I -d )
Yaratanın sevgisinin sonsuz güzellik ortamında var olması
Bu sonsuz sevginin en önemli özelliği güzellik-çirkinlik, yani dualite ötesi bir " güzellik ve ahenk " te olmasıdır. Burada hemen çağımızın ruhsal hastalıklarından biri olan narsisizm-özseverlik konusunda önemli bir noktaya temas edelim. Bilindiği gibi mitolojide Narsis, suda yansıyan kendi yansımasına aşık olur ve bunun bedelini korkunç bir yalnızlıkla öder, çünkü artık başka kimseyi sevemez. Narsis hikâyesinden ders alarak, bizlerin yukarıda sözünü ettiğim sevgi kutuplaşmasının öbür yanı, yani olumsuz kutbunda olduğumuzu düşünelim. Ama Yaratanın bizlere örnek olarak sunduğu sevgi modelinde ise sevgi kendi kendisine değil diğer varlıklara yönelik bir sevgidir ve bu sevginin gereği ise " taşma " dır ( feyz ).
İbn Arabi bu karşılık beklemeden vermeye Kur"an tabiri olan " ihsan " sözcüğünü kullanıyor. Demek ki Narsis" in gördüğü hayali aşıp, aslına varması gerekirdi ki, Rahman-feyz-ihsan frekansına girsin ve tüm yaratılmışlara bu güzelliği yansıtsın.
Narsisizm olgusunun bir diğer yönü ise, özsever insanın içinde biriktirdiği öfkedir. Bu öfke hem varamadığı dünyaya, hemde kendini tutsak eden, sonsuz gelişme potansiyelinden mahrum eden yine kendisine yönelir. Buna nefse, egoya yönelik öfke de diyebiliriz. Çünkü o nefs, kendisini kendisinden, aslından çalmıştır !
Narsisist insanın bir başka dramı ise, kendi güzelliğine inanmamasıdır hatta nefret etmesidir. Nasıl etmesin, her geçen gün yegâne değeri zannettiği gençliğinden tazeliğinden, güzelliğinden birşeyler yitiren bir insan. Zamanın elinde bir oyuncak... Estetik ameliyatlar, olmadık kozmetik girişimler, hergün yutulan vitaminler, bir ömür boyu orası burası delinen tekneyi batmaktan kurtarma çabaları...
Peki bu geçici, zamanın keyfine teslim olmuş bir " güzelliğin " alternatifi olan ilâhi güzellik acaba nasıl bir şey olabilir ?
Gelin bu sorunun cevaplarını aşağıda vermeye çalışalım :
İlâhi sevgi ve güzelliğin devamlı artması
Burada karşılaştığımız güzellik, statik-durağan bir güzellik değilde, dinamik, sürekli artan bir güzellik olabilir mi ?
" Düşünün anlatılamayacak kadar güzel bir deniz kenarındasınız,
karşıda ufuk çizgisinde sıra sıra adalar var ve güneş bu adalar arasından batıyor.
Havayı altın rengi bir güzellik sarıyor, içiniz burkuluyor
ve susup hûşu içinde bu muhteşem manzaraya kendinizi bırakıyorsunuz,
biraz sonra güneş ufuk çizgisine varıyor ve tüm ihtişamı ile batıyor
ve... karanlık basıyor...
Ama birde güzelliğin hiç bitmediği bir dünyada,
hiç batmayan ve her an ihtişamı dahada artan bir gün batımı düşünün .
Bu kadar güzellik insanı aklından edebilir."
İşte İbn Arabi" nin aşağıdaki şiiri bu olguyu anlatıyor :
" Çünkü ben O" nunla karşılaştığım daha ilk anda
Güzelliği devamlı artan birini görüyorum karşımda
Bir vecd gerekli ki olsun durağımız
Artınca güzelliğinden uyumlu beraberliğimiz. "
Demek ki Narsis yansıyan hayaline aşık olmakla kendini sonsuz gelişme potansiyelinden ve geçici güzelliğin karşıtı olan, sonsuz ve artıcı güzellikten mahrum ediyor. Güzelliği sevgiden ayıramazsak biz burada yine çok şaşırtıcı bir olgu ile karşılaşıyoruz, artan sadece güzellik değil,
İbn Arabi" nin o keskin görüşüne göre, sevgi de devamlı yenileniyor!
" Çünkü benim sevdiğim Sen" in bende bulduğun şeye bağlı "
Yaratman gibi Sevgin de hep yenidir benim için "
Yaratan her an tüm evreni yeniden yarattığına, ve her yaratış bir öncesinden daha mükemmel olduğuna göre ( ilâhi ölçülere göre ) ve sevgiyi de bizim kalplerimize O yerleştirdiğine göre, her yeni an, yeni bir sevgi, her yeni an daha mükemmel bir sevgi...
İlâhi güzelliğin hiçbir benzeri olmayan bir güzellik olması.
İbn Arabi burada yine bizleri şaşırtıyor ve ilâhi güzelliği tanımlarken, " daha önceleri tanıdığımız hiçbirşeye benzemeyen " bir güzellikten sözediyor. Normal şartlar altında birşeyi tanımlarken, o şeyi zihnimizde, hafızamızda daha önceleri yaşadığımız benzer birşeyle karşılaştırır ve böylece bir sonuca varırız. Ama ilâhi güzellik " görüş " ü ise tamamen orijinal, öncesi olmayan, kıyas kabul etmeyen bir görüş. " Rembrandt " ın hakiki bir tablosunu düşünün, bu tablo tektir ve tekliği nedeniyle bir servet değerindedir. Kopyası veya sahtesi anlayan için beş para etmez. Rembrandt Allah vergisi dehası sayesinde bu eseri "yaratmıştır".
Ama eşi bulunmazlığın ötesinde bu tabloya her an bir başka güzellik eklendiğini düşünün, müzedeki tablo her an bir şekilden başka bir şekile giriyor her geçen an daha da güzelleşiyor. Herhalde tüm dünya televizyonları bu olayı yansıtmak için birbirleri ile yarışa girer ve çağın olayı olurdu. İşte âriflerin yaşadıkları ilâhi güzellik belki de böyle bir şey..." Bu sürekli yenilenen güzellik kavramı,
" Rabbiniz her an yeni bir yaratmadadır "
Kur"an ayetine belirli ölçüde bir paralellik gösterir.
Sevginin ve güzelliğin statik olmaması, sürekli yenilenen ve daha da ötesi sürekli " artan " nitelikte olması bizleri yepyeni bir varoluş alanı ile temas ettirir. Artık " fena", yokluk, aşılmış, " bekâ ", Yaratan ile sürekli var olmaya doğru bir adım atılmıştır.
İbn Arabi Hz. de rahmetle andıktan sonra, İlâhi aşkın tecelligâhı olan bir yüce insandan daha söz etmek istiyorum, tanımlara, kavramlara sığmayan, Hz.Mevlâna"mız... 1244 tarihinin sıcak bir yaz gününde, Doğu Anadolu dağlarının ücra bir köşesindeki bir yayladayız. Yüce bir çınar ağacının hemen yanıbaşında bir çeşme, biraz ötede çimenler üstünde bir posteki... Saçı sakalı birbirine karışmış, zayıflıktan avurtları çökmüş bir adam, gözleri alev alev, bakışları sanki insanı delip geçiyor. Postekisi üzerine çökmüş Mevlâsına yalvarıyor, dileği ilk bakışta biraz garip gibi görünüyor, Allahım diyor,
" Bana katlanabilecek birisini çıkar karşıma, çıkar ki benim gönlümü yakan ateş onun da
gönlünü tutuştursun, ateşler birleşsin, tek bir ateş olsun
ve bu ateş asırlar sonra bile dünyaya nûr saçmaya devam etsin. "
Birdenbire Derviş sanki yıldırım çarpmış gibi oluyor, tüm bedeni titremeye başlıyor, çünkü gönlüne bir ses geliyor, gaipten gelen bir ses...
"Ne verirsin, evet seni o insanla karşılaştırırsam neyini verirsin? "
Bir an bile tereddüd etmeden koca Derviş yanıtını veriyor.
" Canımı veririm "
Öyleyse diyor, ses
" Konya" ya git, Mevlâna Celâleddin"i bul ..."
Evet Şemsi Tebrizi Hz., Hz.Mevlâna" nın gönlünü uyandırmak, tüm bildiklerini O" na aktarmak için, gözünü kırpmadan o mubarek canını, yüzyıllar boyunca insanlar feyz alsınlar diye ve belki de şu anda sizin bu satırları okumanız için feda ediyordu.
Sahne değişiyor, tarih 23 Ekim 1244, günlerden Cumartesi, Konya" da " Şekerciler Hanındayız " . Bir oda, kapısında kocaman pahalı bir kilit. O zamanın varlıklı tüccar kıyafetine bürünmüş bir adam, yavaş ve ağır adımlarla, cebinden anahtarı çıkartıyor ve kapının kilidini açıyor.
Aslında bu adam, bizim Derviş Şems" den başkası değil, ama dikkati çekmemek için zengin tüccar kılığına bürünmüş, görkemli kilidi görenler, odada ne pahalı mallar olmalı diye fısıldaşıyorlar ve O" na gıpta ediyorlar... Derviş odaya giriyor, yerde bir hasır ve üstünde yastık yerine kurutulmuş kil parçası, kırık bir testi... Uzanıyor, tefekküre dalıyor, ikindi vaktini bekliyor... Hz. Mevlâna" nın, gönlünde o gün nereden kaynaklandığını bilmediği bir heyecan var, ikindi vaktine doğru, atını eğerletiyor ve çarşıya çıkıyor. Yolu Şekerciler Hanı" na yaklaştığında, Hz. Şems"de, yüzünde gizemli bir gülümseme ile yavaşça yerinden kalkıyor, abdestini tazeliyor ve dışarı çıkıyor. Gönlünde zerre kadar tereddüd yok, emin adımlarla kavşağı dönüyor ve karşısında atı üzerinde Hz. Mevlâna.. Havada anlatılmaz bir gerilim, sanki tüm Konya ahalisi, kurak geçen bir yazdan sonra ilk yağmuru bekliyor...
Şems i Tebrizi Hz. leri, görenlerin şaşkın bakışları altında atın yularını tutuyor ve durduruyor. Sonsuza kadar sürecekmiş gibi geçen bir an, iki yüce ruh göz göze geliyorlar, ağızlar susuyor ama iki gönül arasında akıl almaz bir iletişim başlıyor. Işık hızı da ne demek oluyor, gönül hızı ile "görüşüyorlar " ve sanki zaman duruyor. Bir süre sonra Şems Hz. lerinin çakmak çakmak yanan gözlerinde yine bir gülümseme oluşuyor ve Hz. Mevlâna" ya sorusunu soruyor...
" Kim daha yücedir, Beyazıd ı Bistami mi, Hz. Muhammed mi "
Yüce Mevlâna" mız bu nasıl soru diyor, " tabii ki Hz. Muhammed ( SAV ) daha yücedir. "
Şems Hz. yine muzipçe bakarak ekliyor : "Ama Beyazıd ı Bistami, kendi cüppesini kastederek, "bu cüppenin altında Allah" dan başka bir şey bulamadım" demişti " diyor. Ve tabii beklenen yanıt gecikmeden geliyor, Hz. Mevlâna" mız,
" Evet doğrudur, Beyazıd bu sözleri söylemiştir ama O, o hâli geçememiş oraya takılıp kalmış ama Hz. Muhammed ( SAV ), Peygamber olduğu, tüm günahlardan arınmış olduğu halde, günde yetmiş kez istiğfar ederek, her gün yetmiş yeni kademe aşmıştır."
diyor.
Böylece İslam dininin ve dolayısıyla Sufizm" in evrensel özelliği olan, "sonsuz gelişme potansiyelini " anlamış olduğunu, belirtiyor. Yani her gün birşeyleri terk, her secde bir rota düzeltme, her an yeniden doğma... Ne bakışmış o bakış ki, ne gönülmüş o gönül ki, Hz. Şems, Hz. Mevlâna" mızın gönlüne nazar ettikten sonra, 25618 beyitlik Mesnevi i Şerif, 50000 beyitlik Divan ı Kebir, Fihi Ma fih, Mecâlis-i Seb" a ve Mektubât ortaya çıkıyor. Sanki gönül coşması değil, volkan patlaması... Şems Hazretleri" nin canını vermeyi bile göz kırpmadan kabullendiği ve Hz. Mevlâna" nın gönlünde uyandırmak istediği o ateş, insanlığın belkide en büyük sırrı.
Son din tebliğ edildikten, son peygamber peygamberlik kurumunu mühürledikten sonra insanlığa son bir işaret, son bir armağan. Rabia Sultan" da, Hallac Hz." de, İbn Arabi" de, insan Yaratan ilişkisi sanki daha vasıtasız, arada Şems Hz. leri gibi bir "aracı " yok. Evet tüm bu velilerin bir tür eğitim aldıkları mürşidleri olmuş ama bunlar bilebildiğimiz kadarıyla Şems niteliğinde değil. Hz. Mevlâna - Hz. Şems karşılaşmasında insanlığa verilmek istenen daha değişik tarzda bir mesaj. Sanki uçsuz bucaksız bir deniz bir başka uçsuz bucaksız denizle buluşuyor. Sonsuzluk sonsuzlukla kucaklaşıyor, sonsuz aşk sonsuz ilimle buluşuyor. Hz. Mevlâna" nın oğlu Sultan Veled, İptidaname" de bu buluşmayı şöyle anlatıyor :
" Ansızın Şemseddin geldi, ona ulaştı. Mevlâna"nın gölgesi,
onun ışığının parıltısında yok oldu.
Aşk âleminin ötesinden defsiz, sazsız bir sestir erişti.
Şems ona maşuk halindan bahsetti.
Bu suretle de Mevlâna" nın sırrı gökleri aştı.
Şems dedi ki : Bâtın âleminde ilerisin ama şunu duy ki ben, bâtının da bâtınıyım.
Sırların sırrıyım, nûrların nûruyum ben.
Erenler, benim sırlarıma erişemez.
Aşk yolumda perdedir benim.
Diri sevgi tapımda ölüdür...
Şems, onu öyle şaşılacak bir Âleme çağırdı ki o âlemi ne Türk rüyasında gördü,
ne Arap.
Üstad Şeyh yeni bilgi beller bir hale geldi, hergün huzurunda ders okuyordu.
Sona erimişti ki işe yeniden başladı, kendisine uyuluyordu, bu sefer o,
Şems" e uydu.
Yokluk bilgisinde olgundu, fakat Şems"in ona gösterdiği bilgi, yepyeni bir bilgiydi...
Şems, maşuk erenlerindendi, onu da o âleme, maşukluk cihanına davet etti.
Mevlâna da onun cinsindendi, ona ulaştı, can yoluyla canlar canına kavuştu.
Şems i Tebrizi, o tabiatı kan dökücülük olan er,
yol gösterici oldu. "
İki denizin buluşması, insanda tecelli eden ilâhi aşk etrafında tevhidin yaşanması ve Şems Hz." lerinin görevini tamamlamasından sonra " kurban edilmesi "... Sanki tüm bu olağanüstü olaylar ilâhi bir oyunun perdeleri. " Oyunun " her aşamasının belirli bir mesajı var ve son sahne, trajedi gibi görünmesine rağmen, yine de tüm insanlığa ve özellikle metafizik geriliminin dayanılmaz boyutlara eriştiği, 21 inci yüzyılın insanlığına yani bizlere sunulan ilâhi bir mesaj. Bakın Divan ı Kebir bize ne diyor...
" Bizim ölümümüzle bir dünya dirilir, çünkü öyle aşağılık bir kurban değiliz biz. "
( DK 6/292 )
Evet anlaşılan ilâhi aşkı, yani sevginin ötesindeki sevgiyi yaşamanın, özgürlüğün ötesindeki özgürlüğe varmanın, yokluğun ötesindeki yokluğa varmanın yolu insandan geçiyor. " Kapı " insan; ötelerin ötesine gitmenin, Mevlâya varmanın en kestirme yolu ve kapısı, insan. Şems" ini yitirdikten sonra Hz.Mevlâna bir tür içsel deprem yaşıyor, bilindiği gibi iki yüce ruh arasındaki bu anlatılmaz beraberliği kavrayamayan bazı kişiler büyük bir varsayımla Hz. Şems"i katlediyorlar.
Bu içsel deprem bir tür yeniden doğuşa benziyor, içinde birşeylerin ölmesi ve başka bir insanın meydana çıkması gibi bir şey.
" Zaten Tebrizli Şems de bir bahanedir. Aslında güzellikte eşsiz olan da biziz,
lütufta eşsiz olan da "
( DK III 1576 )
Deniz denize kavuştuktan sonra ne Şems kalır ne de Mevlâna...
" Allahım, Sana kavuşmama engel olan,
Senin yolunda rahatça yürümeme mani olan ayağımdaki bu diken, benim kendi varlığımdır.
Bu sebeple, kendimden uzaklaşmak, kendimi kendimden kurtarmak isterim... "
( Mevlâna, Şefik Can Sayfa 141 )
Şimdi Mevlânamız" dan tüm insanlığa ulaşan mesajın ana hatlarına bir daha bakalım. Tekrar tekrar üstünde durulan olgu, " insanın kutsallığı " dır. Yukarıda gördüğümüz gibi insan kutuplaşmış bir yapısı olan varlıktır. Bir yanı sonsuzlukta bir yanı ise sonlu dünyadadır. Böylece insan " sonlulukla sonsuzluğun buluşma noktasını " oluşturur.
" Orada bir âlem, burada bir âlem, ben ise tam ortada, eşikteyim "
Serbest iradesi ile sonluluk ve sonsuzluk arasında seçme iradesine sahip olan insan çok yüce bir sorumluluk altındadır. ( Takva = Sorumluluk bilinci )
Bu sorumluluk akıllara hayret verecek bir orandadır, çünkü Allah ( cc ) dostlarından duyduğumuza göre insan bu evrenin içinde değil, evren insanın içindedir, hatta insanın gönlünden kaynaklanır!
" Varlık âlemi birlikten kaynaklanır.
Arı varlık peteğini oluşturur, arıyı oluşturan petek değildir.
Arı biziz, çokluk dediğimiz şey bizim yaptığımız petekten başka bir şey değildir. "
Mesnevi 1810
Yine insanın bir başka tanımlanması :
" Sen cihanın hazinesisin, cihan ise yarım arpaya değmez.
Sen cihanın temelisin ve cihan senin yüzünden taptazedir.
Diyelim ki âlemi meşale ve ışık kaplamış, çakmaksız ve taşsız olduktan sonra o,
iğreti bir rüzgârdan başka nedir? "
( Mevlâna Rubailer 228 )
İçinde bulunduğumuz 21 inci yüzyılın başlarında, kulağa ne hoş geliyor değil mi? Hırsımızdan dolayı üstünde yaşadığımız şu mavi gezegeni neredeyse yaşanamayacak oranda kirleten biz insanlara ne güzel ve ne ümit verici bir mesaj.
" Ey Tanrı kitabının örneği insanoğlu!
Ey şahlık cemâlinin aynası mutlu varlık!
Her şey sensin, âlemde ne varsa senden dışarıda değil.
Sen her ne ararsan kendinde ara, çünkü her varlık sende. "
( Mevlâna Rubailer 1382 )
Evet son peygamber ile vahiy kurumunun artık kapandığında " ilham " kapısının hala açık olduğuna işaret ediyor bu beyitler.
" Her şey bizde, bizim içimizde ",
Afrika" da göbeği şişmiş, açlıktan ölen çocuklar, kirlettiğimiz ırmaklar, denizler, katlettiğimiz yağmur ormanları... Evet can çekişen şu mavi gezegen, ne varsa hepsi bizde, bizim gönlümüzde...
" Hem korkunç hem de muhteşem insan! "
Aslında bu " her şeyi " ayakta tutan, atomları elektronları, gezegenleri birbirine çeken ve ahenkli bir şekilde evreni oluşturan temel, asıl güç... aşk.
" Tanrı hikmeti bizi ezelden beri birbirimize aşık etti.
O ezeli hükme göre evrenin tüm zerreleri çift çifttir
ve her zerre de kendi çiftine aşıktır.
Evrende her zerre de kesinlikle kendi çiftini ister.
Kehlibar nasıl saman çöpünü çekerse her zerre de kendi çiftini çeker.
Gökyüzü yere merhaba der, demirle mıknatıs nasılsa ben de seninle öyleyim.
Şu halde yerle gökün de aklı var; böyle bil.
Çünkü akıllıların işlerini işliyorlar. "
( Mesnevi III 4400 )
Bu satırlar müthiş bir gerçeği açığa çıkartıyor, eğer her şey yukarıda söylenildiği gibi bizim gönlümüzden kaynaklanıyorsa, bu dünya bizim gönlümüzün yansıtması ise, aşkını yitiren gönül nasıl bir dünya yansıtır? Sonuç çözülme, ahenk bozulması, ekolojik dengenin yitirilmesi, sevgi yerine nefretin gittikçe ağırlık kazanması yani kaosun meydana çıkmasıdır. İnsan gönlünü bir mercek gibi hayal edersek ve bu mercek tozlanmışsa, ilâhi iradenin yaptırıcı ışığı bu mercekten geçerken, bizden kaynaklanan nedenlerle saflığını yitirir, zerrelerin birbirlerine olan aşkı zayıflar, dirlik, düzen bozulur. Şems Hz. lerinin ne için canını verdiğini şimdi daha iyi anlıyoruz,
" Bizim ölümümüzle bir dünya dirilir, aşağılık bir kurban değiliz biz. "
Allah" ın Rahmeti, gözlerini kırpmadan canlarını feda eden bu yüce insanların üstüne olsun. Evrendeki parçacıkları birbirlerine çeken, yani evreni ayakta tutan temel güç bu akıllara sığmaz " aşk " ise, bu evreni gönlünde taşıyacak kadar yüce olan insanın bir diğer insanla ilişkisi ne olabilir? Bir başka deyimle atomun çekirdeği proton ile etrafında dolaşan elektronlar karşıt değerli olmalarına rağmen ( bilindiği gibi proton +, elektron - dur ve fizik yasalarına göre birbirlerini itmeleri gerekir ) birbirlerini çekiyorlarsa, gerçek insan ilişkisi, bu ilişkinin " sırrı " nedir?
Gelin bu sırrı Hz. Mevlâna"mızın mubarek ağzından dinleyelim, Şems Hz. lerini anlatıyor...
" Onun yüzüne baktığım ilk andan itibaren sadece yokluk gördüm,
aklın anladığı anlamda ne konuştuğu dil, ne ruh, ne de gönül vardı.
Eğer Eflatun o mehtabın güzelliğini ve o sevecenliği görmüş olsaydı
şüphesiz benden daha çılgın ve şaşkın olurdu.
Sonsuzluk sonluluğun aynasıdır ve sonluluk da sonsuzluğun aynası ama Şems"in aynasında sonluluk da sonsuzluk da Onun iki saç lülesi gibi iç içe olmuşlar. " Rubailerde bu sırra biraz daha açıklık getiriyor :
" Gözümüze bak da Hakk" ın cemalini gör.
Çünkü bu, gerçeğin kendisi ve katıksız bilginin ışığıdır.
Hak da kendi güzelliğini bizde seyreder.
Sakın bu sırrı açıklama, kanını yerlere dökerler. "
Evet maddeden oluşan evrenin düzenini ayakta tutan, zerreleri birbirlerine kenetleyen aşktır ama insanda
" aşk aşkı seyreder ! "
Sen ben, ayrılık gayrılık, dil ırk, din dinsizlik ötesinde, insan insanda " aşkı " seyreder. Ve...
" söz burada düğümlenir, kalem kırılır, bu şiir senden utanır..."
İnsanlar arasındaki ilişkinin kutsallığına, sırrına yukarıdaki satırlarda biraz olsun yaklaştık. Gelelim şimdi insan dünya ilişkisine, alabildiğine kirlettiğimiz derelerimize, ırmaklarımıza, denizlerimize, yakıp kül ettiğimiz ormanlarımıza...
Bir veli, bir Allah dostunun görüşüyle evrene bir nazar eyleyelim, bakalım neler göreceğiz.
Lambalar değişik, ama ışık hep aynı ışık.
Şu insan beyninin yavaş yavaş ölen lambacı dükkânında,
Ne denli çok pırıl pırıl lambalar var,
unut hepsini...
Dikkatini öze yönelt, nûra yönelt,
berrak bir mutluluk kendi kutsal ateşini sessizce söndürüyor.
Bak nûra sana tüm gördüklerinden akıp duruyor,
tüm insanlardan, mümkün olan ve aslında iç içe olan herşeyden !
İyiden, kötüden, düşünceden ve aşktan.
Ve lambalar değişik,
ama ışık hep aynı ışık !
Bir madde, bir enerji, bir ışık,
ışık da ne söz, kökeni ruh olan tek bir nûr.
Durup dinlenmeden her gördüğünden fışkırıyor.
Fırıldak gibi dönen, cayır cayır ışıldayan, yanan bir pırlanta.
Bir, bir, bir... ( Divan ı Kebir )
Gönül gözü ile dünyayı görebilsek, nasıl bir dünya görürdük ve o dünyaya acaba şimdi kıydığımız gibi kıyabilir miydik?
( Ben ötesi; Transpersonel psikoloji )
|