okumak isteyenlere, tefsiri
34. "Şüphesiz takva sahipleri için" Ahiret azabının büyüklüğüne karşılık sevap ve mükafatının da büyüklüğünü açıklayan bu âyet, yukarıdaki "onlara bela verdik" âyetine karşılık olarak daha yukardaki "itaat etme" yasağının illeti yerine geçen ilâhî bir vaaddir. Yani o yalanlayan inkârcılara, o kötü ahlâkların sembolü olan bireylere, toplumlara uymada Allah"tan kortun. Çünkü bir taraftan biz onlara dünyada bela vermişizdir, o malları, oğulları, o cennet gibi yurtlar onlara kalmayacaktır. Uyanık olmadıkları takdirde ahiret azabı daha büyüktür. Diğer taraftan da, takva sahiplerine, yani inkârdan, günahtan ve kötü ahlâklardan ve bu gibilere uymaktan sakınıp Allah"ın azabından korunan takvalı kimselere özeldir. Rablerinin katında, O"nun birlik huzurund a Naim cennetleri gam ve kederden, bela ve sıkıntıdan uzak katıksız nimet ve mutluluk bağları, bostanları ki, o takva sahibi kişiler dünyada ona iman ederek ve vicdan rahatlığının zevkini tadarak ve o gayeye ermek için vazife şevki, temizlik neşesi, ibad e t huzuru ve hakikat aşkıyle; ahirette ise yüce Allah"ın cemalini, ona kavuşmanın safasını ve onun razı olduğunu görmenin lezzetini hakka"l-yakin tadarak sonsuz nimetler içinde mutlu olurlar.
35. Ya biz artık müslümanları yüzlerini ancak Allah"a tutmuş, esenliği düşünür, suç işlemekten korunur, güzellikle çalışır, temiz kalpli müslümanları hiç suç işleyenler gibi kılar mıyız? Gerçekte ikisinin akıbetlerini eşit yapar mıyız? Elbette suç işleyen akıbetini azap, müslümanın akıbetini Naim yapacağız. Burada müslüman mücrimin yani suç işleyenin karşılığı olarak zikredilmiştir.
MÜCRİM, suç işleyen demektir. Bunun başı da, suç işlemeyi vicdanen helal ve mübah saymaktır ki küfürdür. Böyleleri suç işlemekten ancak fiilî bir engel karşısında çekinirler.
MÜSLİM, bunun tam anlamıyla zıddıdır. Bunun imanı vardır. Suç işlemeyi vicdanında çirkin bilir, cezasına inanır; işlerse insanlık icabı bir hata ile veya zorunlu bir sebeple işler. Doğrusu inanmayanlar da suç işlemenin çirkin olduğunu
bilir. Onun için kend isine karşı işlenen bir suça öfke püskürür fakat kendi yaptığını suç saymaz, hoş görür. Çünkü suçu hak gözüyle değil, kendi keyfine göre ölçer, kendi üstünde bir hak tanımaz. Aslında o suçun çirkinliği kendisine sonsuza kadar bir ceza olacağını hesap etm e z. Âhirete inanmaz. Bunun bütün nedeni de verdiği hükümde yanılması, her hak ve yetkiyi kendisinde görmesidir. Tefsirlerin açıklamasına göre, Mekke"de kâfirler şöyle demişlerdi: "Öldükten sonra her şey biter. Müslüman ile suçlu eşit olur. Biz dünyada fırsatı kaçırmayız, canımızın istediğini yapar, dilediğimiz gibi hüküm verir, zevkimize bakarız. Bu nedenle öldükten sonra müslümanlardan daha iyi ölmüş oluruz. Şayet Muhammed"in dediği o öldükten sonra dirilme varsa, biz zevkimizi peşin almış oluruz".
36. İşte burada yüce Allah bunları şiddetle reddetmek ve kınamak için buyuruyor ki: Neniz var? Yani aklınıza ve fikrinize ne oldu? Yahut neyinize, hangi delilinize, kuvvetinize güveniyorsunuz? Nasıl hükmediyorsunuz?. Suçluları müslümanlardan daha iyi veya i kisini eşit nasıl tutuyorsunuz? Cezayı inkâr eden, iyiliği ve kötülüğü bir sayan, suçluyu müslümandan ayıramayan veya daha iyi tutan nasıl hakim olur?
37. Yoksa size ait bir kitap, sade sizin için indirilmiş ilâhî bir kitap var da, onda şu dersi mi okuyorsunuz?
38. Siz bu âlemde neyi beğenirseniz kesinlikle o sizindir diye, yahut her neyi seçerseniz kesinlikle lehinizedir diye, yahut her neyi hayır sayarsanız hakkınızdır diye yani sizin üstünüzde hükmedici bir hak, kendinizi uydurmaya mecbur olacağınız bir hakikat kanunu yok; "kün" yani "ol" emri sizin elinizdedir, her istediğinizi yaratır, her yaptığınız yanınıza kâr kalır, hayır ve şer sadece sizin irade ve isteğinize göre olur diye yalnız size ait bir düstur mu var? Çünkü yüce Allah kendine ö z el olan bu hakkı kimseye vermemiş, indirdiği kitaplarda, hatta ne rivayet edilen hadis ve haberlerde, ne akılda tutunabilecek böyle bir delil, bir kural, bir ilim indirmemiştir. İndirse idi, o sevda ile geçen, bu âlemi kimseye vermek istemeyen, bir an b i le başlarının ağrımasını arzu etmeyen nice zorbalar, nice devletler, nice milletler, nice bireyler, nice "bana göreci"ler, nice uzun emel ve arzular peşinde koşanlar inleye inleye burayı bırakıp gitmemiş, arkalarından kötülükleri ile anılmamış bulunurlardı. Hem herkes de sizin gibi aynı düsturla mücadele eder, yine sizin dediğiniz olmazdı. Yoksa başkalarına bir kitap verilmemiş olduğu halde, size ait olmak üzere öyle bir ders veren bir kitap mı var? Var da ondaki nakle dayanarak mı böyle hükmediyorsunuz? Y oksa sadece size özel olarak üzerimizde kıyamete kadar sürecek birçok yeminler, verilmiş sözler mi var?
39. Siz bu âlemde neyi beğenirseniz kesinlikle o sizindir diye, yahut her neyi seçerseniz kesinlikle lehinizedir diye, yahut her neyi hayır sayarsanız hakkınızdır diye yani sizin üstünüzde hükmedici bir hak, kendinizi uydurmaya mecbur olacağınız bir hakikat kanunu yok; "kün" yani "ol" emri sizin elinizdedir, her istediğinizi yaratır, her yaptığınız yanınıza kâr kalır, hayır ve şer sadece sizin irade ve isteğinize göre olur diye yalnız size ait bir düstur mu var? Çünkü yüce Allah kendine özel olan bu hakkı kimseye vermemiş, indirdiği kitaplarda, hatta ne rivayet edilen hadis ve haberlerde, ne akılda tutunabilecek böyle bir delil, bir kural, bir ilim i ndirmemiştir. İndirse idi, o sevda ile geçen, bu âlemi kimseye vermek istemeyen, bir an bile başlarının ağrımasını arzu etmeyen nice zorbalar, nice devletler, nice milletler, nice bireyler, nice "bana göreci"ler, nice uzun emel ve arzular peşinde koşanla r inleye inleye burayı bırakıp gitmemiş, arkalarından kötülükleri ile anılmamış bulunurlardı. Hem herkes de sizin gibi aynı düsturla mücadele eder, yine sizin dediğiniz olmazdı. Yoksa başkalarına bir kitap verilmemiş olduğu halde, size ait olmak üzere öyl e bir ders veren bir kitap mı var? Var da ondaki nakle dayanarak mı böyle hükmediyorsunuz? Yoksa sadece size özel olarak üzerimizde kıyamete kadar sürecek birçok yeminler, verilmiş sözler mi var?
40. Ey Muhammed! Sor bakalım onlara, içlerinden hangisi imiş ona kefil. Ne akla ne nakle dayanan hiçbir delilin, hiçbir akıl ve düşüncenin kabul edemiyeceği öyle bir hükmün doğruluğuna içlerinden kefil olacak kimmiş? Yahut Allah"tan öyle bir söz alan ve bunu yapmayı üzerine alanlar kimmiş?
41. Yoksa kendile rinin birçok ortakları mı var? Onlara o hükümde katılan, gönüllerinin isteğine taklit yoluyla uyan birçok ortakları veya kendilerinin uydukları ilahları var da onlardan aldıkları kuvvet ile hak ve hakikati değiştirebileceklerini ve istedikleri gibi müslüm a nları suçlulara benzetmeye Allah"ı mecbur tutacaklarını mı iddia ediyorlar? Öyle ise ortakları ile gelsinler. Eğer iddialarında doğru iseler! Çünkü dünya bir tarafa gelse Allah"ın bir hükmünü bozamaz, bir geçreği değiştiremez, hepsi hakkın karşısınd a aşağılanmaya ve kahrolmaya mahkûmdur.
42. O gün hakkın emri şiddetlenip iş büyümeye başlar. Âyette geçen "sâk" kelimesi, lügatte, topuktan baldıra doğru bacağın incik yerine denir. Bundan ağacın gövdesi gibi herhangi bir şeyin aslına da denir. Burada "Sâk" mutlak olarak zikredilmiş olup herhangi bir şeye nisbet edilmemiştir. Fakat Buhârî, Müslim, Nesaî, İbnü Münzir ve İbnü Merduye, Ebu Saîd (r.a)"den şöyle bir hadis rivayet
etmişlerdir: Peygamber (s.a.v) Hazretleri"ni dinledim, şöyle diyordu: "Rabbim iz sâk"ını açar, derhal ona her mümin erkek ve kadın secde eder. Dünyada görsünler ve duysunlar diye secde eden kalır. O da secde etmeye gider, fakat beli tutulur kalır". Bu hadiste ise Sâk kelimesi, "onun sâkı" şeklinde zamirle bir tamamlama halinde z i kredilmiştir. Bundan başka İshak b. Raheveyh Sened"inde, Taberâni, Darkutni Kitabu"r-rü"yet"inde ve Hakim sahih diye ve İbnü Merduye ve diğerleri de İbnü Mes"ud"dan Hz. Peygamber (s.a.v)"in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Allah kıyamet günü ins a nları toplar ve buluttan gölgeler içerisinde iner de bir seslenici şöyle seslenir: "Ey insanlar! Sizi yaratan, size şekil veren, sizi rızıklandıran Rabbiniz, sizlerden herbir insana dünyada taptığı, kendine veli tanıdığına gitsin." der. Ve dünyada ilâh ta n ıdıkları şeyler onlara görünür, şekilleriyle karşılarına dikilirler. Hz. İsa"ya tapanlara İsa (a.s.)"ın Şeytanı görünür. Uzeyr"e tapanlara da keza, hatta ağaç, odun ve taşa varıncaya kadar herbirinin taptığı kendilerine gösterilir. Müslümanlar da diz çökm ü ş, göğsüne doğru yaslanmış bir durumda kalır. Onlara da yüce Allah görünür ve kendilerine: "Siz niye herkesin gittiği gibi gitmiyorsunuz? denilir. Onlar, "Bizim, derler, bir Rabbimiz vardır ki henüz görmedik". O vakit buyurur ki: "Siz Rabbinizi görseniz n e ile tanırsınız?" "Onunla bizim aramızda bir alâmet vardır, görsek onu tanırız." derler. "O nedir?" buyurur. Derler ki: "Sak"tan açar". O vakit Rahman, Sâk"ını açar, müminler hemen secdeye kapanırlar. Münafıklar ise sırtları tabak tabak içlerine şişler saplanmış gibi olur. Bu gibi hadislerde nasıl olduğu kavranamıyacak müteşabih bir anlam vardır ki yüce Allah onu zamanı gelince fiilen bildirecektir. Bizim anlayacağımız: "Sâk"ın açılması" gerçeğin ortaya çıkması, insanlardan dalgınlık perdelerini sıyırarak b ir şiddet ve dehşetle, hakkın vereceği hükmün doğru yolda olanlara rahmet ve bâtıl yolda olanlara öfke saçarak görünmeyen âlemden görünen âleme çıkmasını ifade eden ilâhî bir işarettir ki nasıl olacağını şimdi anlatma imkanımız yoktur. Bu bakımdan burada d a gibi bir simge vardır. Fakat müteşabih âyetlere mânâ verme sevdasına düşen birtakım kimseler bunlardan
Allah"ı cisim şeklinde gösterme ve onu başka bir varlığa benzetme, yani "Hiçbir şey ona benzemez." (Şura, 42/11) âyetinin zıddına olarak Allah"ı cisimlere benzetme sevdasına kapılmışlar, gizemci sofilerden birtakımları da, bunun tam aksine bu âyeti dış mânâsına yorumlayarak hakiki olmayan bir görünme anında aynen öyle olacağına inanmışlardır.
Zemahşeri der ki: "Sâk"ı açmak, baldırı açmak tabirleri, durumun şiddeti ve belânın çetinliğini anlatmak için misal olarak verilen sözlerdir. Bunun aslı korku, dehşet ve hezimet anında ve örtülü kadınların kaçarken paçalarını sıvamaları ve o sırada baldırlarını açmaları meselesindendir."
Fahreddin er-R âzi de şöyle der: Sâk"ın tefsirinde dört ayrı izah şekli vardır:
Birincisi: Şiddettir. İbnü Abbas"a bu âyetin tefsiri sorulduğunda şöyle demiştir: Size Kur"ân"dan bir şey gizli geldiği zaman onu şiirde araştırın. Çünkü şiir Arab"ın Divan"ıdır. Şairin şu sözünü işitmediniz mi?
"Senin kavminin boyunları vurmayı bize gelenek haline getirdi. Savaş, bize, birden bire alevlendi".
O gam, keder ve sıkıntı günüdür. Mücahid de ibn Abbas"tan bu günün, kıyametin en şiddetli ânı olduğunu rivayet etmiştir. Dilciler bu anlamda birçok beyit rivayet etmişlerdir. Bunlar dilcilerin, "sâk" kelimesinin şiddet mânâsında mecaz olarak kullanılmış olduğunu itiraf etmeleri demektir. Yüce Allah"a hakiki mânâda "sâk" yani bacak isnat etmenin kesin delillerle i mkansız olduğu bilindiğinden bunun mecaz olduğu ortaya çıkar.
İkinci görüş: Bu, Ebu Saidi Dariri"nin görüşüdür. Bir şeyin sâk"ı demek, onu ayakta tutan aslı demektir. Yani "durum aslında ortaya çıktığı, açıldığı gün" demektir. Kıyamet günü her şeyin hakikatleri ve asılları ortaya çıkacaktır.
Üçüncü görüş: Cehennem"in sâkı veya Arş"ın sâkı veya korkunç bir meleğin sâkı demektir. Fakat âyet sadece bir sâk"a işaret ediyor. Bunun hangi şeyin sâkı olduğuna lâfızda bir işaret yoktur.
Dördüncüsü: Müşebbihe"nin yani Allah"ı cisme benzetenlerin tercih ettiği görüştür ki, bunlar, "bu âyetten maksat Allah"ın sâkıdır" demişlerdir. Oysa yüce Allah cisme benzemekten yücedir. İbnü Mesud hadisi gibi gelen bazı rivayetleri
bir cismin baldırı şeklinde anlamak batıldır ve âyette "sâk" kelimesi belirli değil, belirsizdir.
Hâtim demiştir ki:
"Harbin kardeşi harbe alışıp onunla tanışmış. Savaşçı yiğit kişi, eğer harp onu ısırırsa o da harbi ısırır ve eğer harp paçalarını sıvarsa o da sıvar."
İbnü Rukayyat da şöyle demiştir:
"O dehşet, ihtiyara oğullarını unutturur ve gözden sakınılan namuslu hanım kızların baldırlarını açtırır."
Şu halde âyetinin mânâsı, "hakkın emri şiddetlenip iş büyümeye başladığı gün" demektir. Yoksa ne baldır vardır, ne de açma. Nitekim, kolları kesik fakat aynı zamanda cimri olan adam hakkında "eli bağlı" denilir. Oysa ortada ne el vardır, ne de bağ. Bu ancak cimrilik için söylenmiş bir meseledir. Burada Allah"ın insan gibi baldırı olduğu zannına kapı l ana gelince, bu onun kavrama yetisinin darlığından ve beyan ilmini iyi bilmediğindendir. Onun aldandığı şey İbnü Mesud hadisindeki, "Rahman, sâk"ını açar." kısmıdır. Oysa bunun mânâsı, "Rahmanın emri şiddetlenip iş büyüdüğü zaman" demektir ki o da kıyam e t günü "en büyük feryat" tır.
Bugün hakkında da iki görüş vardır:
Birincisi: Çoğunluğun görüşü. Bugün kıyamet günüdür.
İkincisi: Ebu Müslim"in görüşüdür ki bugün kıyamet günü değil, dünyadadır. Ebu Müslim şöyle der: Bunun kıyamet gününe yorumlanması mümkün değildir. Zira bugünün özellikleri anlatılırken "secdeye çağrılırlar" buyurulmuştur. Oysa kıyamet günü ne tapınma, ne yükümlülük vardır. Bundan maksat, ya kişinin dünyadaki son günüdür. "Melekleri görecekleri gün, o gün müjde yoktur." (Furkan, 25/22) buyrulduğu üzere melekleri müjdesiz olarak görürler. Sonra insanları görür, vakti gelince namaza çağırırlar kendisi namaza güç yetiremez. Çünkü o vakit "Daha önce iman etmemiş kimseye o gün imanı fayda vermez."(En"âm, 6/158) buyurulduğu ü zere daha önceden îmana gelmemiş bir nefsin
o anda îman etmesi fayda sağlamaz. Yahut da hastalık, kocalık ve acizlik halidir. Oysa "Sağ salim kişiler oldukları halde secdeye çağrılıyorlardı". O zaman bugün başlarında bulunan dertleri yoktu. İşte ya ölüm sırasında başlarına inip gözleriyle gördükleri o korkunç olayın şiddetinden veya acizlik ve ihtiyarlıktandır. Şu bilinmelidir ki âyetin lafzını, Ebu Müslim"in dediği gibi yorumlamak mümkündür. Fakat onun, "Kıyamet gününe yorumlanması mümkün değildir." de m esi doğru değildir. Çünkü bu secdeye çağırma yükümlülük yoluyla değil, başa vurmak ve utandırmak içindir .Ve secdeye cağrıldıklarında ellerinden güçleri alınacak ve güçleri ile kendilerinin arasına bir set çekilmiş bulunacaktır ki, vaktiyle sağ ve esenli k te iken yaptıkları aşırılık ve kusurdan dolayı kederleri ve pişmanlıkları artsın.
Ebu Hayyan da der ki: Sâk"ın açılması, olayın şiddetinden ve gittikçe büyümesinden kinayedir. Mücahid şöyle demiştir: Bu şiddet, kıyametin ilk saati olup en kötüsüdür. Hadiste gelen "O gün baldır onlara açılır." ifadesi de yine o günkü şiddete yorumlanır. Bu Arap dilinde yaygın bir mecazdır. Hâtim"in az önce geçen
beytinden başka, bir diğer şair şöyle der:
"Baldırını açan, kıpkırmızı, etleri ta dibinden yontan bir senede nefsime, nefsimin korkusuna ve atların yiyeceklerine saldırmalarına şaştım."
Diğer bir şair de şöyle der:
"Paçasını sıvadı, saldırın. Harp size ciddileşti, siz de ciddileşin."
Bir başka şair ise şöyle der:
"Devamlı bir kötülüğün kızıştığı ve harbin bizimle bir ayak üzerine dikildiği zamanın önünde sabredin, dayanın."
Bir şair de demiştir ki:
"Savaş onlara paçasını sıvadı ve kötülükten bârihler ortaya çıktı." Bârih, avcının sağında görünüp de soluna doğru geçen ava denir ki Arap bunu uğursuzluk sayardı. Burada "bevârih" yerine rivayeti de vardır ki, "açık" demektir.
İbnü Abbas demiştir ki demek, demektir. Ebu Übeyde de demiştir ki: Bu kelime, şiddet mânâsını ifade etmede kullanılır. "Çemrendi" yani kol, etek ve paçasını sıvadı mânâsına denir. Bundan dolayı Arap kıtlık senesine "bu sene paçalarını sıvadı" der. "Sâk" kelimesinin belirsiz olarak getirilmesi de Zemahşerî"nin dediği gibi, alışılıp bilinen bir şiddeti n dışında, bilinmeyen bir durumu göstermek içindir. "O çağırıcının, görülmemiş dehşetli bir şeye çağıracağı gün"(Kamer, 54/6) âyetinde olduğu gibi, "pek şiddetli korkunç bir durumun olacağı gün" denilmiş gibidir.
Bunlardan sonra biz de şunu kaydedelim ki:
Birincisi, herhangi bir isim tamlamasının asıl mânâsı, bir şeyin diğer bir şeye ait olduğunu göstermektir. Burada tamlanan ile tamlayan arasında, bir bütün ile onun bir parçası arasındaki bir oranın varlığı gerekmez. Bu oranın özelliği, tamlanan ile tamlayanın durumuna göre ortaya çıkar. Onun için "Hiçbir şey onun benzeri olamaz."(Şura, 42/11) vasfını taşıyan yüce Allah"a nisbet edilen herhangi bir şeyde el, ayak, baldır, ev, ruh gibi bir benzetmeyi andırsın veya andırmasın, bunların hiçbirind e tamlayanın tamlananın parçası olduğu anlamını çıkarmaya çalışmak doğru olmaz. Mesela "Allah"ın eli" tamlamasında, el"in Allah"ın bir parçası olduğu anlamını çıkarmak doğru olmaz. Zira yüce Allah cüzlere ve parçalara ayrılmaktan uzak bir tek varlıktır.
İkinci olarak, âyetin açıklanmasına delil olarak getirilen şiirlerde geçen "teşmir-i sâk" ile "keşf-i sâk" açıklamış oldukları gibi hakikat ve mecaz da aynı kaynaktan ve aynı mânâda olmakla birlikte, biz bunların aralarında, kullanılış şekillerine göre biraz bir fark da hissediyoruz. Teşmir-i sâk, paçayı sıvamak veya çemremek, yerine göre toplanmak, hazırlanmak, sakıncalı bir şeyden korunarak ciddiyet ve özenle işe sıvanmak, şiddet göstermek anlamlarını ifade ettiği gibi, "keşf-i sâk, veya "keşf an sâk" örtülü bir hakikatin içerden dışarıya, aşağıdan yukarıya doğru bir uçtan kendini açık bir şekilde göze veya kalp
gözüne göstermesi, kendini tanıtması anlamını ifade eder. Kuşkusuz bu, idrakin açıklığında bir şiddet ve heyecanın varlığını hissettirir. Fakat bu şiddetin bir korku veya arzu, bir güç veya zayıflık, bir elem veya lezzet ifade etmesi, ortaya çıkan bu hakikatin özelliği ile onu idrak edenlerin ona olan ilgilerine bağlıdır. "Harp baldırını açtı" ve "falan kahraman baldırını açıverdi" denilmekle "z a fer baldırını açtı", "murat bir uçtan kendini gösterdi", "canân baldırını açıverdi" denilmesi arasında açıklık açısından bir fark olmaz ise de, ifade ettikleri etki ve heyecan açısından fark vardır. Onun için Neml sûresinde "Belkıs baldırını açtı"(Neml, 27/44) buyrulduğu şekilde Belkıs"ın baldırını açması onun gücünü değil, zayıflık ve kusurunu anlatmıştı. Keşşaf"ın kısaca yapılan açıklamasında bu iki yöne de işaret vardır. Bir de Alûsî"nin naklettiği üzere Abd b. Humeyd"in rivayet ettiğine göre Rebi b. Enes demiştir ki: O gün örtünün kaldırılacağı, perdenin açılacağı gündür. Beyhakî de İbnü Abbas"tan, "Durumun anlaşılacağı, amellerin ortaya çıkacağı gündür." diye rivayet etmiştir.
Said b. Cübeyr bu âyette "sâk" kelimesinin yüce Allah"a nisbet edil mesini kabul etmemiş ve bu âyetin mânâsı sorulduğunda şiddetle öfkelenip şöyle demiştir: "Birtakım kişiler, yüce Alah kendi baldırını açar zannediyorlar. Oysa yüce Allah şiddetli durumu açıp ortaya çıkarır." O halde hadisi de bu şekilde anlamak gerekir. İ ş te bu sunduğumuz sebeplerden dolayı biz burada, âyet-i kerimesinde "keşf-i sâk" tabirinden, müslümanın imanıyla beklediği ve suçlunun kaçındığı hakkın veya hak hükmün görünmeyen âlemden görünen âleme kendini bir uçtan göstermeye başlaması mânâsını anladığımız gibi, bunun ortaya çıkardığı şiddet ve dehşet içinde de suçlulara sırf elem olan korkunç bir kahroluş ve ezilme, müslümanlara da aynı korkunç olay içinde murat kapısını açan albenili bir heves ve yücelik heyecanı seziyoruz. Çünkü suçluların bütün or t aklarıyla beraber topuna şiddetli bir tehdit ve uyarı olan bu âyet, müslümanlara bir vaad ve müjde olmak üzere Peygamber"e hitap edilirken söylenmiştir. "gelsinler" emri, (gün) sözüyle ilgilidir. Yani "o gün gelsinler" demektir. "hatırla" gibi, met i nde söylenmemiş olan bir fiille veya daha sonra gelecek olan "onları saracak" fiili ile alâkalı da olabilir. Buna göre mânâyı şöyle özetleyebiliriz: Gelsinler, yahut haber ver ki gelecekler, o kıyamet günü ki şimdi bakışlardan gizli olan hakkın hükmü g örünmeye, hakikat
perdesi aşağıdan yukarıya açılmaya, müslümanların arzu ettiği, suçlulara ise düşüklük ve felaket olan gaye bir uçtan kendini göstermeye başlayacak. Ve secdeye çağrılacaklar. Hakka boyun eğmek istemeyen, istedikleri gibi hüküm verip fenalıktan korunmayan, istedikleri gibi yaşamayı arzu eden o suçlular, inkârcılar, ortaklarıyla beraber birer birer veya alay alay, "Kalkın bakalım vaktiyle tanımadığınız hakkın emrine boyun eğin, teslim olun, tam bir hürmet ve saygıyla secdeye kapanın, yüzle r inizi yere koyun, haddinizi anlayın." diye zelil etmek ve kınamak için çağrılacaklar. O zaman secdeye kapanmak için can atacaklar fakat güçleri yetmeyecek.
43. Ne başlarını kaldırabilecekler, ne bellerini eğebilecekler; belleri kazık kesilmiş, gözleri korku ve saygıyla dolu, işarete bile güçleri yetmiyecek şekilde düşkün kendilerini bir zelillik saracak da saracak. Oysa vaktiyle dünyada başları esenlikte iken o secdeye çağrılıyorlardı. İsteyerek secde etmeleri ve boyun eğmeleri kendilerine teklif olunuyordu da onu kabul etmiyorlardı, o esenliğin kıymetini bilmiyorlar, gönül hoşluğu ve istekleriyle secdeye yanaşmıyorlar, Allah"a boyun eğmenin mükâfatına, neticede bunun tadına inanmıyorlar, suçluları müslümanlardan akıllı sayıyorlardı. İşte o vakit b aşlarında bu dert yok iken gönül hoşluğu ile yapmadıkları o secdeye bugün ister istemez can atacaklar ama, kımıldanmaya güçleri kalmıyacak, gittikçe büyüyen bir düşkünlük de hiçbir şey elde edememiş, kahrolmuş olacaklar.
44. O halde bana bırak bu sözü yalanlayanı, bu Kur"ân"a inanmayan, eskilerin masalları diyen, secde etmenin ve Allah"a ibadetin gerekli olduğuna inanmayan, ahiret azabını inkâr eden, suçlular cezalandırılmaz, takva sahiplerine mükâfat verilmez sanan, o büyük ahlâkın kıymetini bilmek i s temeyen, hakkın kendini göstereceği bir gün gelmez zannedip de nasıl isterse öyle hüküm veren kimselerin herbirini bana bırak. Yani sen onların yaptıklarından etkilenme, çekinme, dediklerine aldırma da görevini yapmaya bak ey Muhammed! Biz onlara bilem e yecekleri bir yönden neticede kötülüklerine sebep olan bir yükselme veririz, haklarında iyi zannettikleri aldatıcı bazı servetler, kuvvetler, zevkler vererek ve onları gittikçe artırıp hızlandırarak hiç hissettirmeden derece derece azap uçurumuna, çeker, b ilemeyecekleri bir yönden yuvarlarız.
45. Ve ben onların iplerini uzatırım, istediklerine bırakıvermişim gibi mühlet veririm, onu kendilerince iyi bir iş, bir kâr zannederler, zevklerine göre günahlara dalar, sevinir oynarlar. Artık kurtulduk, öyle gideceğiz zannına kapılırlar, belki ipi koparırlar da kaçarlar diye korkmam. Çünkü tuzağım sağlamdır, ilmim her şeyi kuşatmıştır, aldığım
önlem sağlamdır. Her an her durumlarını bilir, tam sırası gelince iplerini çekiverir, kendilerine verdiğim hızla onları bir anda yuvarlayacağım yere yuvarlarım.
46. Yoksa onlardan bir karşılık mı istiyorsun da, onlar ceremeden, ağır ağır borçlardan ezilmişler? Yani onlar yok yere ceza çekmekten ağır borçlar altında ezilmekte bulunuyorlarsa sen onlara Allah"ın emirlerini ileterek yaptığın öğüt ve yol göstermeden dolayı bir ücret istiyorsun da onun için mi ezilmişler? Onun için mi sana kin besliyorlar? Hayır senin mükâfatın Allah"a aittir. Onların borçlanmaları ve çektikleri ceza ve bela, kendi akılsızlıkları, ahlâksızlıkları, beyinsizce davranışları sebebiyle ve uydukları ortaklara aldanmaları yüzündendir. O halde kendi sapıklıklarını, kendi zararlarını bu şekilde olsun takdir edip imana gelmeleri gerekirken, sana kin besleyip düşmanlık etmeleri sırf kendi düşüncesiz liklerindendir.
47. Yoksa gayb (yani gizli olan, bilinmeyen şeyler) onların yanında da, artık onlar mı yazıyorlar. Yani Allah"a ait olan gayb ilmi onların yanında, Levh-i Mahfuz"u yazan yüce kalem onların elinde de artık her şeyin kaderini, olup olacak olayları onlar mı yazıyor, işledikleri suçların, Allah"ı inkâr etmenin ve ona ortak koşmanın günah olmayıp sevap ve doğru olduğunu deftere onlar mı yazıyorlar ki bu şekilde akla ve kitaba uymaz hükümler veriyor, zulümler ediyor, henüz gayb aleminde olan i lahi hükmün, tepelerine ineceği günden çekinmiyorlar.
Bu iki ayet yukarda geçen ve âyetlerine benzer olmakla beraber mânâyı toplayıp, ta sûrenin başındaki âyetine kadar götürmüş ve bu suretle "kalem"den maksadın da gayb ilminden olmuş olacak her şeyin kaderini yazan ilâhî kalem olduğunu anlatmıştır.
48. O halde Rabbinin hükmüne sabret. Onları hemen yok edivermeyip mühlet vermesine ve seni tükenmez mükâfata kavuşturmak için o büyük ahlâk ile büyük dayanıklılık ve katlanma gerektiren nebilik ve resullük görevini yerine getirmek için sıkıntılara sokmasına sabret ki, bunlar onun hükmü, o kalemin yazısıdır. Sabır et de, ilerde vereceği yapma ve yürütme hükmünü bekle. Çünkü o hakikatını gösterecek, ilâhî hükmü ortaya çıkaracaktır. Balık sahi b i gibi olma. Balık sahibi, Saffât sûresinde "Nefsini kınamış bir haldeyken balık onu yuttu." (Saffât, 37/142) buyrulduğu üzere Yunus (a.s)"dur.
el-HÛT, karnında Yunus (a.s)"un hapsolduğu meşhur olan balıktır ki, ona "en-Nûn" da denilir. Nitekim Enb iya sûresi
"Zü"n-Nûn"u da hatırla. Hani o öfkelenerek gitmişti de, kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken karanlıklar içinde: "Senden başka hiçbir ilâh yoktur, seni bütün noksanlıklardan uzak tutarım. Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum" diye dua etmişti."(Enbiya, 21/87) âyetinde Yunus (a.s)"a Zu"n-Nûn denilmişti.
"ZÛ" da bilindiği gibi SÂHİB mânâsınadır. Bazıları "Zû" nun "Sâhib"ten daha beliğ ve fasih olduğunu söylemişlerdir. Zü"n-nun denildiği zaman, Yunus (a.s)"ın ona mahkum kalmayıp onun sıkıntısından kurtuluşu; "Sâhib" denildiği zaman da o balığın içinde bulunması durumlarına işaret edilmiş oluyor. Onun için Enbiya sûresinde övülürken "Zü"n-nun", bu sûrede ise ona benzemekten nehyedilirken "Sâhib-i hût" diye isimlend i rilmiştir. Burada "hût" ve "Nûn" kelimelerinin ikisinin de balık mânâsına gelmesi itibariyle, bu âyet ile sûrenin başındaki "Nûn"a dolaylı yoldan bir işaret yapılmış demektir. Bundan bazıları dan maksadın bu "hût" olduğu görüşüne varmışlardır. Fakat öyl e olsaydı burada "Sahibu"n-nûn" denilmek uygun düşerdi. Demek ki maksat o olmamakla beraber dolaylı yoldan ona bir işaret de vardır. (Yunus kıssası hakkında Ve"s-Saffât sûresi 139-148 âyetlere bkz.)
Kısacası, yüce Allah"ın ilk kalem ile yazdığı kadere sabret, o eziyetlere dayan da yarın için vereceği hükmü gözet, sabırsızlıkla kavmine kızıp öfke ile karanlıklarda hapse düşen Yunus gibi olma. Hiçbir şekilde onun gibi olma değil, ancak şu durum ve vakitteki Yunus gibi olma. Hani bir zaman o, mekzum, ö f ke ile nefesi tıkanmış bir halde seslenmişti.. diye inlemişti. Bununla beraber burada maksat kime ve nasıl seslendiğini anlatmak değil, yalnız öfke ile boğulacak bir halde seslenmiş olduğunu anlatmaktır.
49. Eğer Rabb"inin nimeti ona yetişmiş olmasa idi tevbe etmeyi ve pişman olarak Allah"ı tesbih etmeyi içine doğurup duâsını kabul etmek suretiyle yardım etmeseydi herhalde o boşluğa, çıkarıldığı açıklığa, alana fena bir halde atılacaktı. Gerçi sonsuza kadar balığın karnında kalmayacak, her nasıl s a atılacaktı, lakin iyi, övülmüş bir şey olarak değil; yerilmiş olarak, fena bir halde atılacaktı. Demek ki onun oraya düşmesi ve düşmesine sebep olan öfkesi ve sabırsızlığı doğal olarak iyi bir şey değildi.
50. Fakat Rabbi onu seçti. O huyda bırakmadı, arıttı, yardımıyla derleyip topladı, süzdü, yerilmiş olmaktan korudu, öfkeden, tasadan kurtarıp yeni baştan vahyine nail eyledi. Onu salih (yani iyi) kullarından kıldı, yüzbinlere Peygamber olarak ve şefaat için gönderdi, onları bu
sebeple azaptan kurt arıp faydalandırdı da kendisini salih kul olmada olgunluğa ermiş peygamberlerden kıldı. Demek ki her şey gaybı bilen Rabbinin yazısı ve hükmü ile meydana gelir ve o bir şey takdir ederken asıl irade onun olmakla beraber, geleceği şu içinde bulunduğumuz â n a, içinde bulunduğumuz ânı geçmişe bağlayan ve her yaşanmakta olan ânı gelecekte bir sonuca doğru götüren ve aynı zamanda insanlara da takdirine göre bir yetki veren ve bu şekilde her konuya kendi özelliğine göre iyi veya kötü neticeleri gerekli kılan, bu n un da her ânı yine onun hükmüne bağlı olan bir düzen vardır. Kâinat bu şekilde hakkın kaleminin yazdığı ve yazacağı satırlardan ortaya çıkan bir mânâdır. Onun için Peygamber olma nimetine kavuşmuş Yunus"un bir öfkesi kendisini balığın karnında hapse düşü r dü. O öfke ile kalsaydı az daha istenmeyen kötü bir akıbete düşecekti. Fakat Rabb"ı ona o öfkeye karşı bir de nimet vermişti. O nimetin hayrını, öfkesinin kötülüğüne galip getirerek Rabb"ı onu kurtardı ve bu suretle o öfke huyundan süzüp nimetiyle esenliğ e çıkararak tam anlamıyle onu salih bir kul yaptı. Öfke veya sabır gibi hallerin bir ucu yüce Allah"ın takdirinde olup bir ucu da insanın iradesine bağlanmıştır. O halde o büyük ahlâkın sahibi ve daha büyük nimete kavuşmuş biri olarak süzülmüş ve arınmış o lan sen ey Muhammed Mustafa! (s.a.v) Yunus gibi sabırsızlık etme de Rabbinin bugünkü hükmüne sabret. Görevine tam bir dayanıklılıkla devam edip yarınki hükmünü gözet, gör ki o yüce kalem gaybda neler yazmış, hak ve gerçek nasıl ortaya çıkacaktır.
51. Gerçekte o inkârcılar, Allah"ın nimetlerine nankörlük ederek âyetlerine yalan deyip seni yalancı çıkarmaya kalkışan ve durumları ve huyları anlatılan Mekke kâfirleri, o zikri, Allah tarafından öğüt olarak okuduğun Kur"ân"ı işittikleri vakit, az daha seni gözleri ile kaydıracaklardı. Onun yüksekliğini öyle hissetmişlerdi ki kıskançlıklarından az daha nazar değdirecekler, aç ve kem gözlerinin kötülükleriyle ellerinden gelse seni yok edeceklerdi. Demek ki öfkenin bedende bir hükmü ve tesiri olduğu gib i, gözlerin de karşılarındakine bakışlarına göre, iyi veya kötü bir hükmü vardır. Kimi elektrik gibi dokunur, çarpar, mıknatıslar, manyatize eder; kimi tutkun olur, kimi de aldığı etkiyle kıskançlığından bir öfkeye düşer, türlü türlü suikastlara, tuzaklar a kalkışır ki maddî veya manevî bunun hangisi olursa olsun hedefine ulaştığında göz isabet etmesi, göz değmesi veya nazar denilen şey olur. Bunun hakkında uzun uzadıya sözler söylenmiş, inkâr edenler ve böyle bir şeyin olduğunu kabul edenler olmuş ise de b iz detayına gerek duymayarak bu kadarla yetiniyoruz. Nasıllığı ne şekilde olursa olsun gözdeğmesi vardır. Allah korusun, göze batmak tehlikeli bir şeydir. Allah
koruyacağı kulları için gözdeğmesine karşı bir siper yapar. İnanmıyanlar bu sûre ile veya bundan evvel Kur"ân"ı ilk işittikleri zaman onun nazmı ve mânâsıyle edebî güzelliğinin yüksekliğini ve peygamberin ona nâil olmasını son derece kıskanmış ve hemen hemen yiyecek gibi bütün bakışlarını ona dikmiş, onu kaydırmak istemişler, bu onların o derece di k kat nazarlarını çekmişti. Öyle iken bir de durmuşlar, o herhalde bir deli diyorlar, şaşkınlıklarından kendi kendileriyle çelişkiye düşüyorlar. Böylece gözlerinin zehirini kendilerine döküyorlar.
52. Oysa o Kur"ân sade onlara ait değil, bir zikir, bir öğüttür bütün âlemler için, bilinç ve algısı olan bütün akıllılar âlemleri için. Yalnız temiz akıllı olmayanlardır ki ondan yararlanacak yerde aleyhinde bulunarak kendilerine zarar vermiş olurlar. Nihayet bir inilti içinde inler inler giderler.
İşte ile başlayan Kalem sûresi, "in sonunda yine bir "nûn" ile sona ermiş bulunuyor. Âlemlerin Rabbi olan yüce Allah yazan, okuyan ve dinleyenleri zikretmeye ve düşünmeye muvaffak kılsın.
|