, bir “Hakim” değil, bir “Hakem” konumundaydı. Eklemek lazım ki, gayr-ı müslimlerin davalarına bakma veya onları kendi mahkemeleri ve hukuklarıyla başbaşa bırakma teamülü o günden beri Zımmî hukukun bir parçası olmuş, bu uygulama Osmanlılar’ın son dönemlerine kadar sürmüştür. Burada bir kurucu ilke daha ortaya çıkmaktadır: Çoğulcu bir toplumda tek değil, birçok hukuk sistemi aynı anda geçerli olabilir. Ve tabii eğer bloklar arasında çatışan hukuklar dolayısıyla ihtilaflar doğarsa -ki doğar- bu durumda ya tarihte görüldüğü gibi, bu türden davalara yetki alanları genişletilmiş Mezalim Mahkemeleri bakar veya bütün hukuk topluluklarının hukuk temsilcilerinden oluşmuş üst mahkemelerin kurulması cihetine gidilir. Bana göre, çatışan hukuk sistemleri karşısında mağduru hukuk seçmede özgür bırakmak en iyi çözümdür; İslam hukuku açısından bu mümkündür. Vesika’nın 23. maddesi Peygamber’i Müslüman sosyal blok üzerinde mutlak hakim kılar. Bu doğal bir durumdar; çünkü Müslümanlar ona biat etmekle, zaten ona bağlanmayı daha başında kabul etmişlerdir. Bu, aynı zamanda ibadeti, dinî ve hukuku birbirinden ayırmayan İslami temel varsayıma uygun bir tutumdur. Bu maddelerin kurucu ilkesi, İslamiyet’in sadece Müslümanları bağlayan bir din olduğu gerçeğinin altını çizer. İslami modelin totaliter olduğunu öne sürenler, bu gerçeğin yeterince farkında değiller. Çünkü eğer insanlar, özgür bir din tercih etme haklarına sahip ise, hukuk ve sosyal hayat biçimlerinin de din ve düşüncelerine uygun olması bir zorunluluktur. Bu durumda İslam dini ve hukuku, Müslümanları bağlar, diğerlerini kapsayıp bağlamaz ve gayr-ı müslimlerden bu hukuka göre davranmaları istenmez. Öyle ki Hz. Ömer, başını örten gayr-ı müslim bir cariyenin bu davranışından memnun olmamış ve başörtüsünün İslamiyet’i bir bütün kabul edenler için amir bir hüküm olduğunu belirtmiştir. Vesika ise, objektif hükümleriyle bütün dinî ve sosyal blokların üstündedir. Yani, Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler onun genel çerçevesi dışına çıkamazlar. Bu anlamda karşılıklı anlaşma sonucunda ortaya çıkmış Vesika, Kur’an, Tevrat ve yerleşik örfün üstündedir. 4. ve 11. maddeler sosyal blokların özerkliğini teyid eder. Buna göre, kabileler, eskiden olduğu gibi (adet olduğu vechile) kan diyetlerini ödeyecekler, savaş esirleri için fidye verecekler. Kendi aralarında mali mükellefiyetlere katlanacak ve bunlar ortaklaşa tesbit edilecektir ( Md. 3, 12 ve 37.) Ancak eskiden olduğu gibi, kan ve akrabalık bağına dayalı kabile asabiyetiyle suçlular korunmayacak, biri suç işlediği zaman kabilesinin fertleri ondan sorumlu tutulmayacak, kısaca suç ve ceza bireyselleşecektir (Md. 22 ve 31/B). Bu bile başlı başına bir devrimdi. Suçlu ve canilerin korunmadığı -ki bunlar hangi bloktan olursa olsunlar farketmez- bu yeni yapıda adalet ve güvenliğin sağlanması ortak ve sosyal bir sorumluluk mevkiine çıkartılıyor, taraflar birbirlerine karşı -aynı blokun bireyleri- sorumlu tutuluyor. (Md. 12, 13, 21). Buna bağlı olarak 12/B maddesi, kişilerin, başka kişilerin mevlaları ile ve onlardan ayrı olarak anlaşma yapma imkanlarını tanıyor. Kanımca bu madde ve başka hükümler, vize verme hakkını devletten alıp, doğrudan bireylere ve gruplara veriyor. Vesika’nın diğer hükümlerini de kısaca şöyle özetlemek mümkün: 39. Madde ile “ülke ve korunmuş sınır” kavramı getirilmiş olup, bu o günün şartlarında yeni bir şeydi. Kan ve akrabalık bağına dayalı kabile yapısı aşılıyor, insanlar bloklar halinde (veya hukuk toplulukları şeklinde) daha üst bir siyasi birlik etrafında toplanıyor ve Medine’de yaşayan aşiret ve kabileler arasındaki her türlü çatışma ve hukuk ihlali yasaklanıyor. Vesika’da geçen “haram” terimi korunmuş sınır demektir ve bir siyasi birliğin toprak bütünlüğüne atıf anlamına gelir. Bu siyasi birliğin Vesika’daki karşılığı “ümmet”tir (Md. 2 ve 25). Bu anlamda “ümmet”, içinde Müslümanlar, Yahudiler ve müşriklerin de yeraldığı siyasi birlik demektir. Bu birlik, dinî, kültürel ve hukuki özerklik temelinde ırk, dil, din, mezhep ve etnik köken farkını gözetmeyen bir toplumsal projedir (Md. 1,2, 16 ve 25.) İnsanlar ve topluluklar arasındaki ilişkilerde temel ahlakî esaslar ve herkesin karşı çıkamıyacağı evrensel yüce idealler geçerlidir (Md. 47). Ancak bunların geçerli olabilmesi için toplumsal ilişkilerin bütününü düzenleyen yazılı bir hukuk metninin esas alınması gerekir. Bundan dolayı Vesika, kendini “Kitap” (Md. 1,36 ve 47) veya “Sahife” (Md. 22, 39, 42, 46 vs.) diye takdim etmektedir ki, o günün geleneksel kültüründe bu her iki terim bağlayıcılık ifade eder. Sözgelimi Kur’an da kendini “kitap” olarak tanımlar, geçmiş Peygamberlere çeşitli kitap ve sahifelerin indirildiğini söyler. 28 Vesika, herkesi bağlayan hukukun üstünlüğüne tam riayeti öngörürken (Md. 37 ve 37/B), savaş, tek tek birey ve kabilelerden alınıp merkezî hükümete intikal ettiriliyor (Md. 17, 18). Savaş, merkezî yönetimin ortak kararıyla alınacaktır. Savaşın en önemli sebeplerinden biri dışarıdan gelecek bir saldırıya karşı ortaklaşa mukavemet etmek üzere yapılır. Böyle bir savunma savaşında anlaşmaya taraf olan gruplar mali ve askerî ortak sorumluluklar yüklenirler, hep birlikte savaşırlar. (Md. 15, 18, 19 ve 24). Ancak din adına yapılacak savaşlarda ortak sorumluluk yoktur. (Md. 45). Buna göre eğer Müslümanlar, kendi dinleri için ve başkalarıyla -o da Medine dışında olmak üzere- savaşacak olurlarsa, Yahudiler ve Medineli Müşrikler onlara katılmak zorunda değildirler. Bu madde gereğince Bedir ve Uhud Savaşı Medine dışında bir yerde cereyan etmiştir. Toplumsal hayatta adaletin tevzii, adlı işlerin yürütülmesi ve yargı için gerekli tedbirler alınacak ve bu yetkiler merkezî otoriteye devredilip fertlerin takdir ve inisyatifine terkedilmeyecektir; bu da ortak sorumluluklar arasında yer alan önemli bir husustur (Md. 13).Vesika, yargı ve savunma ya da savaş ilanı gibi hususları merkezî otoriteye (devlet?) devrederken, başta yasama olmak üzere, kültür, bilim, sanat, ekonomi, eğitim, sağlık vb. hizmetleri sivil topluma bırakıyor. Peygamber’den gelen başka rivayetler, yönetimin ancak vergi, yargı ve savunma türünden alanlarla sınırlı olduğunu, bunların dışında kalan diğer alanların sivil topluma ait olduğunu anlıyoruz. Medine Vesikası’nın genel hükümlerinden başka sonuçlar da çıkartılabilir. Ama yeri burası değildir. Vesika’nın bizim için önemli tarafı, 622 yılında yazılı bir belge olarak üç ayrı dinî ve sosyal blok arasında karşılıklı görüşme ve anlaşma sonucu kaleme alınması ve uygulamaya konulmuş olmasıdır.. Ben kişisel olarak, Vesika’nın hükümlerinden hareketle birtakım soyutlama ve genellemeler yaparak bugün için referans olacak bazı kurucu ilkeler elde edilebileceğini düşünüyor ve bu kurucu ilkelerin son tahlilde çoğulcu bir toplumsal projeye dayanak olabileceğine inanıyorum. Kur’an, Hadis kaynakları ve Müslümanların özel ve yöresel-tarihsel deneylerinden ayrı düşünüldüğünde İslam hukuku da bu projeyi teyid eden ve geliştiren zengin hükümler taşımaktadır. Yıllardır süren Arap-İsrail savaşı, şimdi yeni başgösteren Azeri-Ermeni çatışmaları, Lübnan’ın bölünmüş dinî yapısı, Balkanlardaki etnik durum, Kürt sorunu vb. sayısız çatışma ve savaş sebebinin varolduğu bölgemizde bütün dinî, etnik ve siyasî grupları sözleşme temelinde birarada yaşatacak ortak, gönüllü ve katılıma dayalı çoğulcu projelere ihtiyacımız var. Kuşkusuz Hegelyen bir bakış açısından bu Vesika"ya baktığımızda doğru sonuçlar çıkaramayız. Çünkü Hegel"e borçlu olduğumuz modern (türedi) paradigma, çevre faktörlerini belirleyici bir konuma çıkartır ve hatta insanı bile çevresinin bir ürünü sayar. Vesika"nın hükümlerinde o günkü Arap toplumunun kendine özgü şartları veya varolan objeler dünyası etkileyici olmuştur; ancak belirleyici olan o çevre şartları değil, özgür, adil, katılımcı ve çoğulcu bir toplum biçimi geliştirme arzusudur. Bundan dolayı hükümlere içkin kurucu ilkeleri araştırıp bulmak önemlidir. Belki bize de bu kurucu ilkeler yol gösterecektir.Sanıyorum Batılı demokrasiler bugün yaşadığımız sorunlar karşısında yetersiz kalıyor. Bu bölgenin ve yeryüzünün sakinleri olan bizler ise,geleceğimizi teh-dit eden bu sorunlar ve haber verdikleri tehlikeler karşısında gözümüzü alternatif kaynaklara çevirmek zorundayız. (*) Metin Prof. Dr. Salih Tuğ tarafından çevrilmiştir. Bkz. Hamidullah, İslam Peygamberi, (5. bsk. İstanbul, 1991), I, 206-210.1 Wellhausen, J., Skizzen und vorarberten, Berlin, 1899, IV, 76 vd.; Caetani, L, Annali Milano, 1903 (İslam Tarihi, çev. Hüseyin Cahit İstanbul, 1924, I, 126 vd.); Wensinck, A.J., Muhammed en de Joden te Medina, Leyden, 1908, s.78 vd; Buhl, F., Das Leben Muhammeds, Leipzing, 1930, Majid Khadduri, War and Peace in the Law of Islam, Baltimore, 1955, s.206 vd., Müller, A., Der İslam in Morgen und Abendland, I, 95,; Ranke, Weltgeschichte, V, 75; Grimme, Muhammed I, 75vd. Ayrıca bkz. Hamidullah, 1,202; Tuğ, 31.2 Hamidullah, M., el-Vesaiku’s-Siyasiyye, Kahire, 1956, Vesika No:1; Le Prophe’te de l’Islam, Paris, 1959, I, 133 vd. [Türkçe çev. Prof. S.Tuğ, İslam Peygamberi, 5. bsk., İstanbul, 1990, I, 200 vd.); İslam Hukuku Etüdleri, çev. S.Tuğ, İstanbul, 1974, s.37 vd.3 Türkçe ve Osmanlıca dahil olmak üzere 10 civarında dil bilen ve şimdi Paris’te yaşayan Pakistan asıllı Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın çeşitli dillerde 40’a yakın eseri ve 700 kadar makalesi yayımlanmıştır. Şimdiden klasikleşmiş olan iki ciltlik ünlü eseri İslam Peygamberi 20 yıllık titiz bir çalışmanın mahsulü olup Türkçe baskısı Arapça, Fransızca vd. dillerdeki baskılardan daha geniş ve önemlidir. Batılı bilim çevrelerinde Türkçe baskı esas alınır. Hamidullah’ın 1924-1980 yılları arasında Fransızca, Almanca, İngilizce, Türkçe, Malay-endonez, Portekizce, Japonca, Boşnakça, Tamul dili, Arapça, Farsça ve Urduca dillerinde yayıMlanan eserleri için bkz. Prof. Dr. Salih Tuğ’un İslam Peygamberi çevirisi, II, 1159 vd.4 Bkz. Prof. Dr.Salih Tuğ, İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul, 1969, s.30 vd. Arap bilim çevrelerinde Vesika’ya ilişkin yayınlar için bkz. E.Ziya Umeri, Medine Toplumu çev. N.Yıldız, İstanbul, 1938, s.78 vd.5 İbn Seyyid en- Nas, Uyunu’l-Eser, I, 197; İbn Kesir, el- Bidaye ve’n-Nihaye, Kahire, 1351, III, 224; Umeri, 78-79.6 el Beyhaki (öl. 458), es-Sünenü’l-Kübra, Haydarabad, 1344, VIII, 106 (Kitabu’d-Diyat blm.); Umeri, 79.7 İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (Mektebetü’l-Külliyat el-Ezheriyye yayını) Mısır, ty. II, 106.8 Ebu Ubeyd, Kitabu’l-Emval, Mısır, ty. Prag.No: 519 (Türkçe çev. C.Saylık, İstanbul, 1981, s.235 vd.)9 Humeyd İbn Zenceveyh, Kitabu’l-Emval, Parag. No: 750; Umeri, 79.10 Vesika’nın tarihi değerinden Arap müelliflerden Yusuf Aş, şüphe içinde olduğunu kaydeder. Aş, bu görüşünü Wellhausen’ın “Arap Devleti ve Sukütu” kitabının çevirisinde 9 nolu haşiyede belirtiyor. (Umeri, 79). Ancak gerek Batılı oryantalistler gerekse Müslüman müellifler, Vesika’nın tarihi değerinden şüphe etmemektedirler. Prof. Aş’ın şüphelerine yolaçan gerekçeler üzerinde Vesika ile ilgili yayımlanacak kitabımda uzun uzadıya durulacaktır.11 Caetani, A.g.e. III, 118-119.12 İbn Hişam ile Ebu Ubeyd’in rivayetleri arasındaki tek fark 25. maddede Benû Avf Yahudileriyle ilgili ifadede “ma’a=ile” - “min=den” arasındaki farktır. Bu fark Wellhausen’dan beri sözkonusu maddede tercihli olarak verilmektedir ki, her iki okunuşta da anlam değişmemektedir.13 Buhari, Kefale, 2; Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 204; Ebu Davud, Feraiz, 17.14 Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, çev. F.Işıltan, Ankara, 1963, s.215 Her iki merkezin yapısal özellikleri ve birbirleriyle mukayesesi için bkz. W.Montogomery Watt, Muhammet at Mecca, Oxford, 1953 (Hz. Muhammed Mekke’de, çev. M.R.Ayas-A.Yüksel, Ankara, 1986) ve aynı yazar, Muhammad at Medina, Oxford, 1953.16 Hamidullah, I, 177-19917 Dr. S.Ahmed el-Ali, ed-Devletu fi Ahdi’r-Resul, Irak, 1988, I, 24.18 Buhari, 5/44; İbn Hişam, I, 18319 İbn Sa’d (öl. 230), Tabakat, Leyden, 1904-12, I, böl. 220 Hamidullah. I, 18121 Buhari, 3/67; M.Asım Köksal, İslam Tarihi, İstanbul, 1981, I, 9522 A.Himmet Berki-Osman Keskioğlu, Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, 7. Bsk. Ankara, 1978, s.204; S.M. Ahmed Nedvî-S.S.Ansarî, Asr-ı Saadet, çev. A.Genceli, İstanbul, 1985, I, 6423 Buhari, 56/181, No:1; M.Tayyib Okiç, İslamiyette İlk Nüfus Sayımı, A.Ü.İlahiyat Faklt. Dergisi, Ankara, 1958-9. VII, 11 vd.24 S.M. Ahmed Nedvi- S.S.Ansarî, I, 6425 Hamidullah, I, 18926 Caetani, III, 11227 Burada “sözleşme” ile ilgili sayın İnsel’in bir eleştirisine değinebilirim. İnsel, benim Medine Vesikası’nı temel alarak geliştirmeye çalıştığım görüşlerimi özetlerken şu ifadeyi kullanır: “Görüldüğü gibi... (bu) siyasal tablo, ilk elde ve şaşırtıcı bir şekilde Rousseavari bir toplum sözleşmesi üzerine kurulu çoğul toplum tahayyülü olarak kendini ifade ediyor.” Hemen devamında Sayın İnsel “Marx’ın komünist toplumda oluşacağını öngördüğü devletle büyük benzerlikler gösterdiği de söylenebilir” demektedir. (Ahmet İnsel, “Ali Bulaç’ın Çoğulcu Ümmet Tasarımı Üzerine: Totalitarizm, Medine Vesikası ve Özgürlük”, Birikim Dergisi, Mayıs-1992, sayı: 37, s.30) Burada benim mi, yoksa Ahmet İnsel’in mi analoji yaptığını üçüncü şahıslara ve tabii okurlara bırakıyorum. Ancak, başından beri ve zikrettiğim kaynakların tanıklığıyla Karl Marx ve J.J. Rousseau’dan yüzyıllar önce üç ayrı din ve hukuk topluluğu arasında böyle bir sözleşme imzalandığı açıktır. Bu demektir ki, hem Rousseau’nun toplumsal örgütlenmenin ilk şeklini sözleşmeye dayandırması, hem de Marx’ın tarihin başında ve finalinde çoğulcu bir toplumsal örgütlenmeyi öngörmesi yeni bir şey değildir. Belki Rousseau, Marx vd. mükemmel bir toplum için ütopya kurdular; ben ütopyaları küçümsemiyorum ve varolana karşı bir muhalefet şekli olarak görüyorum. Sözünü ettiğimi Vesika ise bir ütopya veya bir kurgu değil, tarihsel bir gerçektir. Dolayısıyla bu durum, yapacağımız analojilerde dikkate alınmalıdır.Bu konu İnsel’den önce başkalarının da dikkatinden kaçmamış. Sözgelimi, M.Ziyauddin er-Rayyıs, İslam siyasi felsefesinin temelini oluşturan “Biat” ile Rousseau’nun toplumsal sözleşmesi arasındaki benzerliği vurguladıktan sonra şöyle der: “Şu var ki J.J. Rousseau’nun ‘Sosyal Sözleşmesi’ bir sanı olmasına karşılık, Akabe’de iki kez gerçekleşen “biat”ler tarihsel bir gerçek, birer gerçek sosyal sözleşme örnekleridir. Bu olaylarda sözleşme, yüce bir risaleti gerçekleştirmek amacıyla insanların özgür istekleri ve olgun bilinçleri sonucu oluşmuştur.” (M.Ziyauddin er Rayyıs, İslam’da Siyasi Düşünce Tarihi, çev. A.Sarıkaya, İstanbul, 1990, s.48).Konuyu yakından bilen Hamidullah da, Akabe biatları ile Medine Vesikası’nı kendine özgü bir “toplumsal sözleşme” olarak niteler. Ve der ki: “Devletin teşekkülünde toplumsal sözleşme niteliğini ilk ileri sürenlerden İngiliz Hobbes ,Locke ve Fransız Rousseau gibi müellifler, eserlerinde bu teorilerine dayanak teşkil edecek somut ve belirli tarihi örnekler vermemektedirler. Eğer onlar, böyle bir sözleşmenin daha önce, yani İlk İslami dönemlerde imzalandığını bilselerdi, teorilerine acaba ne gibi bir şekil verirlerdi?” (Hamidullah, İslam Hukuku Etüdleri, s.28-29)Son olarak Fransız A. Sanboury’nin konuyla ilgili görüşlerini aktaralım. (Bkz. A.Sanboury, Le Califat, Paris, 1926, s.94) Sonboury, İslam’daki siyasi akd’in yapısını inceledikten sonra, bunun kesinkes bir akid (sözleşme) olduğu sonucuna varır ve şöyle der (P.5, 17 ve 19): “J.J. Rousseau’nun kuramı ondan yıllar önce, İslam bilginlerince öz olarak biliniyordu. Rousseau’nun kuramında yönetici, aradaki bir sözleşme gereği ve halka naib olarak otoriteyi alır ve kullanır. Ancak Rousseau’nun kuramı yüzyıllar önce Müslümanlar tarafından biliniyor, hatta Rousseau’ya göre Müslümanlar bir de fazla ögeye sahip bulunuyorlardı.” (er-Rayyıs, 276-277).Bütün bunlar neyi gösterir? İnsanlığın -bazı alanlarda- ortak bir kültür mirasında örtüştüğünü ve bazan “akıl için yolun bir” olduğunu. Rousseau, eğer “toplumsal sözleşme” kavramını kullanmışsa, bizim Rousseau kullandı diye, hem biçim hem de içerik olarak sözleşme temelinde teşekkül etmiş bulunan İslam’daki siyasal model’den vazgeçmemizi gerektirmez. Nitekim, Kur’an, Hadis, Kelam ve Fıkıh kitaplarında başta siyasal rejim olmak üzere, her türlü toplumsal (ticari, medeni vs...) ilişkiyi düzenleyen anlaşma ve sözleşmeler “Misak, Biat, Ahid, Akid” vb. terimlerle ifade edilmiş ve bu terimler üzerinde bütün bir fıkıh (hukuk) külliyatı kurulmuştur. Bütün bu terimlerin Türkçe uygun karşılıkları sözleşme, anlaşma, mukavele, belge imzalama, taahhüdle bulunma ve bağlılıktır. İslam hukukunda temel haklar iki kategoride ele alınır. Bunlarden ilki doğuştan sahip olduğumuz haklar, diğeri sözleşme ile elde ettiğimiz haklardır. Devlet, yönetim vb. siyasal iktidarla ilişkilerimizin bütününü tayin eden temel haklar, özgürlükler ve vecibeler, karşılıklı rıza (icab ve kabul)ya dayalı yönetilenler ile yönetenler arasında imzalanan sözleşme hükümlerine göre teşekkül eder. Bu anlamda İslam"da yönetim, meşruiyetini sözleşmeden alır.28 Bkz. En’am, 154; İsra, 2; Necm, 36; A’la, 19 vs...
|
3- Bu yazilar yalnizca arastiranlar icin
Görülüyorki m.8,9 ve 10. yüzyılların kaynaklarında yeralan Vesika’nın tarihi değerinden şüphe etmek için ciddi bir sebep yok.10 Caetani, bu konuda hiçbir sorun olmadığını büyük bir açıklıkla söyler. Çünkü ona göre, gerek ifade tarzı, gerek içeriği o mahiyettedir ki, arasına özel maksatlı bir fikir ilave edilecek veya tahrifat yapılacak olsaydı, bunun küçük bir eseri bile hemen meydana çıkardı. Caetani, bu Vesika’nın ne Hadisçilerin ne de İbn İshak’ın değerini ve anlamını bilmediklerini öne sürer. Ona göre, eğer bozulmadan günümüze kadar otantik şekliyle gelebilmişse nedeni budur.11Yine de Ebu Ubeyd ile İbn İshak’ı temel alan İbn Hişam’ın, aynı Vesikayı farklı yollardan rivat etmeleri büyük bir önem taşımakla birlikte,12 Prof. Yusuf Aş’ın değindiği gibi, Hadis ve Fıkıh kaynaklarında tam metin olarak yeralmaması üzerinde durulması gereken bir konudur. Ancak kanaatimce bu husus büyük bir sorun teşkil etmez. Çünkü belli başlı Hadis kitaplarında Enes b.Malik’in evinde (ve karşılıklı görüşmeler sonucunda) böyle bir sözleşme/antlaşma imzalandığına dair elimizde güvenilir bir rivayet vardır. Şöyle ki: “Asım’dan. Enes b.Malik’e Hz.Peygamber’in ‘İslam’da yeminli antlaşma (hılf) yoktur’ buyurduğunu duyurmuş olayım, dedim. Enes bana:-Peygamber benim Medine’deki evimde Kureyş ile Ensar arasında sözleşme imzaladı’ cevabını verdi.13 Nitekim biz Medine’deki dinî-hukuki topluluklar arasındaki görüşmelerin Enes b. Malik’in evinde ve Hz.Muhammed (s.a.)in başkanlığında yürütülüp sözkonusu Vesika’nın bu görüşmeler sonucunda kaleme alındığını biliyoruz. Kaldı ki Vesika’nın bütün kurucu ilkeleri ile kabile ve mekan isimleri dışında ancak genel hukuk seviyesinde hak ve sorumluluklarıyla ilgili hükümlerinin referansı olacak çok sayıda ayet ve hadis tesbit etmek mümkündür. Ben, çalışmam süresince Vesika’nın ilgili kurucu ilke ve hükümlerinin Kur’an ve Hadis kaynaklarında karşılıklarını tesbit edebildim. Vesika’nın tarihi değeriyle ilgili son olarak şunu söylemek gerekir. Eski ve yeni müelliflerin büyük çoğunluğu, Vesika’nın Hicretin ilk yılında, yani m. 622’de imzalandığını kabul eder. İbn Hişam ve Ebu Ubeyd’in eserlerinde düz ve yekpare bir metin iken, Wellhausen onu 47 maddeye ayırmış, daha sonraları Hamidullah, kimi maddeleri kendi içlerinde bölerek bu sayıyı 52’ye çıkarmıştır. SOSYAL ÇEVRE Bilindiği gibi 610 yılında ilk defa Mekke’de yeni dinî tebliğ etmeye ve kendine taraftar toplamaya çalışan Hz.Muhammed, yakın çevresinden birkaç kişi dışında ilk yıllarda genel kabul görmemiş, zamanla bu dine girenlerin sayısı arttıkça bu sefer de çeşitli engellemeler ve ağır baskılarla karşılaşmıştı. 13 yıllık Mekke hayatında taraftar sayısını fazla arttıramıyan Peygamber ve Müslümanlar için Mekke dışına bir yere gitmek, özgür ve güvenilir bir ortam bulmaktan başka seçenek kalmayınca, önce Habeşistan’a (iki defa), sonra da Medine’ye hicret etmek zorunda kaldılar. Mekke, Arap yarımadasının ticari ve siyasi faaliyetlerinin yürütüldüğü önemli bir yerleşim merkeziydi. Öteden beri dinî bir merkez durumundaki Kâ"be ile büyük ve köklü Arap kabilelerinin Mekke’de oluşu, bu şehri fazlasıyla önemli kılıyordu. Mekke bu özelliğine binaen siyasi ve idari açıdan da iyi örgütlenmiş, siyasi ve idari bürokratik merkeziyetçiliği yanında özgür kabilelerden müteşekkil bir konfederasyon görünümündeydi. Mekke gibi yarımadanın diğer yerleşim merkezlerinde de Arap geleneğinin baskın karakteri kabile ruhudur. Bu durum, yarımadanın iki büyük merkezinde de hemen hemen aynıydı. Mekke ve Taif’in birliği güçlü kabileler tarafından sağlanıyordu.Ancak Medine bu anlamda böyle bir birlikten yoksundu. Çünkü Mekke’de Kureyş, Taif’te Sakif kabilesi siyasi birliği sağlarken, Medine’de başta Evs ve Hazreç ile bu iki Arap kabilesinin müttefikleri Yahudi kabileler (Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza) arasındaki bitmez tükenmez savaş ve çekişmeler, siyasi birliğin sağlanmasına bir türlü imkan vermiyordu. Wellhausen’a göre, işte Peygamber, böylesine muztarip ve fakat siyasi birliğe muhtaç bir kabileler topluluğu olan Medine’de din ve hukuk temelinde yepyeni ve o günkü Araplar arasında hayli garip bir siyasi birlik kurmaya muvaffak oldu.14 Araştırıcılar, ittifakla Mekke ile Medine arasındaki sosyal, siyasal ve ekonomik yapısal farkın Müslümanların Medine’de tutunmasına ve burda yepyeni bir siyasal birliğin kurulmasına geniş ölçüde yardımcı olduğuna kanidirler.15 Merkezî bir siyasi otoritenin olmayışı sosyal hayat ve savunma alanında da kendini gösteriyordu. Ortak savunmanın olmadığı Medine’de her kabile kendine ait müstahkem bir hisar inşa etmişti. Her bir kabilenin ortak savunma masrafları -Yahudilere özgü olmak üzere- bir halk sandığı tarafından karşılanıyordu. Arap kabileleri ise “kan diyetleri”nin karşılanması amacıyla bir tür sosyal sigorta kurmuşlardı. Yahudilerin elinde Tevrat olmakla birlikte, kimsenin ve bütün kabileler arasındaki ilişkileri düzenleyen yazılı bir hukuk yoktu. İhtilaflar çoğunlukla örfi teamüller esas alınarak ve hakemler tarafından çözülürdü. Ne var ki, hakemlerin kararını destekleyecek somut hukuki müeyyidelerin olmayışı ile çoğunlukla güçlülerin kararları tanımayışları adaletsizliklerin sürüp gitmesine yolaçıyordu. Eğitim Seviyesi ve okuma-yazma oranının hayli düşük olduğu Medine’de Yahudiler, İbrani alfabesiyle Arapça konuşup yazıyorlar, dinî ibadetlerini ve çocuklarına verdikleri öğretimi “Beytü’l-Medaris” denen yerde yapıyorlardı. Araplar ise bu sınırlı imkandan da yoksundular ve esasında kitapları olmadığı için Yahudiler karşısında ezik duygular içindeydiler. Medine’yi oluşturan iki etnik ve dinî grup, yani Araplar ile Yahudiler iki ayrı ve homojen topluluk durumunda değildiler. İlginçtir, Araplar ve Yahudiler arasında çatışma olduğu gibi Arap kabileleri kendi aralarında ve Yahudi kabileleri de kendi aralarında savaşıp duruyorlardı. İbn Hişam’ın verdiği bilgilere göre, Yahudi Kaynuka oğullarının çoğunluğu, Arap olan Hazreçliler"in müttefiki, Nadiroğulları ve Kurayza oğullarının çoğunluğu da Arap kabilesi Evsliler’in müttefiki idiler.16 Bu kargaşa ve çatışma şehrin mimarisini etkilemişti. Bazı kaynaklar 59 hisardan sözederken, Semhudi sadece Yahudi olan 20 ayrı kabile ismi sayar. Ancak asıl büyük savaşlar iki Arap kabilesi Evs ve Hazreç arasında sürüyordu. Tarihçiler, “Buas” adını verdikleri bu şiddetli savaşların 120 yıl sürdüğünü kaydederler. Evs şehrin güneyinde, Hazreç kuzeyinde ikamet ediyordu. İbn Neccar, Araplar’ın 13 hisarından sözeder. Aslında Benu Kayle ortak kökende birleşen, fakat sonra bölünen bu iki kabile arasındaki şiddetli savaşlar bütün Medine ve çevresini de tam bir kaosun içine düşürmüş, güvenliği ortadan kaldırmış ve tabii herkeste genel bir bıkkınlık duygusu uyandırmıştı. Hicret’e tekaddüm eden günlerde, Medineliler, merkezî bir otoritenin bu çatışmalara bir son vereceğini düşünmeye başladılar ve hatta Abdullah ibn Ubeyy’i başlarına kral yapmak istediler. Medineliler, Bizans ve Sasanilerle yakın temas halinde olduklarından, muhtemelen katı bir monarşinin her türlü kaosun önüne geçebileceği fikrini buralardan almış olabilirler. Ne var ki, Abdullah İbn Ubeyy, zaaf sahibi, muhteris ve dar görüşlü bir insandı ve en önemlisi kendisi de bir Medineli idi. Medine’deki derin iç çelişkiler, onun güç ve yeteneklerini fazlasıyla aşıyordu.17 Medine’nin merkezî bir siyasi otoriteden yoksun olması ile sürüp giden şiddetli savaşlar, Peygamber’in buraya gelişini kolaylaştırmıştı. Nitekim, sonraları Hz. Ayşe şunları söyleyecekti: “Yevm-u Buas (Evs ve Hazreç arasındaki savaş), Allah’ın elçisi Muhammed’e bir armağanıydı. Resulüllah geldiğinde (Medine ahalisi) gruplara bölünmüş, ileri gelenleri öldürülmüş veya yaralanmışlardı. Allah, onların İslam’a girmesiyle Elçisi’ne lütufta bulunmuş oldu.”18 VESİKAYA TARAF DİN VE HUKUK TOPLULUKLARI Medine’ye gelir gelmez Peygamber’in ilk yaptığı işlerden biri, yeni gelen muhacirleri yerleştirmek, onların ve ailelerinin gündelik (rutin) ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli tedbirleri almak oldu. Bu amaçla Medineli Müslümanlar (Ensar) ile Mekkeli Müslümanlar (Muhacirler) arasında sosyal ve ekonomik bir dayanışma ve yardımlaşma ilişkisini tesis etti. Buna “mu-âhât=kardeşleşme” adı verildi. Hicret’in ilk günlerinde bu kardeşleşme organizasyonuna 45’i Ensar’dan, 45’i Muhacirler"den olmak üzere 90 kişi katıldı. Kaynaklarımız bu ilk teşebbüste birbiriyle kardeş olmayan tek bir muhacirin kalmadığını yazar.19 Öyle ki kardeşleşme, aralarında kan, akrabalık ve kabilevi bağ olmadığı halde onları birbirine mirasçı bile kıldı. Deyim yerindeyse komünal bir hayat biçimi geliştirildi. Hicret’in 5. ayında kardeşleşmeye katılan ailelerin sayısı 186’a çıkmıştı.20 Gelen her bir aileyi, Medineli bir aile yanına alıyor, zirai ve ticari hayatına, ev geçimine ortak kılıyordu. Hatta kimi Medineliler, eğer arzu ediyorlarsa birden fazla evli oldukları eşlerini boşayıp bekar Muhacirler’e nikahlayabileceklerini teklif ettiler. Bir ara Ensar, sahip oldukları hurmalıklarını da Muhacirler’le bölüşmek istedi. Ancak durumun düzelme yönünde bir gelişme gösterdiğini gözleyen Peygamber, bunun yerine zirai ortaklık yapmalarını teklif etti ve “Sulama işini Muhacirler üzerine alsın, sonra aranızda ürünü bölüşün” dedi.21 Yine de Ensar, Muhacirleri birer ev sahibi yapmak için arsa, arazi ve hurmalıklarının fazlasını onlara hibe ettiler. Kaynaklar, bu kardeşleşmenin sürdüğünü, ancak miras hükmünün kimine göre Bedir’den sonra (Enfal, 75), kimine göre de h.3. yıl Şevval ayında yani Uhud savaşından sonra son bulduğunu yazar. Hicret’le birlikte ve bu gelişmelerden sonra Medine’de üç ana toplumsal blok ortaya çıkmış oldu: Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrik Araplar. Müslüman blok, Mekkeli Muhacirler ve Medineli Evs ve Hazreç’li Ensar’dan müteşekkildi. Bu türden toplumsal yapılanma bütün Arap yarımadasının kadim geleneğine yabancıydı. Çünkü geleneksel kabile hayatında, toplumsal örgütlenme kan ve akrabalık bağına dayalı iken, ilk defa Medine’de coğrafî, etnik ve kültürel kökeni tamamen birbirinden farklı insanlar bir araya gelerek kendilerini ayrı bir sosyal blok (camia) olarak tanımlıyorlardı. Sonraları buna Romalı Süheyl, İranlı Selman, Kürt Gavan vb. eklenecekti. Nitekim Medine Vesikası’nın 2. maddesi bu sosyal bloku din ve hukuk temelinde “diğer insanlardan ayrı bir ümmet” olarak zikredecektir. Ancak kuşkusuz Medine, Müslümanlardan ibaret değildi. Onun kadim sakinleri Yahudiler ve Müslümanlığı kabul etmemiş Araplar da vardı. İşte Hz. Muhammed (s.a.)in önünde bütün bu sosyal blokları anlaştırıp birleştirmek ve bir arada yaşamanın formülünü bulmak gibi önemli bir sorun vardı.22 Peki, bunu nasıl yapacaktı? Öyle anlaşılıyor ki, Hz.Muhammed, Medine’nin sosyal, dinî ve demografik yapısını ortaya çıkarmakla işe başladı. Ve bu amaçla, o günkü gelenekler için hayli yabancı olan bir teşebbüse girişerek nüfus sayımı yaptırdı. Medine Vesikası gibi bu ilk nüfus sayımının yapılması ve şehir sakinlerinin tek tek (erkek, kadın, çocuk, yaşlı) bir deftere yazılmasına da ilk defa rastlanıyor, diyebilir miyiz? Her neyse, bu teşebbüsün Araplar için “yeni ve garib” olduğunda kuşku yok. Huzeyfe’den gelen bir nakle göre: “Allah’ın Elçisi bize: - ‘Din olarak İslam’ı seçen ve Müslüman olan kimselerin isimlerini (tek tek) yazıp getiriniz” dedi. Biz de ona 1500 kişinin ismini yazıp getirdik.”23 Nüfus sayımı sonucunda Medine’de 10 bin kişinin yaşadığı, bunlardan 1.500’ünün Müslüman, 4.000’nin Yahudi ve 4.500’ünün Müşrik Arap olduğu anlaşılmıştı. Peygamber, ikinci bir adım attı, Medine’nin doğal şehir sınırlarını tayin etti ve dört bir köşeye birer işaret koyarak bir “Site-Devlet”in toprağını belirlemiş oldu ki, bu sınırlar içinde kalan bölge Vesika’nın 39. maddesinde “Yesrib (Medine) vâdisi içindeki alan (cevf), korunmuş (haram)” olarak yeralacaktır. Tabiatıyla Müslümanlar bu teşebbüsten memnundular, Yahudiler de bu sosyal ve siyasal organizasyondan memnun görünüyorlardı; ancak Medineli Müşrikler (Putatapanlar), huzursuzdular, geleceklerini tehdit altında görüyorlardı.24 Bunun nedenini anlamak zor değildi; çünkü Peygamber ve arkadaşları Mekkeli Müşriklerin tahammülsüz baskılarına dayanamıyarak hicret etmek zorunda kalmışlardı. Onun diğer Müşriklerle arasının iyi olacağı düşünülemezdi. Kaldı ki, hicretin hemen ardından, Mekke’den Kureyş’in Müslümanların peşini bırakmayacağı ve yakın bir gelecekte Medine üzerine bir sefer düzenleyeceği yolunda haberler gelmeye başlamıştı. Böyle bir çatışma ortamında Medineli müşriklerin durumu ne olacaktı? Kureyş, onlara “Niçin Muhammed’i kabul ettiniz?” diye çıkışmaz veya muhtemel bir karşılaşmadan önce Müslümanlarla aralarında bir çatışma çıkmaz mıydı? Ortada fiili bir durum vardı. Böyle bir konjonktürde nasıl birarada yaşanacaktı? Hz. Muhammed, bir yandan hicret eden Mekkelilerin yerleştirilmesi ve yeni çevreye intibaklarıyla uğraşırken, diğer yandan Yahudi ve Müşrik Araplar’a güven vermeye çalışıyor, niyetinin Medine üzerinde mutlak bir egemenlik kurmak olmayıp yeni dinî cemaatinin güven içinde yaşamasını ve dinlerini yayma imkanlarını sağlamak olduğunu söylüyordu. Esasında daha Mekke’de inen vahylerde geçerli bir politika olarak “Sizin dininiz size, benim dinim bana” (Kafirun, 6) ilkesi benimsenmişti. Ancak Kureyş, bu çok dinli çoğulcu projeyi reddedip Peygambere dini tebliğinde engeller çıkarmış, Müslüman olmak isteyenlere ağır baskılar ve işkenceler uygulamıştı. Dolayısıyla Peygamberin izlediği stratejide hiçbir değişiklik yapmak gerekmezdi. Bu durumda Medine’deki hayatı, Mekke’de inen vahyin toplumsal, hukuki ve kurumsal düzeyde bir açılımı, Mekke’deki vizyonun Medine pratiğine taşınması olacaktı; nitekim öyle oldu. Yani dinî ve hukuki özerklik temelinde çoğulcu bir toplumsal projeyi hayata geçirerek, herkese ve her topluluğa bir arada yaşamanın mümkün yollarını göstermek. Elbette dinî tebliğ devam edecekti; ama hiç kimse zor ve baskı altına alınarak başka bir dine girmeye mecbur edilmeyecek, din değiştirenler Mekke’de olduğu gibi herhangi bir engelle karşılaşmıyacaktı. Medine’ye gelişten sonra önce Medineli Ensar ile Mekke’den gelen Muhacir ailelerin başkanlarının (Nakib) katıldığı büyük bir meclis toplandı ve muhtemelen yukarıda sözünü ettiğimiz kardeşleşmenin hukukî temelini oluşturan hükümler görüşüldü. İşte Medine Vesikası’nın ilk 23 maddesi, bu toplantıda tesbit edilmiş olup yeni Müslüman blokun sosyal ve hukukî ilişkilerini yazılı hükümlere bağlamaktadır. Bu iş tamamlandıktan sonra, Hz.Muhammed (s.a.), Müslüman blokun liderleriyle olduğu kadar, Müslüman olmayan Medineli diğer sosyal blok temsilcileriyle de durumu istişare etti. Hepsi Enes’in evinde toplanarak yeni bir “Şehir-Devlet” yapısını ortaya çıkaran temel ilkeler üzerinde anlaştılar. Bu yeni “devletin anayasası” yazılı bir biçimde tesbit edilip vazedildi ki bu metin şu anda elimizde bulunan Vesika’dır. Şimdi konunun daha iyi anlaşılması için Vesika’nın hükümlerine yakından bakalım: MEDİNE VESİKASI Bismillâhirrahmânirrahîm.1) Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli mü’minler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir).2) İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmi’a) teşkil ederler.3) Kureyş’den olan Muhâcirler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.4) Benû ‘Avf’lar kendi aralarında âdet olduğu vechile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir ve (Müslümanların teşkil ettiği) her zümre (tâife), harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.5) Benû Hârisler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile evvelki, şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasında iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.6) Benû Sâide’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.7) Benû Cuşem’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.8) Benû’n-Neccâr’lar kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.9) Benû ‘Amr İbn ‘Avf’lar, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.10) Benû’n-Nebît’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.11) Benû’l-Evs’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir...12) Mü’minler kendi aralarında ağır malî mes’uliyetler altında bulunan hiç kimseyi (bu halde) bırakmayacaklar, fidyei necât veya kan diyeti gibi borçlarını iyi ve mâkul bilinen esaslara göre vereceklerdir.12/B) Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsına (kendisi ile akdî kardeşlik râbıtası kurulmuş kimse) mümâna’at edemez (Diğer bir okunuşa göre: Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsı ile, onun aleyhine olmak üzere bir anlaşma yapamayacaktır.)13) Takvâ sahibi mü’minler, kendi aralarında mütecâvize ve haksız bir fiil îkaını tasarlayan yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut da mü’minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.14) Hiçbir mü’min bir kâfir için, bir mü’mini öldüremez ve bir mü’min aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez.15) Allah’ın zimmeti (himâye ve temînatı) bir tekdir; (müminlerin en ehemmiyetsizlerinden birinin tanıdığı himâye) onların hepsi için hüküm ifade eder. Zîra mü’minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı (kardeşi) durumundadırlar.16) Yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muârız olanlarla yardımlaşılmaksızın, yardım ve müzâheretimize hak kazanacaklardır.17) Sulh, mü’minler arasında bir tekdir. Hiçbir mü’min Allah yolunda girişilen bir harpde, diğer mü’minleri hâriç tutarak, bir sulh anlaşması akdedemez; bu sulh, ancak onlar (mü’minler) arasında umumiyyet ve adâlet esasları üzere yapılacaktır.18) Bizimle beraber harbe iştirak eden bütün (askerî) birlikler, birbirleriyle münâvebe edeceklerdir.19) Mü’minler, birbirlerinin Allah yolunda (uğrunda) akan kanlarının intikamını alacaklardır.20) Takvâ sahibi mü’minler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.20/B) Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himâyesi altına alamaz ve hiçbir mü’mine bu hususta engel olamaz (yani Kureyşliye hücûm etmesine mani olamaz).21) Herhangi bir kimsenin, bir mü’minin ölümüne sebep olduğu katî delillerle sâbit olur da maktûlün velîsi (hakkını müdafaa eden) rızâ göstermezse, kısas hükümlerine tabî olur; bu halde bütün mü‘minler ona karşı olurlar. Ancak bunlara, sadece (bu kaidenin) tatbiki için hareket etmek helâl (doğru) olur.22) Bu sahîfe (yazı)nın muhteviyatını kabul eden, Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanan bir mü’minin bir kaatile yardım etmesi ve ona sığınacak bir yer temin etmesi helâl (doğru) değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir yer gösteren Kıyâmet Günü Allah’ın lânet ve gazabına uğrayacaktır ki o zaman artık kendisinden ne bir para tediyesi ve ne de bir tavîz alınacaktır.23) Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir.24) Yahudiler, mü’minler gibi, muharebe devam ettiği müddetçe (kendi harp) masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler.25) Benû ‘Avf Yahudileri, mü’minlerle birlikte [İbn Hişâm’da bu, “ma’a” (= ile) olarak, Ebû Ubeyd’de ise “min” (= den) olarak zikredilir] bir ümmet (: câmi’a) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler.25/B) Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îkâ eder, o sadece kendine ve âile efradına zarar (vermiş) olacaktır.26) Benû’n-Neccâr Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.27) Benû’l-Hâris Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.28) Benû Sâ’ide Yahudileri de Benû ‘avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.29) Benû Cuşem Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.30) Benû’l-Evs Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.31) Benû Sa’lebe Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îka eder, o sadece kendini ve aile efradını zarardîde etmiş olacaktır.32) Cefne (âilesi) Sa’lebenin bir kolu (batn) dur; bu bakımdan Sa’lebe’ler gibi mülâhaza olunacaklardır.33) Benû’ş-Şuteybe de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır.34) Sa’lebe’nin mevlâları, bizzat Sa’lebeler gibi mülâhaza olunacaklardır.35) Yahudilere sığınmış olan kimseler (Bitâne), bizzat Yahudiler gibi mülâhaza olunacaklardır.36) Bunlar’dan (Yahudiler) hiçbir kimse (Müslümanlarla birlikte bir askerî sefere), Muhammed’in müsaadesi olmadan çıkamayacaktır.36/B) Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilemeyecektir. Muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa neticede kendini ve âile efradını mes’ûliyet altına sokar; aksi halde haksızlık olacaktır (yani bu kaideye riâyet etmeyen bir kimse haksız vaziyette olacaktır). Allah bu yazıya en iyi riâyet edenlerle beraberdir.37) (Bir harp vukuunda) Yahudilerin masrafları kendi üzerine ve Müslümanların masrafları kendi üzerinedir. Muhakkak ki bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır. Onlar arasında hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareketler olmayacaktır.37/B) Hiçbir kimse müttefikine karşı bir cürüm îka edemez: Muhakkak ki zulmedilene yardım edilecektir.38) Yahudiler Müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri müddetçe masrafda bulunacaklardır.39) Bu sahîfenin (yazının) gösterdiği kimse lehine Yesrib vâdisi dahili (cevf), harâm (mukaddes) bir yerdir.40) Himâye altındaki kimse (cârr), bizzat himaye eden kimse gibidir; ne zulmedilir ve ne de (kendisi) cürüm îka edecektir.41) Himâye verme hakkına sahip kimselerin izni müstesnâ, bir himâye hakkı verilemez.42) Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler arasında zuhurundan korkulan bütün öldürme yahut münâzaa vak’alarının Allah’a ve Resûlullah Muhammed’e götürülmeleri gerekir. Allah bu sahîfeye (yazıya) en kuvvetli ve en iyi riâyet edenlerle beraberdir.43) Ne Kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar, himâye altına alınmayacaklardır.44) Onlar (= Müslümanlar ve Yahudiler) arasında, Yesrib’e hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.45) Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlar tarafından) bir sulh akdetmeye veya bir sulh akdine iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlara) aynı şeyleri teklif edecek olurlarsa, mü’-minlere karşı aynı haklara sahip olacaklardır; din mevzuunda girişilen harp vak’aları müstesnâdır.45/B) Her bir zümre, kendilerine ait mıntıkadan (gerek müdafaa ve gerekse sâir ihtiyaçlar hususunda) mes’uldür.46) Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar, aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların mevlâlarına ve bizzat kendi şahıslarına, bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir muhafazakârlık ile tatbik olunur. (Kaidelere) muhakkak riâyet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır. Ve haksız şekilde kazanç temin edenler, sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah bu sahîfede (yazıda) gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riâyet edenlerle beraberdir.47) Bu kitap (yazı), bir haksız fiil îka eden veya cürüm işleyen (ile cezâ) arasına engel olarak giremez. Kim ki bir harbe çıkar, emniyette olur veya kim ki Medine’de kalırsa yine emniyet içindedir; haksız bir fiil ve cürüm îkaı halleri müstesnâdır. Allah ve Resûlullah Muhammed himayelerini, (bu sahîfeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır.* HÜKÜMLERE İÇKİN KURUCU İLKELER Hamidullah’a göre, “bu anayasa, ilk İslam Devletinin Anayasası olmasından başka, aynı zamanda yeryüzünde bir devletin vazettiği ilk yazılı anayasa olma özellik” ve ayrıcalığına da sahiptir.25 İtalyan tarihçi Caetani, “anayasa” tabirini kullanmadan “vesika” der ve şunları ekler: “Bu vesika Muhammed Peygamber’in kitabıdır ki, bunu yazan (veya yazdıran) Muhammed’in kendisinden başkası değildir. Diğerleri, yani Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler buna katılmışlardır.”26 Caetani’nin bu sözlerinden, Peygamber’in kendi başına hazırladığı bir metni diğerlerine dikte ettirdiği veya bir emr-i vaki durumu yaratıp onlara onaylattığı sonucunu çıkarmamak lazım. Enes’ten ve diğer kanallardan gelen bilgiler, Vesika’nın karşılıklı görüşmeler sonucunda ve bir toplumsal mutabakat ürünü şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir. Doğrusu da budur. Çünkü Mekke’den ve gece yarısı gizlice çıkıp Medine’ye göç etmiş, üstelik bütün taraftarları genel şehir nüfusunun yüzde 15’ni geçmeyen bir insanın, tamamen kendi istek ve arzularına ya da gelecekteki çıkar hesaplarına hizmet edecek bir sözleşme metnini, kendisinden sayıca ve silahça daha güçlü kimselere kabul ettirmesi düşünülemez. Bu hiç de akla yatkın görünmüyor. Hz. Muhammed’in karşılıklı görüşmeler sonucunda ve oydaşma esasına dayalı hazırladığı bu toplumsal sözleşmenin kabulünü sağlayan esaslı faktörlerden biri, 120 yıldır savaş ve düşmanlıklarla yorgun ve bitkin düşen Medine’nin bizzat içinde bulunduğu kaotik ve güvensiz durumdur. Medine adeta kendine bir kurtarıcı beklemektedir. Kendi başına ve varolan sosyal güçlerle barış ve istikrar sağlayacak siyasal ve toplumsal bir formül bulamıyor. Medine savaşlarla iktisadi bakımdan sürekli gerilerken, yine de yeni çatışmalara gebe bir görünümdedir. İşte tam da böyle kritik bir dönemde yabancı kökenli biri çıkıp bütün gruplara birlikte ve ortak yaşamanın yollarını gösteriyor, herkesi hukuk temelinde, “neysen osun” ilkesine göre varolmaya çağırıyor. Vesika"da yaralama, öldürme, kan diyetleri, fidye-i necat vb. terim ve maddelerin sıkça yer alması, uzun yıllar iç savaşlarla sarsılmış ve bitkin düşmüş bir toplumun normal konjonktürünü yansıtır. O günün ivedi sorunu, çatışmalara bir son verilmesi ve taraflar arasında adalet ve hakkaniyet esaslarına uygun bir arada yaşamanın formülünün bulunmasıydı. Bu yönüyle Vesika, oldukça dönemsel bir nitelik taşır. Ancak onun dönemselliği ve altına imza atan insanların sayısının azlığı, kurucu ilkeleri yönünden önemsizdir.İkinci önemli nokta, böyle bir proje sayesinde kimsenin kimse üzerinde baskı kurmaya kalkışmadan başkalarını doğal bir realite kabul etmesi ve onun yaşama ve düşünme biçimine saygı göstermesinin yasallaşması ve hukukun teminatı altına alınmasıdır. Gözönünde tutulması gereken bir nokta da şudur: Medine Vesikası, bütün sosyal bloklar açısından “hakimiyet” değil “katılım” temelinde bir toplumsal projeyi öngörür. Vesika’nın çizdiği proje çerçevesinde Müslümanlar, özgür insanlar olarak Allah ve Hz. Muhammed’in gösterdiği istikamette ve güven içinde yaşayacak ve dinlerini tebliğ edeceklerdir. Aynı haklar Yahudiler ve diğerleri için de geçerlidir. Burada Vesika’dan çıkarabileceğimiz ilk kurucu ilkenin altını çiziyoruz:Doğru, adil, hukuka saygılı ve insanlar arasında gerçek barış ve istikrarı amaçlayan ideal bir projenin, farklı gruplar (dinî, hukuki, felsefi, siyasi vs.) arasında bir sözleşme temelinde ortaya çıkması gerekir. Sözleşmenin hazırlanması esnasında sosyal blokların kendileri veya temsilcileri hazır bulunmalı, özgür bir ortamda ve karşılıklı görüşme ve tartışmalarla sözleşmenin hükümleri (temel yasalar) tesbit edilmelidir.27 Toplumsal hayata katılan gruplar heterojen olduklarından, her bir madde bir örtüşme noktasını teşkil etmeli ve oydaşma yoluyla tesbit edilmelidir. Her örtüşme maddesi sözleşmenin bir hükmünü oluşturur ve anlaşmazlık konusu her madde de grupların kendilerine terkedilir. Örtüşme sözleşme alanına, farklılık özerk alana aittir. Bu, birlik içinde zengin farklılık, yani sahici çoğulculuktur. İkinci kurucu ilke hakimiyet’in değil, katılım’ın hareket noktası seçilmesidir. Çünkü totaliter ve üniter bir siyasal yapıda farklılıklar kabul edilemez. Medine Vesikası, Müslüman ve Yahudileri kabile kabile (tek tek) zikreder. Müşriklere de ayrı bir maddede değinir. (Md. 20/B). Muhacirler, Ensar, Benu Avf, Benu Harisler, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’n-Neccar, Benu Amr İbn Avuflar, Benu Nebît ve Benu’l-Evs... (Md.1-11). Yine Yahudiler’den Benu Avf, Benu’n-Neccar, Benu’l-Haris, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’l-Evs, Benu Sa’lebe, Cefne, Benu Şuteybe (Md.25-33) kabilelerini ve onların mevlalarını ayrı ayrı zikreder. Mevla, kan ve akrabalık bağı olmaksızın bir kabileye bağlı veya onunla anlaşmalı olan kabile, aşiret veya topluluktur. Bu demek oluyor ki, ismiyle ve imzasıyla sözleşmeye taraf olan her bir sosyal blok, kendisine bağlı diğer toplulukları da temsil etmekte ve aynı hak ve sorumlulukları onlara da tanımaktadır. Ancak 20/B maddesi müşriklerle ilgili özel hükümler getiriyor ve 43. md. ile destekleniyor. Bu da Medineli Müşrikler’in Mekkeli Müşrikler’le her türlü siyasi ve askeri ilişki kurmalarına engel teşkil etmek içindir. Esasında Medineli Müşrikler de Mekkelilerle ittifak kurma arzusunu taşımıyorlar, hatta başlarına bir tehlike gelir diye çekiniyorlardı. Ama onlar da, diğerleri gibi 39. md.de belirtilen Site’nin alanı içinde her türlü hak ve özgürlüklere sahip olmak istiyorlardı, Vesika bu hakkı talebi de hukuki bir teminat altına almaktadır. Nitekim, Mekkelilerle girişilen Bedir ve Uhud savaşlarından sonra da, Vesika’ya taraf Müşrikler’in Medine’de yaşamaya devam ettiklerini ve Müslümanlarla aralarında çatışmaya dönüşecek ciddî sorunlar çıkmadığını biliyoruz. Kabilelerin bir bir zikredilmesi, toplumda varolan dinî ve etnik toplulukların kimliklerini tanımak ve belgelemek içindir. Muhtemelen, kabile liderleri bunu özellikle talep etmişlerdir. Bundan şu sonuç çıkar: Her bir dinî ve etnik grup kültürel ve hukuki tam özerkliğe sahiptir. Yani din, yasama, yargı, eğitim, ticaret, kültür, sanat, gündelik hayatın düzenlenmesi vb. alanlarda herkes ne ise öyle olacak ve kendini tanımladığı hukukî ve kültürel standartlar içinde ifade edecektir. Sözkonusu dinî ve hukuki özerkliğin teminatı, “Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse kendileri dahildirler” diyen 25. maddedir. 42. Madde’de zuhurundan korkulan ihtilafların Hz. Muhammed’e götürülmesini öngören hüküm, gerek Kur’an’dan gerekse Hadis ve Siyer kaynaklarından anlaşıldığı kadarıyla, Yahudi ve Müşrikler tarafından teklif edilmiştir. Daha önce de değindiğimiz nedenlerle, Medine’deki kaotik durum, kabileler arasındaki karşılıklı güveni sarsmıştı. Bu madde ile, gruplar, kendi aralarında çıkan ihtilafları çözemedikleri zaman, davayı bir “üst yargı makamı”na götürmek üzere kendi aralarında anlaşıyorlar. Bu üst yargı makamı da doğrudan güvenilir, tarafsız ve Medine dışından gelmiş Hz. Muhammed’dir. Kur’an, Peygamber’e eğer isterse onların davalarına bakabileceği yetkisini veriyordu. (Maide, 42). Bunun üzerine Peygamber de, kendisine başvurdukları her seferinde onları muhayyer bıraktı ve önce şunu sordu: “- Size neye göre hüküm vermemi istersiniz, Kur’an’a göre mi, yoksa Tevrat’a göre mi?” Bu düzenlemede Peygamber, bir “Hakim” değil, bir “Hakem” konumundaydı. Eklemek lazım ki, gayr-ı müslimlerin davalarına bakma veya onları kendi mahkemeleri ve hukuklarıyla başbaşa bırakma teamülü o günden beri Zımmî hukukun bir parçası olmuş, bu uygulama Osmanlılar’ın son dönemlerine kadar sürmüştür. Burada bir kurucu ilke daha ortaya çıkmaktadır: Çoğulcu bir toplumda tek değil, birçok hukuk sistemi aynı anda geçerli olabilir. Ve tabii eğer bloklar arasında çatışan hukuklar dolayısıyla ihtilaflar doğarsa -ki doğar- bu durumda ya tarihte görüldüğü gibi, bu türden davalara yetki alanları genişletilmiş Mezalim Mahkemeleri bakar veya bütün hukuk topluluklarının hukuk temsilcilerinden oluşmuş üst mahkemelerin kurulması cihetine gidilir. Bana göre, çatışan hukuk sistemleri karşısında mağduru hukuk seçmede özgür bırakmak en iyi çözümdür; İslam hukuku açısından bu mümkündür. Vesika’nın 23. maddesi Peygamber’i Müslüman sosyal blok üzerinde mutlak hakim kılar. Bu doğal bir durumdar; çünkü Müslümanlar ona biat etmekle, zaten ona bağlanmayı daha başında kabul etmişlerdir. Bu, aynı zamanda ibadeti, dinî ve hukuku birbirinden ayırmayan İslami temel varsayıma uygun bir tutumdur. Bu maddelerin kurucu ilkesi, İslamiyet’in sadece Müslümanları bağlayan bir din olduğu gerçeğinin altını çizer. İslami modelin totaliter olduğunu öne sürenler, bu gerçeğin yeterince farkında değiller. Çünkü eğer insanlar, özgür bir din tercih etme haklarına sahip ise, hukuk ve sosyal hayat biçimlerinin de din ve düşüncelerine uygun olması bir zorunluluktur. Bu durumda İslam dini ve hukuku, Müslümanları bağlar, diğerlerini kapsayıp bağlamaz ve gayr-ı müslimlerden bu hukuka göre davranmaları istenmez. Öyle ki Hz. Ömer, başını örten gayr-ı müslim bir cariyenin bu davranışından memnun olmamış ve başörtüsünün İslamiyet’i bir bütün kabul edenler için amir bir hüküm olduğunu belirtmiştir. Vesika ise, objektif hükümleriyle bütün dinî ve sosyal blokların üstündedir. Yani, Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler onun genel çerçevesi dışına çıkamazlar. Bu anlamda karşılıklı anlaşma sonucunda ortaya çıkmış Vesika, Kur’an, Tevrat ve yerleşik örfün üstündedir. 4. ve 11. maddeler sosyal blokların özerkliğini teyid eder. Buna göre, kabileler, eskiden olduğu gibi (adet olduğu vechile) kan diyetlerini ödeyecekler, savaş esirleri için fidye verecekler. Kendi aralarında mali mükellefiyetlere katlanacak ve bunlar ortaklaşa tesbit edilecektir ( Md. 3, 12 ve 37.) Ancak eskiden olduğu gibi, kan ve akrabalık bağına dayalı kabile asabiyetiyle suçlular korunmayacak, biri suç işlediği zaman kabilesinin fertleri ondan sorumlu tutulmayacak, kısaca suç ve ceza bireyselleşecektir (Md. 22 ve 31/B). Bu bile başlı başına bir devrimdi. Suçlu ve canilerin korunmadığı -ki bunlar hangi bloktan olursa olsunlar farketmez- bu yeni yapıda adalet ve güvenliğin sağlanması ortak ve sosyal bir sorumluluk mevkiine çıkartılıyor, taraflar birbirlerine karşı -aynı blokun bireyleri- sorumlu tutuluyor. (Md. 12, 13, 21). Buna bağlı olarak 12/B maddesi, kişilerin, başka kişilerin mevlaları ile ve onlardan ayrı olarak anlaşma yapma imkanlarını tanıyor. Kanımca bu madde ve başka hükümler, vize verme hakkını devletten alıp, doğrudan bireylere ve gruplara veriyor. Vesika’nın diğer hükümlerini de kısaca şöyle özetlemek mümkün: 39. Madde ile “ülke ve korunmuş sınır” kavramı getirilmiş olup, bu o günün şartlarında yeni bir şeydi. Kan ve akrabalık bağına dayalı kabile yapısı aşılıyor, insanlar bloklar halinde (veya hukuk toplulukları şeklinde) daha üst bir siyasi birlik etrafında toplanıyor ve Medine’de yaşayan aşiret ve kabileler arasındaki her türlü çatışma ve hukuk ihlali yasaklanıyor. Vesika’da geçen “haram” terimi korunmuş sınır demektir ve bir siyasi birliğin toprak bütünlüğüne atıf anlamına gelir. Bu siyasi birliğin Vesika’daki karşılığı “ümmet”tir (Md. 2 ve 25). Bu anlamda “ümmet”, içinde Müslümanlar, Yahudiler ve müşriklerin de yeraldığı siyasi birlik demektir. Bu birlik, dinî, kültürel ve hukuki özerklik temelinde ırk, dil, din, mezhep ve etnik köken farkını gözetmeyen bir toplumsal projedir (Md. 1,2, 16 ve 25.) İnsanlar ve topluluklar arasındaki ilişkilerde temel ahlakî esaslar ve herkesin karşı çıkamıyacağı evrensel yüce idealler geçerlidir (Md. 47). Ancak bunların geçerli olabilmesi için toplumsal ilişkilerin bütününü düzenleyen yazılı bir hukuk metninin esas alınması gerekir. Bundan dolayı Vesika, kendini “Kitap” (Md. 1,36 ve 47) veya “Sahife” (Md. 22, 39, 42, 46 vs.) diye takdim etmektedir ki, o günün geleneksel kültüründe bu her iki terim bağlayıcılık ifade eder. Sözgelimi Kur’an da kendini “kitap” olarak tanımlar, geçmiş Peygamberlere çeşitli kitap ve sahifelerin indirildiğini söyler. 28 Vesika, herkesi bağlayan hukukun üstünlüğüne tam riayeti öngörürken (Md. 37 ve 37/B), savaş, tek tek birey ve kabilelerden alınıp merkezî hükümete intikal ettiriliyor (Md. 17, 18). Savaş, merkezî yönetimin ortak kararıyla alınacaktır. Savaşın en önemli sebeplerinden biri dışarıdan gelecek bir saldırıya karşı ortaklaşa mukavemet etmek üzere yapılır. Böyle bir savunma savaşında anlaşmaya taraf olan gruplar mali ve askerî ortak sorumluluklar yüklenirler, hep birlikte savaşırlar. (Md. 15, 18, 19 ve 24). Ancak din adına yapılacak savaşlarda ortak sorumluluk yoktur. (Md. 45). Buna göre eğer Müslümanlar, kendi dinleri için ve başkalarıyla -o da Medine dışında olmak üzere- savaşacak olurlarsa, Yahudiler ve Medineli Müşrikler onlara katılmak zorunda değildirler. Bu madde gereğince Bedir ve Uhud Savaşı Medine dışında bir yerde cereyan etmiştir. Toplumsal hayatta adaletin tevzii, adlı işlerin yürütülmesi ve yargı için gerekli tedbirler alınacak ve bu yetkiler merkezî otoriteye devredilip fertlerin takdir ve inisyatifine terkedilmeyecektir; bu da ortak sorumluluklar arasında yer alan önemli bir husustur (Md. 13).Vesika, yargı ve savunma ya da savaş ilanı gibi hususları merkezî otoriteye (devlet?) devrederken, başta yasama olmak üzere, kültür, bilim, sanat, ekonomi, eğitim, sağlık vb. hizmetleri sivil topluma bırakıyor. Peygamber’den gelen başka rivayetler, yönetimin ancak vergi, yargı ve savunma türünden alanlarla sınırlı olduğunu, bunların dışında kalan diğer alanların sivil topluma ait olduğunu anlıyoruz. Medine Vesikası’nın genel hükümlerinden başka sonuçlar da çıkartılabilir. Ama yeri burası değildir. Vesika’nın bizim için önemli tarafı, 622 yılında yazılı bir belge olarak üç ayrı dinî ve sosyal blok arasında karşılıklı görüşme ve anlaşma sonucu kaleme alınması ve uygulamaya konulmuş olmasıdır.. Ben kişisel olarak, Vesika’nın hükümlerinden hareketle birtakım soyutlama ve genellemeler yaparak bugün için referans olacak bazı kurucu ilkeler elde edilebileceğini düşünüyor ve bu kurucu ilkelerin son tahlilde çoğulcu bir toplumsal projeye dayanak olabileceğine inanıyorum. Kur’an, Hadis kaynakları ve Müslümanların özel ve yöresel-tarihsel deneylerinden ayrı düşünüldüğünde İslam hukuku da bu projeyi teyid eden ve geliştiren zengin hükümler taşımaktadır. Yıllardır süren Arap-İsrail savaşı, şimdi yeni başgösteren Azeri-Ermeni çatışmaları, Lübnan’ın bölünmüş dinî yapısı, Balkanlardaki etnik durum, Kürt sorunu vb. sayısız çatışma ve savaş sebebinin varolduğu bölgemizde bütün dinî, etnik ve siyasî grupları sözleşme temelinde birarada yaşatacak ortak, gönüllü ve katılıma dayalı çoğulcu projelere ihtiyacımız var. Kuşkusuz Hegelyen bir bakış açısından bu Vesika"ya baktığımızda doğru sonuçlar çıkaramayız. Çünkü Hegel"e borçlu olduğumuz modern (türedi) paradigma, çevre faktörlerini belirleyici bir konuma çıkartır ve hatta insanı bile çevresinin bir ürünü sayar. Vesika"nın hükümlerinde o günkü Arap toplumunun kendine özgü şartları veya varolan objeler dünyası etkileyici olmuştur; ancak belirleyici olan o çevre şartları değil, özgür, adil, katılımcı ve çoğulcu bir toplum biçimi geliştirme arzusudur. Bundan dolayı hükümlere içkin kurucu ilkeleri araştırıp bulmak önemlidir. Belki bize de bu kurucu ilkeler yol gösterecektir.Sanıyorum Batılı demokrasiler bugün yaşadığımız sorunlar karşısında yetersiz kalıyor. Bu bölgenin ve yeryüzünün sakinleri olan bizler ise,geleceğimizi teh-dit eden bu sorunlar ve haber verdikleri tehlikeler karşısında gözümüzü alternatif kaynaklara çevirmek zorundayız. (*) Metin Prof. Dr. Salih Tuğ tarafından çevrilmiştir. Bkz. Hamidullah, İslam Peygamberi, (5. bsk. İstanbul, 1991), I, 206-210.1 Wellhausen, J., Skizzen und vorarberten, Berlin, 1899, IV, 76 vd.; Caetani, L, Annali Milano, 1903 (İslam Tarihi, çev. Hüseyin Cahit İstanbul, 1924, I, 126 vd.); Wensinck, A.J., Muhammed en de Joden te Medina, Leyden, 1908, s.78 vd; Buhl, F., Das Leben Muhammeds, Leipzing, 1930, Majid Khadduri, War and Peace in the Law of Islam, Baltimore, 1955, s.206 vd., Müller, A., Der İslam in Morgen und Abendland, I, 95,; Ranke, Weltgeschichte, V, 75; Grimme, Muhammed I, 75vd. Ayrıca bkz. Hamidullah, 1,202; Tuğ, 31.2 Hamidullah, M., el-Vesaiku’s-Siyasiyye, Kahire, 1956, Vesika No:1; Le Prophe’te de l’Islam, Paris, 1959, I, 133 vd. [Türkçe çev. Prof. S.Tuğ, İslam Peygamberi, 5. bsk., İstanbul, 1990, I, 200 vd.); İslam Hukuku Etüdleri, çev. S.Tuğ, İstanbul, 1974, s.37 vd.3 Türkçe ve Osmanlıca dahil olmak üzere 10 civarında dil bilen ve şimdi Paris’te yaşayan Pakistan asıllı Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın çeşitli dillerde 40’a yakın eseri ve 700 kadar makalesi yayımlanmıştır. Şimdiden klasikleşmiş olan iki ciltlik ünlü eseri İslam Peygamberi 20 yıllık titiz bir çalışmanın mahsulü olup Türkçe baskısı Arapça, Fransızca vd. dillerdeki baskılardan daha geniş ve önemlidir. Batılı bilim çevrelerinde Türkçe baskı esas alınır. Hamidullah’ın 1924-1980 yılları arasında Fransızca, Almanca, İngilizce, Türkçe, Malay-endonez, Portekizce, Japonca, Boşnakça, Tamul dili, Arapça, Farsça ve Urduca dillerinde yayıMlanan eserleri için bkz. Prof. Dr. Salih Tuğ’un İslam Peygamberi çevirisi, II, 1159 vd.4 Bkz. Prof. Dr.Salih Tuğ, İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul, 1969, s.30 vd. Arap bilim çevrelerinde Vesika’ya ilişkin yayınlar için bkz. E.Ziya Umeri, Medine Toplumu çev. N.Yıldız, İstanbul, 1938, s.78 vd.5 İbn Seyyid en- Nas, Uyunu’l-Eser, I, 197; İbn Kesir, el- Bidaye ve’n-Nihaye, Kahire, 1351, III, 224; Umeri, 78-79.6 el Beyhaki (öl. 458), es-Sünenü’l-Kübra, Haydarabad, 1344, VIII, 106 (Kitabu’d-Diyat blm.); Umeri, 79.7 İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (Mektebetü’l-Külliyat el-Ezheriyye yayını) Mısır, ty. II, 106.8 Ebu Ubeyd, Kitabu’l-Emval, Mısır, ty. Prag.No: 519 (Türkçe çev. C.Saylık, İstanbul, 1981, s.235 vd.)9 Humeyd İbn Zenceveyh, Kitabu’l-Emval, Parag. No: 750; Umeri, 79.10 Vesika’nın tarihi değerinden Arap müelliflerden Yusuf Aş, şüphe içinde olduğunu kaydeder. Aş, bu görüşünü Wellhausen’ın “Arap Devleti ve Sukütu” kitabının çevirisinde 9 nolu haşiyede belirtiyor. (Umeri, 79). Ancak gerek Batılı oryantalistler gerekse Müslüman müellifler, Vesika’nın tarihi değerinden şüphe etmemektedirler. Prof. Aş’ın şüphelerine yolaçan gerekçeler üzerinde Vesika ile ilgili yayımlanacak kitabımda uzun uzadıya durulacaktır.11 Caetani, A.g.e. III, 118-119.12 İbn Hişam ile Ebu Ubeyd’in rivayetleri arasındaki tek fark 25. maddede Benû Avf Yahudileriyle ilgili ifadede “ma’a=ile” - “min=den” arasındaki farktır. Bu fark Wellhausen’dan beri sözkonusu maddede tercihli olarak verilmektedir ki, her iki okunuşta da anlam değişmemektedir.13 Buhari, Kefale, 2; Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 204; Ebu Davud, Feraiz, 17.14 Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, çev. F.Işıltan, Ankara, 1963, s.215 Her iki merkezin yapısal özellikleri ve birbirleriyle mukayesesi için bkz. W.Montogomery Watt, Muhammet at Mecca, Oxford, 1953 (Hz. Muhammed Mekke’de, çev. M.R.Ayas-A.Yüksel, Ankara, 1986) ve aynı yazar, Muhammad at Medina, Oxford, 1953.16 Hamidullah, I, 177-19917 Dr. S.Ahmed el-Ali, ed-Devletu fi Ahdi’r-Resul, Irak, 1988, I, 24.18 Buhari, 5/44; İbn Hişam, I, 18319 İbn Sa’d (öl. 230), Tabakat, Leyden, 1904-12, I, böl. 220 Hamidullah. I, 18121 Buhari, 3/67; M.Asım Köksal, İslam Tarihi, İstanbul, 1981, I, 9522 A.Himmet Berki-Osman Keskioğlu, Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, 7. Bsk. Ankara, 1978, s.204; S.M. Ahmed Nedvî-S.S.Ansarî, Asr-ı Saadet, çev. A.Genceli, İstanbul, 1985, I, 6423 Buhari, 56/181, No:1; M.Tayyib Okiç, İslamiyette İlk Nüfus Sayımı, A.Ü.İlahiyat Faklt. Dergisi, Ankara, 1958-9. VII, 11 vd.24 S.M. Ahmed Nedvi- S.S.Ansarî, I, 6425 Hamidullah, I, 18926 Caetani, III, 11227 Burada “sözleşme” ile ilgili sayın İnsel’in bir eleştirisine değinebilirim. İnsel, benim Medine Vesikası’nı temel alarak geliştirmeye çalıştığım görüşlerimi özetlerken şu ifadeyi kullanır: “Görüldüğü gibi... (bu) siyasal tablo, ilk elde ve şaşırtıcı bir şekilde Rousseavari bir toplum sözleşmesi üzerine kurulu çoğul toplum tahayyülü olarak kendini ifade ediyor.” Hemen devamında Sayın İnsel “Marx’ın komünist toplumda oluşacağını öngördüğü devletle büyük benzerlikler gösterdiği de söylenebilir” demektedir. (Ahmet İnsel, “Ali Bulaç’ın Çoğulcu Ümmet Tasarımı Üzerine: Totalitarizm, Medine Vesikası ve Özgürlük”, Birikim Dergisi, Mayıs-1992, sayı: 37, s.30) Burada benim mi, yoksa Ahmet İnsel’in mi analoji yaptığını üçüncü şahıslara ve tabii okurlara bırakıyorum. Ancak, başından beri ve zikrettiğim kaynakların tanıklığıyla Karl Marx ve J.J. Rousseau’dan yüzyıllar önce üç ayrı din ve hukuk topluluğu arasında böyle bir sözleşme imzalandığı açıktır. Bu demektir ki, hem Rousseau’nun toplumsal örgütlenmenin ilk şeklini sözleşmeye dayandırması, hem de Marx’ın tarihin başında ve finalinde çoğulcu bir toplumsal örgütlenmeyi öngörmesi yeni bir şey değildir. Belki Rousseau, Marx vd. mükemmel bir toplum için ütopya kurdular; ben ütopyaları küçümsemiyorum ve varolana karşı bir muhalefet şekli olarak görüyorum. Sözünü ettiğimi Vesika ise bir ütopya veya bir kurgu değil, tarihsel bir gerçektir. Dolayısıyla bu durum, yapacağımız analojilerde dikkate alınmalıdır.Bu konu İnsel’den önce başkalarının da dikkatinden kaçmamış. Sözgelimi, M.Ziyauddin er-Rayyıs, İslam siyasi felsefesinin temelini oluşturan “Biat” ile Rousseau’nun toplumsal sözleşmesi arasındaki benzerliği vurguladıktan sonra şöyle der: “Şu var ki J.J. Rousseau’nun ‘Sosyal Sözleşmesi’ bir sanı olmasına karşılık, Akabe’de iki kez gerçekleşen “biat”ler tarihsel bir gerçek, birer gerçek sosyal sözleşme örnekleridir. Bu olaylarda sözleşme, yüce bir risaleti gerçekleştirmek amacıyla insanların özgür istekleri ve olgun bilinçleri sonucu oluşmuştur.” (M.Ziyauddin er Rayyıs, İslam’da Siyasi Düşünce Tarihi, çev. A.Sarıkaya, İstanbul, 1990, s.48).Konuyu yakından bilen Hamidullah da, Akabe biatları ile Medine Vesikası’nı kendine özgü bir “toplumsal sözleşme” olarak niteler. Ve der ki: “Devletin teşekkülünde toplumsal sözleşme niteliğini ilk ileri sürenlerden İngiliz Hobbes ,Locke ve Fransız Rousseau gibi müellifler, eserlerinde bu teorilerine dayanak teşkil edecek somut ve belirli tarihi örnekler vermemektedirler. Eğer onlar, böyle bir sözleşmenin daha önce, yani İlk İslami dönemlerde imzalandığını bilselerdi, teorilerine acaba ne gibi bir şekil verirlerdi?” (Hamidullah, İslam Hukuku Etüdleri, s.28-29)Son olarak Fransız A. Sanboury’nin konuyla ilgili görüşlerini aktaralım. (Bkz. A.Sanboury, Le Califat, Paris, 1926, s.94) Sonboury, İslam’daki siyasi akd’in yapısını inceledikten sonra, bunun kesinkes bir akid (sözleşme) olduğu sonucuna varır ve şöyle der (P.5, 17 ve 19): “J.J. Rousseau’nun kuramı ondan yıllar önce, İslam bilginlerince öz olarak biliniyordu. Rousseau’nun kuramında yönetici, aradaki bir sözleşme gereği ve halka naib olarak otoriteyi alır ve kullanır. Ancak Rousseau’nun kuramı yüzyıllar önce Müslümanlar tarafından biliniyor, hatta Rousseau’ya göre Müslümanlar bir de fazla ögeye sahip bulunuyorlardı.” (er-Rayyıs, 276-277).Bütün bunlar neyi gösterir? İnsanlığın -bazı alanlarda- ortak bir kültür mirasında örtüştüğünü ve bazan “akıl için yolun bir” olduğunu. Rousseau, eğer “toplumsal sözleşme” kavramını kullanmışsa, bizim Rousseau kullandı diye, hem biçim hem de içerik olarak sözleşme temelinde teşekkül etmiş bulunan İslam’daki siyasal model’den vazgeçmemizi gerektirmez. Nitekim, Kur’an, Hadis, Kelam ve Fıkıh kitaplarında başta siyasal rejim olmak üzere, her türlü toplumsal (ticari, medeni vs...) ilişkiyi düzenleyen anlaşma ve sözleşmeler “Misak, Biat, Ahid, Akid” vb. terimlerle ifade edilmiş ve bu terimler üzerinde bütün bir fıkıh (hukuk) külliyatı kurulmuştur. Bütün bu terimlerin Türkçe uygun karşılıkları sözleşme, anlaşma, mukavele, belge imzalama, taahhüdle bulunma ve bağlılıktır. İslam hukukunda temel haklar iki kategoride ele alınır. Bunlarden ilki doğuştan sahip olduğumuz haklar, diğeri sözleşme ile elde ettiğimiz haklardır. Devlet, yönetim vb. siyasal iktidarla ilişkilerimizin bütününü tayin eden temel haklar, özgürlükler ve vecibeler, karşılıklı rıza (icab ve kabul)ya dayalı yönetilenler ile yönetenler arasında imzalanan sözleşme hükümlerine göre teşekkül eder. Bu anlamda İslam"da yönetim, meşruiyetini sözleşmeden alır.28 Bkz. En’am, 154; İsra, 2; Necm, 36; A’la, 19 vs...
|
4- belki bir işinize yarar bu yazılar.
müteşekkil bir konfederasyon görünümündeydi.
Mekke gibi yarımadanın diğer yerleşim merkezlerinde de Arap geleneğinin baskın karakteri kabile ruhudur. Bu durum, yarımadanın iki büyük merkezinde de hemen hemen aynıydı. Mekke ve Taif’in birliği güçlü kabileler tarafından sağlanıyordu.Ancak Medine bu anlamda böyle bir birlikten yoksundu. Çünkü Mekke’de Kureyş, Taif’te Sakif kabilesi siyasi birliği sağlarken, Medine’de başta Evs ve Hazreç ile bu iki Arap kabilesinin müttefikleri Yahudi kabileler (Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza) arasındaki bitmez tükenmez savaş ve çekişmeler, siyasi birliğin sağlanmasına bir türlü imkan vermiyordu. Wellhausen’a göre, işte Peygamber, böylesine muztarip ve fakat siyasi birliğe muhtaç bir kabileler topluluğu olan Medine’de din ve hukuk temelinde yepyeni ve o günkü Araplar arasında hayli garip bir siyasi birlik kurmaya muvaffak oldu.14 Araştırıcılar, ittifakla Mekke ile Medine arasındaki sosyal, siyasal ve ekonomik yapısal farkın Müslümanların Medine’de tutunmasına ve burda yepyeni bir siyasal birliğin kurulmasına geniş ölçüde yardımcı olduğuna kanidirler.15 Merkezî bir siyasi otoritenin olmayışı sosyal hayat ve savunma alanında da kendini gösteriyordu. Ortak savunmanın olmadığı Medine’de her kabile kendine ait müstahkem bir hisar inşa etmişti. Her bir kabilenin ortak savunma masrafları -Yahudilere özgü olmak üzere- bir halk sandığı tarafından karşılanıyordu. Arap kabileleri ise “kan diyetleri”nin karşılanması amacıyla bir tür sosyal sigorta kurmuşlardı. Yahudilerin elinde Tevrat olmakla birlikte, kimsenin ve bütün kabileler arasındaki ilişkileri düzenleyen yazılı bir hukuk yoktu. İhtilaflar çoğunlukla örfi teamüller esas alınarak ve hakemler tarafından çözülürdü. Ne var ki, hakemlerin kararını destekleyecek somut hukuki müeyyidelerin olmayışı ile çoğunlukla güçlülerin kararları tanımayışları adaletsizliklerin sürüp gitmesine yolaçıyordu. Eğitim Seviyesi ve okuma-yazma oranının hayli düşük olduğu Medine’de Yahudiler, İbrani alfabesiyle Arapça konuşup yazıyorlar, dinî ibadetlerini ve çocuklarına verdikleri öğretimi “Beytü’l-Medaris” denen yerde yapıyorlardı. Araplar ise bu sınırlı imkandan da yoksundular ve esasında kitapları olmadığı için Yahudiler karşısında ezik duygular içindeydiler. Medine’yi oluşturan iki etnik ve dinî grup, yani Araplar ile Yahudiler iki ayrı ve homojen topluluk durumunda değildiler. İlginçtir, Araplar ve Yahudiler arasında çatışma olduğu gibi Arap kabileleri kendi aralarında ve Yahudi kabileleri de kendi aralarında savaşıp duruyorlardı. İbn Hişam’ın verdiği bilgilere göre, Yahudi Kaynuka oğullarının çoğunluğu, Arap olan Hazreçliler"in müttefiki, Nadiroğulları ve Kurayza oğullarının çoğunluğu da Arap kabilesi Evsliler’in müttefiki idiler.16 Bu kargaşa ve çatışma şehrin mimarisini etkilemişti. Bazı kaynaklar 59 hisardan sözederken, Semhudi sadece Yahudi olan 20 ayrı kabile ismi sayar. Ancak asıl büyük savaşlar iki Arap kabilesi Evs ve Hazreç arasında sürüyordu. Tarihçiler, “Buas” adını verdikleri bu şiddetli savaşların 120 yıl sürdüğünü kaydederler. Evs şehrin güneyinde, Hazreç kuzeyinde ikamet ediyordu. İbn Neccar, Araplar’ın 13 hisarından sözeder. Aslında Benu Kayle ortak kökende birleşen, fakat sonra bölünen bu iki kabile arasındaki şiddetli savaşlar bütün Medine ve çevresini de tam bir kaosun içine düşürmüş, güvenliği ortadan kaldırmış ve tabii herkeste genel bir bıkkınlık duygusu uyandırmıştı. Hicret’e tekaddüm eden günlerde, Medineliler, merkezî bir otoritenin bu çatışmalara bir son vereceğini düşünmeye başladılar ve hatta Abdullah ibn Ubeyy’i başlarına kral yapmak istediler. Medineliler, Bizans ve Sasanilerle yakın temas halinde olduklarından, muhtemelen katı bir monarşinin her türlü kaosun önüne geçebileceği fikrini buralardan almış olabilirler. Ne var ki, Abdullah İbn Ubeyy, zaaf sahibi, muhteris ve dar görüşlü bir insandı ve en önemlisi kendisi de bir Medineli idi. Medine’deki derin iç çelişkiler, onun güç ve yeteneklerini fazlasıyla aşıyordu.17 Medine’nin merkezî bir siyasi otoriteden yoksun olması ile sürüp giden şiddetli savaşlar, Peygamber’in buraya gelişini kolaylaştırmıştı. Nitekim, sonraları Hz. Ayşe şunları söyleyecekti: “Yevm-u Buas (Evs ve Hazreç arasındaki savaş), Allah’ın elçisi Muhammed’e bir armağanıydı. Resulüllah geldiğinde (Medine ahalisi) gruplara bölünmüş, ileri gelenleri öldürülmüş veya yaralanmışlardı. Allah, onların İslam’a girmesiyle Elçisi’ne lütufta bulunmuş oldu.”18 VESİKAYA TARAF DİN VE HUKUK TOPLULUKLARI Medine’ye gelir gelmez Peygamber’in ilk yaptığı işlerden biri, yeni gelen muhacirleri yerleştirmek, onların ve ailelerinin gündelik (rutin) ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli tedbirleri almak oldu. Bu amaçla Medineli Müslümanlar (Ensar) ile Mekkeli Müslümanlar (Muhacirler) arasında sosyal ve ekonomik bir dayanışma ve yardımlaşma ilişkisini tesis etti. Buna “mu-âhât=kardeşleşme” adı verildi. Hicret’in ilk günlerinde bu kardeşleşme organizasyonuna 45’i Ensar’dan, 45’i Muhacirler"den olmak üzere 90 kişi katıldı. Kaynaklarımız bu ilk teşebbüste birbiriyle kardeş olmayan tek bir muhacirin kalmadığını yazar.19 Öyle ki kardeşleşme, aralarında kan, akrabalık ve kabilevi bağ olmadığı halde onları birbirine mirasçı bile kıldı. Deyim yerindeyse komünal bir hayat biçimi geliştirildi. Hicret’in 5. ayında kardeşleşmeye katılan ailelerin sayısı 186’a çıkmıştı.20 Gelen her bir aileyi, Medineli bir aile yanına alıyor, zirai ve ticari hayatına, ev geçimine ortak kılıyordu. Hatta kimi Medineliler, eğer arzu ediyorlarsa birden fazla evli oldukları eşlerini boşayıp bekar Muhacirler’e nikahlayabileceklerini teklif ettiler. Bir ara Ensar, sahip oldukları hurmalıklarını da Muhacirler’le bölüşmek istedi. Ancak durumun düzelme yönünde bir gelişme gösterdiğini gözleyen Peygamber, bunun yerine zirai ortaklık yapmalarını teklif etti ve “Sulama işini Muhacirler üzerine alsın, sonra aranızda ürünü bölüşün” dedi.21 Yine de Ensar, Muhacirleri birer ev sahibi yapmak için arsa, arazi ve hurmalıklarının fazlasını onlara hibe ettiler. Kaynaklar, bu kardeşleşmenin sürdüğünü, ancak miras hükmünün kimine göre Bedir’den sonra (Enfal, 75), kimine göre de h.3. yıl Şevval ayında yani Uhud savaşından sonra son bulduğunu yazar. Hicret’le birlikte ve bu gelişmelerden sonra Medine’de üç ana toplumsal blok ortaya çıkmış oldu: Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrik Araplar. Müslüman blok, Mekkeli Muhacirler ve Medineli Evs ve Hazreç’li Ensar’dan müteşekkildi. Bu türden toplumsal yapılanma bütün Arap yarımadasının kadim geleneğine yabancıydı. Çünkü geleneksel kabile hayatında, toplumsal örgütlenme kan ve akrabalık bağına dayalı iken, ilk defa Medine’de coğrafî, etnik ve kültürel kökeni tamamen birbirinden farklı insanlar bir araya gelerek kendilerini ayrı bir sosyal blok (camia) olarak tanımlıyorlardı. Sonraları buna Romalı Süheyl, İranlı Selman, Kürt Gavan vb. eklenecekti. Nitekim Medine Vesikası’nın 2. maddesi bu sosyal bloku din ve hukuk temelinde “diğer insanlardan ayrı bir ümmet” olarak zikredecektir. Ancak kuşkusuz Medine, Müslümanlardan ibaret değildi. Onun kadim sakinleri Yahudiler ve Müslümanlığı kabul etmemiş Araplar da vardı. İşte Hz. Muhammed (s.a.)in önünde bütün bu sosyal blokları anlaştırıp birleştirmek ve bir arada yaşamanın formülünü bulmak gibi önemli bir sorun vardı.22 Peki, bunu nasıl yapacaktı? Öyle anlaşılıyor ki, Hz.Muhammed, Medine’nin sosyal, dinî ve demografik yapısını ortaya çıkarmakla işe başladı. Ve bu amaçla, o günkü gelenekler için hayli yabancı olan bir teşebbüse girişerek nüfus sayımı yaptırdı. Medine Vesikası gibi bu ilk nüfus sayımının yapılması ve şehir sakinlerinin tek tek (erkek, kadın, çocuk, yaşlı) bir deftere yazılmasına da ilk defa rastlanıyor, diyebilir miyiz? Her neyse, bu teşebbüsün Araplar için “yeni ve garib” olduğunda kuşku yok. Huzeyfe’den gelen bir nakle göre: “Allah’ın Elçisi bize: - ‘Din olarak İslam’ı seçen ve Müslüman olan kimselerin isimlerini (tek tek) yazıp getiriniz” dedi. Biz de ona 1500 kişinin ismini yazıp getirdik.”23 Nüfus sayımı sonucunda Medine’de 10 bin kişinin yaşadığı, bunlardan 1.500’ünün Müslüman, 4.000’nin Yahudi ve 4.500’ünün Müşrik Arap olduğu anlaşılmıştı. Peygamber, ikinci bir adım attı, Medine’nin doğal şehir sınırlarını tayin etti ve dört bir köşeye birer işaret koyarak bir “Site-Devlet”in toprağını belirlemiş oldu ki, bu sınırlar içinde kalan bölge Vesika’nın 39. maddesinde “Yesrib (Medine) vâdisi içindeki alan (cevf), korunmuş (haram)” olarak yeralacaktır. Tabiatıyla Müslümanlar bu teşebbüsten memnundular, Yahudiler de bu sosyal ve siyasal organizasyondan memnun görünüyorlardı; ancak Medineli Müşrikler (Putatapanlar), huzursuzdular, geleceklerini tehdit altında görüyorlardı.24 Bunun nedenini anlamak zor değildi; çünkü Peygamber ve arkadaşları Mekkeli Müşriklerin tahammülsüz baskılarına dayanamıyarak hicret etmek zorunda kalmışlardı. Onun diğer Müşriklerle arasının iyi olacağı düşünülemezdi. Kaldı ki, hicretin hemen ardından, Mekke’den Kureyş’in Müslümanların peşini bırakmayacağı ve yakın bir gelecekte Medine üzerine bir sefer düzenleyeceği yolunda haberler gelmeye başlamıştı. Böyle bir çatışma ortamında Medineli müşriklerin durumu ne olacaktı? Kureyş, onlara “Niçin Muhammed’i kabul ettiniz?” diye çıkışmaz veya muhtemel bir karşılaşmadan önce Müslümanlarla aralarında bir çatışma çıkmaz mıydı? Ortada fiili bir durum vardı. Böyle bir konjonktürde nasıl birarada yaşanacaktı? Hz. Muhammed, bir yandan hicret eden Mekkelilerin yerleştirilmesi ve yeni çevreye intibaklarıyla uğraşırken, diğer yandan Yahudi ve Müşrik Araplar’a güven vermeye çalışıyor, niyetinin Medine üzerinde mutlak bir egemenlik kurmak olmayıp yeni dinî cemaatinin güven içinde yaşamasını ve dinlerini yayma imkanlarını sağlamak olduğunu söylüyordu. Esasında daha Mekke’de inen vahylerde geçerli bir politika olarak “Sizin dininiz size, benim dinim bana” (Kafirun, 6) ilkesi benimsenmişti. Ancak Kureyş, bu çok dinli çoğulcu projeyi reddedip Peygambere dini tebliğinde engeller çıkarmış, Müslüman olmak isteyenlere ağır baskılar ve işkenceler uygulamıştı. Dolayısıyla Peygamberin izlediği stratejide hiçbir değişiklik yapmak gerekmezdi. Bu durumda Medine’deki hayatı, Mekke’de inen vahyin toplumsal, hukuki ve kurumsal düzeyde bir açılımı, Mekke’deki vizyonun Medine pratiğine taşınması olacaktı; nitekim öyle oldu. Yani dinî ve hukuki özerklik temelinde çoğulcu bir toplumsal projeyi hayata geçirerek, herkese ve her topluluğa bir arada yaşamanın mümkün yollarını göstermek. Elbette dinî tebliğ devam edecekti; ama hiç kimse zor ve baskı altına alınarak başka bir dine girmeye mecbur edilmeyecek, din değiştirenler Mekke’de olduğu gibi herhangi bir engelle karşılaşmıyacaktı. Medine’ye gelişten sonra önce Medineli Ensar ile Mekke’den gelen Muhacir ailelerin başkanlarının (Nakib) katıldığı büyük bir meclis toplandı ve muhtemelen yukarıda sözünü ettiğimiz kardeşleşmenin hukukî temelini oluşturan hükümler görüşüldü. İşte Medine Vesikası’nın ilk 23 maddesi, bu toplantıda tesbit edilmiş olup yeni Müslüman blokun sosyal ve hukukî ilişkilerini yazılı hükümlere bağlamaktadır. Bu iş tamamlandıktan sonra, Hz.Muhammed (s.a.), Müslüman blokun liderleriyle olduğu kadar, Müslüman olmayan Medineli diğer sosyal blok temsilcileriyle de durumu istişare etti. Hepsi Enes’in evinde toplanarak yeni bir “Şehir-Devlet” yapısını ortaya çıkaran temel ilkeler üzerinde anlaştılar. Bu yeni “devletin anayasası” yazılı bir biçimde tesbit edilip vazedildi ki bu metin şu anda elimizde bulunan Vesika’dır. Şimdi konunun daha iyi anlaşılması için Vesika’nın hükümlerine yakından bakalım: MEDİNE VESİKASI Bismillâhirrahmânirrahîm. 1) Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli mü’minler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir). 2) İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmi’a) teşkil ederler. 3) Kureyş’den olan Muhâcirler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir. 4) Benû ‘Avf’lar kendi aralarında âdet olduğu vechile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir ve (Müslümanların teşkil ettiği) her zümre (tâife), harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir. 5) Benû Hârisler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile evvelki, şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasında iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir. 6) Benû Sâide’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir. 7) Benû Cuşem’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir. 8) Benû’n-Neccâr’lar kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir. 9) Benû ‘Amr İbn ‘Avf’lar, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir. 10) Benû’n-Nebît’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir. 11) Benû’l-Evs’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir... 12) Mü’minler kendi aralarında ağır malî mes’uliyetler altında bulunan hiç kimseyi (bu halde) bırakmayacaklar, fidyei necât veya kan diyeti gibi borçlarını iyi ve mâkul bilinen esaslara göre vereceklerdir. 12/B) Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsına (kendisi ile akdî kardeşlik râbıtası kurulmuş kimse) mümâna’at edemez (Diğer bir okunuşa göre: Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin mevlâsı ile, onun aleyhine olmak üzere bir anlaşma yapamayacaktır.) 13) Takvâ sahibi mü’minler, kendi aralarında mütecâvize ve haksız bir fiil îkaını tasarlayan yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut da mü’minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır. 14) Hiçbir mü’min bir kâfir için, bir mü’mini öldüremez ve bir mü’min aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez. 15) Allah’ın zimmeti (himâye ve temînatı) bir tekdir; (müminlerin en ehemmiyetsizlerinden birinin tanıdığı himâye) onların hepsi için hüküm ifade eder. Zîra mü’minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı (kardeşi) durumundadırlar. 16) Yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muârız olanlarla yardımlaşılmaksızın, yardım ve müzâheretimize hak kazanacaklardır. 17) Sulh, mü’minler arasında bir tekdir. Hiçbir mü’min Allah yolunda girişilen bir harpde, diğer mü’minleri hâriç tutarak, bir sulh anlaşması akdedemez; bu sulh, ancak onlar (mü’minler) arasında umumiyyet ve adâlet esasları üzere yapılacaktır. 18) Bizimle beraber harbe iştirak eden bütün (askerî) birlikler, birbirleriyle münâvebe edeceklerdir. 19) Mü’minler, birbirlerinin Allah yolunda (uğrunda) akan kanlarının intikamını alacaklardır. 20) Takvâ sahibi mü’minler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar. 20/B) Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himâyesi altına alamaz ve hiçbir mü’mine bu hususta engel olamaz (yani Kureyşliye hücûm etmesine mani olamaz). 21) Herhangi bir kimsenin, bir mü’minin ölümüne sebep olduğu katî delillerle sâbit olur da maktûlün velîsi (hakkını müdafaa eden) rızâ göstermezse, kısas hükümlerine tabî olur; bu halde bütün mü‘minler ona karşı olurlar. Ancak bunlara, sadece (bu kaidenin) tatbiki için hareket etmek helâl (doğru) olur. 22) Bu sahîfe (yazı)nın muhteviyatını kabul eden, Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanan bir mü’minin bir kaatile yardım etmesi ve ona sığınacak bir yer temin etmesi helâl (doğru) değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir yer gösteren Kıyâmet Günü Allah’ın lânet ve gazabına uğrayacaktır ki o zaman artık kendisinden ne bir para tediyesi ve ne de bir tavîz alınacaktır. 23) Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir. 24) Yahudiler, mü’minler gibi, muharebe devam ettiği müddetçe (kendi harp) masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler. 25) Benû ‘Avf Yahudileri, mü’minlerle birlikte [İbn Hişâm’da bu, “ma’a” (= ile) olarak, Ebû Ubeyd’de ise “min” (= den) olarak zikredilir] bir ümmet (: câmi’a) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler. 25/B) Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îkâ eder, o sadece kendine ve âile efradına zarar (vermiş) olacaktır. 26) Benû’n-Neccâr Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. 27) Benû’l-Hâris Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. 28) Benû Sâ’ide Yahudileri de Benû ‘avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. 29) Benû Cuşem Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır. 30) Benû’l-Evs Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır. 31) Benû Sa’lebe Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îka eder, o sadece kendini ve aile efradını zarardîde etmiş olacaktır. 32) Cefne (âilesi) Sa’lebenin bir kolu (batn) dur; bu bakımdan Sa’lebe’ler gibi mülâhaza olunacaklardır. 33) Benû’ş-Şuteybe de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır. 34) Sa’lebe’nin mevlâları, bizzat Sa’lebeler gibi mülâhaza olunacaklardır. 35) Yahudilere sığınmış olan kimseler (Bitâne), bizzat Yahudiler gibi mülâhaza olunacaklardır. 36) Bunlar’dan (Yahudiler) hiçbir kimse (Müslümanlarla birlikte bir askerî sefere), Muhammed’in müsaadesi olmadan çıkamayacaktır. 36/B) Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilemeyecektir. Muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa neticede kendini ve âile efradını mes’ûliyet altına sokar; aksi halde haksızlık olacaktır (yani bu kaideye riâyet etmeyen bir kimse haksız vaziyette olacaktır). Allah bu yazıya en iyi riâyet edenlerle beraberdir. 37) (Bir harp vukuunda) Yahudilerin masrafları kendi üzerine ve Müslümanların masrafları kendi üzerinedir. Muhakkak ki bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır. Onlar arasında hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareketler olmayacaktır. 37/B) Hiçbir kimse müttefikine karşı bir cürüm îka edemez: Muhakkak ki zulmedilene yardım edilecektir. 38) Yahudiler Müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri müddetçe masrafda bulunacaklardır. 39) Bu sahîfenin (yazının) gösterdiği kimse lehine Yesrib vâdisi dahili (cevf), harâm (mukaddes) bir yerdir. 40) Himâye altındaki kimse (cârr), bizzat himaye eden kimse gibidir; ne zulmedilir ve ne de (kendisi) cürüm îka edecektir. 41) Himâye verme hakkına sahip kimselerin izni müstesnâ, bir himâye hakkı verilemez. 42) Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler arasında zuhurundan korkulan bütün öldürme yahut münâzaa vak’alarının Allah’a ve Resûlullah Muhammed’e götürülmeleri gerekir. Allah bu sahîfeye (yazıya) en kuvvetli ve en iyi riâyet edenlerle beraberdir. 43) Ne Kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar, himâye altına alınmayacaklardır. 44) Onlar (= Müslümanlar ve Yahudiler) arasında, Yesrib’e hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır. 45) Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlar tarafından) bir sulh akdetmeye veya bir sulh akdine iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlara) aynı şeyleri teklif edecek olurlarsa, mü’-minlere karşı aynı haklara sahip olacaklardır; din mevzuunda girişilen harp vak’aları müstesnâdır. 45/B) Her bir zümre, kendilerine ait mıntıkadan (gerek müdafaa ve gerekse sâir ihtiyaçlar hususunda) mes’uldür. 46) Bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar, aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların mevlâlarına ve bizzat kendi şahıslarına, bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir muhafazakârlık ile tatbik olunur. (Kaidelere) muhakkak riâyet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır. Ve haksız şekilde kazanç temin edenler, sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah bu sahîfede (yazıda) gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riâyet edenlerle beraberdir. 47) Bu kitap (yazı), bir haksız fiil îka eden veya cürüm işleyen (ile cezâ) arasına engel olarak giremez. Kim ki bir harbe çıkar, emniyette olur veya kim ki Medine’de kalırsa yine emniyet içindedir; haksız bir fiil ve cürüm îkaı halleri müstesnâdır. Allah ve Resûlullah Muhammed himayelerini, (bu sahîfeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır.* HÜKÜMLERE İÇKİN KURUCU İLKELER Hamidullah’a göre, “bu anayasa, ilk İslam Devletinin Anayasası olmasından başka, aynı zamanda yeryüzünde bir devletin vazettiği ilk yazılı anayasa olma özellik” ve ayrıcalığına da sahiptir.25 İtalyan tarihçi Caetani, “anayasa” tabirini kullanmadan “vesika” der ve şunları ekler: “Bu vesika Muhammed Peygamber’in kitabıdır ki, bunu yazan (veya yazdıran) Muhammed’in kendisinden başkası değildir. Diğerleri, yani Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler buna katılmışlardır.”26 Caetani’nin bu sözlerinden, Peygamber’in kendi başına hazırladığı bir metni diğerlerine dikte ettirdiği veya bir emr-i vaki durumu yaratıp onlara onaylattığı sonucunu çıkarmamak lazım. Enes’ten ve diğer kanallardan gelen bilgiler, Vesika’nın karşılıklı görüşmeler sonucunda ve bir toplumsal mutabakat ürünü şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir. Doğrusu da budur. Çünkü Mekke’den ve gece yarısı gizlice çıkıp Medine’ye göç etmiş, üstelik bütün taraftarları genel şehir nüfusunun yüzde 15’ni geçmeyen bir insanın, tamamen kendi istek ve arzularına ya da gelecekteki çıkar hesaplarına hizmet edecek bir sözleşme metnini, kendisinden sayıca ve silahça daha güçlü kimselere kabul ettirmesi düşünülemez. Bu hiç de akla yatkın görünmüyor. Hz. Muhammed’in karşılıklı görüşmeler sonucunda ve oydaşma esasına dayalı hazırladığı bu toplumsal sözleşmenin kabulünü sağlayan esaslı faktörlerden biri, 120 yıldır savaş ve düşmanlıklarla yorgun ve bitkin düşen Medine’nin bizzat içinde bulunduğu kaotik ve güvensiz durumdur. Medine adeta kendine bir kurtarıcı beklemektedir. Kendi başına ve varolan sosyal güçlerle barış ve istikrar sağlayacak siyasal ve toplumsal bir formül bulamıyor. Medine savaşlarla iktisadi bakımdan sürekli gerilerken, yine de yeni çatışmalara gebe bir görünümdedir. İşte tam da böyle kritik bir dönemde yabancı kökenli biri çıkıp bütün gruplara birlikte ve ortak yaşamanın yollarını gösteriyor, herkesi hukuk temelinde, “neysen osun” ilkesine göre varolmaya çağırıyor. Vesika"da yaralama, öldürme, kan diyetleri, fidye-i necat vb. terim ve maddelerin sıkça yer alması, uzun yıllar iç savaşlarla sarsılmış ve bitkin düşmüş bir toplumun normal konjonktürünü yansıtır. O günün ivedi sorunu, çatışmalara bir son verilmesi ve taraflar arasında adalet ve hakkaniyet esaslarına uygun bir arada yaşamanın formülünün bulunmasıydı. Bu yönüyle Vesika, oldukça dönemsel bir nitelik taşır. Ancak onun dönemselliği ve altına imza atan insanların sayısının azlığı, kurucu ilkeleri yönünden önemsizdir. İkinci önemli nokta, böyle bir proje sayesinde kimsenin kimse üzerinde baskı kurmaya kalkışmadan başkalarını doğal bir realite kabul etmesi ve onun yaşama ve düşünme biçimine saygı göstermesinin yasallaşması ve hukukun teminatı altına alınmasıdır. Gözönünde tutulması gereken bir nokta da şudur: Medine Vesikası, bütün sosyal bloklar açısından “hakimiyet” değil “katılım” temelinde bir toplumsal projeyi öngörür. Vesika’nın çizdiği proje çerçevesinde Müslümanlar, özgür insanlar olarak Allah ve Hz. Muhammed’in gösterdiği istikamette ve güven içinde yaşayacak ve dinlerini tebliğ edeceklerdir. Aynı haklar Yahudiler ve diğerleri için de geçerlidir. Burada Vesika’dan çıkarabileceğimiz ilk kurucu ilkenin altını çiziyoruz: Doğru, adil, hukuka saygılı ve insanlar arasında gerçek barış ve istikrarı amaçlayan ideal bir projenin, farklı gruplar (dinî, hukuki, felsefi, siyasi vs.) arasında bir sözleşme temelinde ortaya çıkması gerekir. Sözleşmenin hazırlanması esnasında sosyal blokların kendileri veya temsilcileri hazır bulunmalı, özgür bir ortamda ve karşılıklı görüşme ve tartışmalarla sözleşmenin hükümleri (temel yasalar) tesbit edilmelidir.27 Toplumsal hayata katılan gruplar heterojen olduklarından, her bir madde bir örtüşme noktasını teşkil etmeli ve oydaşma yoluyla tesbit edilmelidir. Her örtüşme maddesi sözleşmenin bir hükmünü oluşturur ve anlaşmazlık konusu her madde de grupların kendilerine terkedilir. Örtüşme sözleşme alanına, farklılık özerk alana aittir. Bu, birlik içinde zengin farklılık, yani sahici çoğulculuktur. İkinci kurucu ilke hakimiyet’in değil, katılım’ın hareket noktası seçilmesidir. Çünkü totaliter ve üniter bir siyasal yapıda farklılıklar kabul edilemez. Medine Vesikası, Müslüman ve Yahudileri kabile kabile (tek tek) zikreder. Müşriklere de ayrı bir maddede değinir. (Md. 20/B). Muhacirler, Ensar, Benu Avf, Benu Harisler, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’n-Neccar, Benu Amr İbn Avuflar, Benu Nebît ve Benu’l-Evs... (Md.1-11). Yine Yahudiler’den Benu Avf, Benu’n-Neccar, Benu’l-Haris, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’l-Evs, Benu Sa’lebe, Cefne, Benu Şuteybe (Md.25-33) kabilelerini ve onların mevlalarını ayrı ayrı zikreder. Mevla, kan ve akrabalık bağı olmaksızın bir kabileye bağlı veya onunla anlaşmalı olan kabile, aşiret veya topluluktur. Bu demek oluyor ki, ismiyle ve imzasıyla sözleşmeye taraf olan her bir sosyal blok, kendisine bağlı diğer toplulukları da temsil etmekte ve aynı hak ve sorumlulukları onlara da tanımaktadır. Ancak 20/B maddesi müşriklerle ilgili özel hükümler getiriyor ve 43. md. ile destekleniyor. Bu da Medineli Müşrikler’in Mekkeli Müşrikler’le her türlü siyasi ve askeri ilişki kurmalarına engel teşkil etmek içindir. Esasında Medineli Müşrikler de Mekkelilerle ittifak kurma arzusunu taşımıyorlar, hatta başlarına bir tehlike gelir diye çekiniyorlardı. Ama onlar da, diğerleri gibi 39. md.de belirtilen Site’nin alanı içinde her türlü hak ve özgürlüklere sahip olmak istiyorlardı, Vesika bu hakkı talebi de hukuki bir teminat altına almaktadır. Nitekim, Mekkelilerle girişilen Bedir ve Uhud savaşlarından sonra da, Vesika’ya taraf Müşrikler’in Medine’de yaşamaya devam ettiklerini ve Müslümanlarla aralarında çatışmaya dönüşecek ciddî sorunlar çıkmadığını biliyoruz. Kabilelerin bir bir zikredilmesi, toplumda varolan dinî ve etnik toplulukların kimliklerini tanımak ve belgelemek içindir. Muhtemelen, kabile liderleri bunu özellikle talep etmişlerdir. Bundan şu sonuç çıkar: Her bir dinî ve etnik grup kültürel ve hukuki tam özerkliğe sahiptir. Yani din, yasama, yargı, eğitim, ticaret, kültür, sanat, gündelik hayatın düzenlenmesi vb. alanlarda herkes ne ise öyle olacak ve kendini tanımladığı hukukî ve kültürel standartlar içinde ifade edecektir. Sözkonusu dinî ve hukuki özerkliğin teminatı, “Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse kendileri dahildirler” diyen 25. maddedir. 42. Madde’de zuhurundan korkulan ihtilafların Hz. Muhammed’e götürülmesini öngören hüküm, gerek Kur’an’dan gerekse Hadis ve Siyer kaynaklarından anlaşıldığı kadarıyla, Yahudi ve Müşrikler tarafından teklif edilmiştir. Daha önce de değindiğimiz nedenlerle, Medine’deki kaotik durum, kabileler arasındaki karşılıklı güveni sarsmıştı. Bu madde ile, gruplar, kendi aralarında çıkan ihtilafları çözemedikleri zaman, davayı bir “üst yargı makamı”na götürmek üzere kendi aralarında anlaşıyorlar. Bu üst yargı makamı da doğrudan güvenilir, tarafsız ve Medine dışından gelmiş Hz. Muhammed’dir. Kur’an, Peygamber’e eğer isterse onların davalarına bakabileceği yetkisini veriyordu. (Maide, 42). Bunun üzerine Peygamber de, kendisine başvurdukları her seferinde onları muhayyer bıraktı ve önce şunu sordu: “- Size neye göre hüküm vermemi istersiniz, Kur’an’a göre mi, yoksa Tevrat’a göre mi?” Bu düzenlemede Peygamber, bir “Hakim” değil, bir “Hakem” konumundaydı. Eklemek lazım ki, gayr-ı müslimlerin davalarına bakma veya onları kendi mahkemeleri ve hukuklarıyla başbaşa bırakma teamülü o günden beri Zımmî hukukun bir parçası olmuş, bu uygulama Osmanlılar’ın son dönemlerine kadar sürmüştür. Burada bir kurucu ilke daha ortaya çıkmaktadır: Çoğulcu bir toplumda tek değil, birçok hukuk sistemi aynı anda geçerli olabilir. Ve tabii eğer bloklar arasında çatışan hukuklar dolayısıyla ihtilaflar doğarsa -ki doğar- bu durumda ya tarihte görüldüğü gibi, bu türden davalara yetki alanları genişletilmiş Mezalim Mahkemeleri bakar veya bütün hukuk topluluklarının hukuk temsilcilerinden oluşmuş üst mahkemelerin kurulması cihetine gidilir. Bana göre, çatışan hukuk sistemleri karşısında mağduru hukuk seçmede özgür bırakmak en iyi çözümdür; İslam hukuku açısından bu mümkündür. Vesika’nın 23. maddesi Peygamber’i Müslüman sosyal blok üzerinde mutlak hakim kılar. Bu doğal bir durumdar; çünkü Müslümanlar ona biat etmekle, zaten ona bağlanmayı daha başında kabul etmişlerdir. Bu, aynı zamanda ibadeti, dinî ve hukuku birbirinden ayırmayan İslami temel varsayıma uygun bir tutumdur. Bu maddelerin kurucu ilkesi, İslamiyet’in sadece Müslümanları bağlayan bir din olduğu gerçeğinin altını çizer. İslami modelin totaliter olduğunu öne sürenler, bu gerçeğin yeterince farkında değiller. Çünkü eğer insanlar, özgür bir din tercih etme haklarına sahip ise, hukuk ve sosyal hayat biçimlerinin de din ve düşüncelerine uygun olması bir zorunluluktur. Bu durumda İslam dini ve hukuku, Müslümanları bağlar, diğerlerini kapsayıp bağlamaz ve gayr-ı müslimlerden bu hukuka göre davranmaları istenmez. Öyle ki Hz. Ömer, başını örten gayr-ı müslim bir cariyenin bu davranışından memnun olmamış ve başörtüsünün İslamiyet’i bir bütün kabul edenler için amir bir hüküm olduğunu belirtmiştir. Vesika ise, objektif hükümleriyle bütün dinî ve sosyal blokların üstündedir. Yani, Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler onun genel çerçevesi dışına çıkamazlar. Bu anlamda karşılıklı anlaşma sonucunda ortaya çıkmış Vesika, Kur’an, Tevrat ve yerleşik örfün üstündedir. 4. ve 11. maddeler sosyal blokların özerkliğini teyid eder. Buna göre, kabileler, eskiden olduğu gibi (adet olduğu vechile) kan diyetlerini ödeyecekler, savaş esirleri için fidye verecekler. Kendi aralarında mali mükellefiyetlere katlanacak ve bunlar ortaklaşa tesbit edilecektir ( Md. 3, 12 ve 37.) Ancak eskiden olduğu gibi, kan ve akrabalık bağına dayalı kabile asabiyetiyle suçlular korunmayacak, biri suç işlediği zaman kabilesinin fertleri ondan sorumlu tutulmayacak, kısaca suç ve ceza bireyselleşecektir (Md. 22 ve 31/B). Bu bile başlı başına bir devrimdi. Suçlu ve canilerin korunmadığı -ki bunlar hangi bloktan olursa olsunlar farketmez- bu yeni yapıda adalet ve güvenliğin sağlanması ortak ve sosyal bir sorumluluk mevkiine çıkartılıyor, taraflar birbirlerine karşı -aynı blokun bireyleri- sorumlu tutuluyor. (Md. 12, 13, 21). Buna bağlı olarak 12/B maddesi, kişilerin, başka kişilerin mevlaları ile ve onlardan ayrı olarak anlaşma yapma imkanlarını tanıyor. Kanımca bu madde ve başka hükümler, vize verme hakkını devletten alıp, doğrudan bireylere ve gruplara veriyor. Vesika’nın diğer hükümlerini de kısaca şöyle özetlemek mümkün: 39. Madde ile “ülke ve korunmuş sınır” kavramı getirilmiş olup, bu o günün şartlarında yeni bir şeydi. Kan ve akrabalık bağına dayalı kabile yapısı aşılıyor, insanlar bloklar halinde (veya hukuk toplulukları şeklinde) daha üst bir siyasi birlik etrafında toplanıyor ve Medine’de yaşayan aşiret ve kabileler arasındaki her türlü çatışma ve hukuk ihlali yasaklanıyor. Vesika’da geçen “haram” terimi korunmuş sınır demektir ve bir siyasi birliğin toprak bütünlüğüne atıf anlamına gelir. Bu siyasi birliğin Vesika’daki karşılığı “ümmet”tir (Md. 2 ve 25). Bu anlamda “ümmet”, içinde Müslümanlar, Yahudiler ve müşriklerin de yeraldığı siyasi birlik demektir. Bu birlik, dinî, kültürel ve hukuki özerklik temelinde ırk, dil, din, mezhep ve etnik köken farkını gözetmeyen bir toplumsal projedir (Md. 1,2, 16 ve 25.) İnsanlar ve topluluklar arasındaki ilişkilerde temel ahlakî esaslar ve herkesin karşı çıkamıyacağı evrensel yüce idealler geçerlidir (Md. 47). Ancak bunların geçerli olabilmesi için toplumsal ilişkilerin bütününü düzenleyen yazılı bir hukuk metninin esas alınması gerekir. Bundan dolayı Vesika, kendini “Kitap” (Md. 1,36 ve 47) veya “Sahife” (Md. 22, 39, 42, 46 vs.) diye takdim etmektedir ki, o günün geleneksel kültüründe bu her iki terim bağlayıcılık ifade eder. Sözgelimi Kur’an da kendini “kitap” olarak tanımlar, geçmiş Peygamberlere çeşitli kitap ve sahifelerin indirildiğini söyler. 28 Vesika, herkesi bağlayan hukukun üstünlüğüne tam riayeti öngörürken (Md. 37 ve 37/B), savaş, tek tek birey ve kabilelerden alınıp merkezî hükümete intikal ettiriliyor (Md. 17, 18). Savaş, merkezî yönetimin ortak kararıyla alınacaktır. Savaşın en önemli sebeplerinden biri dışarıdan gelecek bir saldırıya karşı ortaklaşa mukavemet etmek üzere yapılır. Böyle bir savunma savaşında anlaşmaya taraf olan gruplar mali ve askerî ortak sorumluluklar yüklenirler, hep birlikte savaşırlar. (Md. 15, 18, 19 ve 24). Ancak din adına yapılacak savaşlarda ortak sorumluluk yoktur. (Md. 45). Buna göre eğer Müslümanlar, kendi dinleri için ve başkalarıyla -o da Medine dışında olmak üzere- savaşacak olurlarsa, Yahudiler ve Medineli Müşrikler onlara katılmak zorunda değildirler. Bu madde gereğince Bedir ve Uhud Savaşı Medine dışında bir yerde cereyan etmiştir. Toplumsal hayatta adaletin tevzii, adlı işlerin yürütülmesi ve yargı için gerekli tedbirler alınacak ve bu yetkiler merkezî otoriteye devredilip fertlerin takdir ve inisyatifine terkedilmeyecektir; bu da ortak sorumluluklar arasında yer alan önemli bir husustur (Md. 13). Vesika, yargı ve savunma ya da savaş ilanı gibi hususları merkezî otoriteye (devlet?) devrederken, başta yasama olmak üzere, kültür, bilim, sanat, ekonomi, eğitim, sağlık vb. hizmetleri sivil topluma bırakıyor. Peygamber’den gelen başka rivayetler, yönetimin ancak vergi, yargı ve savunma türünden alanlarla sınırlı olduğunu, bunların dışında kalan diğer alanların sivil topluma ait olduğunu anlıyoruz. Medine Vesikası’nın genel hükümlerinden başka sonuçlar da çıkartılabilir. Ama yeri burası değildir. Vesika’nın bizim için önemli tarafı, 622 yılında yazılı bir belge olarak üç ayrı dinî ve sosyal blok arasında karşılıklı görüşme ve anlaşma sonucu kaleme alınması ve uygulamaya konulmuş olmasıdır.. Ben kişisel olarak, Vesika’nın hükümlerinden hareketle birtakım soyutlama ve genellemeler yaparak bugün için referans olacak bazı kurucu ilkeler elde edilebileceğini düşünüyor ve bu kurucu ilkelerin son tahlilde çoğulcu bir toplumsal projeye dayanak olabileceğine inanıyorum. Kur’an, Hadis kaynakları ve Müslümanların özel ve yöresel-tarihsel deneylerinden ayrı düşünüldüğünde İslam hukuku da bu projeyi teyid eden ve geliştiren zengin hükümler taşımaktadır. Yıllardır süren Arap-İsrail savaşı, şimdi yeni başgösteren Azeri-Ermeni çatışmaları, Lübnan’ın bölünmüş dinî yapısı, Balkanlardaki etnik durum, Kürt sorunu vb. sayısız çatışma ve savaş sebebinin varolduğu bölgemizde bütün dinî, etnik ve siyasî grupları sözleşme temelinde birarada yaşatacak ortak, gönüllü ve katılıma dayalı çoğulcu projelere ihtiyacımız var. Kuşkusuz Hegelyen bir bakış açısından bu Vesika"ya baktığımızda doğru sonuçlar çıkaramayız. Çünkü Hegel"e borçlu olduğumuz modern (türedi) paradigma, çevre faktörlerini belirleyici bir konuma çıkartır ve hatta insanı bile çevresinin bir ürünü sayar. Vesika"nın hükümlerinde o günkü Arap toplumunun kendine özgü şartları veya varolan objeler dünyası etkileyici olmuştur; ancak belirleyici olan o çevre şartları değil, özgür, adil, katılımcı ve çoğulcu bir toplum biçimi geliştirme arzusudur. Bundan dolayı hükümlere içkin kurucu ilkeleri araştırıp bulmak önemlidir. Belki bize de bu kurucu ilkeler yol gösterecektir. Sanıyorum Batılı demokrasiler bugün yaşadığımız sorunlar karşısında yetersiz kalıyor. Bu bölgenin ve yeryüzünün sakinleri olan bizler ise,geleceğimizi teh-dit eden bu sorunlar ve haber verdikleri tehlikeler karşısında gözümüzü alternatif kaynaklara çevirmek zorundayız. (*) Metin Prof. Dr. Salih Tuğ tarafından çevrilmiştir. Bkz. Hamidullah, İslam Peygamberi, (5. bsk. İstanbul, 1991), I, 206-210. 1 Wellhausen, J., Skizzen und vorarberten, Berlin, 1899, IV, 76 vd.; Caetani, L, Annali Milano, 1903 (İslam Tarihi, çev. Hüseyin Cahit İstanbul, 1924, I, 126 vd.); Wensinck, A.J., Muhammed en de Joden te Medina, Leyden, 1908, s.78 vd; Buhl, F., Das Leben Muhammeds, Leipzing, 1930, Majid Khadduri, War and Peace in the Law of Islam, Baltimore, 1955, s.206 vd., Müller, A., Der İslam in Morgen und Abendland, I, 95,; Ranke, Weltgeschichte, V, 75; Grimme, Muhammed I, 75vd. Ayrıca bkz. Hamidullah, 1,202; Tuğ, 31. 2 Hamidullah, M., el-Vesaiku’s-Siyasiyye, Kahire, 1956, Vesika No:1; Le Prophe’te de l’Islam, Paris, 1959, I, 133 vd. [Türkçe çev. Prof. S.Tuğ, İslam Peygamberi, 5. bsk., İstanbul, 1990, I, 200 vd.); İslam Hukuku Etüdleri, çev. S.Tuğ, İstanbul, 1974, s.37 vd. 3 Türkçe ve Osmanlıca dahil olmak üzere 10 civarında dil bilen ve şimdi Paris’te yaşayan Pakistan asıllı Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın çeşitli dillerde 40’a yakın eseri ve 700 kadar makalesi yayımlanmıştır. Şimdiden klasikleşmiş olan iki ciltlik ünlü eseri İslam Peygamberi 20 yıllık titiz bir çalışmanın mahsulü olup Türkçe baskısı Arapça, Fransızca vd. dillerdeki baskılardan daha geniş ve önemlidir. Batılı bilim çevrelerinde Türkçe baskı esas alınır. Hamidullah’ın 1924-1980 yılları arasında Fransızca, Almanca, İngilizce, Türkçe, Malay-endonez, Portekizce, Japonca, Boşnakça, Tamul dili, Arapça, Farsça ve Urduca dillerinde yayıMlanan eserleri için bkz. Prof. Dr. Salih Tuğ’un İslam Peygamberi çevirisi, II, 1159 vd. 4 Bkz. Prof. Dr.Salih Tuğ, İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul, 1969, s.30 vd. Arap bilim çevrelerinde Vesika’ya ilişkin yayınlar için bkz. E.Ziya Umeri, Medine Toplumu çev. N.Yıldız, İstanbul, 1938, s.78 vd. 5 İbn Seyyid en- Nas, Uyunu’l-Eser, I, 197; İbn Kesir, el- Bidaye ve’n-Nihaye, Kahire, 1351, III, 224; Umeri, 78-79. 6 el Beyhaki (öl. 458), es-Sünenü’l-Kübra, Haydarabad, 1344, VIII, 106 (Kitabu’d-Diyat blm.); Umeri, 79. 7 İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (Mektebetü’l-Külliyat el-Ezheriyye yayını) Mısır, ty. II, 106. 8 Ebu Ubeyd, Kitabu’l-Emval, Mısır, ty. Prag.No: 519 (Türkçe çev. C.Saylık, İstanbul, 1981, s.235 vd.) 9 Humeyd İbn Zenceveyh, Kitabu’l-Emval, Parag. No: 750; Umeri, 79. 10 Vesika’nın tarihi değerinden Arap müelliflerden Yusuf Aş, şüphe içinde olduğunu kaydeder. Aş, bu görüşünü Wellhausen’ın “Arap Devleti ve Sukütu” kitabının çevirisinde 9 nolu haşiyede belirtiyor. (Umeri, 79). Ancak gerek Batılı oryantalistler gerekse Müslüman müellifler, Vesika’nın tarihi değerinden şüphe etmemektedirler. Prof. Aş’ın şüphelerine yolaçan gerekçeler üzerinde Vesika ile ilgili yayımlanacak kitabımda uzun uzadıya durulacaktır. 11 Caetani, A.g.e. III, 118-119. 12 İbn Hişam ile Ebu Ubeyd’in rivayetleri arasındaki tek fark 25. maddede Benû Avf Yahudileriyle ilgili ifadede “ma’a=ile” - “min=den” arasındaki farktır. Bu fark Wellhausen’dan beri sözkonusu maddede tercihli olarak verilmektedir ki, her iki okunuşta da anlam değişmemektedir. 13 Buhari, Kefale, 2; Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 204; Ebu Davud, Feraiz, 17. 14 Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, çev. F.Işıltan, Ankara, 1963, s.2 15 Her iki merkezin yapısal özellikleri ve birbirleriyle mukayesesi için bkz. W.Montogomery Watt, Muhammet at Mecca, Oxford, 1953 (Hz. Muhammed Mekke’de, çev. M.R.Ayas-A.Yüksel, Ankara, 1986) ve aynı yazar, Muhammad at Medina, Oxford, 1953. 16 Hamidullah, I, 177-199 17 Dr. S.Ahmed el-Ali, ed-Devletu fi Ahdi’r-Resul, Irak, 1988, I, 24. 18 Buhari, 5/44; İbn Hişam, I, 183 19 İbn Sa’d (öl. 230), Tabakat, Leyden, 1904-12, I, böl. 2 20 Hamidullah. I, 181 21 Buhari, 3/67; M.Asım Köksal, İslam Tarihi, İstanbul, 1981, I, 95 22 A.Himmet Berki-Osman Keskioğlu, Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, 7. Bsk. Ankara, 1978, s.204; S.M. Ahmed Nedvî-S.S.Ansarî, Asr-ı Saadet, çev. A.Genceli, İstanbul, 1985, I, 64 23 Buhari, 56/181, No:1; M.Tayyib Okiç, İslamiyette İlk Nüfus Sayımı, A.Ü.İlahiyat Faklt. Dergisi, Ankara, 1958-9. VII, 11 vd. 24 S.M. Ahmed Nedvi- S.S.Ansarî, I, 64 25 Hamidullah, I, 189 26 Caetani, III, 112 27 Burada “sözleşme” ile ilgili sayın İnsel’in bir eleştirisine değinebilirim. İnsel, benim Medine Vesikası’nı temel alarak geliştirmeye çalıştığım görüşlerimi özetlerken şu ifadeyi kullanır: “Görüldüğü gibi... (bu) siyasal tablo, ilk elde ve şaşırtıcı bir şekilde Rousseavari bir toplum sözleşmesi üzerine kurulu çoğul toplum tahayyülü olarak kendini ifade ediyor.” Hemen devamında Sayın İnsel “Marx’ın komünist toplumda oluşacağını öngördüğü devletle büyük benzerlikler gösterdiği de söylenebilir” demektedir. (Ahmet İnsel, “Ali Bulaç’ın Çoğulcu Ümmet Tasarımı Üzerine: Totalitarizm, Medine Vesikası ve Özgürlük”, Birikim Dergisi, Mayıs-1992, sayı: 37, s.30) Burada benim mi, yoksa Ahmet İnsel’in mi analoji yaptığını üçüncü şahıslara ve tabii okurlara bırakıyorum. Ancak, başından beri ve zikrettiğim kaynakların tanıklığıyla Karl Marx ve J.J. Rousseau’dan yüzyıllar önce üç ayrı din ve hukuk topluluğu arasında böyle bir sözleşme imzalandığı açıktır. Bu demektir ki, hem Rousseau’nun toplumsal örgütlenmenin ilk şeklini sözleşmeye dayandırması, hem de Marx’ın tarihin başında ve finalinde çoğulcu bir toplumsal örgütlenmeyi öngörmesi yeni bir şey değildir. Belki Rousseau, Marx vd. mükemmel bir toplum için ütopya kurdular; ben ütopyaları küçümsemiyorum ve varolana karşı bir muhalefet şekli olarak görüyorum. Sözünü ettiğimi Vesika ise bir ütopya veya bir kurgu değil, tarihsel bir gerçektir. Dolayısıyla bu durum, yapacağımız analojilerde dikkate alınmalıdır. Bu konu İnsel’den önce başkalarının da dikkatinden kaçmamış. Sözgelimi, M.Ziyauddin er-Rayyıs, İslam siyasi felsefesinin temelini oluşturan “Biat” ile Rousseau’nun toplumsal sözleşmesi arasındaki benzerliği vurguladıktan sonra şöyle der: “Şu var ki J.J. Rousseau’nun ‘Sosyal Sözleşmesi’ bir sanı olmasına karşılık, Akabe’de iki kez gerçekleşen “biat”ler tarihsel bir gerçek, birer gerçek sosyal sözleşme örnekleridir. Bu olaylarda sözleşme, yüce bir risaleti gerçekleştirmek amacıyla insanların özgür istekleri ve olgun bilinçleri sonucu oluşmuştur.” (M.Ziyauddin er Rayyıs, İslam’da Siyasi Düşünce Tarihi, çev. A.Sarıkaya, İstanbul, 1990, s.48). Konuyu yakından bilen Hamidullah da, Akabe biatları ile Medine Vesikası’nı kendine özgü bir “toplumsal sözleşme” olarak niteler. Ve der ki: “Devletin teşekkülünde toplumsal sözleşme niteliğini ilk ileri sürenlerden İngiliz Hobbes ,Locke ve Fransız Rousseau gibi müellifler, eserlerinde bu teorilerine dayanak teşkil edecek somut ve belirli tarihi örnekler vermemektedirler. Eğer onlar, böyle bir sözleşmenin daha önce, yani İlk İslami dönemlerde imzalandığını bilselerdi, teorilerine acaba ne gibi bir şekil verirlerdi?” (Hamidullah, İslam Hukuku Etüdleri, s.28-29) Son olarak Fransız A. Sanboury’nin konuyla ilgili görüşlerini aktaralım. (Bkz. A.Sanboury, Le Califat, Paris, 1926, s.94) Sonboury, İslam’daki siyasi akd’in yapısını inceledikten sonra, bunun kesinkes bir akid (sözleşme) olduğu sonucuna varır ve şöyle der (P.5, 17 ve 19): “J.J. Rousseau’nun kuramı ondan yıllar önce, İslam bilginlerince öz olarak biliniyordu. Rousseau’nun kuramında yönetici, aradaki bir sözleşme gereği ve halka naib olarak otoriteyi alır ve kullanır. Ancak Rousseau’nun kuramı yüzyıllar önce Müslümanlar tarafından biliniyor, hatta Rousseau’ya göre Müslümanlar bir de fazla ögeye sahip bulunuyorlardı.” (er-Rayyıs, 276-277). Bütün bunlar neyi gösterir? İnsanlığın -bazı alanlarda- ortak bir kültür mirasında örtüştüğünü ve bazan “akıl için yolun bir” olduğunu. Rousseau, eğer “toplumsal sözleşme” kavramını kullanmışsa, bizim Rousseau kullandı diye, hem biçim hem de içerik olarak sözleşme temelinde teşekkül etmiş bulunan İslam’daki siyasal model’den vazgeçmemizi gerektirmez. Nitekim, Kur’an, Hadis, Kelam ve Fıkıh kitaplarında başta siyasal rejim olmak üzere, her türlü toplumsal (ticari, medeni vs...) ilişkiyi düzenleyen anlaşma ve sözleşmeler “Misak, Biat, Ahid, Akid” vb. terimlerle ifade edilmiş ve bu terimler üzerinde bütün bir fıkıh (hukuk) külliyatı kurulmuştur. Bütün bu terimlerin Türkçe uygun karşılıkları sözleşme, anlaşma, mukavele, belge imzalama, taahhüdle bulunma ve bağlılıktır. İslam hukukunda temel haklar iki kategoride ele alınır. Bunlarden ilki doğuştan sahip olduğumuz haklar, diğeri sözleşme ile elde ettiğimiz haklardır. Devlet, yönetim vb. siyasal iktidarla ilişkilerimizin bütününü tayin eden temel haklar, özgürlükler ve vecibeler, karşılıklı rıza (icab ve kabul)ya dayalı yönetilenler ile yönetenler arasında imzalanan sözleşme hükümlerine göre teşekkül eder. Bu anlamda İslam"da yönetim, meşruiyetini sözleşmeden alır. 28 Bkz. En’am, 154; İsra, 2; Necm, 36; A’la, 19 vs... |
Aslında bu yazıyı buraya aktarıp,
aktarmamayı uzun bir süredir düşünmekteydim. Biliyorum ki bu yazıyı ciddi bir şekilde okuyaca okuyucu üçü beşi geçmez, ama yinede o okuyucuların niteliği ve çapları açısından bu konuda bilgilenmeleri açısından önemdlidir.
Vaybeenin muazzam teknik kapasitesi yüzünden yazıların sıralaması ve fazlalığı oluştu. Okumasını bilen araştırmaya sadık olan yazıları kendi özel bölümlerini alıp düzgün bir sıraya sokarak okur. Burada din adına ahkam kesenlerin hiç birisinin bu tür vesikadan bile haberleri olduğuna inanmıyorum. |
Offf aman offff
suclamalari birakta.... Forumun aslina geri gelelim....
Sirasiyla kavramlari tartisalim.... Istersen ilk evrensel kavramdan yola cikalim... Senin DIN anlayisin nedir.... benimkisini biliyorsun.... benim DIN anlayisim üzerine yorum yapmadan.. sade ve sarih sekilde kendininkini aciklarmisin.... Daha sonra Demokrasi devlet ve benzeri kavramlarla devam ederiz.... Ne dersin.... ?? |
ah gördün mü sen
yillarini vermis bilgi edinmeye. ama adam edememis seni, bu konuda yanilmiyorum. demirelde malumundur ep ey okumus ep ey de siyaset yapmis. ama konustuklari hicbir zaman ceviz kabugunu doldurmazdi.
sende öylesin. laf salatasi üretiyorsun baska birsey degil. seni gidi türkoglu türk usagi.sadece türk usagi olmakla daha mi bir adam oluyorsun? kesinlikle hayir. öyle arap vardir ki seni katlarda katlar, basit irkci seni. |
derginin linkini göndersen
okumasi daha kolay olur du bana en azindan.tabii yazi online yayinlanmis ise.
|
hem ateist hem nur icinde yatsin?
hz. ali ve digerlerini sehit edenler kimlerdi acaba????
|
Alle Zeitangaben in WEZ +2. Es ist jetzt 19:58 Uhr. |