Einzelnen Beitrag anzeigen
  #550  
Alt 13.12.2003, 13:17
Benutzerbild von anarsist
anarsist anarsist ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard DİL VE DİN3

Günümüzde dilbilimsel bir tutarlılıktan yoksun olarak yapılmış Kuran çevirileri, Kuran’ı yeterince anlamamıza yardımcı olamıyorlar; bu doğrudur. Bu çevirilerin çok sıkı bir irdelemeyle okunması gerekiyor; bu da doğrudur. Bunlar pek çok yanlışlar içermektedirler; bu da doğru. Ancak, her bir çevirinin içerdiği yanlış, Müslümanların bir öbeğinin kendi inancını çeviriye sokuşturmasıyla, çeviriye yansıtmasıyla ortaya çıkmıştır; bu da bir gerçektir. Çevirilerdeki yanlışlıklar, çeviriler arasındaki uyumsuzluklar, birbirini tutmazlıklar, bütünüyle Müslümanların çeviri öncesi oluşmuş mezheplerinin, tarikatlarının kendi içlerindeki çelişkiler ile, birbirleriyle aralarında ortaya çıkan çelişkileri yansıtmaktadır. “Bu çevirileri okumayın, sapıtırsınız”, diyenler; “Bu mezheplere, tarikatlara bakmayın, sapıtırsınız!” demedikleri sürece; çevirilerin birbirini tutmazlığını mezhepler, tarikatlar arasındaki görüş ayrılıklarının ürünü değilmiş de, sanki yalnızca çeviriler arası bir uyumsuzlukmuş gibi göstermedikleri sürece; konuya gerçekçi bir açıdan bakmıyorlar demektir.

“Bu çeviriler yanlış” mı diyorsunuz? Öyleyse niçin kendi gördüğünüz yanlışları düzeltmiyorsunuz? Yanlışa tanık olan, onu eliyle, diliyle düzeltmeli değil mi? Öyleyse niçin ortaya doğrusunu siz koymuyorsunuz? “Eğer yanlış ise, doğrusunu siz yapın” denildiğinde; bu yükümlülükten sıyrılabilmek için, “Kuran hiçbir dile çevrilemez, hatta Arapça’ya bile çevrilemez” diyorlar. Eğer bu doğruysa, Tanrı’nın elçisi Muhammed’in Roma Egemeni Heraklius’a yolladığı Kuran’dan ayet içeren Arapça çağrıyı, Heraklius’un elinin tersiyle itmesi: “Bu yazı hiçbir dile çevrilemez, hatta Arapça’ya bile çevrilemez”, diyerek, geri vermesi mi gerekiyordu? Heraklius, kendisine yollanan bu Arapça çağrıyı aldığında: “Bunu bir tek Hz. Muhammed doğru olarak anlayabilir, ben anlayamam!” diyerek geri mi göndermesi gerekiyordu?

...

Din, dilin ucundadır; dilini koruyamayan, dinini yitirir.

Din, dile o denli bağımlıdır ki, kişiler sakın tapımda yanlış bir söz söylemeyelim kaygısı ile, Kuran’da geçen Arapça sözcükleri anlamaya anlamaya papağan gibi yinelemeye yönelmişlerdir. Çoğu Türkler, eğer anlamadıkları Arapça sözcükleri belleyip, bunları tapımda anlamaya anlamaya seslendiriyor ise, bunu kötü bir düşünceyle değil, salt yanlış sözler söylemeyeyim kaygısıyla yapmaktadır. Demek ki, dinin dile bağımlılığı, “Anlamasanız bile Kuran’ı Arapça seslendirin, anlamasanız bile Kuran’ın Arapça seslendirilişini dinleyin.” Diyenlerce bile yadsınamayacak bir gerçektir. Bunların yanılgısı; “Kuran’ı çevirmek olanaksızdır; Kuran’ı çeviriyle anlamaya çalışanlar sapıktır” demeleridir, çünkü, Kuran’a göre Tanrı’nın sözlerinin doğru çevirisi olanaklıdır ve Tanrı’nın sözlerini anlamaya çalışanlar sapık değildir.

Evet, Kuran’ın Arapçası, ilk biçimiyle sıkı bir biçimde korunmalıdır. Öyle ki, bütün Müslüman ülke yönetimleri, Kuran’ın Arapça ilk biçimlerini, altın kabartma, çelik dökme vb. Gibi doğanın bozucu etkilerine dayanabilen yüzeylere geçirerek, özel bölmelerde saklasalar yeridir; tıpkı “metre” adı verilen uzunluk ölçüsü biriminin ilk örneğinin de Fransa’da böyle özenle saklandığı gibi.

Evet, Kuran’ın Arapçası yeterli sayıda kişinin belleğine de kazınmalıdır. Bu da önemlidir. Hafızlık da gereksiz değildir.

Evet, ana dili Arapça olmayan Müslümanlar, Tanrı’ya seslenirlerken yanlış yapmamak dileğiyle, toplu tapım sırasında çok iyi Arapça bilen bir kılavuza (imama) uyarak tapınabilirler.

Gelgelelim, bütün bunlar, yalnızca Kuran’ın Arapça özgün biçiminin korunmasından öte bir amaca yönelmemişlerdir. Kişiler koruduklarının anlamını bilmedikleri sürece, yalnızca birer bekçi olurlar. Din ise koruduğunun ne olduğunu bilmeyen bekçiler olmanızı istemez. Tanrı’nın elçiler aracılığıyla bildirip yazdırarak, herkesçe okunup anlaşılmasını istediği yazmalar, kişilerin düşünce üretme yetilerini geliştirmeyi amaçlamaktadır. Kuran’da, kişilerin yanlış bulunan savları, Tanrı’nın karşı savları ile doğrultulmaktadır. Karşıt savların sergilendiği Kuran’ı anlamadan korumak, Kuran’ın öğüdü değildir. Tanrı; “Kuran’ı koruyan ve çok iyi anlamaya çalışın” diyor. “Korumak” ve “anlamak”; bu ikisinden biri yapılmazsa, Tanrı’nın buyruğu yerine getirilmemiş olur.

Tanrı, elçisi Musa’yı Firavun’a yollarken, uyarısının Firavun’a açık seçik söylenmesini; belki anlar, yanlışından döner diye onunla güzellikle konuşulmasını buyurmuştur. Peki Tanrı Türkler’in Kuran’ı anlamasını niçin istemesin? Tanrı, “Türkler Kuran’ı anlamadan Arapça okusunlar, anlamadan Arapça seslendirsinler” diye bir buyruk vermemiştir. Anlamaksa, açıkça bir dil, bir çeviri sorunudur. Türkler dil sorununu çözmedikçe, din görevlerini de gerektiği gibi yapamazlar. Bugün, Türk dilinde yer alan anlamları, söylenişleri kaymış Arapça, Farsça sözcükler, Türkler’in Kuran’ı anlamasının önünde bir engel oluşturmaktadır. Bu konuda örnekler verdik. Yine vereceğiz.

Kuran’da geçen Arapça zulüm, zalim sözcükleri, bugünkü Türkçede yer alan zulüm, zalim sözcükleriyle anlamdaş değildir. Türkçede, dayak atmak, aç susuz bırakmak, kesmek, biçmek, yaralamak, öldürmek gibi kişiye gövdesel ya da tinsel acılar veren edimlerin tümüne “zulüm” denirken; bu eylemleri yapan kişilereyse “zalim” denir. Oysa Kuran’da geçen Arapça zulüm sözcüğünün anlamı bu olmayıp “gerçeğin ortaya çıkmasını önlemek”, “gerçeğin algılanmasını önlemek”, “gerçeği gizlemek”, “örtmek”, “ortamı karartmak yoluyla kişilerin gerçeği görebilmesini engellemek”, “belirtileri silmek”, “kişilerin duyu algılarını körelterek, olgular arasındaki ayrılıkları seçebilmelerinin yolunu tıkamak”, “karartmak”, “delil karartmak”, “kanıtların gizlenmesi”, “kanıtların değiştirilmesi ya da yok edilmesi”dir. Zulüm sözcüğü Arapça “nur”, “ışık” sözcüğünün karşıt anlamlısıdır. “nur” ışıtır, aydınlatır; “zulüm” ise karartır. Öyle ki Araplar “gece”ye de “zulüm”derler; çünkü “gece” görüşü engeller; göz gözü görmez, akla kara seçilmez olur. İşte Kuran’da geçen “zulüm” sözcüğü bu anlama gelmektedir. Kuran’da, Bakara suresinin 140. ayetinde; “Tanıklığı gizleyenden daha zalim kim olabilir?” diye sorulmaktadır. Burada da “zalim” sözcüğünün “kanıt gizleyici”, “delil karartıcı” anlamı apaçık görülmektedir. Demek ki, Kuran’da geçen “zulüm” ve “zalim” sözcükleri, Türklerin bugün kullandıkları “zulüm” ve “zalim” sözcükleri ile anlamdaş değildir. Bu durumda Kuran’da geçen zulüm sözcüğünü, Türklerin bugün kullandıkları zulüm sözcüğü ile karşılayan çevirmenler, Kuran’a göre “zalim” çevirmenlerdir; çünkü bunlar Kuran’da geçen Arapça “zulüm” sözcüğünün anlamını, Türklerin kullandıkları “zulüm” sözcüğüyle birmiş gibi göstererek karartmaktadırlar.

Evet, din dilin ucundadır.

Din söz konusu olduğunda, bir tek sözcüğün bile yadsınamaz bir önemi vardır. Kuran’da bu açıkça görülür:

Ey inananlar, bizi “rai” et demeyin, bize “unzur” et deyin... (Bakara suresi, 104. ayet)

Burada inananların kullanageldikleri bir Arapça sözcük yerine başka bir Arapça sözcük kullanılması isteniyor; demek ki, Tanrı açısından bir sözcüğün bile önemi vardır.

Dil, dilin ucundadır ve Kuran bunun örnekleriyle doludur:

Tanrı, “ancak Meryem Oğlu Mesihtir” diyenler, kuşkusuz “kafir” (yadsıyıcı) oldu. (5/72)

Tanrı, “ancak üçün üçüncüsüdür” diyenler, kuşkusuz “kafir” (yadsıyıcı) oldu (5/73)

Eğer diye geldiklerinden dönüş yapmazlarsa onlardan yadsıyıcı olanlara, acıklı bir yalım dokunacaktır. (5/73)

Onlar Tanrı’nın ışığını ağızlarıyla (sözleriyle) söndürmek isterler (9/32)

Bu gibi pek çok uyarı geçer Kuran’da ve neyin söylenmesinin yanlış, neyin söylenmesinin doğru olduğu gösterilir. Kişiler “Tanrı konusunda ne dedikleri” açısından öbeklere ayrılmışlardır. Din, dilin ucundadır. Kullandığımız sözler, bağlı bulunduğumuz öbeği; gerçek karşısında takındığımız tutumu belirler. Tanrı karşısındaki tutumunuzu belirler. Tanrı karşıtı iseniz, sizin Tanrı karşıtı olduğnuuz da dilinizin ucundadır. Kuran öğretisine göre “kötü olan”, “baş kaldıran” Şeytan da “salt diliyle” eylem yapmakta; yalnızca çağırmakta, yalnızca diliyle beyinleri işlemektedir; çağırılarına, söylediklerine uyup uymamak size bağlıdır; siz onun sözlerine uymayacak olursanız onun elinde sizi suça itecek dilden başka bir araç, sözlerden başka bir güç yoktur.

Demek ki, din dilin ucundadır. Din, dille gelir, dille gider. Bu nedenle “din elden gidiyor” demenin bir anlamı yoktur; çünkü din ancak dilden gidebilir. 1200’lü yıllardan bu yana din Türk’ün dilinden büyük ölçüde gitmiştir. Ancak Kuran’ın dosdoğru kökü yerli Türkçe sözcüklerle çevrilmesi koşuluyla geri gelebilir. Yüzde altmış oranında Arapça, Farsça kökenli sözcükler kullanılarak yapılan çeviriler, dinin Türklerce yanlış tanınmasına neden olmaktadır. Kuran’ın yanlış anlaşılmasının nedenlerinden biri, dilimizdeki Arapça, Farsça sözcük bolluğudur.

Kuran’da geçen Arapça sözcüklerin kökü Türkçe olan upuygun karşılıklarını bulma, türetme çabası; bir yandan dilimizi eski sağlığına kavuşturacak, öte yandan dinimizi olabildiğince dosdoğru anlamamızı sağlayacaktır. Bunu gerçekleştirmek kolay olmayabilir; ancak olanaksız değildir. Üstelik bunu gerçekleştirmeksizin, kendimizi gerçekleştirmemiz de olanaksızdır.

Kuran’da bildirilmiştir ki, Tanrı, kişi soyunu yaratmış, ona “beyan”ı, “iletişim”i, “konuşma”yı öğretmiştir. Yine Kuran’da bildirilmiştir ki, Tanrı kişi soyuna yazmayı da öğretmiştir. Ayrıca, Tanrı yarattığı bütün nesneleri dillendirebilen, konuşturabilendir. Tanrı yalnızca Arapların ulusal Tanrısı olmadığına göre, demek ki bütün uluslara konuşmayı yazmayı o öğretmiştir. Eğer, Türkçe diye bir dil varsa, bu dil de varlığını Tanrı’ya borçludur. Eğer Yunanca diye bir dil varsa, bu dil de varlığını Tanrı’ya borçludur. Latin yazısı, Arap yazısı, Çin yazısı, Japon yazısı gibi bütün yazı türleri varlıklarını Tanrı’ya borçludurlar. Uluslar ulus oluşlarını, soylar soy oluşlarını, Türkler Türk oluşlarını Tanrı’ya borçludurlar. Kişioğullarının renklerinin, dillerinin başka başka oluşu, Tanrı’nın işlerindendir.

Kuran’ı bir kılavuz olarak belleyen kişiler, bir yazı türünü ötekine üstün tutamazlar. Bir ulusun dilini ötekine üstün tutamazlar. Bir soyu ötekine üstün tutamazlar. Bir ulusu ötekine üstün tutamazlar. Bunlar arasında ayrılıklar, başkalıklar, yalnızca bir tanıma, öğrenme, bilme ediminin konusu olabilirler. Kişi, kendinden başkasını tanımakla, gerçekte kendini tanımış olur. Bütün varlıklar, bir örnek olsalardı, aralarında başkalıklar bulunmasaydı; ortada birbirinden ayırt edilecek bir şey bulunmayacağından kişioğlunun ayırt etme yetisi de olmazdı. Kişioğlu ayırt etme yetisinden yoksun olunca kendinin de ayırdına varamazdı. Dolayısıyla bilgi de olanaksızlaşırdı; çünkü bilmek, nesneler arasındaki başkalıkların ayırdına varmak, başkalıkların nasıl gerçekleştiğini anlamaktır. Bilmek, başkalıkların, ayrıkların nedeninin, nasılının, niçininin bilincine varmaktır. Kişi, kendi dilinden başka bir dili incelemeye koyulursa, kendi dilini de yeniden öğrenecektir. Kişi, kendi kullandığı yazıdan başka yazıları incelemeye girişirse, kendi yazısının ayırt edici özelliklerini de kavrayacaktır. Kişi, yabancı ulusların ayrılık, başkalık özelliklerini öğrenme konusu ettiğinde, kendi ulusunun ayırt edici özelliklerinin ne olduğunu da anlayacaktır. Demek ki başka olanın, niçin nasıl, ne ölçüde başka olduğunu saptamaya girişen, kendi başkalığının da bilincine varacaktır. Başkalık olgusunu abartarak, bunu boş üstünlük duygusuna ya da boş aşağılık duygusuna dönüştürmenin biricik engeli “başka” olanı anlayabilmekten geçer.

“Başka olan”ı iyice anladığınızda, yargılarınız sağlıklı olacak; boş üstünlük duygusu ya da boş aşağılık sanısı, yerini gerçekçi olabilirliğe bırakacaktır. Olmuş olanın olabilecek olanlardan yalnızca biri olduğunu kavrayan kişi, olgunlaşır. Çünkü kendi varlığını, sonsuz olabilirlikler içerisinden, gerçekleşmiş olan bir olasılık olarak anlayacaktır. Tür bakımından böyle olmayıp da şöyle olmayı kendisinin belirlemediğini, eğer bu türde yaratılmış olmasaydı pekala başka bir türde de yaratılmış olabileceğini kavrayacaktır. “Ben gerçekleşebilecek sonsuz olasılıklar içerisinden, gerçekleşmiş olan bir olasılığım” diyen kişi, “ötekiler de, gerçekleşebilecek sonsuz olasılıklar içerisinden gerçekleşmiş olan başka olasılıklardır” bilincine ulaşmış demektir.

İşte, Kuran’da geçen:

Göklerin, yerin yaratılması ile sizin dillerinizin, renklerinizin başka başka oluşu Tanrı’nın ayetlerindendir. Kuşkusuz bunda bilginler için gerçekten ayetler vardır.” (30:22)

Eğer dileseydi Tanrı sizi tek bir toplum yapardı; bu çok toplumlar, sizleri denemesi, verdikleriyle sınaması içindir.”(5/48)

Ey kişioğulları! Biz sizleri bir erkek ile bir dişiden türettik. Birbirinizle Tanışmanız, öğrenmeniz için sizleri öbekler, kümeler kıldık. Kuşkusuz Tanrı açısından en üstün olanınız, ondan en çok sakınanızdır. Kuşkusuz Tanrı ne yaptığınızı bilendir.” (49/13)

sözleri, kişioğullarına bu yönde açık uyarılardır.

Kuran’ı benimsemiş bir kişi, kendi bildiği dilden başka bir dille, kendi soyundan başka bir soyla, kendi toplumundan başka bir toplumla, kendi yazısından başka bir yazıyla karşılaştığında; bunları Tanrı’nın ürünü olarak görecek, bir üstünlük ya da aşağılık duygusuna kapılmayacak; bunları tanımaya, anlamaya, öğrenmeye girişecektir.

Daha açığını söyleyelim: Kuran’a göre bir Müslüman Arap, Türklerin ulus olarak varlığını, dilini, yazısını, ancak bir inceleme, araştırma, öğrenme, yararlanma konusu edinebilir. Türklerin ulus olarak varlığını ortadan kaldırmaya ya da eritmeye girişmesi durumunda, Tanrı katında suçlu olacaktır. “Türkçeyi at, Arapçayı kullan”, ya da “Kendi yazını at, Arap yazısını kullan” diyemez. Öteki ulusları Araplaştırmaya yeltenemez. Eğer yeltenirse, bu girişimi Tanrı’nın buyruklarına aykırı olur. Geçmişte Tanrı’nın buyruklarını çiğneyen pek çok Müslüman Arap, Müslüman Türk çıkmış; Türklerin dilini, yazısını Araplaştırmaya girişmiş ve bunu belli oranlarda başarmışlardır.

...

Konfüçyus ve Osmanlı

Konfüçyus’a soruyorlar: “Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsanız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?”

Konfüçyus yanıtlıyor:

Hiç kuşkusuz dili gözden geçirmekle işe başlardım. Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gerekli şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gerektiği gibi yapılamazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlığa düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.

Osmanlı’nın bir Konfüçyus’u yoktu besbelli! Osmanlı, Konfüçyus dil konusunda ne öğütlüyorsa tam tersini yapan yöneticilerden oluşuyordu. Dili ve yazısı günden güne bozulan Osmanlı’nın batması, Konfüçyus’un dil ve yönetim arasında kurduğu bağlantının ne denli doğru olduğunun somut bir kanıtıdır. Osmanlı’da bilim geriledi. Niçin? Bilimsel düşünce üretiminin ön koşulu olan dil seçikliği kalmadığı; dil, kendisiyle bilimsel düşünceler üretilemeyecek ölçüde bozulduğu için Osmanlı’da toplumun büyük çoğunluğuyla aydınlar arasında büyük bir dilsel uçurum vardı. Niçin? Yeryüzündeki hiçbir toplum, kendi aydınlarının ne yazdığını anlamak için kendi dilinden başka yabancı iki dilin daha kurallarını öğrenmeye soyunmaz da onun için. Osmanlı toplumunun çoğunluğu, Osmanlı aydınının neler düşündüğünü neler yazdığını anlayabilmek için Farsçanın, Arapçanın, Osmanlıcanın, dolayısıyla üç dilin kurallarını öğrenmek zorundaydı. Aydınlar nedense buna katlanabilmişler, ancak toplumun buna katlanmasını beklemek alıklık olmuştur.

Dilimiz açıklıkla aydınlanmadıkça, ne dinimiz, ne düşünce üretimimiz yıldızlar gibi ışıldayabilir. Dilimiz bulanıklıktan arındıkça, yazımız dilimize uygun oldukça, Türklerin yeryüzünde İslam’ın batıyı bile imrendirecek en ilerici, en aydınlık örneği olacağını; düşünce üretiminde insanlığa büyük katkılarda bulunacağını savlıyor, bu özlemi beynimin gözeneklerinde, yüreğimin derinliklerinde duyumsuyorum.

Cengiz Özakıncı

www.kurandakidin.net