Einzelnen Beitrag anzeigen
  #548  
Alt 13.12.2003, 13:14
Benutzerbild von anarsist
anarsist anarsist ist offline
Neuer Benutzer
 
Registriert seit: 06.05.2008
Beiträge: 0
Standard DİL VE DİN1

Kuran’daki Çeviriler ve Bir Çevirmen Olarak Tanrı

Kuran, Tanrı’nın özel ulağı Cebrail aracılığıyla elçisi Muhammed’e iletip içinde yaşadığı topluma duyurmasını istediği bildirimlerden oluşur. Bu bildirilerde, Araplara, o günden önce, geçmiş çağlarda yabancı toplumlarda neler olup bittiği de anlatılmaktadır. Kuran’da Tanrı’nın Araplara Arapça bildirimlerde bulunmadan önce, geçmişte Arap olmayan, Arapça konuşmayan başka toplumlara başka başka dillerle bildirimlerde bulunduğu, şöyle açıklanmıştır:

Biz hiçbir elçiyi içinde yaşadığı kendi toplumunun konuştuğu dilden başka, onlara yabancı bir dille göndermedik, ki onlara bildirilerimizi apaçık anlatsın. (İbrahim suresi, 4. ayet)

Tanrı’nın Kuran’daki bu bildirisi çok açıktır; her toplum Tanrı’nın bildirilerini kendi anadiliyle öğrenip anlayacaktır. Tanrı bunu böyle buyurmuş ve hep böyle yapmıştır. Tanrı, öğretisinin Amerikalılara Fransızca, Araplara Çince, Almanlara Japonca, Türklere Arapça bildirilmesini istememiştir. Din dilinin Türkçeleştirilmesi, bilimsel bir zorunluluk olduğu denli, bu Kuran ayeti uyarınca, tanrı’nın da bir buyruğudur.

Tanrı’nın, Araplara elçisi Muhammed aracılığıyla Arapça bildirimlerde bulunmadan önce, başka toplumlara Arapça dan başka dillerde yaptığı uyarılar, Kuran’da Arapça’ya çevrilerek, Araplara bildirilmiştir. Örneğin, Kuran’da adı geçen Tanrı elçilerinden Davud ve Süleyman, Muhammed’den binbeşyüz yıl önce, Musa ise binyediyüz yıl önce yaşamışlardır ve onların başlarından geçenler, Tanrı’nın onlara Arapça’dan başka bir dille verdiği buyruklar, Kuran’da Tanrı tarafından Arapça’ya çevrilerek aktarılmasa, Araplarca anlaşılamayacaktı. Bu durum, Tanrı buyruklarını dilden dile çevirmenin olanaklı, gerekli ve zorunlu olduğunu ve çeviri işinin doğrudan doğruya Kuran’da Tanrı tarafından yapılmış olduğunu göstermektir.

Kuran öğretisinde dil, konuşma yetisi, yalnızca kişisoyuna verilmiş bir yetenek değildir; kuşların da, karıncaların da, öteki yaratıkların da, kendilerine özgü birer dilleri vardır. Kuran’ın bu öğretisi bilime aykırı değildir; bilim adamları yunus balıklarıyla ve başka yaratıklarla dilsel bir iletişim kurmayı başarmışlardır. Kuran’da Tanrı elçisi Süleyman’ın: “Ey Kişioğulları, bize kuşdili öğretildi.” Dediği bildirilir (Bkz. Neml suresi, 16. ayet). Süleyman bu sözleri Kuran’dan binbeşyüz yıl önce Arapça olmayan bir dille söylemiş; Kuran, çevrilmese Arapların anlayamayacakları bu sözleri, Arapça’ya çevirerek, Araplara aktarmıştır.

Yine Kuran’da bir ayet: “Bir dişi karınca dedi ki: Ey karıncalar, yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları, bilmeyerek sizleri çiğnemesinler.” Biçimindedir. (Bkz. Neml suresi, 18. ayet). Tanrı elçisi Süleyman, o dişi karıncanın bu sözlerini duymuş, anlamış, gülümsemiştir. Kuran’da Arapça’ya çevrilmiş olmasa, Araplar o dişi karıncanın ne dediğini, doğaldır ki hiç bilemeyeceklerdi.

Kuran’ın büyük bir bölümü, geçmiş çağlarda yabancı dillerde olup bitmiş birçok konuşmanın Arapça’ya çevrilerek Araplara aktarılmasından oluşur. Bu bir yandan Tanrı’nın yalnızca Arapça bildirimlerde bulunmadığını, her topluma o toplumun diliyle seslendiğini; Arapça’dan başka dillerde de bildiriler gönderdiğini gösterirken, öte yandan Tanrı’nın başka dillerde gönderdiği bildirilerin Arapça’ya çevrilebildiğini kanıtlamaktadır. Bu demektir ki, Tanrı çeşitli topluluklara hep başka dillere çevrilebilecek türde bildiriler göndermiştir, çevrilemez türden bildiriler değil; öyleyse Tanrı’nın Kuran’da toplanan Arapça bildirileri de başka dillere çevrilebilir niteliktedir.

Kuşdili ve Kuran

Yukarıda Kuran’dan ayetler aktararak, dilin yalnızca kişisoyuna verilmiş bir yeti olmadığını; kuşların da karıncaların da kendilerine özgü dilleri bulunduğunu göstermiştik. Şimdi de yine Kuran’dan ayetler aktararak, Kuran’da geçen pek çok tektanrıcı kavram adının kuşların dillerinde bile birer karşılıkları olduğunu göstereceğiz.

Kuran’da bir kuşun Tanrı elçisi Süleyman’a şunları söylediği aktarılmaktadır:

Ben, senin bilmediğin bilgiler edindim. Sebe yöresinden sana dosdoğru bilgiler getirdim. Gördüm ki onları bir kadın yönetiyor. Her şey onun elinde. Çok da büyük bir de egemenlik koltuğu var. Onu, toplumunu, Tanrı’ya tapmayı bırakmış, güneşe yükünür, tapar durumda buldum. Saptırıcı (şeytan) böyle yapmayı onlara güzel göstermiş, onları böylelikle doğru yoldan alıkoymuş, doğru yolu göremiyorlar; bu ise, göklerdeki, yerdeki tüm gizliyi bilen, açığa çıkaran, gizlenenleri de, açığa vurulanları da bilen Tanrı’ya yükünmesinler diyedir... Oysa, kendisinden başka hiçbir Tanrı olmayan O Tanrı, biricik büyük egemenlik erkidir. (Neml suresi, 22, 23, 24, 25, 26. ayetleri).

Kuran’da, Süleyman’a bütün bu sözleri söyleyenin “Hüdhüd” Adlı bir kuş olduğu bildirilmektedir. Hüdhüd adlı kuş, bunları Süleyman’a kendi kuş dilince, cikleyerek söylemiştir; Hüdhüd adlı kuşun bu ciklemelerinin anlamını diğer duyanlar değil, yalnızca “Ey insanlar bize kuş dili öğretildi” diyen Süleyman anlamıştır. (Neml Suresi, 18). Bu kuşun o ciklemelerle Süleyman’a söyledikleri, Kuran’da Arapçaya çevrilerek Araplara aktarılmıştır ki Araplar anlayabilsin. Bu kuşun kuşça ciklemelerinin Arap dilindeki karşılıklarını Kuran’ın yukarıda aktardığımız ayetlerinde okuyoruz ve bu kuşun dilinde Kuran’da geçen çok önemli şu gibi düğüm kavramların kuşça karşılıklarının bulunduğunu görüyoruz:

“yakin”, “nebi”, “ihata”, “vücud”, “Melik”, “arş”, “azim”, “kavim”, “secde”, “şems”, “Allah”, “ziynet”, “şeytan”, “amel”, “fesad”, “sebil”, “Hidayet”, “ihraç”, “sema”, “arz”, “alem”, “ilim”, “rab”.

Evet, Kuran Türkçe’ye çevrilemez diyenlerin Türkçe’de bir karşılıkları yoktur dedikleri Kuran’da yer alan bu Arapça kavram adlarının hepsinin karşılıkları, bir kuşun dilinde ciklemeler biçiminde vardır: Kuran böyle söylüyor! Arapça “Allah” sözcüğünün Kuran’dan binbeşyüz yıl önce yaşayan bir kuşun ciklemelerinde dahi kavramsal bir karşılığı olduğu gibi; Kuran’daki “rab” sözcüğünün kavramsal karşılığı bile varmış bir kuşun dilinde! Öyleyse; “Kuran’da geçen Arapça dinsel kavram adlarının Türkçe’de karşılıkları yoktur” diyenler utanmalıdırlar; çünkü Kuran’a göre Kuran’da geçen Arapça kavram adlarının kuşların dillerinde bile cikleme biçiminde birer karşılıkları vardır. Bu kuş, Tanrı elçisi Süleyman’a, Süleyman’ın dilinde seslenmiyor; Arapça da seslenmiyor; o yalnızca kendi kuşdilinde şakımaktadır. Süleyman kuşdilini bilmiyor olsa, bu kuşun ne dediğini anlayamayacaktır. Kuran’a göre kuşların düşüncesinde bile kavram olarak bulunan dinsel deyimlerin, Türk düşüncesinde kavram olarak karşılığı yoktur, diyenler; Türkleri kuşlardan bile geri sayıyorlar demektir. Türk dilinin uğradığı en büyük saldırı, Kuran’da, kuşların düşüncesinde kuşça karşılıklarının birer kavram olarak yaşadığı sergilenen kimi dinsel deyimlerin; Türklerin düşüncesindeki Türkçe birer karşılıkları yoktur, diyenler; Türkleri kuşlardan bile geri sayıyorlar demektir. Türk dilinin uğradığı en büyük saldırı, Kuran’da, kuşların düşüncesinde kuşça karşılıklarının birer kavram olarak yaşadığı sergilenen kimi dinsel deyimlerin; Türklerin düşüncesinde, Türkçe birer karşılıkları yoktur, kandırmacası ile Türk diline Arapça-Farsça sözcüklerin doldurulmasıdır.

Oysa, kuşkusuz ki, Türk dili kuşların dilinden engindir, yetkindir. Her kim ki, Kuran’da geçen Arapça sözcüklerin Türkçe’de bir karşılığı yoktur, derse; o ki Türk dilini kuş dilinden bile aşağı saydığını söylemektedir.

Kuşkusuz ki, Türk beyni kuşların beyninden gelişkindir, yetkindir. Her kim ki, Kuran’da geçen kavramların Türklerin düşüncesinde kavramsal karşılıkları yoktur, derse; o ki Türklerin kavrayışını kuşların kavrayışından bile aşağı gördüğünü söylemektedir.

Türklerin dili kuşların ciklemelerinden, Türklerin kavrayış düzeyi kuşların kavrayış düzeyinden engindir, derindir, ileridir, gelişkindir. Ancak, bu en yalın gerçeğin Arab’ı rablaştıran dinbilgiçlerince beyinleri yıkanan Türklere yeniden kanıtlanması gerekiyor; çünkü Türkler, kendi dillerinin kuşların dillerinden bile yetersiz; kendi beyinlerinin kuşların beyinlerinden bile küçük olduğuna kandırılmış bulunuyor. Bu kandırma işlemi, uzun geçmiş boyunca, ağızlarından “Allah” sözcüğünü düşürmeyen, ancak Tanrı’dan gerektiği gibi çekinmeyen, Arab’ı rablaştıran din adamlarınca gerçekleştirilmiştir.

Sonuç olarak; “Arapça dinsel deyimlerin Türkçe’de karşılığı yoktur, bu nedenle bu Arapça sözcükleri Türkçe’ye alıp kullanmak zorunludur” savının elle tutulacak bir yanı yoktur. Üstelik bu sav, Kuran’da öğretilene bütünüyle aykırıdır.

...

Bir Toplumun Sözcük Türetme Yetisine Saldırı, O Toplumun Düşünce Üretme Yetisine Saldırıdır

Bir ulusun yerli sözcük köklerinden türettiği sözcükleri kullanımdan kaldırarak, bunların yerine o ulusun dilinde yerli kökleri bulunmayan yabancı kökenli sözcükleri geçirmek, yalnızca o ulusun diline yapılmış bir saldırı olmakla kalmaz; o ulusun sözlüğüne, eşdeyişle ürettiği özgün düşünceleri koruduğu yere; o ulusun çağlar boyunca üretmiş olduğu düşüncelere ve daha da önemlisi, o ulusun düşünce üretme yetisine bir saldırı niteliği taşır.

Tanrı hiç kimseye böyle bir görev vermemiştir. Tersine; “dillerin, renklerin türlü türlü oluşu, Tanrı’nın işlerindendir.” Diye bildirilmiştir Kuran’da (Rum Suresi, 22. ayet) Tanrı’nın bu açık bildirimine karşın, ele geçirdikleri başka dinlere bağlı ya da kafir dedikleri toplulukları dillerinde, yazılarında özgür bırakan Müslümanlar, nedense bu özgürlüğü kendi dindaşlarına tanımamışlar; kaba güç kullanmış olmasalar da, daha kötüsü, Tanrı’nın adını kullanarak dindaşlarına tek dil “Arapça” ve tek yazı “Arap yazısı” kullanmayı dayatmışlardır. (Bkz. Kuteybe) “Müslümanın müslümana yaptığını gavur bile yapmaz!” atasözü dil ve yazı alanında doğrulanmış bir gerçektir. Türk dilinin kök türev ilişkisi Arapça Farsça sözcükler sokularak ölümcül bir biçimde yaralanmıştır.

Bir ulusa o ulusun ana dilini bozmaksızın ikinci bir dil öğretmek başka, o ulusun anadilini bozmak başkadır. Türkçede “ilkel” diye bir sözcük varken, atılıp yerine Arapça “iptidai”nin konması; “olgun” varken atılıp yerine Arapça a “kamil” konması; “özet” varken “Hülasa”; “ölmek” varken “vefat” gibi Arapça Farsça sözcüklerin sokulması, Tanrı’nın buyruğu değildir. Arapça Farsça sözcükler Türk diline sokulduklarında, Türk dil ormanındaki ağaçların yaşayan, yaprak veren dalları koparılmış, atılmış; kök ağaçların dalları acımasızca kesilip durmuş, kesilen bu dallar çürümeye, unutulmaya bırakılırken, Arabistan’dan kesilip getirilen dalların özenle korunması beklenmiştir. Türkler Arabistan’dan gelen bu kopuk dalları, kendi ağaçlarından kopartılan yerli dalların yerine aşılayamazlardı, çünkü Türk dilinin doğası bunu yasaklamaktadır. Sonuçta, yazık olmuştur Türk diline.

Bir dildeki yerli sözcüklerin yerine yabancı sözcükler sokarak, o dilde kurulu bulunan kök türev ilişkisini kesmek; tıpkı bir çocuğu anasından ayırıp öldürmek gibidir. Kişioğullarının nasıl soyları varsa, sözcüklerin de soyları vardır. Bir sözcük kökü kendisinden doğan bütün sözcüklerin soyca atasıdır. Nasıl bir oğul babasının soyadıyla anılırsa, tıpkı bunun gibi, bir türev sözcük de, kendisinden türediği kök sözcükle birlikte anılır. Kök sözcük, kendisinden doğan bütün türev sözcüklerin yapısında bir “soyadı” olarak doğrudan vardır. Örneğin “gör-“ kökü, kendisinden doğan “görüntü”, “görkem”, “görsel”, “görece”, “görenek”, “görev”, “görgü”, “görümlük”, “görümce”, “görüngü”, “görüş”, vb. Gibi sözcüklerin soyca atası olduğu için, bu türev sözcüklerin hepsinde ilk önce onun adı anılır. Tıpkı “Ahmet oğlu Mehmet” denildiği gibi, bir sözcük de “gör oğlu görüngü” ya da “gör oğlu görenek” dercesine “gör-gü” ya da “gör-enek” diye anılır. Burada “gör” bir ortak ata durumundadır; kendisinden çocuk türemiştir. Türk dilinden yerli “görüntü” sözcüğünü silip yerine Arapça “manzara” sözcüğünü koymak, tıpkı Bulgarların Türk adlarını değiştirerek Bulgar adları almalarını buyurdukları gibi, saldırgan bir eylemdir. Türkleri Bulgarlaştırmak nasıl kınanası bir edimse, dil alanında yapılan da Türkleri Araplaştırmak, Farslaştırmaktır; kınanması gerekir. Türkçe “görüntü” yerine, onu silip Arapça “Manzara”yı sokmak, Türkçe “görüş”ü atıp yerine Arapça “rey”; Türkçe “görgü”yü atıp yerine Arapça “adet”; Türkçe “görenek”i atıp yerine Arapça “örf”; Türkçe “görece”yi atıp yerine Arapça “izafi”; Türkçe “görev”i atıp yerine Arapça “vazife”; Türkçe “görkem”i atıp yerine Arapça “ihtişam” sözcüklerini sokmak; Türkçe “gör” kökünden doğan çocukların adlarını soyadlarını böyle böyle değiştirip, onlara birbirine benzemez Arapça Farsça adlar vermek; Türklere bu olguları birbirlerine bağlı gördüklerini unutturacak, bu olgular arasında dilde kurdukları düşünsel bağları ortadan kaldıracak, artık bu olguları birbirleriyle bağlantısızmış gibi algılamalarına yol açacak bir edimdir. Bütün bunlar “din uğruna”, “Müslümanlığın gereği” diye diye yapılmıştır. Öyleyse soralım bu din sömürgenlerine: Tanrı size şöyle mi buyurdu? Yok, Tanrı böyle yapmanızı buyurmadıysa niçin böyle yaptınız? Niçin Türk dilindeki köklerle türevler, atalarla oğullar arasındaki bağları; Türk düşüncesinde olgular arasında kurulmuş bağların dilsel tutanaklarını silmeye giriştiniz? Niçin Türk dilinin soyunu kurutmaya kalktınız? Niçin Türk dilinin bütün öteki diller gibi en doğal, en Tanrı vergisi gücü olan “türeme yetisi”ni yok etmeye giriştiniz? Bir toplumun sağlıklı dilini, bu dildeki sağlam kurulmuş kök türev ilişkisini bozmak; dolayısıyla o dili konuşan toplumun düşünce üretme yetisini bulandırarak, anlama yeteneğini köreltmek; bağışlanması Tanrı’nın dileğine kalmış ağır bir suç olsa gerektir. Tanrı, elçiler aracılığıyla kişioğullarına ilettiği gerçekleri anlamayı güçleştiren dil bozgunculuğunu kınamıştır. Elçiler, Tanrı’dan kendilerine “lisane sıdkin”; “gerçeği dosdoğru, olguları bire bir, yaşandığı gibi, bozulmadan yansıtabilecek bir dil” vermesini dilemişlerdir (Şuara suresi, 84. ayet). Tanrı elçisi Musa’nın Mısırlılara onların diliyle seslendiği bir gerçektir. Musa’nın dili konuşma özürlüdür, tutuktur; Tanrı’dan aldığı bildirileri iletebilmek için “dilimdeki düğümü çöz ki söyleyeceklerimi kavrasınlar” diye yakarır (Taha suresi, 27-28. ayetler). Tanrı’nın Musa’ya bildirdiklerini, Musa Mısırlılara onların dilinde aktarmıştır. Musa Tanrı’ya kendi diliyle seslendiği gibi Tanrı da Musa’ya onun anlayacağı dille seslenmiştir. Tanrı için dil engeli yoktur. O bütün dillerde bildirim yapabilir. Kuran’da; “Kendilerine açıkça anlatabilsin diye her elçiyi kendi toplumunun diliyle gönderdik” denilmektedir, (İbrahim suresi, 4. ayet). Tanrı, kişioğullarına onların konuştukları dille seslenir; kişioğulları da Tanrı’ya kendi anadillerinde seslenirler. Tanrı, şu ya da bu toplumun dilini ötekine üstün saymamıştır. Ancak, bir dilde “sağlıklı sözcükler” vardır, “özürlü sözcükler” vardır. Kuran’da “erdemli söz”, “erdemsiz söz” ayrımında yapılan şu benzeti; bence dilbilimin sözcük türlerine de uygulayabileceği örnek bir ayırımdır:

Özlü, soylu, sağlam bir söz; kökü yerleşik, dalları göğerik, özlü, soylu, sağlam bir ağaç gibidir; ekicisinin bilgisiyle bütün dönemlerde yemişini verir... Özürlü, bozuk, çürük bir sözün benzeri de, özürlü, bozuk, çürük bir ağaç gibidir; toprağın üstünde gövde edinir; yoktur onun kalıcı sürekli bir yuvası. (İbrahim suresi, 24-26. ayetler; çeviri benim).

Kuran’daki bu açıklama, dilbilimcilerin de bitkibilimcilerin de ayırdında oldukları iki gerçeği en yetkin biçimde dile getirmektedir. Bir yandan sözleri niteliklerine göre ikiye ayırırken, öte yandan bitkileri niteliklerine göre ikiye ayırmaktadır. Gerçekten bitkibilimde, bitki türleri iki ana kola ayrılmışlardır. Bir kolda “üstün yapılı” denilen saplı, köklü bitkiler, öteki koldaysa “tallı bitkiler” denilen toprağa bağlı bir kökleri bulunmayan, toprağın üstünde gövdeleri sürüklenen bitkiler bulunmaktadır ki; bunlar, su yosunları, likenler, mantarlardan oluşan bir bitki öbeğidir. Likenlerin bir türü “göçmen liken” adını taşır ve toprakta bir kökleri bulunmadığı için esintilerle oradan oraya sürüklenirler; köksüz oldukları için de hiçbir yere yerleşemezler. Latince kökenli “liken” sözcüğü “yalamak” anlamına gelmektedir. Gerçekten de adı gibi “yalama” bir bitkidir bu. Ormanlarda ağaçların gövdelerine dallarına yapışırlar, kıraç bölgelerde, kayaların, duvarların yüzeyini gövde edinirler. Bunların kimi türleri çölün sert koşullarında yaşar. İsrailoğullarının Mısır’dan çıktıktan sonra çölde dolaşırken yedikleri “kudret helvası” belki de budur. Bu, Arapların çölden tanıdıkları, bildikleri bir bitkidir. Yerin üstünde gövde edinen köksüz “tallı bitkiler”in bir türü de mantarlardır. Bunların da kökü yoktur. Ölü nesnelerle beslenirler. Bu nedenle bunlara “çürükçül” adı verilir ki, benim “özürlü, bozuk” diye çevirdiğim Kuran’daki “habiys” sözcüğü, Arapça’da “çürükçül” anlamında da kullanılmaktadır. Bunlar da gövdesi yer üstünde köksüz bitkilerdir; toprak, gübre ya da canlı varlıkların üzerinde asalak olarak yaşayan türleri vardır. (Bkz. Büyük Larousse.)

İşte Kuran’da sözler “köklü sözler”, “köksüz sözler” diye ikiye ayrılarak, ana bitki türleri ile ana söz türleri bir benzeti içerisinde anlatılmaktadır. Kuran’da doğrudan dilbilimsel anlamda sözcük türlerine değil de, “erdemli söz”, “erdemsiz söz” ayrımına ilişkin olarak verilen bu örnek bence sözcük türlerini de anlatabilecek güçte güzel bir benzetidir. Dildeki sözcüklerden bir bölümü “kökü yerleşik, dalları göğerik, özlü, soylu, sağlam ağaçlar gibiyken; öteki bölümü de mantarlara, likenlere, köksüz “özürlü, bozuk, çürükçül bitkiler” benzemektedir. Bunların dil ormanında değişmez, toprağın derinlerine giden, yerleşik birer kökleri bulunmadığı gibi; oradan oraya dolaşmakta, başlarını sokacak kendilerine özgü bir yuvaları da bulunmamaktadır