Vaybee! Forum

Vaybee! Forum (http://localhost/forum/index.php)
-   Gesellschaft & Soziales (http://localhost/forum/forumdisplay.php?f=398)
-   -   Religion & Glauben (http://localhost/forum/showthread.php?t=4272)

04.10.2005 15:43

Bunlari söyleyen EInstein
 
mutsuz bir hayat mutsuz bir evlilik sürdürüyordu...

Demekki gercek anlamda Allahi ve Sünnetullahi kavrayan ancak huzura erer....

Huzurlu olmak icin, ayni zamanda Huzur verici ortamda yasamaktir...

Arabi Irani ortajmlari ortada... buralarda yasayanlar en mutsuz insanlar... yüzleri hic gülmüyor... neden ?? cünkü onlarin DINLERINDE gülme bile zayiflik görülmekte...

04.10.2005 15:45

Cok basit
 
Ehli-Kitap ve Kuran disi tüm ILAVELER ZAMDIRRRR...

O yüzden Kuran disi DIN, ZAMLI VE ILAVELI DINDIR.... bu benim tabirim... ben ERFINDEN ettim

roman 04.10.2005 15:49

Güzel bir alıntı!
 
"Olgunun karşısına ufak bir çocuk gibi oturun ve daha önce edinmiş olduğunuz tüm kavramları unutmaya hazırlanın, Doğa sizi hangi uçuruma, her nereye yöneltirse yöneltsin, onu alçakgönüllülükle izleyin, yoksa hiçbir şey öğrenemezsiniz." - T.H. Huxley -



***



"Tabiat"a bak!.. Dalındaki bir üzüm salkımını düşün... Bütün ihtişamına rağmen, sana doğru nasıl başını eğen bir hali var!.. Asma dalı, kendisine hayat veren Güneş"ten bile yapraklarıyla örterek sakladığı bu muhteşem mahsulü nasıl sana vermeye, senin zalim ellerinde heder ettirmeye müsaade ediyorsa, sen de insanlara verirken, sen de insanlara benliğinden, varlığından bir şeyleri geçirirken hiç olmazsa bir asma dalı kadar olgunluk göster...



Ay gökyüzünde bile, hep bir şeyler vermek için çalışıyor. Hatta kendisinde olmayan şeyi senin için, sana esirgemeden veriyor... Karanlık yollarını aydınlatıyor... Tıpkı Ay gibi yap... Başkasından aldıklarını gene başkasına ver... Asla esirgeme.



Çünkü sen, bil ki, yalnız senin için değilsin... Işığı sadece kendin için saklama ki, fazlası da seni yakmasın... Kafanı bilgisiz, gönlünü kapalı tutma ki, seni karanlıkta bırakmasın. Zaten sonunda da gene herşeyi aldığın yerde bırakacak değil misin? Alem değiştirirken sana kalan, senin olan yalnız görgü ve tecrüben değil midir?



İnsanlara bak!.. Onların tekamüllerini Tanrı hakkındaki telakkileriyle ölçmeye çalış. Sahip oldukların için sevinme, layık olduğun için senin olmuştur... Sahip olmadıkların için üzülme, vakti erken bulmuştur... 24 saatin bir tanesinde de kendi içine dön, onu dinle... Basit realitelerin anahtarları sendedir... Başkasına sorma, herkesi yorma... Senden daha ileride olduklarını zannettiğin kimseleri gökyüzünde arama...



Hiç bir şey senden uzakta değildir... Tanrı bile... "

04.10.2005 15:53

RE ; ANLAMADIGIM ASIKARE;
 
YA KERIZO ARKADASLAR BURASI ALEVILIK CIZGISINDEKILERIN SITESI
YA SAYGISIZLIK ETMEK ISTEMIYORUM AMA GIT BU TUR POLITIKALARINI KENDI CEVRENDE SURDUR AMACIN NEDIR BILMIYORUM AMA EMIN OL DAHA CABUK ULASIRSIN
SAYIN ADMISINISTRATORU ANLAMIYORUM NEDEN BU TIP YAZILARI SILMIYOR

04.10.2005 17:02

Anagram(ebced)
 
alevi - ilave "nin zittidir.

oezsu 04.10.2005 18:41

Güzel
 
Karanlikta aydinligi görmek...Perdenin arkasindaki gercek tekligi seyir!

Özlem, roman Ali veli yok, Özlemi gökyüzünden ancak Özüm seyreder.. ki ruhun izi takip edilip..

fakr hidayetine ulasilsin...

yazin icin tsk..

04.10.2005 19:59

Ramazan ayiniz mübarek olsun
 
Insallah Cenab-i Hak cümlemize hayirli ve bereketli Ramazan ayi nasip eder.

Günahlarinizin affolmasi,
dualarinizin ve ibadetleriniz kabul olmasi

dilegiyle selamlar ve saygilar

roman 04.10.2005 20:16

Alıntı!!!
 
""Hiçlik"" sizi bilgeliğe götürür!..



İnsanı zamanın ötesindeki bilinç düzeyine hazırlayacak olan iki sihirli sözcük vardır. Sevgi ve İyilik. Fakat bunların yanında bir sözcük daha var ki, buna ulaşmak daha zordur. HİÇLİK.



Sevgi ve iyiliğin bize getireceği duygu. Nedir hiçlik? Nasıl bir duygudur? Hiçlik"ten ne anlıyoruz? İsterseniz konuya önce madde boyutunda hiçliği hissetmekle başlayalım. Eğer birgün, yaşadığınız yeri bir uzaylıya tarif etmek durumunda kalsaydınız, ne gibi bir cevap verirdiniz? Bilimsel verilere dayanarak belki şunları söyleyecektiniz. "Samanyolu adı verilen muhteşem bir galaksinin, dış kenarında yer alan küçük bir güneş sisteminin, üçüncü gezegeninde yaşayan varlıklarız." Ama bu cevap onun için hiçbir anlam ifade etmeyecekti. Çünkü samanyolu galaksisi 300 milyar güneşten oluşuyordu. Ve evrende bizimki gibi, milyarlarca başka galaksi de vardı. Bizim içinde bulunduğumuz güneş sistemi gibi, milyarlarca güneş sistemi bir araya gelerek bir galaksi meydana getirir. Milyarlarca galaksi de, bir araya geldiğinde bir evreni oluşturur. Sonsuzlukta birçok evren düşünün ve o evrenler içinde kendinizi! Bu duygu sizi mutlaka hiçliğe götürecektir.



Bir spiritüel bilgi bakın bu sonsuzluğu nasıl anlatıyor: "Enini bilmediğiniz bir genişlik, ucunu düşünemediğiniz bir uzunluktasınız. Ve biliniz ki, mutlak şimdi sizin içinde bulunduğunuz o yer bile sınırlıdır, bir başka uçsuz bucaksızın içinde. Ve biliniz ki, öylesine uzanmıştır uzunluklar, genişlikler. Ve biliniz ki, en bilemeyeceğiniz yerin, en göremeyeceğiniz yerin en üstünde yalnız O, yalnız O"nun emri vardır. Ve şimdi siz küçüklüğünüzü böylece görüp, O"ndan, O"nun emrinden şüphe etmenin ne olduğunu düşünün."



Sonsuzluk!.. Güneş sistemimizi, galaksileri, evrenimizi, sonsuzluk olarak düşünelim!.. Hepimiz, sonsuzluğun birer parçalarıyız. Fakat biz insanlar, sonsuzluk içinde küçük bir nokta bile değiliz. Ama evrende bir yerimiz var. Ve bir ruh varlığı olarak, bu sonsuz yolculukta tekamül ederek, Yaradan’a doğru gidiyoruz.



Bu gidişte iki büyük kombinasyon vardır. Bunlar, “kuşkusuz sonsuzluk” ve “koşulsuz sevgi”dir. Çünkü biz insan varlıklarının ve bütün ruh varlıklarının -hangi boyutta olurlarsa olsunlar- yürüyecekleri yollar ve yaşayacakları tekamüller, devamlı bu iki kombinasyondan geçer.



Kuşkusuz sonsuzluk geometrik bir şekildir. Ve hep yukarıya doğru bir gidiş vardır. Hep bir aşama gerektirir. Ve sonsuzluktur. Hiçbir kuşkuya yer vermez. Koşulsuz sevgi de geometrik bir şekildir ve onda da hep yukarıya doğru bir gidiş vardır. Hep bir aşama gerektirir ve sonsuzdur. Unutmayalım ki, sonsuzluk da bir noktadır ve YARADAN"LA bir olabilir ancak. Fakat tekamüllerimiz için bu iki şeklin oluşturduğu kombinasyon şarttır. Çünkü yükseliş, özü buluş, bu kombinasyonu gerektirir. Kuşkusuz sonsuzluk ve koşulsuz sevgi. Ancak bunu yaşayış, bunu idrak ve farkındalık, insanları istenen şuur ve şuurluluk düzeyine getirecektir. Evrenimiz de çok büyük bir şuurdan oluşmuştur. Ve onu ancak içimizde, özümüzde yaşayabiliriz. Onu ancak şuurumuzda yaşatabiliriz. Fakat önemli olan O"nun ışığını, bilgisini özümüzde ve şuurumuzda bulmamızdır!.. Ve bunu ta içimizde hissetmemizdir. Bu duyguyu, bu şuuru koşulsuz sevmemizdir.



Evrende hiyerarşik bir düzen de vardır. Bizlerin üzerinde değişik düzenler ve planlar yer alır. Bu düzenler ve planlar hep var olmuştur ve olacaktır. Bütün varlıkların tekamül seviyelerini düzenleyen planlar vardır. Bu düzenlerde ve planlarda yer alan varlıklar da, tekamüllerinde farklı aşamalar yaparak, belirli kapılardan geçerek, oralara ulaşmışlardır. Bütün bu düzenler ve planlar tekamül zincirinin halkalarıdır ve birbirlerine sıkıca kenetlenmişlerdir. Bu düzenlerin varlıkları düşüncede, iyilikte, bilgide ve sevgide belirli bir olgunluğa erişmişlerdir. Onlar dahi kendilerini sonsuzlukta bir nokta olarak görmektedir. Çünkü Tanrı bilgisinin ve sevgisinin sonsuz olduğunu görmüşler, yükseldikçe kendi küçüklüklerinin farkındalığını yaşamışlardır. Ve bu onlarda bir "hiçlik" duygusu oluşturmuştur.



Manevi anlamda hiçliğin tarifi şudur; "Hiçlik, Tanrının yüceliği ve bilgisi karşısında, O"na hayranlık ve saygı duyarak, kendi küçüklüğünün farkındalığını yaşama halidir." Hiçlikte bilginin getirdiği büyük bir tevazu da vardır. Hiçlik aynı zamanda büyük bir bilgeliktir. Ayrıca hiçlikte kendini, yerini ve haddini bilme hali de vardır.



Evet, yaşam bir sonsuzluktur. Bunu bir bilebilsek!.. Korkularımızdan, kontrollerimizden, kendimizi "ben" dediğimiz duygularımızdan bir kurtarabilsek! Önce kendimizi, sonra herkesi, sonuçta hiçliği sevebilsek!.. Hiçlik kadar küçülebilsek, o noktaya varabilsek!.. O zaman neler olacağını, nerelere varabileceğimizi bir görebilsek!.. Bunu, şimdiki halimizle bir kıyaslayabilsek, bir karşılaştırabilsek!.



Bizler buraya doğru yol alan varlıklarız. Bütün ruhsal çalışmalar bizi özümüze, Tanrı"ya götürmektedir. Ama herşeyden önce bilgeliğe doğru büyük adımlar attırmaktadır. İşte burada bulmamız, ulaşmamız gereken yer "hiçlik" olmalıdır. İşte bu hiçlik, sadece bu hiçlik, bizi bilgeliğe götürür.



Tekrar sonsuzluğa dönelim. Sonsuzluk, uçsuz bucaksız sonsuzluk!.. Bizler bu sonsuzlukta sadece bir noktayız, görünmeyecek kadar küçük bir nokta, tıpkı düşünce gibi, tıpkı bilgi gibi. Düşünün!.. Tanrının büyüklüğünü, gücünü, bilgiyi ve sevgiyi düşünün!.. Öğrenilen bütün bilgiler ise, küçücük bir nokta. Bu noktaları hep birlikte çoğaltalım, bir çığ gibi büyültelim. Çünkü bu bilginin ve sevginin büyümesidir. Hep birlikte bunun bilincine varalım. Çünkü artık gerçek zamanıdır, uyanış zamanıdır. Bu uyanışı hep beraber yaşayalım!.. Bu ışığı yakalayalım!.. Bunun yolu da doğrunun yoludur. Tanrı"nın, ilahinin, sevginin yoludur. İnsan olmanın yoludur, birliğin yoludur. Ve buradaki en büyük bilgi ise "hiçlik"tir. Tanrıya, birliğe varmanın yolu hiçlikten geçer. Bunu sakın unutmayalım!..

oezsu 04.10.2005 20:58

Ramazan Sohbetleri TV´de
 
Ahmed Hulûsi, 5 Ekim Çarşamba gününden itibaren her gün saat 19:40"ta (22:40, 05:40 ve 09:40"ta tekrar) "İNSAN ve DİN" konulu sohbetleriyle Expo Channel"de...



Digiturk: Kanal 57

Turksat 2-A Uydusu, Frekans=11887, Polarizasyon=Vertical (dikey), Symbol Rate=3333 fec.7/8

Kablo TV (İstanbul Batı: C-22, Doğu: C-25)

Tel: 212 4141688

oezsu 04.10.2005 21:06

Tesekkür ederiz..
 
Safiyetligi yasaman dilegiyle

04.10.2005 21:25

12 imamlar
 
SUNNI
ALeviler ramazan orucu tutmazlar. o yuzden bu tur programlarla ilgilenmezler.
alevilerin kelimei sahadeti la ilahe illallahtir. durmadan sizin gerici komik, tarikatlarinizdan kacmaya cabalaralar
cunku o ramazanlarinda oruc tutmayan dunyanin dedikodusun yapanlar.
ne hakaretten ne kibarliktan anlarlar.

on iki imamlar orucunu konusmuyorum bile çunki zaten ne oldugunu bilmezsin

04.10.2005 21:39

UNUTULMUS HIZIR ORUCUMUZ
 
<a href="redirect.jsp?url=http://www.caferilik.de/Hz__Ali__as__Felsevesinden/hz__ali__as__felsevesinden.html" target="_blank">http://www.caferilik.de/Hz__Ali__as__Felsevesinden/hz__ali__as__felsevesinden.html</a>

04.10.2005 22:02

Heeeee... ????
 
inan bir sey anlamadim...

12 Imamda yok bence, ayni zamanda Sünnilikte falan filan yok.. ayni zamanda Mezhepde yok...

varsa yoksa evresenl DINLER Teolojisi var... o cercevede orus tutup ibadet etmek tüm Dinlerde var... Oruc tutmak Allaha ibadet etmektir... ibadetin degisik sekli...

04.10.2005 22:06

hmmmm
 
görüstür bunlar.. Caferilik, Hanefilik, Hanbellilik, Süleymancilik, Erbakancilik, Yasarcilik usw... bunlarin hepsi birer IDEOLOJIDIR benim kanaatimce....

Cünkü DIN ayni zamanda kontroll mekanizmasidir... yani DIN ile bazi topluluklar kontroll edilir veya bastaki kisinin imaknlarini RANTINI artirmak icin kullanilir...

O yüzden, bence bu sekil yaklasimlardan kacinilmali... kiii Dünyadaki DINLERDE en gecerli oolan ORTAK EVRENSEL TEOLOJIDIR...

Hiristiyanligi, Museviligi, Hiduizimi ve diger DInlerdende haberimiz olmasi gerek...

Tek tarafli DIN anlayisiyla insan olgun v evrensel bir insan olmazzz...

Bu benim görüsüm

04.10.2005 22:20

RAMAZAN
 
anladikta
ANLAYA ANLAYA TUKENDIK BILE EY zorla empuze edilen arap kulturu

<a href="redirect.jsp?url=http://www.alevibektasi.org/inances6.htm#Ayin%20ve%20Merasimler" target="_blank">http://www.alevibektasi.org/inances6.htm#Ayin%20ve%20Merasimler</a>

04.10.2005 22:26

SANAT,SEVGi, VE SOFiZM
 
ALEviligin enguzel yonu dogrulugu SANAT,SEVGi, VE SOFiZM(AYDiNLANMA) ile aramasidir

04.10.2005 22:38

Ne isin var Arap kültürüyle senin yaaa
 
yüzyillarin evrensel Türk kültürü insana fazlasiyla yeter.....

Arabiymis Iraniymis usw... bunlarin kültürleri bizimkisinden en azinda 500 yil medeniyetten uzak... bizlerde yaklasik 50 yil Avrupanin medeniyet anlayisindan uzagiz...

Zamanla hepsi ic ice girecek...

04.10.2005 22:42

Temel sevgi anlayisiyla Kurana cok yakin
 
dir... iabdet anlayisilya Kurandan uzaktir...

Bence olay söyle deniliebilir...

Alevilik daha cok Mistik ve Felsefe ile ugrasiyor... Sünnilik ise daha cok ibadetle ugrasiyor...

Ben sahsen ikisinide cok yetersiz görüyorum....

Olsa olsa ikisininde icerisinde bulunabilecegi evrensel bir DIN anlayisinda yeri olsa oder soooooo...

Cünkü su anki haliyle ikiside cok yetersiz ve bazende cok cok gercek disi....

Bu iki anlayis üzerine DIN kurulmaz...
Ben öyle görüyorum

franzbeckenbauer 04.10.2005 22:49

Die Türken vor Wien und bei Lepanto!
 
In der Seeschlacht bei Lepanto am 7. Oktober 1571 wurde ein glorreicher Seesieg über die Türken errungen.
Zum Dank dafür hatte Gregor XIII. 1573 bereits das Rosenkranzfest (Sacratissimi Rosarii B.M.V.) für alle Kirchen eingeführt, in denen sich ein Rosenkranzaltar befindet.
Dieser Sieg wird nicht zum geringen Teile der Macht des Rosenkranzgebetes zugeschrieben.
Vielleicht ist dies mit ein Grund, warum heutzutage die Katholiken und das Rosenkranzbeten so verteufelt werden???
Wer mal nach Pompej bei Neapel kommen sollte, soll auch mal in die herrliche Rosenkranzbasilika reinschauen! Es lohnt sich!
Auch im Süden unseres Vaterlandes in Wigratzbad wird die Rosenkranzkönigin sehr stark verehrt! Wigratzbad liegt im Landkreis Lindau am Bodensee an der Kreuzung der beiden Bundesstraßen B12 und B32)! Dort kann man auch interessante Geschichten erfahren, die geschehen sind beim Ansturm der Franzosen bei Kriegsende!
Dort gibt es auch interessante Schriftchen, z.B. über das 5-fache Skapulier.
Eines der 5 Skapuliere ist das weiße Skapulier der Trinitarier, die im Jahre 1198 durch den hl. Johannes von Matha zusammen mit dem hl.Felix von Valois gegründet worden ist und zwar primär zum Loskauf der christlichen Sklaven von den Sarazenen, was heute noch der Fall sein soll (man denke nur mal an den Südsudan)! (&ltwww.gebetsstaette.de&gt)
Dort hat sich ebenfalls ein internationales Priesterseminar angesiedelt, dass die tridentinische hl. Messe feiert, Vor Jahren konnte ich dort einer Ostermesse beiwohnen mit dem damaligen Kardinal Ratzinger, der der Präfekt der Glaubenkongregation war. (&ltwww.petrusbruderschaft.de&gt oder &ltwww.fssp.org&gt). Dieses Seminar hat einen starken Zulauf aus Frankreich und den USA bzw. ist auch in den USA vertreten.

Papst Klemens XI. dehnte dann dieses Fest auf die ganze Kirche aus als offenbar wiederum durch die Kraft des Rosenkranzgebetes im Jahre 1716 bei Peterwardein durch den Prinzen Eugen ebenfalls ein glänzender Sieg über die Türken errungen wurde.

Nach dem 2. Weltkrieg wurde in Wien ein Rosenkranzsühnekreuzzug begründet mit dem Ziel, dass Österreich von den vier Besatzungsmächten befreit werden sollte!
Wenige Jahre später verliessen die Amerikaner, Russen, Franzosen und Briten Österreich und zwar genau in dem Jahr, in dem die Bundesrepublik Deutschland Mitglied der NATO wurde!
Der damalige österreichische Bundeskanzler bedankte sich öffentlich bei den Rosenkranzbetern!
Wer nie was vom Rosenkranzgebet gehört haben sollte, möge bitte mal an Fatima/Portugal denken! (&ltwww.fatima.ch&gt)

Am 12. September wird das Fest des heiligsten Namen Mariä gefeiert, das von Papst Innonzenz XI. zum Dank für die Befreiung Wiens aus der Türkengefahr 1683 für die ganze Kirche vorgeschrieben worden ist.

Mich persönlich beeeindruckt es gar nicht mehr, dass in einer Zeit, in einem Lande, das derartig vom christlichen Glauben abgefallen ist, wir heutzutage uns über die politischen Zustände in Deutschland, Europa und in der Welt noch wundern müssen!
Insbesondere verstehe ich nicht die wenigen nationalen und patriotischen Bewegungen, die es wohl noch geben dürfte, dass sie zum Teil einen derartigen Hass auf alles was christlich oder katholisch ist, entwickeln!
Bekämpfen sie sich doch selbst damit!

Selbst die Evangelischen haben sich damals mit den Katholischen verbündet!
Soweit ich mich richtig erinnere (!), haben sogar die Evangelischen seit dem Sieg in Wien das Angelusläuten, zumindest am Mittag, eingeführt!
Lasse mich da aber gerne eines anderen belehren!

Wenn man sich der gechichtlichen, geistigen und religiösen Wurzeln Deutschlands und Europas berauben lässt und sogar noch tatkräftig mitmischt, dann braucht man sich nicht zu wundern!

roman 04.10.2005 23:14

Hiçlik üzerine (Alıntı)
 
"Evet azizim! Ben hayallerin arkasına gizlenmiş olan hayaletleri arıyorum. Ne yazık ki bulamıyorum. Tam olarak "bulamıyorum" demek de yanlış. Bunu nasıl anlatacağımı bilmiyorum. İlmi gerçeklere kimsenin birşey demeye hakkı yoktur.



Yalnız, bir hakikatin varlığı, diğer bir hakikatin varlığına engel olmaz. Bazı vicdanlar, başlangıç ile sonu birbirinden ayıran bir çizginin önünde durup orada kalamaz. Ben bu hayatı; dünyaya niçin geldiğimizi, ne olacağımızı, bizi bu dünyaya göndereni anlamadan terk etmemeye niyet ettim. Keşke bu sorulara olumlu ya da olumsuz bir cevap bulabilseydim. Yarı derviş, yarı deli ama her gördüğünü hikmet gözüyle gören bir düşbazın düşleri sizi çağırıyor: Hayat, ekranında görülen bir düş değil midir? Kim bilir?"



Şehbender Zâde Filibeli AHMED HİLMİ


(ATATÜRK"ün Düşünce Yapısını Etkileyen Meşrutiyet Dönemi Düşünürü)







"İnkılap, Güneş kadar parlak, Güneş kadar sıcak ve Güneş kadar bizden uzaktır. İstikametimi daima o Güneş"e bakarak tayin eder ve öylece ilerlerim, ilerlerim, parlaklığı ve sıcaklığı ilerlememe izin verinceye kadar ilerlerim. Tekrar ilerlemeye devam etmek üzere dururum, tekrar o Güneş"e bakarak yön alırım..." ... ATATÜRK ...



Atatürk, kendisini ziyaret eden Mısır Büyükelçisi"ne, bir sabah, Çankaya sırtlarından doğmakta olan Güneş"i göstererek şöyle der: "Doğudan şimdi doğacak olan Güneş"e bakınız! Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün doğu uluslarının da uyanışını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğüne kavuşacak daha çok kardeş ulus vardır. Onların yeniden doğuşları, kuşkusuz ilerlemeye ve refaha yönelmiş olarak gerçekleşecektir. Uluslar, bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen engel olanları yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve uluslara hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı egemen olacaktır..." ... ATATÜRK ...






"HİÇ"LİK ZİRVESİ



Kahveleri içtikten sonra Aynalı Baba kulübeden bir ney çıkardı, hafif ve hoş bir şekilde çalmaya başladı. Kabristanın sessizliği, neyin hüzünlü sesi bana garip bir zevk veriyordu. Şüphesiz, gittikçe göğsümden basan hüzün, bazen ferahlık veren “âh”lar çıkaracak kadar şiddetlenen bu garip zevkte kahvenin de tesiri vardı. Kendimde tuhaf değişiklikler hissediyordum. Güyâ taşımaya mahkum olduğum bir büyük yük üzerimden alınmıştı. Kendimde büyük bir hafiflik duyuyordum. Aynalı Baba ney ile taksimini bitirdikten sonra hafif ve dâvûdi bir sesle okumaya ve sonradan ney ile çalmaya başladı.



"Ey can! Yok olacak olan bu aleme ibretle bak; gafletten kurtul, meydan boş değildir. Sultan Süleyman ve İskender Han neredeler? Yüzbin senelik ömrü neş’e ile geçirsen de hepsi “bir an”dan ibarettir. Cihan bağı ne güle, ne de bülbüle kalacaktır. A gözüm! Zaten felek, kime murâdına göre yâr olmuştur.”



Bu gazelde ne mühim bir tesir vardı! Aynalı Baba bu parçayı bitirip de ney üflemeğe başladığı zaman gözlerinden yaş akıyordu. Bunlar üzüntü ve sızlanma gözyaşları mı idi, zevk ve aşk mı idi, bilemem; lâkin pek duygulanmıştım. O andaki ruhî ve vicdanî durumumu anlatmak mümkün değil...



Baba okuyordu: “Açgözlülük ve hırsa uyup nefsin kahrına uyma. Adın duyulmasın; sonra rahatın kaçar. Allah’ı bilenlerle arkadaş ol; onlardan uzak kalma. Dünya koltuğundaki gücünle mağrur olma.”



Kendimden geçecek dereceye gelmiştim. Babanın sesi pek yavaş ve âdetâ uzaktan geliyor gibi duymakta idim. Ney hayret edilecek bir letafet kazanmıştı:



“Olgun kimseler, dünya zevkine kapılmadılar. Netice olarak dünyanın bir gölge, boş bir arzu, bir oyuncak ve hayal olduğunu bildiler. Rüyanın gerçekle ne kadar ilgisi vardır. Herkes aşk eteğini tutup Allah’a kavuşmaya yaklaştı.”



Kulağım pek zayıflamıştı. Ses âdetâ pek uzaktan gibi geliyordu. Yavaş yavaş duygularımdan, daha doğrusu dış alemden sıyrılmaya başladım. Bir şey görmüyor, işitmiyordum. Bir müddet uykuya yakın bir halde kaldım. Bu hal çok sürmedi. Zihnim çalışmaya başladı. Görünüşte bir şey duymaz iken kendimi garip bir alemde görmeye başladım. Hayalin derinliklerine dalmıştım. Gözlerim kapalı olduğu halde görüyordum.



Görüyordum ki: Kendi ülkemize benzemeyen bir ovada bulunuyordum. Ova, görmediğim bir takım bitkilerle bezenmişti. Sazlıklarımızı andıran uzun otlar arasında türlü türlü hayvanlar geziniyordu. Bunların bazısı yırtıcı canavarlar idi. Lâkin ben onlardan korkmuyordum. Korkusuzca yoluma devam ediyordum. Ara sıra bana söz söyleyen bir de yol arkadaşım vardı. Lâkin kendini görmüyordum. Fakat bir şey sormak gerekirse soruyor ve cevabını da alıyordum. Saatlerce yürüdük; yoruldum. Görünmeyen yol arkadaşıma nerede bulunduğumuzu, nereye gittiğimizi sordum.









- Hindistan’dayız, “Hiç”lik Zirvesi"ne gidiyoruz, dedi.



Sözünü tutarak yoluma devam ettim. Bir müddet sonra karşımızda bir dağ göründü. Yüksek, pek yüksekti. Bir müddet daha yürüdükten sonra dağa yetiştik. Gümüş gibi parlak bir dereciğin kenarında bir kulübeye doğru gitmemi yol arkadaşım söyledi. Kulübeye gittim. İçinde henüz genç bir adam vardı.



- Ne istersin? dedi.



Ben ne istediğimi bilmiyordum. Yol arkadaşım cevap verdi.



- "Hiç"lik Zirvesi"ni ziyarete getirmiştim; lütfen yol gösterin, dedi.



Genç adam bana memnunluk taşan bir bakışla baktı, elimden tuttu ve:



- Gel, dedi.



Bir ağacın gölgesine oturduk. Bana dedi ki:



- "Hiç"lik Zirvesi"ne insan cinsinin binde, yüzbinde biri çıkamaz. Zira ona çıkmak için kendine hâkim olmalı. Kalpte bir emel olursa yollarda kalır. Oraya canlı cenazeler çıkabilir. Sen kendinde öyle bir kuvvet hissediyor musun?



Bilakis aciz ve sabırsız bir adam olduğumu, yalnız iyi niyetim olduğunu söyledim.



“Heyhat!” dedi, “İnsanların çoğu böyledir. Hele bir deneyelim. Belki başarırız.”



Beni yine elimden tutarak tekrar kulübeye götürdü. Bugün burada misafirsin. Yarın seher vakti dağa tırmanmaya başlarız. Şimdi vaktimizi boşuna geçirmemek için biraz konuşalım, dedi ve ismimi sordu.



- Ricâ, dedim.



Kendisine büyük bir hürmet duymaya başladığım bu zata ben de sıkıla sıkıla ismini sordum.



“Buda Gôtama Sakya Muni” cevabını verdi.



İnsanoğlunun en büyüklerinden biri olduğunu tarihten ve bazı kıymetli eserlerini incelemiş olmaktan anlamış olduğum “Buda”nın huzurunda idim. Tam bir hürmetle ayağa kalkıp elini öpmek istedim. Öptürmedi:



- Benim için ise ben hiçim. Benim yanımda hürmetle hakaret eşittir. Senin için ise kalbindeki sevgin yeter de artar, dedi.



Ertesi gün seher vaktinde yola çıktık. Buda elimden tutuyordu. "Hiç"lik Zirvesi"nin etekleri dünyamızda, daha doğrusu dünyamızı adil bir bakışla seyrettiğimizde görülmeyen bir güzelliğe sahipti. Dağa tırmandığımız yolun her iki tarafı, hoş bir manzara meydana getiren çeşitli çiçeklerle dolu idi. İnsanı kendinden geçiren güzel bir koku yayılmakta, gül fidanlarını muhabbet yuvası edinmiş bübüllerin şarkı ve ötüşleri insan kalbini titretmekteydi.



Üzerinde yürüdüğümüz yol pek ince ve altın gibi parlak, pamuk gibi yumuşak bir kum ile örtülmüştü. Bunun her iki tarafından akan güzel ve mini mini ırmakların şırıltısı bir gönül sevgilisinin, muhabbet kucağında aşığına söylediği kesik, heyecanlı, titrek ve arzuyu kamçılayıcı sözler gibi kulağı ve gönlü okşuyordu.



Dağa tırmandıkça güzellik artmaktaydı. Nihayet bir köşe, daha doğrusu mini mini bir saraya ulaştık. Bir taraftan dağa tırmanma, diğer taraftan hava beni son derece acıktırmıştı. Köşkün kapısından içeri girer girmez en güzel yemeklerden yayılan kokular burnumu okşadı. Bir büyük odaya girdik. Ortasında bir sofra kurulmuş ve içerisine altın tabaklarla insan sanatının icad ettiği ne kadar çeşitli yemek varsa hepsi konmuştu. Bana kalsa, fikrim hemen sofraya yanaşıp açlığımı gidermekti. Lâkin Buda elimden tutuyor ve kulağıma:



“Hiçlik Zirvesi"ne çıkıyoruz. Bu yemekten yersen buradan dönmen, benden ayrılman gerekir” diyordu.



Şiddetli açlığa rağmen emre uydum. O çok güzel yemeklerin karşısında bir saat oturduk. Buda susuyordu. Ben bir takım garip duyguların tesiri altında gücümü yetirmiştim. Bu zatın, hayat sahibi, yeme ve içmeye muhtaç bir adamı melekler gibi aç tutmak fikrinde bulunuşuna kalbimden itiraz ediyordum. Nihayet birden bire:



- Haydi gidelim. Yeter derecede dinlendik, dedi.



Saraydan çıkacağımız sırada cennet hizmetçilerini andıran bir oğlan huzuruma geldi. Elinde altın tepsi içinde üç tane billûr kadeh ve bunların birinde su, diğerinde şerbet, üçüncüsünde şarap vardı. Oğlan:



- Efendim, tırmanılacak yer daha pek uzaktır. Yemek yemediniz, bari bir şey içiniz, dedi. Pek hoş ve adeta yalvarırcasına ileri sürülen bu teklife uyarak şarap kadehini elime aldım. Oğlan sevinç ve memnuniyetle yüzüme bakıyor ve seher vaktinin doğuşundaki güzel manzarayı hoş bir gülümseme, yüzünün parlaklığına göz kamaştırıcı bir dalgalanma veriyordu. Kadehi dudaklarıma değdireceğim sırada Buda elime vurdu. Kadeh yere düştü. Bir şey söylemeyerek elimden tuttu.



Çıktık, yolumuza devama başladık. Görünmeyen bir ses okuyordu. Bu ses o kadar güzel idi ki, yanında Dâvûd’un sesi kulak tırmalayan çığlık gibi idi.



Okuyordu: “Ey avare yolcu! Yürü, durma, yürü. Bu geçici alemin zevkleri seni Allah’a kavuşmaktan alakoymasın. Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin hepsi rüya ve hayalden ibarettir. Ey zavallı ziyaretçi! Yürü, durma, yürü. Yürü ki, Allah’a kavuşmanın gönüle ferahlık veren tazeliğinde yüceliklere eresin. Yürü, kendi aslına kavuş. Olgunluk dereceleri budur. Geçici süs ve gösterişleri terkedip yürü de Allah’a kavuşma kadehinden içesin. Yürü ki, hiçlik meydanında Allah’ın kudret ve sırrını göresin.”



Bu sesin tadından gözlerimde zevk ve keder yaşları görünüp akar olduğu halde yolumuza devam ettik. Gecemizi çimenler üzerinde geçirdik. Rüyasız, hayalsiz derin bir uykuya dalmıştım.



Ertesi günü seherle beraber yolumuza devam ettik. Öğle vakti karşımızda bir saray göründü. Bu saray ancak hayal aleminde görülebilen yapılardan biri, yani hayal gücünün yaratabileceği en son eser idi. Her ne yapılsa bundan daha güzel, daha üstün ve süslü bir binayı düşünmek ve hayal etmek mümkün değildi. Oraya doğru yöneldik. Aramızda beş-on adım kaldığı vakit kapısı kendi kendine açıldı. Buda şöyle dedi:



- Bu saray insanların ayağını kaydıran yerdir. Bu saray imtahan yoludur. Mertlik ve sebatın sağlam ipine yapışanlar bu yolu geçerler. İlerisi "Hiç"lik Zirvesi’dir. Lakin buradaki gösterişe ve gönül çekici şeylere kapılanlar acınma, sızlanma ve üzüntü çukuruna düşerler. Burası arzu ve emel cenneti, ilerisi ezelin hiçlik meydanıdır. Burası faydasız gösterişlerle dolu bir yuva, burası her ziyaretçisini işkencelerle mahveden bir misafirhane,ilerisi zevk ve hürriyet meydanı, ilerisi her türlü kayıttan uzak alem, vahdet, teklik alemidir. Burada kalanın en son gideceği yer inilti ve ah çekme köşesidir; öteye giden dert ve elemden kurtulup rütbesizliğe erer. Burada kalan arzu ve açgözlülüğe, hırs ve emele esirdir; ileri gidenin taht yeri sonu olmayan bir meydan ve mana alemidir. Mert ol; aldanma. Sebat et. Ben burada seni bekliyorum. (Saray bahçesinin kapısını işaret ederek) Haydi, gir, dedi.



Hava güzel bir suretle serin ve güzel kokularla anber gibi idi. Her tarafta zümrüt gibi çimenler, parıltılı çiçekler ve yolları çakıl taşı iriliğinde çeşitli renkte mücevherlerle bezenmiş bahçeyi geçerek sarayın kapısına vardım. Yirmi, otuz kadar yüz güzelliğinde seçkin, benzeri hayal aleminde bile pek az cariyeler tarafından karşılandım. İki tanesi teşrifatçılık vazifesi görüyorlardı. Bin türlü hizmet ve ağırlama ile bir odaya götürüldüm. Sarayın son derece büyüklük ve süslü oluşundan, kızların seçkin güzelliklerinden, hele kollarıma girenlerin pek eşsiz güzellik ve çekiciliklerinden şaşırmış, alıklaşmıştım. Bir taraftan yalvarıcı sözler söylemekte, diğer taraftan kuşların cıvıltısını yahut bir perinin neş’e verici şarkılarını andıran sesleriyle “Hoş geldin” demekte olan kızlardan biri hararetle kavrulan dudaklarıyla bir kadeh sundu. Düşünme gücüm uyuşmuş olduğu halde içtim. Buz gibi soğuk ve bildiğim şerbetlerin hepsinden daha güzel ve tatlı idi. Sanki yeni bir hayat buldum. Derhal bohçalar getirildi. İçlerinden süslü ve ince ipek havlular çıkarılmıştı. Teşrifatçılarım mini mini elleriyle elbisemi çıkarmaya başladılar. Odaya bitişik bir salona, oradan da bir hamama sokuldum. Hepsi çıplak bir çok hûrî karşıladı. Bunların vücutları o kadar mükemmel ve iç gıcıklayıcıydı ki, bu güzellik heykellerinin arasına melekler girse nefis ve şehvet sahibi olurlardı. Her tarafı çeşitli kıymetli taşlarla yapılmış hamamın göbek taşına serilmiş bir yatağa yatırıldım. Hûrîlerin ve mini mini ellerinin altında titrediğim halde, kadın tellak şekline girmiş, seyrine doyum olmayan bu heykellerin çok nazik dokunuşları altında pek yorulmuş olan cismim, bütün bütün uyuşarak tatlı bir uykuya dalmışım. Uyandığım vakit tek kurnalı bir bölmeye götürülüp mükemmel yıkandım. Arkasından soğuk su ile de yıkanarak yorgunluğum geçmiş ve vücudum dirilmiş, sırf kuvvet ve hayat kesilmiş olduğu halde hamamdan çıkarıldım, özenilip bezenilmiş bir odaya götürüldüm. Abanoz ağacından yapılmış bir masaya gümüş bir tepsi konuldu. Sofra kuruldu. Dünya yemeklerinin hiç biriyle ölçülemeyecek kadar lezzetli yemekler getirildi. Peri yüzlülerin biri billur bir sürahi getirdi, bir kadeh şarap sundu. Bir takım kızlar ellerinde müzik aletleri olduğu halde güzel şarkılar söylüyorlardı. Bu içki ve sarhoşluk alemi bir saat kadar devam etti. Neş’em son dereceyi bulmuş; nefsim kudurmuş ve aşırı şehvetle adeta bir canavar olmuştu. O aralık bir kız girdi. Ellerini göğsüne kavuşturarak önümde durdu.



- Efendim, Peri, size kavuşmaya ve muhabbetinize can atmaktadır. Nice günlerden beri gelmenizi gözyaşlarıyla beklemekte idi. Buyurunuz... dedi. Ve koluma girdi, sarayın ikinci katına çıkardı, bir odaya sokarak kapısını kapadı. Arzu dolu gözüme çehresini gösteren güzellik perisini görür görmez bir hayret çığlığı koparmaktan kendimi alamadım. Dünyada gördüğüm en güzel bir kadının bu güzellik perisine göre durumu, on paralık bir fersiz mumun nur saçan güneşe göre durumu gibi idi. Gözlerim kamaştı, karardı. Dizlerimin bağı çözüldü. Gözlerinden çıkan şehvet parıltısı o kadar çekici, dudaklarındaki gülümseme o derece şehvet uyarıcı idi ki, heyecanımın şiddetinden ayağa kalkamayarak sürüne sürüne yatağının yanına kadar gittim. Merhamet isteyerek, çok aşağılık bir durumda ve dilenci gibi ıslak gözlerimi o eşsiz güzelliğe çevirdim. Aşk perisi, erguvan renkli tüllerle süslü bir yatakta yatıyordu. Gümüş gibi beyaz vücudu, yalnız bir ince ipek gömlekle gözlerden gizlenmiş, daha doğrusu hâle ile örtülmüş bir nur parçası idi. Bu hafif örtü, bu ince perde o eşsiz güzellik kaynağı vücudu örtmüyor, o melek yüzlü güzeli arzu dolu gözlerden gizlemiyordu. Gözlerindeki o şehvet pırıltısı gittikçe arttı. Dudakları arzu ve istek duygularını işaret eden ve cana can katan titreme ile titremeye başladı. Al yanağı şiddetli arzu ve şehvet ateşiyle bir kat daha kızardı. Kollarını açtı. Siyah saçları, sevgi ve aşkla titreyen gümüş gibi beyaz gerdanını sardı. Ancak birbirinin tam zıddı olan şeylerin bir araya gelmesinden meydana gelecek bir güzellik tablosu ortaya çıktı. Kollarını açtı:



- Gel... Gel... dedi.



Ben bir minnet çığlığı kopararak kucağına atladım. O nur gibi vücudu kollarımla sardım. O parlak yanağı, o titreyen dudakları öptüm. Kavuşma ne kadar sürdü! Bir an.. Bir an... Gök gürültüsünü andıran bir ses, gök ve yeri inletti. Bir gürültü zelzelesi sanki dünyayı alt üst etti. Düşen bir yıldırım sarayı titretti. O büyük bina bir avuç toprak yığını gibi eridi, yıkıldı. Dehşetimden gözlerimi kapadım. Sevgilime sarıldım.



Gözlerimi açtığım vakit, kendimi çirkin suratlı bir kocakarının kucağında buldum. O kadar çirkin, o kadar pis idi ki, bir hayret ve tiksinti çığlığı koparmakla beraber boynuma sardığı kollarını açarak kendimi kurtarmaya çalıştım. Baykuş sesini andıran kahkahaları salıverdikçe hilâl şeklini almış olan çenesi, kartal gagasına benzeyen burnuna bitişiyor, bu iki çengel birbirinden ayrıldıkça çirkef çukuruna benzeyen ağzı açılıyor, sararmış uzun dişleri görünüyordu. Ben kendimi kurtarmaya çalıştıkça kocakarı var kuvvetini pazuya verip bırakmamaya çalışıyor ve diyordu ki:



- Nankör! Az önce ayaklarıma kapandığını ve tattığın eşsiz aşk zevkini unuttun. Bir an sonra ben yine o şekli alacağım.



Nihayet bin güçlükle kocakarının elinden yakamı kurtardım. Sarayın yerini bir süprüntülük almıştı. Evvelce her biri birer hûrîye benzeyen kadınların hepsi birer kocakarıya dönüşmüştü. Beni kovalamaya başladılar. Ellerine düşmek korkusuyla koşuyor, adeta uçuyordum. Nihayet yorgunluktan bitkin bir hale geldim. Kocakarılar takibimden vazgeçmişlerdi.



Düşünmeye başladım. Etrafıma bakındım. O zümrüt gibi çimenlerin yerinde dikenler, bülbüllerin yerinde kargalar, baykuşlar, altın kumların yerinde siyah ve sivri taşlar görüyordum. Hatırıma Buda geldi. Beni kapı yanında bekleyecekti. Halbuki ne kapı kalmış, ne Buda görünmüştü.



Ağır ağır dağı inmeye başladım. Bir meydana geldim. Dehşetten açılmış gözlerime heybetli bir meclis göründü: Meydana doğu tarafında altın bir taht kurulmuş; başında altın taç, elinde kıymetli taşlarla süslü bir baston, sırtında kıymetli bir elbise olduğu halde üstünde Buda oturmuştu. Etrafı hep kıymetli ve süslü elbiseler giyinmiş, başları şeref taçları ile donatılmış insanlarla kuşatılmıştı. İki kişi kollarımdan tutup huzuruna götürdüler. Buda büyük bir kudret ve ağırbaşlılıkla ayağa kalktı. Kolunu bana uzattı. Şehadet parmağı ile işaret ederek:



- Ey sözünde durmayan insan! Ey erkek! Ey kadın tabiatlı erkek! Yazık sana! Sözünde durmadın. İstenilen noktaya varamadın. Vahdet, Teklik sarayına girmedin. Her türlü kayıttan uzak olan Allah’a kavuşamadın. Zira "Hiç"lik Zirvesi"ne çıkmadın. Ey gâfil adam! İn bu yerlerden, git, in! Önünde diz çöktüğün, kendini ve ruhunu teslim ettiğin koca karıya, dünyaya git. Sen insanların ileri gelenlerinden değilsin. Sen bu meclisin eri değilsin. İn, git. Git ki, emel ejderhası ciğerlerini yesin. Git ki, aşırı arzu akrepleri Nemrut gibi beynini kemirsin. Git, git ki, dünya leşinden bir köpek eksilmiş olmasın. (Hüzünlü bir tavırla) Git, git ki, mert kimselerin gül bahçesi dolmasın. (Öfkeli bir tavırla) Git insaniyetsiz! İn.. İn.. İn... !



Buda, eliyle taşlara emir verir gibi bir işaret yaptı. Bulunduğum yerde taş, toprak... Evet ne varsa bir yıldırım hızıyla yokuş aşağı su gibi akmaya başladı. Nihayet bir uçuruma geldik. Karanlık bir uçuruma doğru yuvarlandım. Bir ümitsizlik ve ıstırap iniltisi ve çığlığı ciğerlerimi parçalayarak, boğazımı yırtarak, titreyen dudaklarımı hırpalayarak çıktı. Gözlerimi açtım.









Aynalı Baba’nın gülümseyen ve yumuşaklık akan çehresi, hüzünlü gözleri gözlerime ilişti. Elindeki maşrapayı verdi, içtim. Henüz pişirdiği sade kahveyi de sundu.



- Evladım! "Hiç"lik Zirvesi"ne yükselmek kolay değil, kolay değil.. değil, dedi.



Elimde olmayarak ayaklarına kapandım. Ertesi günü yanına gelmek üzere izin istedim.



- Ben bu memlekette bulundukça aramızda geçenleri kimseye açmayacağına söz ver, dedi.



Söz verdim; müsaade etti.

04.10.2005 23:39

KOzmik yumurta
 
sorularin cevabi seniin kendi icindedir cunki ic dunya ile dıs dunya aynı seydir.

ama bir 40 yil a kadar sanirim cevaplanmamis hicbir soru kalmayacak.

bu soru tumtüm tarihin sanatta bilimde dinde mitoloji ve hatta savaslarda bile cevabini bulmaya calistigi sorudur.
bu sorunun cevabi; sanat ,felsefe,astroloji,matematik,din,bilim,tarihten orulmus bir kozmik yumurtadir ve zaman buyuk 7 lik donusunu tamalayinca dunyanin sonunda ortaya cikacak tir.
dogruluktan ayrilmamaniz isiga donebilmeniz dilegiyle.

roman 04.10.2005 23:50

Alıntılardan!!!
 
"Tanrı, merkezi her yerde, çevresi hiçbir yerde olmayan bir çemberdir."



Empedokles



Alman Mistik ozanı Angelus Silesius bir epigramında der ki: "Ben o bildiğim şey değilim, ben de bilmiyorum neyim? Bir nesne mi, hayır o da değil, bir noktacığım ve daireyim.



Kendini bilmek ya da tanımak, insanın değişmesi zorunluluğunun doğal bir uzantısıdır. Bu uzantıda insan evreni anlama konusunda yeni kavramlara kucak açmaktadır. İşte bunlardan biri: HOLOGRAM...



Hologram sözcüğü ilk olarak 196O"lı yıllarda dünya bilim çevrelerinde duyulmaya başladı, 1980"lerde ise çeşitli alanlardaki kullanımı arttı ve ilgi alanı genişledi. Artık fizik ve kimyadan, psikoloji ve mistisizme dek bilimsel düşüncelerin içinde yer almaya başladı.



En kısa tanımıyla Hologram, üç boyutlu bir görüntü kaydetme yöntemidir. "Tam kayıt" ya da "eksiksiz mesaj" anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi fotoğraf iki boyutlu bir tekniktir. Derinlik yoktur. Uzaklıkları ne olursa olsun, tüm cisimler aynı düzlemde yer alırlar.



Hologram"ın fotoğraftan en büyük farkı, hologram plakasına cisimlerin görüntüsünün değil, o görüntünün elde edilmesi için gerekli bilgilerin kayıt edilmiş olmasıdır. Hologramın çevresinde dolanarak veya bakış açımızı değiştirerek sanki cismin çevresinde dönüyormuş gibi, onu çeşitli açılardan görebiliriz. Paralaks adı verilen bu özellik, cismin resminin 3 boyutlu olarak verilebilmesiyle sağlanmaktadır. Böylece iki boyutluluk sınırı aşılmış ve uzaklık yakınlık gibi derinlik kavramı da kaydedilen resimde yer almıştır. Yani resmin her yanı uzaklık farkı olmaksızın nettir.



Hologramın en önemli özelliği ise, her noktasının bütün cismin görüntüsünü verebilmesidir. Hologramın tek noktasına cismin her tarafından ışık dalgaları gelmekte ve orada kaydedilmektedir. Bu nedenle hologram plakası ne kadar koparılsa, kırılsa bile, her parça bütünün bilgisini içinde taşır ve gerektiğinde bütünün tam görüntüsünü netliği azalsa da tek başına verir.



İşte bu özellik hologramın mistik düşünce ile bağdaştırılmasını sağlar. "Zaman ve mekandan bağımsız olan alan" kavramı, birçok metafizik teoride, Tanrı"nın tanımını içerir.



Ünlü düşünür Leibnitz felsefesinde penceresiz ve bölünmeyen bir bütünlük olan "MONAD" "lardan bahseder. Ona göre bu "MONAD" lar, Evren"in temelini oluştururlar ve Tanrı da bir "MONAD"dır. "Monad"lardan meydana gelen bir organizasyon içinde bir tek "MONAD" tüm "MONAD"ların bilgisine sahiptir ve onları temsil edebilir, Tıpkı hologramda olduğu gibi, her bölüm aynı anda bütünü de içinde barındırmaktadır. Buna şaşmamak gerek çünkü aynı zamanda iyi bir matematikçi olan Leibnitz matematik kalkül kavramını ilk bulan ve geliştiren kişidir.



Denis Gabor da hologramı bulurken matematik kalkül tekniğini kullanmıştır. Yani Leibnitz ile hologram tekniği arasındaki yakınlık bir raslantı değildir. Leibnitz felsefesindeki MONAD"larda penceresiz kavramı yerine merceksiz tanımını kullanacak olursak, monadoloji ile holografi iyice birbirine yaklaşmış olur.



"Tanrı insanı kendi suretinden yarattı" sözü mekansız ve zamansız bir gerçeklik alanını düşünce yolu ile kavrayan mistikler kadar o alana bilimsel olarak yaklaşan bilim adamlarınca da kabul edilebilir oluyor böylece.



Felsefi açıdan hologram tekniğinin en can alıcı noktası şudur: üzerine herhangi bir görüntü kaydedilmiş olan hologram plakası ne kadar küçük parçalara ayrılırsa ayrılsın, bu küçük parçalara laser ışını verildiğinde plakaya kayıt edilen görüntünün tamamını yeniden elde edebiliriz. Yani her birim bütünün bilgisini ve benzerliğini kendi bünyesinde korumakta ve saklamaktadır. İşte bu can alıcı noktanın farkına varmak, bizi oldukça ilgi çekici sonuçlara ulaştırmaktadır.



İnsandaki algılama sistemi frekans analizatörü gibi davranan hücreler tarafından oluşturulur. Bu hücreler birer mini Hologram gibi hareket ederler. Beyin, bu sayısız mini Hologramın yarattıkları dalga boylarının girişim ve kesişimlerinden oluşan dev bir Hologram"a benzer.



Hafıza kayıtları Holografiktir. Daha sonra benzer dalga boylarında gelen frekanslar beyinde kayıtlı bulunan frekanslarla bir çağrışım yaparlar ve bu yol ile hatırlama sağlanır.



David Bohm evrenin de holografik biçimde davrandığını ileri sürmektedir. Görünen ve yaşayan düzenin ardında zaman ve uzaydan bağımsız olan bir Evren vardır. Geçmiş, şimdi ve gelecek bu holografik düzende bir arada bulunmaktadır.



İnsandan da öteye "Evren de holografik biçimde organize olmuştur" dediğimizde, buradan çok önemi üç sonuç çıkar.



EVREN ANCAK TEK TEK ALGILAMALAR SONUCUNDA CANLANIR.



Evren bütünden ayrılıp, tek tek cisimler ve nesneler olarak belirebilmek, bedenlenebilmek, varolmaya başlamak, kısaca "Suret Alemi"ne geçebilmek için algılanmak, farklılaştırılmak zorundadır. Nesneler veya bilgiler dünyası, bizlerin algılamaları ile farklılaşmakta, dışlaşmakta, biçim bulup canlanmaktadır. Yani evrende bir bütünlük, bir ana plan ve süreklilik söz konusudur. Bizler ancak o çok katlı ana planın dalga boylarıyla bir rezonansa, bir paralelliğe girdiğimiz oranda, o frekansın bilgilerini cisimleştiriyor, buluyor ve kendimize mal edebiliyoruz. Böylelikle de evrenin bazı sırlarını çözebilmekteyiz.



Nitekim ünlü batılı bilim adamları da, bu gerçeğin farkına varmış ve bu "farklılaştırılmış süreklilik" kavramına yaklaşmışlardır. Bakın Einstein ne diyor: "Yerçekimi, elektro manyetik güç, enerji, akım, moment ve nötron gibi kavramlar, bunların tümü, "herşeyin temelinde bulunduğu sezilen objektif gerçeği" açıklayabilmek için insan zihninin kurduğu teorik yapılar, benzetmeler ve sembollerden başka bir şey değildir.



Bir de aynı konuda yüzyıllar önce sezilmiş ve söylenmiş olanlara bakalım.



"Herşeyin temelinde bulunmak" olgusunu Şeyh Bedrettin"den dinleyelim: "Mutlak varlık, bütün erdemlerle donatılmış bulunması bakımından Tanrı adını aldı."



Sezilen nesnel gerçek oluşu da Krişna açıklasın bize: "Her yerdedir O. Heptir O. Gözle görülemez, akılla bilinemez ve değiştirilemez. Solmazdır, ıslanmazdır O. Yanmaz, yaralanmazdır O. Değişmezdir, tükenmezdir."



Yine çağdaş Batı bilimine dönelim: Bilimin ilk yaptığı, doğadaki çok çeşitli maddeleri 90 kadar doğal elemente indirmesiydi. Sonra bu elementler bir kaç temel parçacık oldu. Ayrıca dünyadaki çeşitli güçlerin herbiri, elektro manyetik gücün değişik görüntüleri (değişik dalga boyu ve frekansta olan elektro manyetik dalgalar) olarak bilindi.



Evrenin özellikleri de bir kaç temel nicelik halinde ayrıldı: Uzay, zaman, madde ve enerji. Sonra Einstein; madde ile enerjinin eş değerli olduğunu "Özel İzafiyet Teorisi" ile gösterdi.



Yüzyılımızın tanınmış kuramcılarından olan Northrop bu "bölünemezliği" şöyle anlatıyor: "Farklılaştırılmamış süreklilik, doğrudan algılanan tüm farklılaşmaların içinden çıktığı, ilk sürekliliktir. Bu bütün farklılaştırılmış olguları kapsamaktadır. O bölünemez ve değiştirilemez olandır."



Farklılaştırılmamış süreklilik kavramı, tasavvuftaki kesrette vahdet (çokluktaki birlik)tir.



Ayrıca Konfüçyüs düşüncesindeki Jen, Taoizm"deki Tao, Budizim"deki Nirvana, Hinduizm"deki Atman, Brahman ya da Çit"tir.



Mistiklerin "kutsal hiçlik" veya "çok katlı sonsuzluk" diye adlandırdıklarıdır.







HER CANLI YA DA FARKLILAŞTIRILMIS HER CİSİM BÜTÜNÜN PARÇALARIDIR.



Her varedilmiş olan, içinden çıktığı o ana planın ve bütünlüğün bütün özelliklerini, hatta özünü (değişik biçimler ve oranlarda) içinde taşır. Evrenin ana bilgi yığını, bütün canlılara dağılmış durumdadır. Bu özü içlerinde taşıyan ve saklayan canlılarda ana bilgi kaynağına yaklaştıkça, özleri daha net olarak belirir. İnsan hiç bir şeyi yoktan var edemez. Bizler ancak evrende var olan o ana bilgi plakasının dalga boylarıyla ilişkiye girer ve o frekansın olanaklarından yararlanarak, gerçekleri keşfedebiliriz.



Bu emek ve çalışmanın sonucunda elde ettiğimiz en önemli şey, ana kaynağa daha çok benzemektir. Yani ana Hologram plakasının çok küçük parçaları olan biz canlılara tutulan ışığın doğurduğu görüntü ana görüntüye ne kadar "net" olarak benzerse, o parça o kadar "değerlidir" diyebiliriz.



Bilim açısından ise Einstein "Birleştirilmiş Alan Teorisi"ni ileri sürdü ve ayrı kalan son iki gücün (yerçekimi ile manyetik güç) birbirinden ayrılamayacağını, ortaya çıkardı. Artık tüm evren "bir temel alan" gibi görünür. Orada her yıldız, her atom ve galaksiler, temelde bulunan uzay zaman birliğinin içinde bir dalgacık ya da kabarcık gibidir.



"Temel Alan" kavramının Doğu"nun "Değişimler Kitabı"ndaki açıklaması şöyle: Temel olandan (Taeguk) olumluluk ve olumsuzluk (Yang ve Yin) oluşmuştur. Bir Yang ve bir Yin"in birleşmesi ise Tao olarak tanımlanır. Ve Tao bir "söz" dür.



Bu kavrama ilişkin olarak Yuhanna İncili"nde: "Başlangıçta kelam Allah idi. Her şey onunla oldu ve olmuş olanlardan hiçbirşey onsuz olmadı" denir.



Şeyh Bedrettin ise çağdaş bilimde "temelde bulunan uzay-zaman birliği" olarak adlandırılan gerçeği: "Evrende Tanrı"dan başka birsey yoktur" diyerek anlatmış 15.yüzyılda.



Bilim söyle ekliyor: "Böylece doğanın görünüşteki karmaşıklığının yerini, derindeki birlik alır."



Yine Şeyh Bedrettin: "Farklılık ancak dolayısı iledir ve kavramlardadır. Çokluk, hayallerden başka birsey değildir. Belirdiği yerlerin sayıca çok olması ile, Tanrı"nın da çok sayıda olması gerekmez. Her yerde ve her şeyde görünen aslında birdir ve aynı şeydir.



BÜTÜN BİLGİLER HER AN HER YERDEDİR.



Eğer evren Holografik biçimde organize olmuşsa, uzay—zaman koordinatlarının ötesine geçilmiş olmaktadır. Böyle bir planda; geçmiş-şimdi ve gelecek aynı yerde, aynı anda bulunmaktadır. Ayrıca ana Hologram plakasında yer alan herşey, plakanın bütün zerrelerine kadar yayılmış demektir. Uzay ve zamandan bağımsız olarak her birim, her türlü evren bilgisini her alan alabilir ya da içinde hissedebilir, mistik olarak yaşayabilir. Ama bu ana bilgiden yararlanabilmek, kişilerin ruhsal olgunluk derecelerine ve de çok çalışmalarına, kendilerini geliştirmelerine bağlıdır. Yine Şeyh Bedrettin diyor ki: "Sonsuz olan gönül evreni, boyuna, çağına göre bir yüz gösterir, ivediye gerek yok. Her yemişin bir çağı vardır, ancak iyice çalışmak, boş oturmamak gerek." Kısaca, evren denen bu okyanustan herkes ancak kendi kabının büyüklüğü kadar su alabilir.



Bu bilgilerin ışığında, anlatılmaz gibi gelen bir çok şeyi açıklamak da mümkün olmaktadır. Örneğin; telepati, önceden bilme, uzağı görme, falcılık ve benzeri olaylar, aslında var olan ve her an kullanıma açık bulunan Hologram plakasına kayıtlı bilgileri "başka bir gözle" görebilme yeteneğine dayanır.



Paranormal fonksiyonlar, enformasyon"un başka türlü değerlendirilmesinden başka birşey değildir. Çünkü tüm bilgiler, zaman ve uzaydan bağımsız olarak, "her an her yerdedir."



Bilim diyor ki: Açığa çıkan bağlantıların ışığında yerçekimi gücüyle elektromanyetik güç, madde ile enerji, elektrik gücüyle elektrik, alan ve uzay ile zaman arasındaki ayırımlar yiter. Bunların tümü Einstein"ın evren olarak belirttiği dört boyutlu süreklilikte erirler. Böylece insanoğlunun yaşadığı dünya konusundaki bütün algıları ile gerçek konusundaki soyut sezgileri bir olur, evrenin derinliğindeki temel birlik açığa çıkar.



"Bütün algılar" ile "soyut sezgilerin" bir olması, insanın geldiği ilginç bir aşama olarak dikkati çekiyor. Başlangıcından beri birbirine karşıt gibi duran pozitif bilim ile sosyal bilimler ve akıl ile gönül ilk kez aynı noktada buluşmaktalar.



Nitekim tarihe gözattığımızda, bir çok konuda sezginin, bilimin önünde gittiğini görüyoruz.



Buddha; "Ruh hep önde gidendir, madde onu yakalayıp dünyaya çekmeye çalışır" demişti.



16. Yüzyılda ülkemizde yaşayan, bir halk ozanı olan Muhiddin Abdal da: " Muhiddinem, dervişem / Hak yoluna girmişem/ Onsekizbin alemi / Bir zerrede görmüşem" diyor ve bilim burada sözü edilen bilgilere ancak yüzyıllar sonra varabiliyor.



Gerçeğe varmada felsefe bilimden, şiir ve sezgi de felsefeden önde geliyor.



Son zamanlarda bilimin yaptığı aşama ve evrenin Holografik kavranışı, artık sezginin bilimi, bilimin de sezgiyi dışlamadan hareket etmesine yol açacak gibi görünüyor. İnsana hayatta bir çok şey, anlaşılamaz, garip ve bilinemez gibi gelir. Oysa bu, insanın duygularının ve algılarının zayıflığından doğmaktadır. Ayrıca, yine insanın kendi eseri olan bilimin ve onun getirdiği açıklamaların yetersizliği de buna eklenir.



Yoksa, bütün olup bitenler anlamlıdır. Hepsinin bir nedeni ya da gerekliliği vardır. Evren"de dengesizlik, adaletsizlik ve hata yoktur. Önemli olan, bu güzellikleri ve adaleti kavrayabilecek ve de onlara uyum gösterecek olgunluğa erişebilmektir.

6666mahfuz 05.10.2005 02:07

Maide 48....bu yaziyor..
 
48. Sana da, daha önceki kitabi dogrulamak ve onu korumak üzere hak olarak Kitab´i (Kur`an `i ) gönderdik. Artik aralarinda Allah´in indirdigi ile hükmet; sana gelen gercegi birakip da onalrin arzularina uyma. (Ey müminler!) Her birinize bir seriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardi; fakat size verdiginde (yol ve seriatlerle) sizi denemek icin (böyle yapti). Öyleyse iyi islerde birbirinizle yarisin. Hepinizin dönüsü Allah`adir. Artik size, üzerinde ayriliga düstügünüs seyleri (n gercek tarafini) O haber verecektir.

( Allah`a inanmis, peygambere ümmet olmus dünya insanlari, farkli görüsler, politika ve menfaatler yüzünden birbiriyle ugrasarak, birbirini yiyecek yerde peygamberlerinin cagirdigi hayirli hedeflere varma yolunda yaris icinde olmalidirlar)

05.10.2005 02:52

(SUNNI TIPI) Maide 48
 
KURANDA GECEN MAIDE .48 (SUNNI TIPI) PARANTEZLER ICERMIYOR.

05.10.2005 03:23

Parantez ici
 
o birgun verilecek haberlerin icinde (parantezin icinde cok bilenlerce Yok edilen kulturler assimile olup ,atheistlesmis , sonradan empoze edilene ayak uyduramayip bunalima dusmus azinliklarin gencleri var, afganistan kadinlarinin pecelikleri var, diger inanclari asagilama ve yalanlama var, 11 eylul var, tore cinayetleri, kan davalari var varda var...)

05.10.2005 03:26

parantezli tefsirler
 
(sanata resime kafir isi demek var baskalarinin inaclarini didikleme ve yozlastirma var varda var...)

roman 05.10.2005 03:49

o.T.
 
(Gerçeğe varmada felsefe bilimden, şiir ve sezgi de felsefeden önde geliyor.)

Derin açıklaması aşağıdaki aktarmalar yazımda Enis, gerçi bir kaç kere okuduğunu düşünüyorum.

Düşünceni rahat bırak biraz serbest kalsın.

Esnesin ve kendi özünü bulsun.

Selamlar...

roman 05.10.2005 03:52

Yazılarınızı büyük bir zevk ile okuyorum
 
Hoş geldiniz bu karışık yere...

kerio 05.10.2005 08:48

anlayana sivri sinek saz
 
anlamayana davul zurnada az!

anlamama sartlanmis, beton kafa bozuk plak gibi takilip takilip takilip duruyorsun.

kerio 05.10.2005 08:52

acaba? o.T.
 
ohne Text

kerio 05.10.2005 08:53

sen sazin teline vur
 
daha iyidir.

oezsu 05.10.2005 10:11

hiclik sadece..
 
ilahi gücün ne kadar yüce oldugunu degil.. o gücü kesf etmeden yanmak gerek.. yandiktan sonra gökyüzünden bi BEN diye adlandirdigimiz roman´i, Özlemi, Aliyi seyretmek gerekk

ve bunlarin hepsinin bir bütün oldugunu gördügünde veyahutta hissettiginde NEFS in zulmüne karsi gelip karanlik noktadan cemberin icinde dolasan senin tabirin ile tekligi seyredeceksin...tekligi seyretmeye basladigin an.. artik mübarek olsun...

TEKLIGI SEYIR zordur hemde coookkk zor!

Allah SELAM ete erdire

oezsu 05.10.2005 10:22

:))))))))))))))))))))))
 
Dede(Mürşid)
Rehber
Gözcü
Çerağcı(Delilci)
Zakir(Aşık)
Ferraş(Süpürgeci)
Sakka(İbriktar)
Kurbancı(Sofracı)
Pervane
Peyk(Davetçi)
İznikçi(Meydancı)
Bekçi


hangisi kurtaracak seni Koyun? Bekcinmi?

yoksa Kurbancinin sofrasinda yemmisin?

Ramazan sana beynin dünyaya tükettigi enerji tekrar yükleyebilmen icin gelmistir...!

Oruc, Hz.Muhammed den öncede degisik sartlar altindada vardi.. Oruc sadece yemeden icmeden ve vücudun isteklerinden kesilmek degil Allaha ermeginiin binevi yoludur!

Orucun baslama saatide herhangi bi imsakiyeye bagli degildir, ayni namaz vakitlerinin oldugu gibi..

Fakat tabikii Islamiyeti cözemeyenlere Oruc zorunlu degil...

git sen Koyunluk yasamini sürdür...ÖZGÜRSÜN!

oezsu 05.10.2005 10:25

hmmm, Islamiyette
 
Türklük, Kürtlük, Arap, Ermeni bu terimlerde yoktur..

sadece dini siyaset ile pazarliyanlar ve masonlar toplulugu bunu benimser!

Kimlik binevi safsatalik!

oezsu 05.10.2005 10:28

Einspruch!
 
bi dakika bi dakika..

Sofuluk nedir? ben kusura bakma ama tüm Cem Evindeki lerin Sofuluk, Sanat ve Sevgiden bahsettiklerini hic görmedim!!!!!

buyur nasil acikliyor Alevilik Sofulugu...?

Sofuluk herhangi bi hirka ile yasanmiyor güzelim!

kolaygelsin 05.10.2005 10:53

Oruç ve sağlığımız
 
Ramazan ayı başladı. Elbette orucu Allah"ın emri olduğu için tutuyoruz. Şüphesiz Allah, zararlı olan bir şeyi emretmez. Merak edenlere Tıp uzmanlarının oruçla ilgili tesbitlerini derleyerek kısaca takdim ediyorum;

Oruçlu kimselerde adrenalin ve kortizon hormonları kana daha kolaylıkla karışmaktadır. Bu hormonlar, tesirlerini kanserli hücreler üzerinde de göstermektedir. Böylece bu hormonlar kansere karşı bir çeşit kalkan rolünü oynamakta, yani kanser hücrelerinin çoğalmasını önlemektedir.
VÜCUT BAKIMA GİRER
Oruç tutan bünye, adeta bakıma girer, iç organları saran yağlar erir, vücudun zindeliği artar, direnme gücü kazanır, mide, böbrek, şeker, kalb ve karaciğer hastalıklarına karşı dayanma gücü (immün) artar.

KALP RAHATLAR
Karaciğer, oruçlu iken, 3-5 saat istirahat eder, gıda depolama işine bir müddet ara vermiş olur. Bu arada, korunma sistemini güçlendirici globülinleri hazırlar. Midedeki kaslar ve salgılayan hücreler, oruç müddetince birkaç saat dinlenir. Kan hacmi de azaldığı için tansiyon düşerek kalp rahatlar.

Gıda artıkları iyi yakılmayınca, damarları yıpratır. Yakılmayan yağlar, damarları daraltır, damar sertliği denilen rahatsızlığa sebep olur. Akşama doğru vücutta gıda hemen hiç kalmaz. Yani bütün gıdalar yakılmış olur. Bu bakımdan bazı hastalıklara oruç tutmak iyi gelmektedir.
-------------------------------------

xstudentxnrw 05.10.2005 12:40

"mezhep imamlarinin" ne yaptigini bilmed
 
igin icin böyle konustugunu zannediyorum. sen bir kitaplarina nasil baslamislar onu bir arastirda ondan sonra konus.

xstudentxnrw 05.10.2005 12:40

"mezhep imamlarinin" ne yaptigini bilmed
 
igin icin böyle konustugunu zannediyorum. sen bir kitaplarina nasil baslamislar onu bir arastirda ondan sonra konus.

xstudentxnrw 05.10.2005 12:43

daha fazla para kazanmak icin mesayi
 
yapanlar neden din konusunda "mesayi" yapmaktan korkuyorlar? veyahut insanlarin bunlari yapmalarini engellemek istiyorlar?

xstudentxnrw 05.10.2005 12:44

sen bilmemezlikten geliyorsun!
 
peygamberine itaat et..

fazla konusma :O)


Alle Zeitangaben in WEZ +2. Es ist jetzt 20:33 Uhr.