Yazan Kişi: Alpi003
Tarih: 02-02-05 18:05
Nakisin, Kasitin Ve Marikin
İmam Ali (a.s), hilafeti döneminde üç grubu kendisinden uzaklaştırıp dışlamış ve onlarla savaşmıştır: Bunlardan biri, bizzat İmam Ali (a.s) tarafından "Nakisin" adıyla adlandırılan Cemel ashabıdır, diğer ikisi de yine kendi tabiriyle "Kasitin" olan Sıffin ashabıyla, "Marikin" adını verdiği Hariciler, yani Nehrevan ashabıdır.[2]
İmam, bunu şöyle anlatır: "Halife olduğum zaman şu ümmet arasından bir taife çıkıp biatini bozdu (Nakisin), bir güruhu dinden çıktı (Marikin) ve bir güruh ise işin başından beri hep isyan edip tuğyanda bulundu (Kasitin)."[3]
"Nakisin" güruhu, para düşkünüydü; paraya pula önem veren, insanlar arasında ayırım gözeten, ayrıcalıklara inanan kesimdi, İmamın adalet ve eşitlik konusundaki konuşmalarının çoğunda muhatap alınan kesim bunlardır.
"Kasitin" adını verdiği güruhsa her şeyi politikaya alet eden hilekar, düzenbaz ve sahtekar iki yüzlülerdi. İktidarı ele geçirmek ve Ali"nin (a.s) yönetimini akamet ve başarısızlığa uğratmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bunlardan bir kısmı İmama gidip bu isteklerinin kısmen de olsa giderilmesi ve çıkarlarının gözetilmesi halinde onu destekleyeceklerini söylemiş, ama İmam Ali bu teklifi reddetmiştir. Hz. Ali"den (a.s) bundan daha farklı bir yaklaşım beklemek de mümkün değildir aslında. Zira o, zulmün altına imza atmaya değil, zulmün kökünü kazımaya niyetliydi. Diğer yandan Muaviye"yle ona benzer tipler, İmam Ali"nin kendisine de, onun iktidarına da öteden beri karşı olan tiplerdi zaten. İktidarı ele geçirmek ve beyt"ül malı kendi aralarında yağmalamak isteyen bu tiplerin Ali"yle uzlaşması düşünülemezdi. Muaviye ve çevresindekiler, İslam aleminin halifesi olmaya niyetlenmişlerdi.
İmamın "Marikin" adıyla tanımladığı diğer güruh, dinin özünü ve ruhunu kavrayamamış olan kıt görüşlü, dar ufuklar, yersiz asabiyet ve reva olmayan taassuplara sahip cahil insanlardı, mukaddes görünümlerinin ardında karanlık ve tehlikeli bir cehalet besliyorlardı.
Hz. İmam Ali (a.s) bu üç grubun hepsine karşı durmuş, onları reddetmiş, onlarla uzlaşma kabul etmez bir mücadeleye tutuşmuştur.
Evet, İmam Ali"nin (a.s) çok boyutlu mükemmel kişiliği ve "insan-ı kamil" olarak tarihe geçen fevkalade şahsiyetinin en bariz özelliklerinden biridir bu; farklı güruhları karşısına almış, türlü sapma ve bozulmalarla karşılaşmış ve bunların hiçbirine taviz vermeyip hepsinin karşısına dikilmiştir!
Kimi zaman dünya düşkünü zengin ve müreffeh kesimin, kimi zaman her şeyi politikaya alet eden bin bir suratlı hilekar kesimin, kimi zaman da dindar görünümlü cahil ve yobaz kesimin karşısında ve onlara karşı mücadele halinde görülür Ali (a.s) .
Burada bilhassa Hariciler üzerinde durmak istiyorum. Bugün artık Harici bir cemaat yoksa da ve her ne kadar bunların nesli artık tükenmişse de; son derece ibret verici bir tarihi vardır Haricilerin. Birey olarak ölüp gittikleri ve nesilleri tamamen tükendiği halde o sapık fikirleri yok olmamış, kendileri gibi cahil ve dogmatik karakterli insanların zihnini zehirleyerek günümüze kadar kök salmayı başarmış olan "Haricilere has düşünce tarzı", öteden beri İslam"ın ve müslümanların ilerlemesini engelleyen en önemli manialardan biri olagelmiştir.
Haricilerin Ortaya Çıkışı
"Harici" kelimesi "isyancı" anlamına gelir.[4] Bu güruh, Sıffin"de hakemiyet olayında ortaya çıktı.
Sıffin"de savaşında İmam Ali"nin (a.s) savaşı kazanmak üzere olduğunu gören Muaviye, Amr b. Âs"ın yardımıyla şeytanca bir oyuna başvurdu; kendisini müslümanmış gibi gösterip "Aramızda Kur"an hakem olsun." demeye getirerek mutlak bir yenilgi ve hezimetten kurtulabilmek için askerlerinin mızrakları ucuna Kur"an mushafları taktırıp öne sürdü. Halbuki daha önce Ali (a.s) "Gelin aramızda Kur"an"ı hakem edinelim, onun emrine göre haksız taraf kimse, onu tespit edip cezalandıralım, boşuna kan dökülmesin." demiş; ama Muaviye, savaşı kazanacağından emin olduğu için İmamın bu teklifini kabul etmemişti. Şimdiyse birilerinin cahilliğinden faydalanarak mutlak yenilgi ve ölümden kurtulabilmek için bu hileye başvurmuştu!
Bunun şeytanca bir oyun olduğunu bilen Ali (a.s) "Vurun, onlara aldanmayın! Kur"an"ı kalkan gibi kullanıp kendi canlarını kurtarmak istiyorlar aslında. Bunlar İslam düşmanlarıdır, oyuna gelmeyin, vurun!" diye bağırıyor ve ekliyordu: "Bunların yaptığı şey, Kur"an"ı Kur"an"la vurmaktır. Kur"an"ın kendisi karşısında Kur"an sayfalarının yazılı olduğu şu kağıt parçalarının ne değeri kalır ki? Bunlar, mana ve hakikati ortadan kaldırabilmek için o kağıtlardan medet umuyorlar aslında!"
Teşhis gücü zayıf olan ve dinin sadece dış görünümünü kavrayabilmiş bulunan kıt görüşlü bir grup, birbirine kaş göz işareti ederek "Ali ne diyor? Ne demek istiyor?" diyorlardı. Meseleyi kavrayamadıklarından, "Biz Kur"an"a karşı kılıç çekmeyiz! Biz Kur"an için savaşıyoruz, bunlar da Kur"an"a teslim oldular işte. O halde ne diye savaşalım?" diyerek Muaviye"nin tuzağına düştüler. Resulullah"ın (s.a.a) "ilim şehrinin kapısı" olarak tanımladığı bilgeler bilgesi İmam Ali "Ben de Kur"an için savaşalım demekteyim, ama bunlar sizi oyuna getiriyor, anlamıyor musunuz? Bunların Kur"an"la ne işleri var? Kur"an"ı kalkan gibi kullanıp canlarını kurtarmak niyetindeler, hepsi bu!" dedi.
İslam fıkhının "cihad" babında "Kafirlerin müslüman esirleri kalkan olarak kullanması" diye bir bölüm vardır. Yani düşman, bir grup müslümanı esir alıp ön cephede siper olarak kullanır ve İslam ordusunun her türlü müdafaa veya saldırı girişimi bu esir müslümanların ölümüyle sonuçlanacak bir hal alırsa, İslam"ın hükmü "Parçayı bütüne feda et" esasına dayalıdır ve bu durumda o müslüman esirlerin öldürülmesiyle sonuçlanabilecek bir saldırı veya müdafaa girişimi caizdir. Evet, diğer müslümanların canını korumak ve ümmetin maslahatını savunabilmek için bu girişime izin vermiştir İslam. Bu durumda söz konusu müslüman esirler şehid düşmüş olurlar; ayrıca, kan paraları (diyetleri) da, beyt"ül maldan onların varislerine ödenmelidir.[5] Kaldı ki bu sadece İslam fıkhına ait bir kural da değildir; düşmana karşı koyabilmek için başka çıkar yol kalmıyorsa, kendi güçlerinizin ölümünü göze almak esası, bütün dünyada bilinen ve geçerli bir askeri zarurettir.
İslam"ın zaferi ve ümmetin bekası için gerekirse müslümanı ve canlı varlığı vur diyen İslam dininde, sırf kağıt parçalarının[6] nasıl bir konumda olacağı apaçık ortadadır. Kağıt ve yazıyı değerli kılan anlam ve muhtevadır, söz konusu anlam ve muhtevanın öldürülmeye çalışıldığı bir durumda onları bırakıp, üzeri yazılı kağıtlara sarılmanın nasıl bir açıklaması olabilir?
Ne var ki cehalet ve tutuculuk, o müslümanların hakikati görebilmelerine engel olmuştu. "Biz bu Kur"an"lı mızraklara kılıç çekmeyeceğimiz gibi; bu işe kalkışacak olanla da savaşırız!" dedi ve İmamın karşısına dikildiler. Bu tartışmanın başladığı sıralarda İslam ordusunun zafer kazanmasına ramak kalmıştı. İmamın güçlü ve azimli komutanlarından Malik Eşter, Muaviye ordularını çil yavrusu gibi dağıtmış, Muaviye"nin çadırına yaklaşmıştı. Muaviye"nin tam bir bozguna uğramasına ve bu kanser tümörünün ortadan kaldırılmasına ramak kalmıştı. İşte böyle bir anda, söz konusu cahiller güruhu İmam Ali"yi zorlayarak "Malik"e, derhal savaşı bırakmasını emret, yoksa onu arkadan vururuz!" dediler. İmam Ali (a.s) her ne kadar onları ikna etmeğe, aydınlatmaya çalıştıysa da fayda etmedi.
İmam Ali (a.s) başka çare kalmadığını görünce Malik"e bir adamını gönderip geri çekilmesini emretti.
Malik buna şaşırmıştı, emri getiren askere "İmama söyle, çok kısa bir fırsat tanırsa düşmanın işini bitiririz!" dedi. Bu haber ulaştığında Hariciler kılıçlarını çekip İmamın etrafını sardılar "Ya hemen şimdi Malik"i geri çağırırsın, ya da vallahi, seni şuracıkta öldürürüz!" dediler!.
Malik"e ulaşan haberci "İmamı sağ görmek istiyorsan derhal geri çekil!" demiş, Malik geri dönmek zorunda kalmıştı. Mutlak bir ölümden kurtulan Muaviye, Ali"nin (a.s) ordusundaki bu cahil mukaddesmeapları oyuna getirmenin coşku ve sevinci içindeydiler şimdi!
Böylece Kur"an"ın emirlerini ortadan kaldırmaya azmederek saltanat peşinde koşan Muaviye, İmam Ali (a.s) ile aynı kefeye koyuldu. "Aranızda Kur"an hükmetsin" diyerek hakemiyet önerdiler. Taraflar arasında Kur"an"la sünnetin hakem olması kararlaştırıldı.
Taraflar hakem seçimine gittiler. Muaviye tarafı hiç tereddüt etmeden hilekar Amr b. Âs"ı hakem seçti. Ali (a.s) de iyi bir politikacı olan Abdullah b. Abbas"ın veya yiğit, fedakar ve basiretli bir mümin olan Malik Eşter"in hakem seçilmesini istedi; ancak ahmaklar güruhu -Hariciler- kendilerine benzer birinde ısrar ettiklerinden, hem basiretsiz, hem de Ali"yle arası pek iyi olmayan Ebu Musa Eş"ari"yi hakem olarak öne sürdüler. İmam Ali (a.s) ve dostları her ne kadar Ebu Musa"nın bu işi beceremeyeceğini söylediyse de Hariciler kendi bildiklerini yapmaktan vazgeçmediler. İmamın emrini bir kez daha çiğneyerek Ebu Musa"yı hakem seçtiler.
Aylar süren meşveret, toplantı ve görüşmelerden sonra Amr, Ebu Musa"ya "İyisi mi ne Ali olsun, ne Muaviye, gel senin damadın Abdullah bin Ömer"i seçelim." dedi. Ebu Musa damadının adını duyunca hemen gevşeyip "Olur" dedi ve bu işin nasıl gerçekleşeceğini sordu. Amr "Kolayı var" dedi, "Sen Ali"yi azledersin, ben de Muaviye"yi. Halk bu durumda mutlaka senin damadını seçer, böylece fitne biter, ihtilaf ve anlaşmazlıklar da son bulur!"
Bu tevafuktan sonra hakemlerin görüşlerini açıklayacağı duyuruldu. Herkes kararı dinlemek üzere camiye toplandı. Ebu Musa, Amr"ın minbere çıkmasını istediyse de Amr onun zaafını bildiğinden, hemen nefsini okşayarak "Sen Peygamberin büyük ashabındansın, sen dururken benim öne geçmem yakışır mı hiç?!" dedi ve onu öne sürdü. Böylece, nefsani zaafları nedeniyle bir kez daha oyuna gelen Ebu Musa hemen öne geçip minbere çıktı, neticeyi heyecanla bekleyen cemaate dönüp "Ümmetin maslahatını düşünerek Ali"yi de Muaviye"yi de iktidardan uzaklaştırmaya karar verdik, halife bir başkası olsun, siz seçersiniz nasıl olsa!" dedi ve parmağındaki yüzüğü çıkarıp "Ben tıpkı şu yüzüğü çıkardığım gibi, Ali"yi halifelikten azlediyorum!" dedi ve minberden indi. Onun ardından minbere çıkan Amr "Ben de Ali"yi azlediyorum." diyerek parmağındaki yüzüğü çıkardı ve sol elinin parmağına takıp "Onun yerine, tıpkı şu yüzük gibi Muaviye"yi tayin ediyorum!" diyerek Ebu Musa"nın bön bakışları altında minberden indi.
Bir anda ortalık karıştı, orada bulunan halk öfkeyle Ebu Musa"ya saldırıp tartakladı. Ebu Musa linç edilmekten kurtularak Mekke"ye kaçtı, Amr da Şam"ın yolunu tuttu.
Bu duruma sebebiyet veren Hariciler, yaptıkları hatayı pek geç anlamış, ne yapacaklarına karar veremeyerek orta yerde kalakalmışlardı. Sonucun acı ve hata olduğunu anlamış, ama nerede hata ettiklerini henüz kavrayamamışlardı. Muaviye"nin oyununa gelip de savaşı durdurmuş olmalarının bu faciaya yol açtığını bir türlü kabullenemiyor, hele hakemlik olayında yine Ali"yi (a.s) dinlemeyip Ebu Musa"yı öne sürmekle ne büyük bir hata işlemiş olduklarını itiraf edemiyorlardı. Bu nefsaniyet fırtınasında hatalarını sürdürerek "O iki kişiyi hakem seçmekle hata ettik, insan hakemlik edemez, hakem sadece Allah"tır!" dediler ve Ali"ye gidip şöyle konuştular:
"Biz hakemiyet olayında büyük bir hata işleyerek günaha girdik; hem biz hem sen, kafir olmuş olduk. Biz şimdi tevbe etmiş bulunuyoruz, sen de tevbe edersen, işe kaldığımız yerden başlarız!"
Böylece mesele hallolmadığı gibi daha da büyümüş, kambur üstüne kambur oluşmuş oldu...
İmam Ali "Tevbe her hal-ü karda iyidir. Günah işleyen biri elbette tevbe eder," dedi. Hariciler "Bu yetmez" dediler, "Hakemlik olayının günah olduğunu ve bu işe senin de karıştığını, dolayısıyla senin de günah işlediğini kabul edip tevbe etmen gerekir." İmam "Hakemlik olayının müsebbibi ben değilim ki, bunu ortaya atan siz oldunuz, yaptığınızın neticesini de gördünüz! Kaldı ki, hakem edinme olayı bizatihi haram değildir ki bunu yapan veya yaptıran günah işlemiş olsun! İslam"ın meşru saydığı bir şeyi ben nasıl gayri meşru sayarım? Dahası, işlemediğim bir günah için ne diye tevbe ettim diyeyim?!" dedi.
Bu tartışmalardan sonradır ki, Hariciler sırf siyasi bir akım olarak değil, mezhebi bir güruh olarak da gündeme geldiler. Önceleri isyankar bir güruh olduklarından "Hariciler" adını aldılar; ancak, giderek birtakım özel ilkeler de öne sürüp dini bir renge büründüler ve batıl bir mezhep olarak İslam tarihine geçtiler. Bu arada kendilerini tanıtmak için yoğun propagandalar başlattılar. Derken, İslam dünyasında güya fesadın kökünü bulmak istediler ve şu sonuca ulaştılar: "Osman, Ali ve Muaviye"nin her üçü de hatalıydı ve günah işlemiş kimselerdi, biz fesatla mücadele etmeli, iyiliği emredip kötülükten alıkoymalıyız." Böylece Haricilerin mezhebi "iyiliği emredip kötülükten alıkoyma" amacına yönelik bir mezhep olarak tanıtıldı.
Oysa, bilindiği gibi iyiliğin emri ve kötülüğün engellenmesinin her şeyden önce çok önemli iki ön şartı vardır: 1- Dinde basiret 2- Amelde basiret.
Dinde basiretli olma şartı bulunmazsa, rivayette de belirtilmiş olduğu üzere, iyiliği emr ve kötülüğü nehy işinin zararı faydasından çok daha fazla olacaktır.
Amelde basiretli olmanınsa iki önemli gereği ve vazgeçilmez şartı vardır; fıkıhta bunlara "Etkili olma ihtimalinin bulunması" ve "Daha beter bir kötülük ve fesada yol açmaması" denilir ki bu ikisinin gerçekleşmesi için akıl ve mantıktan faydalanmak şarttır.[7] Hariciler, fevkalade cahil ve basiretten yoksun oldukları gibi, amelde basiretin gerekliliği şartını da reddetmekteydiler. Onlara göre marufa davet ve münkerden sakındırma; neden, niçin ve nasıl sorulmadan yerine getirilmesi gereken bir ibadetti.
Hoscakalin

)