Vaybee! Forum

Vaybee! Forum (http://localhost/forum/index.php)
-   Gesellschaft & Soziales (http://localhost/forum/forumdisplay.php?f=398)
-   -   Religion & Glauben (http://localhost/forum/showthread.php?t=4272)

roman 08.11.2005 21:03

Böyle bir yerde sen veya kizinin
 
bulunmasini istermidin Özsu???


OSMANLI’DA HAREM



Osmanlı İmparatorluğu üstüne yazı yazanlar mutlaka haremde ilgili de bir şeyler yazarlar. Çünkü harem oldukça renkli sayılacak bir konu. Harem yerli tarihçilerimizin olduğu kadar yabancı tarihçilerimizinde oldukça ilgisini çekmiştir.

Bundan yıllar önce Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi olan Topkapı Sarayı’nı geziyordum. Sıra Harem’e gelmişti. Harem’i gezmek isteyenleri rehber gurup, gurup gezdiriyordu. Harem’deki yaşam ile ilgili olarak ise çok dikkatli teknik bir dil kullanıyordu. Harem; Osmanlı padişahının hane halkının yaşadığı mekan diye tanıtıyordu. Padişah bu mekanda eşi ve çocukları ile birlikte yaşardı diye anlatıyordu. Günlük dilde de “Harem” demek o kişinin özel yaşam alanı anlamında kullanılıyor. Haremim denilince bana ait özel yer, yaşam anlatılmak isteniyor. Sözlüklerde de bu kelimenin karşıtı; “Harem; herkesin giremeyeceği yer.” Haremlik; “harem dairesi, evde harem kısmı, herkesin uluorta giremeyeceği yer” diye tanımlanıyor.

Ama sözkonusu “Osmanlı Harem”i olunca tarihçilerin yazdıklarına bakılırsa olay hiçte bu kadar masum değil. Zaten bu denli masum bir yaşam olsa idi. Konu üstüne yüzlerce kitap yazılamazdı. Ve hala yazılmaya devam edilemezdi.

Öyle ise konu ile ilgili ilk tanığımız dünyaca ünlü seyyahlardan, Hans Dernchwam’ın Seyahat Günlüğü’nden okuyalım: “…büyük kapının önünden geçerken iç tarafta kapıya uzak olmayan yerde bir kaç hadım haremağası görülür. Köpek çobanı gibi ellerinde sopalarla otururlar. Buradaki uygulamayı bilmeden bir kimse kapının önünde durup içeri bakarsa onu hemen yakalarlar…

Dünya’nın her tarafında Türkiye’ye getirilen kızların en güzelleri seçilip padişahın sarayına veya harem dairesine alınır. Bunlardan birkaç yüzü saraydaki odalarda mahpus gibi yaşarlar. Bunlara ilk önce Türkçe sonra müslüman adetlerince ibadet yapmaları v.s. öğretilir. Saray terbiyesi verilir.

Padişah harem dairesine geldiğinde bu masum Hıristiyan kızları onun önünde dizilirler. Sağa sola salına salına yürütülürler. Padişah bunlardan hangisini beğenirse ona bir kese içinde bin akçe atar. Bunun üstüne yaşlı kadın kızı hemen hamama götürür yıkatır, taratır. Padişah’ın yatağı için hazırlar. Haremağaları da o akşam onu padişaha götürürler…Hamile kalmayan kızlar padişahla bir daha temas etmez. Bunlar herhangi bir paşa, sipahi veya çavuş ile v.s. evlendirilir.”(1)

Görüldüğü gibi OsmanlıHaremi’ndeki yaşam masum bir aile yaşamının sınırlarını çok aşan bir yaşam biçimidir. Bir başka Osmanlı tarihçisi Lamartin bakın haremin masraflarının karşılanması ile ilgili olarak neler yazmış: “…Harem, padişahı öteki bütün işlerinden daha fazla meşgul ediyordu. Kadınlar, kokular ve kürkler yeryüzünde yarattığı cennetin en başta gelen zevkleriydi.

Annesi, vezirleri, paşaları ve gözdeleri Sultan İbrahim’e kadın güzelliğinin kaynağı İtalya, Kafkasya, İran, Lehistan gibi ülkelerden cariyeler yetiştirmekte zorluk çekiyorlardı. Durmadan sarayın kazanında kaynayan Arabistan’ın en güzel ve en tahrik edici kokuları, bütün Asya’da güzel kokuların fiyatlarını artırmıştı. Haremde halı ve elbise niyetine kullanılan samur kürklerin fiyatı ise her zamanki fiyatının on katına çıkmış… Samur kürküne düşkünlüğü nedeniyle Sultan İbrahim’in saltanat dönemine “Samur Devri” denilmiştir…

Kalabalık haremdeki kadınların süsü için yaptığı harcamaları hazine karşılayamadığı için Ceneviz ve Venedik gemilerinin önü kesilip yüklerine el koymak için adamlarını görevlendiriyordu.(2)

Sultan İbrahim cinsel fantazilerini o denli geliştirirki normal boyutlardaki cariyeler arzularını tatmin etmez. Yardımcılarından iri boyutlu kadınlar bulmasını ister. Bu istemi Lamartine şöyle yazıyor”

“Sultan İbrahim artık doğa üstü şeyler arıyordu. Bütün beden ölçüleri haddinden fazla büyük olan bir cariye bulunmasını buyurmuştu. Kaya Hatun’un adamları Asya’nın İsviçre’si sayılan Ermenistan’da istedikleri gibi bir kız buldular. Sultan İbrahim bu doğa üstü yaratığa öğle delicesine bağlandıki bütün Haseki Sultanlar ile Kösem Sultan’ın bile padişah üzerindeki etkileri tehlikeye girmesinden derin kayguya düştüler.”(3)

Osmanlı padişahlarının masum harem hayatlarının olmadığı ortada. Yoksa Osmanlı tarihçileri bu denli cinsel fantazi üretemezlerdi. Ya da tüm yazılanlar yalan olamaz. Bakın bu konuda bir Türk tarihçimiz, M. Çağatay Uluçay ne yazıyor”(4)

“Gelmiş geçmiş Osmanlı padişahları içinde en çok kadına düşkün olanı 3. Murat’tır. Hükümdarlığının ilk zamanlarında eşi Safiye Sultan’a bağlı kaldı. Fakat annesi ve kızkardeşlerinin teşvikiyle güzel cariyelerle düşüp kalkmaya başladı. Denildiğine göre hasekilerinin sayısı kırkı aşmıştı. 3 Murat, saraydaki kadınlarla yetinmeyerek dışardaki kız ve kadınlarla da münasebette bulunarak çok aşırı hareketlerde bulunmuştur. Bu sebeple hayatta iken 100 ile 130 arasında çocuğu vardı. Bunlardan çoğu kendisi hayatta iken öldü. Ölümünden sonra 19 erkek 30 kız çocuğu kaldı.”

Bu yaşam biçimine masum-sade bir harem yaşamı denebilir mi? Sultan İbrahim bir cariyesine Şam Eyaleti’nin gelirini veriyor. 3. Murat’ın annesi Nurbanu oğluna günde bir bakire kız takdim ediyor. Amacı ise diğer kadınların etki alanından padişahı kurtarmak ve kendi dediğini yaptırmak.

Osmanlı tarihçisi Reşat Ekrem Koçu(5); “Sultan Ahmet’in haremi hümayumunda hepsi güzellikte yekta yediyüzden fazla (evet yanlış okumadınız yediyüzden fazla) müstefrişe cariyenin toplanmasına bunlar arasında padişahı aşırı derecede meşgul eden Gülbeyaz, Gülnar ve Afifi gibi harem yıldızının parlamasına mani olamadı.”

Yediyüzden fazla kadının hemde Dünya’nın değişik ülkelerinden devşirilmiş kadının yani cariyenin sadece Padişahın seyretmesi için toplandığını iddia edemeyiz. Bu gerçek kendini en çarpıcı biçimde padişahların taht değişimi sırasında görülmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda padişahlık soy yolu ile babadan oğula geçer. Herhangi bir nedenle padişah ölürse onun yerine varsa en büyük oğlu ya da büyük kardeşi tahta çıkar. Tabii taht için yıllardır süren büyük bir kavga verilmektedir.

Babası öldükten sonra yerine geçecek olan büyük erkek çocuk tahta oturur oturmaz önce potansiyel rakiplerini halleder. İlk iş olarak taht için tehlike arzedecek amcaları hayatta ise onları ve erkek kardeşlerini öldürür ya da hapseder. Ama hapis kesin yol olmadığı için çoğu kez kardeşleri ve amcaları öldürmek kural olmuştur.

Bu işin yolu Harem’den geçer. Tahta çıkan Padişa’nın babasının Harem’inde üç gurup kadın vardır. Bunlardan birinci guruptakiler babasından çocuğu olan kadınlar. Onların çocuklarını öldürmek sureti ile hayatları bağışlanır ve kendileri rüşvet karşılığı Osmanlı sarayında görevli çeşitli üst rütbeli kişilerle evlendirilir. İkinci guruptaki kadınlar babasından yani padişahtan hamile olan kadınlardır. Bunların doğumu beklenmez. Bir gece çuvallanarak Sarayburnu’ndan denize atılarak boğdurulmak sureti ile çocuk ve hamile annenin yaşamına son verilir.

Harem’deki üçüncü gurup kadınlar ise; Padişah ile ya da yeni padişahın babası ile birlikte olup hamile kalamayan cariyeler ile daha Padişah ile birlikte olmak için sıra bekleyen cariyelerdir. Bunlarda devlet hazinesinden verilen rüşvetlerle saraydaki çeşitli üst rütbeli memurlarla evlendirilerek harem boşaltılmış olur.

Böylece tahta oturan padişah; hem taht varislerini hemde Harem’deki babasının çocuk doğurmuş, hamile olan ve potansiyel çocuk doğuracak kadınlarını saraydan uzaklaştırmış olur. Yani Harem’i yeni padişah boşaltır. Tabi Harem boşaldıktan sonra sıra bu seferde yeni padişah için Harem’i cariyelerle doldurmaya gelir. Ve bu iş böyle devam eder. İşte Osmanlı’nın Harem hayatı. Görüldüğü gibi padişahların Harem yaşamı hiçte masum bir Harem yaşamı sayılamaz.

Tabii, saray adeta padişah ailesinin erkeklerinden temizlenip meydan kadınlara daha doğrusu Valide sultanlara kalınca bu kez Taht üstünde etkili olabilmek ve Saray’ın nimetlerinden Sürgit faydalanmak için bu kezde kıran kırana bir Valide Sultanlar Savaşı alıp yürür. Ve çoğu kez de Osmanlı tarihi’nde sıkça rastlanıldığı gibi Validesultanlar çocukları yani Padişahlar üstünde oldukça söz sahibide olmuşlardır.

1) Hans Dernchwam, İstanbul veAnadolu’da Seyahat Günlüğü S.183-189

2) Alponse de Lamartine, Osmanlı Tarihi C.2. S. 671

3) Alponse de lamartine, Osmanlı Tarihi C. 2 S. 671

4) M. Çağatay Uluçay, Padişahların Kadınları veKızları S. 43

5) Reşat Ekrem Koçu, Osmanlı Padişahları S. 244.

oezsu 08.11.2005 21:18

o.T.
 
lekelemek icicn her sey anlatilir..

lütfen birazda baska kaynaklardan oku..

git üniversitede okuyan genclere sor, gizli gizli Osmanliyi konusurken, Tarihin yalan söyledigini gidin kendi kulaginiz ile dinleyin Proflarin kantinde gizli konustuklarini...

Lütfen Roman, sana saygim var.Önünde egilip sapka cikarack kadar saygi duyuyorum fikirlerine.fakat biraz daha arastir derim dostum!

oezsu 08.11.2005 21:20

o.T.
 
Küfür sadece belirli kelimelre degildir..

Küfür bi anlayis yada idrak tarzidirda!

Küfür, insanlara karsi sygisizlik göstermektir

Küfür, devam saymiyacagim..weil ich keine Lust mehr habe

oezsu 08.11.2005 21:20

o.T.
 
Küfür sadece belirli kelimelre degildir..

Küfür bi anlayis yada idrak tarzidirda!

Küfür, insanlara karsi sygisizlik göstermektir

Küfür, devam saymiyacagim..weil ich keine Lust mehr habe

roman 08.11.2005 21:33

o.T.
 
Ben emin olmadigim hic bir seyi savunmam, ta ki dogru yeni bir buldugum bilgi ortaya cikincaya kadar.

Bu konu üzerinde cok daha genis bilgiler ile dopdolu yazilar var, fakat burasi icin lüx.

Yukarida aktardigin yazinin daha genisini ve detayinada sahibim.

Bunlarin iceriklerinin hic birisi asagilanan ve sex kölesi olarak yerlerinden, yurtlarindan edilerek yasam boyu esaret hayati yasatilan kadinlarin acilarini asla dindirmez.

Sadece cariye kadinlar degildir o lanetli dört duvar arasinda yasamlari yok edilenler.

Harem agalarinin da yasadiklari acilar cok büyüktür, kücücük cocuk yaslarinda genellikle Arabistan, kuzey Afrika ülkelerinden kacirilp getirilmis ogln cocuklaridirlar ve bir boganin burulmasi gibi burularak, tüm cinsiyeteri ellerinden alinmis, hadim olarak yasamlarina yalnizca o dört duvar arasinda izin verilmistir.

Bunlarin savunulacak nesi olabilir???????????

Bir insan bu vahsiligi savunamaz, savunmamalidir.

Selamlar...

Ben Enisin avukati degilim, hic bir kimsenin avukati degilim yalnizca dogru ve hakli gördügümü savunurum...

Hirs o kadar iyi bir sey degildir...

Selamlar ve sevgiler...

08.11.2005 23:36

Wie immer du es drehen wenden magst
 
hakliyim

08.11.2005 23:37

Bir soru... Kanuni cok iyi bir Müslümanm
 
iydi yada cok iyi bir kadinlara davranan ve DINE göre yasayanmiydi ???

Ne dersin... Kanuni haklimiydi bir dünya karilari düzmekte ???

Wannn wirst du den eine eigene Meinung haben..

roman 09.11.2005 00:52

Konuyla hic bir alakasi yok ama,
 
bu sayfalarda sürekli takintili kopuk, kopuk yazilar ortaya dölülüyor.

Konu acilmisken Osmanli üzerine salt bilgilerinin daha cok olmasina katkida bulunmak istiyorum, katilimcilara.

Bilirsiniz ki Osmanlinin en büyük kuruluslarinin basinda ORDU gelir, hem Osmanliyi, hem eyaetlerini, hem de en önemlisi Islami ve onun dünya temsilcisiolan HILAFETI korumak icindir.

Ismanlida olan ORDU nun nasil bir sistemli kurulus oldugunu kavramaniz icindir u yaziyi buraya koymam.

Bilirim ki bu tür yazilari okumaktan zevk alirsiniz.......

Her neyse.




Bir toplumun "devlet" haline gelebilmesi, onun varligina vücud veren halk ve idarecilerin "bagimsizlik" (istiklâl) kavramini tanimalari ile mümkündür. Bu tanima, sadece fikir ve düsüncede kalmayip fiilen tatbik edilmelidir. Bu da belli sinirlari koruyacak olan "askerî güç" denilen bir sinifin mevcudiyeti ile gerçeklesir. Disiplinli ve sistemli hareket eden bir askerî gücün ifade ettigi mâna çok iyi bilindiginden, tarihte üne kavusmus bütün büyük devletler, bu konu ve teskilât üzerinde hassasiyetle durarak onu muhafazaya çalismislardir.
Disiplinli ve devamli bir ordunun teskili fikrinden hareketle sarf edilen çabalar, milletlerin kendi bünyeleri, bulunduklari cografî ortam ve zamanlarina göre degisik olagelmistir. Bu sebepledir ki, hayatlarini ziraî ürünlerle kazanan milletler gibi topraga sıkı sıkıya bagli olmayan göçebe Türklerin hayatlarinda hayvanlarinin büyük rolü vardi. Bu, onlarin daha disiplinli hareket etmesini sagliyordu. Keza bu, onlarin harp disiplin, oyun ve usûllerine alismalarina da yardimci oluyordu. Nitekim sonbaharda yapilan büyük sürek avlarinin sebepleri, bu önemli gerçek içinde yatiyordu. Uygurlarin birçok aile ve boylarinin bir araya gelerek yaptiklari bu sürek avlari, Göktürkler"de oldugu gibi bir çesit savas egitimi idi. Ekonomi, devlet ve ordu idaresi, askerî bilgi ve eglence bu bahanelerle tatbikat sahasina konuyor, yasaniyor ve deneniyordu.
Ortaasya"li atli kavimlerin hayatlarinin en önde gelen özelligi, hareket halinde olma idi. Fertlerin bu hareketli hayati, topluma da bir dinamizm veriyordu. Bu hareket ve canliligin sonucu olsa gerek ki, Islâm öncesi Türklerinde hakim bulunan anlayisa göre "kendileri bir kurt, düsmanlari da bir koyun sürüsü idi." Türklerdeki bu dinamizm, Müslaman olduktan sonra daha bir kuvvetle devam etmis görünmektedir. Zira onlar, tarihî kültürlerinin bir mirasi olarak devam ettiregeldikleri bu anlayisi, Islâm"in "cihâd" ve "sehidlik" motifleri ile birlestirmislerdi.
Düsmanlarina karsi yaniltma, ani hücum ve sizma gibi taktikleri ile taninan Türklerin, Müslüman Arap ordulari içinde yer almalarindan sonradir ki, Islâm ordulari genis bir cografî mekânda yayilma imkânini buldular. Miislüman Türk askerlerinin Islâm ordusundaki durumundan bahs eden bir arastirici sunlari söylemektedir:
"Bazen uygulanan usûl de yürüyüs halinde olan düsman hatlarini tuzaga düsürmek veya hemen girisilen muharebe ile anlari, önceden hazirlanmis tuzak bölgelerine çekmek idi. Bu taktikteki büyük avantaj, saf nizaminda hücuma alismis Arap süvarileri için pek söz konusu degilse de, âni hücum, yaniltici çekilme, kanatlara sizma, her taraftan ok yagdirma ve hücumu sür"atle tekrarlamada mâhir Türkler içindi."
Tarih sahnesinde görünen birçok millet, askerî güç olarak ifade ettigimiz devamli ve disiplinli orduyu ayakta tutup kendisinden istifade edebilmek için çesitli çarelere bas vurmustur. Bu meyanda, harplerin sebep oldugu nüfus azalmasini bir dereceye kadar ortadan kaldirmak için galiplerin, maglup olan toplumlarin çocuklarindan yararlandigi da görülmektedir. Osmanlilarin da bas vurdugu bu sistem, onlarin basarili sonuçlar almalarina sebep olmustur.
Özellikle kurulus ve daha sonraki dönemlerde kullanilan sistemler ile ordunun sahip oldugu disiplin, Osmanli ordusunu basarili bir hale getiriyordu. Batida bulunan Hiristiyan devletlerce de farkina varilan bu duruma isaret eden bir seyyahin su sözlerine dikkat çeken Gibbons, o seyyahin ifadesini söyle nakleder:
"Osmanlilar, daha önceden Hiristiyan ordularinin ne vakit geleceklerini ve kendileri ile çatisma için müsait yerin neresi oldugunu bilirler. Çünkü bunlar, daima seferber bir halde idiler. Çavuslari ve casuslari, kuvvetleri nasil ve nereye sevk etmek lazim geldigini biliyorlardi. Bunlar, birdenbire harekete geçebilirlerdi. Yüz Hiristiyan askeri, on bin Osmanlidan daha fazla gürültü yapiyordu. Trampet bir defa vurdu mu, derhal yürüyüse baslarlar, adimlarini kat"iyyen yavaslatmaz ve yeni bir komut verilinceye kadar kat"iyyen durmazlardi. Hafif techizatli olduklari için Hiristiyan mühasimlarinin üç günde kat edemedikleri mesafeyi bir gece içinde kat ederlerdi."
Pek çok müessesede oldugu gibi, kendinden önceki Müslüman ve MüslümanTürk devletlerinin teskilatlarindan yararlanmis bulunan Osmanlilar, bu uygulamayi askerî sahada da gösteriyorlardi. Gerçekten, Osmanli askerî teskilâtinin, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Ilhanli ve Memlûk askerî teskilâtlan ile benzerlik arz etmesi, bu ifadelerin dogrulugunu ortaya koymaktadir. Bununla beraber biz, daha açik bir fikir vermesi bakimindan B. Selçuklu askerî teskilâtindan kisaca ve ana hatlari ile bahs etmek istiyoruz.
Özellikle Alp Arslan ve oglu Meliksah dönemlerinde devrinin en büyük askerî gücü haline gelen Selçuklu ordusu, günümüzün Milli Savunma Bakanligi durumundaki "Divan-i Arizu"l-Ceys" denilen bir teskilât tarafindan idare ediliyordu. Büyük Selçuklu ordusu, çesitli kavimlerden alinarak hususi saray terbiyesi ile yetistirilmis, tören, usûl ve protokolü bilen ve dogrudan dogruya Sultana bagli bulunan "Gulaman-i saray", en seçkin komutanlarin egitimi altinda her an emre hazir bekleyen "Hassa ordu" su ile melik, vali, vezir gibi ileri gelen devlet büyüklerinin askerleri ve tabi hükümetlerin askerlerinden kurulu idi. Isimleri "Divan defteri"nde yazili bulunan "Gulaman-i saray" efradi, yilda dört maas (bistgâni) alirdi. Devletin esas askerî gücünü teskil eden, harplere katilan ve düsmana agir darbeler indiren "Hassa ordu"su askeri de maasliydi. Ayrica vezir Nizamülmülk (öl. 485/1092) vâsitasiyle daha küçük parçalara bölünen askerî iktalarda, geçimini arazi gelirlerinden temin eden ve her zaman harbe hazir kalabalik bir süvari kuvveti (sipahiyan) de vardi. Bu sâyede Selçuklu Devleti, büyük bir askerî kuvvet bulundurma imkânina sahip olmustu. Buna karsilik Gazneliler ile Büveyhîler döneminde askere ikta degil maas veriliyordu. Sikisik durum ve zamanlarda, devletin bu maaslari ödeyemedigi oluyordu. Böyle durumlarda komutanlar, vilayetlerin vergilerini kendi nâm ve hesaplarina topluyorlardi. Halkla aralarinda bir menfaat birligi olmadigindan askerin faaliyetleri, zaman zaman vilayetlerin harab olmasina kadar variyordu. Halbuki askerî iktalar sayesinde Büyük Selçuklu Devleti 400 bin, Türkiye Selçuklulari da 100 bin kisilik bir orduya sahip bulunuyorlardi.
OSMANLILARIN ILK ASKERÎ TESKILÂTI
Bizans Imparatolugu"nun hududlarinda bulunan ve Osman Gazi"ye bagli olan Türk asiretleri atli idiler. O dönemin iklim, harp, teknoloji ve siyasi sartlarina göre bu gerekliydi. Bu sebeple Osman Bey zamaninda harplere istirak edip fetih yapanlar bu asiret kuvvetleri idi. Asiret kuvvetleri, baslarinda serdarlari olmak üzere Osman Bey"in hizmetine giriyor, fetihlerin sonunda ganimetlerden pay aliyor ve zapt edilen topraklardan yerlesme hakki elde ediyorlardi. Topraga yerlesen Türkmenler, tasarruf ettikleri (kullandiklar) yer karsiliginda Osman Gazi"ye tabi oluyorlardi. Timarlarinin gerektirdigi sayida atli askeri de savasa gönderiyorlardi. Osman Bey, uç beyi olduktan sonra kendisi ile yakin çevresini koruyan ve yevmiye hesabi ile ücret alan askerlerin sayisini artirdi. Bunlar, Selçuklular"da oldugu gibi "Kul" veya "Nöker" adi ile aniliyorlardi. Ulûfeli askerlerin sayisi, beyligin gücü ile orantili olarak artiyordu. Bu bakimdan beyligin sinirlari genisledikçe Osman Bey"in kapisindaki kul sayisi da artiyordu.
Osman Bey zamaninda, beyligin kuvvetleri, hizmetleri karsiligi ganimetten hisse alan ve feth edilen yerlere atli asker vermek sartiyla yerlesen Türkmen kuvvetleri ile ücretleri gündelik olarak ödenen Osman Bey"in sahsî askerlerinden ibaretti. Nöker veya Kul adini tasiyan bu askerler, fetih hareketlerinde henüz etkin rol oynayacak sayiya ulasmamislardi.
Asiret kuvvetleri ile ulûfeli askerler, ilk zamanlarda yeterli oldularsa da fetihler çogaldikça sayi olarak kifayet etmemeye basladilar. Bu bakimdan Osman Bey, fetihlere devam edebilmek için dinamik eleman arayisina baslama ihtiyacini duydu. Bundan sonra ihtiyaç hasil oldugu zaman Sögüt, Karacasehir, Eskisehir ve Bilecik dolaylarindaki köylerde oturan ve tarimla ugrasan Türk köylülerinden yararlanmaya karar verdi.
Atli olan asiret birlikleri, özellikle kale muhasaralarinda fazla tesirli olamiyorlardi. Bundan baska fetihler sonucu arazi genisleyip birçok gayr-i müslimin, devletin vatandasi durumuna gelmesi ve muhasaralarin uzamasi üzerine asiret kuvvetleri, istenilen zamanda istenilen yere ulasamiyorlardi. Bu sebeple Orhan Bey döneminde yeni ve devamli bir askerî birlige ihtiyaç duyuldu.
YAYA VE MÜSELLEMLER
Osman Bey"in ölümünden kisa bir süre sonra, beyligin sinirlarinin genislemesi ve kisa bir gelecekte, daha bir genislemeye namzed olmasi, Orhan Bey"i askerî, malî ve idarî düzenlemeler yapmak zorunda birakti. Gerçekten de beylik çerçevesinden çikip güçlü bir devlet haline gelmek için, düzenli bir orduya ihtiyaç vardi. Orhan Bey de bu görüsten hareketle önce orduyu ele aldi.
Orhan Bey"in saltanatinin ilk yillarinda askerî kuvvetler, Osman Bey zamanindan pek farkli degildi. Fetihler arttikça topraga yerlesen Türkmenlerin sayisi artmis, buna bagli olarak timarli sipahî sayisi da çogalmisti. Kul veya Nöker denilen sinif, Osman Bey zamaninda oldugu gibi yine ulûfe aliyordu.
Fetihlerin devami için zarurî olan ordunun organizasyonu, yani, ilk düzenli birlikler, Bursa"nin fethinden sonra ve Iznik"in fethinden önce Vezir Alaeddin Pasa ile Bursa Kadisi Çandarli Kara Halil"in (öl. 1387) teklifleri dogrultusunda yapilmisti. Buna göre devamli surette savasa hazir yaya ve atli bir kuvvetin bulundurulmasi gerekiyordu. Bu maksatla Türk gençlerinden meydana getirilen bu ordunun atsiz askerine "Yaya", atli askerine de "Müsellem" adi verildi. Alaeddin Pasa"ya göre askerî sinifa mensub olan kimseler ile vezirler, özel bir kiyafet giyerek halktan ayird edilmeliydi. Bu sebeple, bunlarin giyecekleri elbise ve baslarinda tasiyacaklari sarigin renk ve biçimi tesbit edildi. Buna göre bunlar "Ak börk" giyeceklerdi. Böylece tasradaki timarli sipahilerden de ayrilacaklardi.
Türk gençlerinden kurulan ve her biri bin kisi olan bu askerî birligin efradi. Çandarli Kara Halil tarafindan seçilmisti. Asikpasazâde"nin ifadesine göre birçok kisi "Yaya" yazilmak için Çandarli Kara Halil"e müracaat etmisti. Savas zamaninda bu gençlere önce birer, daha sonra da ikiser akça gündelik verilmesi kararlastirildi. Savas olmadigi zamanlarda da ziraat yapmak üzere kendilerine toprak tahsis edildi. Bunlar, vergilerden muaf tutuldular. Orhan Bey zamaninda hassa ordusu sayilan yaya ve müsellemler, kaç sancak varsa o kadar yaya ve atli sancaga bölünerek basina sancakbeyi tayin edildi. Yaya denilen piyade sinifinin her on kisisi için bir bas (onbasi), her yüz kisiye de daha büyük bir bas (yüzbasi) tayin edilmisti. Müsellem adi verilen atli birligin her otuz kisisi bir "Ocak" meydana getiriyordu. XV. yüzyil ortalarina kadar fiilen silahli hizmette bulunmus olan bu Yaya ve Müsellemler, Kapikulu ocaklarinin kurulup gelismesiyle yerlerini onlara terk ettiler. Daha sonra Rumeli"deki Yürükler, Canbazlar ve Tatarlarin katilmasiyla Osmanli askerî teskilâtinin geri hizmet sinifini meydana getirdiler. Bu sinif, köprü yapimi, yol insaati, kale tamir ve yapimi ile hendek kazimi gibi islerde kullanildi.
Görüldügü gibi Osmanli Devleti"nin ilk döneminde, yani Osman Bey zamaninda beyligin kuvvetleri iki kisimdan ibaret bulunuyordu. Bunlardan biri, Türkmen asiretlerinden saglanan ve kendilerine hizmetleri karsiliginda elde ettikleri ganimetler disinda timar da verilen atli kuvvetler, digeri de Osman Bey"in, ücretlerini gündelik olarak verdigi sahsî askerlerdi. Bunlara Nöker deniyordu ki tamami hür insanlardan meydana gelmisti. Orhan Gazi döneminde ise Yaya ve Müsellem adi ile yeni ve devamli bir askerî birlik kurulmustu.
Bu bilgilerin isigi altinda konuya bakildigi zaman Osman ve Orhan Bey"ler zamaninda Osmanli ordusu, üç gruptan tesekkül ediyordu. Bunlardan biri asiret kuvvetleri, ikincisi Nöker adi verilen ve sonradan "azab" adini alan sahsî askerler ki bir çesit hassa orduyu meydana getiriyorlardi. Üçüncüsü de biraz önce kuruluslarindan bahs ettigimiz Yaya ve Müselle ordusu idi.
Kurulus döneminden baslamak üzere Osmanli ordusu "Kara" ve "Deniz" olmak üzere iki kisimdan ibaretti.
OSMANLI KARA ORDUSU
Ordu-u Hümâyun denilen Osmanli Kara Ordusu, genel olarak iki bölüme ayrilmakta idi. Bunlardan biri "Kapikulu Askerleri" digeri de "Eyâlet Askerleri" adini tasiyordu. Bu askerî birliklerin her biri, gördükleri hizmetlere göre kendi içinde daha küçük kisimlara ayrilip ona göre isimler aliyor. Bu isimler, ocak kelimesi ile bir terkip olusturduklarindan ayrica bunlara "ocak" deniyordu. Ocag"in en büyük subayina da "Ocak Agasi" adi veriliyordu.
KAPIKULU ASKERLERI
Kapikulu denilen bu askerî birlik, Selçuklular ve diger bazi devletlerde oldugu gibi "Hassa Ordu"yu meydana getirmekteydi. Bu sinifa dâhil olan askerler, devletten "Ulûfe" adiyla maas alirlardi. Burada "kapi" kelimesinin kullanilmasi ve devletten maas alan askerlere de "Kapikulu" askeri denmesinin sebebi, Kapi kelimesinden bizzat devletin anlasilmasiydi. Zira eskiden beri dogu ülkelerinde isler, hükümdar saraylarinin kapisinda görülürdü. Bu tabir, Kapi müdafaasinda bulunan askerler için de kullanilmakla beraber sadece onlara hasr edilmeyen bir kelimedir. Askerler için de bu kelime kullaniliyordu. Iste bu sebepten dolayi devletten maas alan askerlere "Kapikulu askerleri" deniyordu.
Kapikulu askerleri baslangiçta devlet merkezinde bulunuyorlardi. Fakat ülke genisleyip muhafazasi için hudud boylarinda kaleler insa edilince oralarda da ikamet etmek mecburiyetinde kaldilar.
Osmanli Devleti, Rumeli taraflarinda fetihler yapip genislemeye baslayinca devamli bir orduya ve daha fazla askere ihtiyaç hasil olmustu. Bu da savaslarda esir alinan ve askerî sartlara uygun hiristiyan çocuklarinin kisa bir müddet Türk terbiyesi ile yetistirilerek yeni bir askerî sinifin meydana getirilmesiyle karsilanmisti. Iste bu teskilât, Kapikulu ocaginin çekirdegini teskil etmisti. Kapikulu askerleri iki gruba ayrilmaktadirlar. Bunlar:
1. Kapikulu Piyadesi
2. Kapikulu Süvarisi.
KAPIKULU PIYADESI
Osmanli Devleti"nin, merkez askerî teskilât, içinde yer alan Kapikulu askerleri, Osmanli askerî teskilâtinin önemli bir bölümünü meydana getiriyorlardi. Kapikulu piyadesi de kendi arasinda ayri gruplara ayrilmisti.
ACEMI OCAGI
Osmanli askerî tarihinde, önemli yeri bulunan ve Kapikulu piyadesinin mühim bir bölümünü teskil eden yeniçerilere mense" olan "Acemi ocagi", Sultan Birinci Murad zamaninda Kadiasker Çandarli Kara Halil ile Karaman"li Kara Rüstem"in tavsiyeleri sonucu ortaya çikmisti. Hoca Saadeddin Efendi"nin bildirdigine göre bu uygulama, Sultan Birinci Murad"in devr-i saltanatinda 763 (1361-62) tarihindeki Zagra"nin fethi ile baslamistir. Devlet adina ve "Pencik" kanununa göre alinan esirler", Yeniçeri ocagina asker yetistirmek için Gelibolu"da kurulmus bulunan Acemi ocagina gönderiliyor ve yevmiye bir akça ücretle Gelibolu ile Çardak arasinda isleyen at gemilerinde hizmet görüyorlardi. Bir müddet sonra bunlar, Yeniçeri ocagina aliniyorlardi. Fakat bu esirler, firsat buldukça kaçip memleketlerine gittikleri için bu sistem degistirildi. Savaslarda esir edilen küçük yastaki Hiristiyan çocuklari, evvela Anadolu"daki Türk köylülerinin yanina verilerek (Türk"e vermek) az bir ücretle hizmet ettirilmeye baslandi.
Gerçi bu ocagin, Rumeli fatihi Süleyman Pasa zamaninda, bizzat kendisi tarafindan savasta esir alinan Hiristiyan çocuklari ile basladigi belirtilmekte ise de ocagin gerçek manada müesseselesmesi, yukarida belirtilen sekilde olmustur.
Sözlük manasiyle beste bir demek olan "pencik" harplerde ele geçirilen esirlerden, askerlikte kullanilmak üzere beste birinin alinmasi demektir.
Islâm hukukunun ganimetlerle ilgili vaz" etmis oldugu prensiplerinden dogmus olan "pencik", Osmanli Devleti"nin ilk kurulus yillarinda uygulanmiyordu. Harpler sonunda ele geçen diger ganimetler gibi esirler de gazilere taksim ediliyordu. Gaziler, hisselerine düsen esirleri, Islâm hukuku geregince istedikleri sekilde istihdam edebiliyor, istihdam yeri olmayan da onlari satabiliyordu.
Osmanlilarda Acemi oglani iki sekilde alinirdi. Bunlardan biri savaslarda elde edilen erkek esirlerin beste birinden (pencik), digeri de Osmanli vatandasi olan Hiristiyan çocuklardandi. Savaslarda elde edilen esirlerin asker olarak alinmasiyle ilgili "Pencik Kanunu" tertib edilmisti. Buna göre alinan esir oglanlara "Pencik Oglani" adi verilmisti. Elde edilen bu esirler, "Pencikçi" denilen memur tarafindan tesbit edilir, bunlardan on ila on yedi yaslari arasinda olan erkek esirlerden vücutça kusursuz ve saglam olanlar devletçe üçyüz akça karsiligi satin alinirdi. Böylece Acemi ocagina ilk efrad, Pencik kanunu ile toplanmistir. Bu sistemin gelismesinde büyük ölçüde rolü bulunan Kara Rüstem de Gelibolu"da Pencik vergisini (Resm-i Pencik) toplamakla görevlendirilmisti.
Pencik oglanlarinin, Anadolu"daki Türk çiftçilerinin yanina verilmesi, aradaki deniz sebebiyle kaçmalarina engel olmak içindi. Bununla beraber, zaman zaman bazi esir çocuklarin Avrupa"ya kaçtigi görülüyordu. Esirlerin, Türk çiftçilerinin yanina verilmesi ile ilgili kanun hakkinda kaynaklarda farkli tarih ve zamanlar verilmektedir. Bu cümleden olarak Sirpsindigi savasi, Edirne"nin fethi ve Bilecik tarafina yapilan ilk akinlarda olduguna dair rivayetler bulunmaktadir.
Cüz"i bir ücretle Türk çiftçisinin yanina verilen Acemi oglanlarina çok az bir ücretin verilmesi, onlarin "ben padisah kuluyum" deyip çiftlik sahibine kafa tutmamasi içindi.
Acemi oglanlar, ziraat islerinde çalistirildiklari gibi kisa zamanda Türkçe ile birlikte Islâm-Türk örf ve âdetlerini de ögreniyorlardi. Böylece yeni hayata intibak ettikten sonra bir akça gündelikle "Acemi Ocagi"na kayit ettiriliyorlardi. Burada bir müddet hizmet gördükten sonra yevmiye iki akça karsiligi "Yeniçeri Ocagi"na gönderiliyorlardi. Yildirim Bâyezid döneminin sonlarina kadar belirtilen sekilde devam eden bu usûl, Ankara Savasi"ndan (1402) sonra fetihlerin durmasi ve iç karisikliklarin bas göstermesi yüzünden büyük ölçüde tatbik edilemez olmustu. Kapikulu ocaklarindaki kadro eksikligini gidermek için baska bir çareye bas vurmak gerekiyordu. Bu sebeple Rumeli"ndeki Hiristiyan tebeadan muayyen bir kanunla ve "Devsirme" ismiyle münasib sayida Hiristiyan çocugu alinmasina karar verildi.
Daha önce de temas edildigi gibi Ankara Savasi"ndan sonra Osmanli fetihleri durmus, bazi yerler Bizans ve Sirplara terk edilmislerdi. Gerek Çelebi Mehmed zamaninda, gerekse oglu Sultan Ikinci Murad"in ilk devirlerinde Rumeli"de fütuhat yapilamadigi için esirlerden istifade edilememisti. Bunun üzerine Osmanlilardan önceki Türk ve Islâm devletlerinde uygulanmamis olan yeni bir usûl ile devletin, Hiristiyan tebeasi olan ve yaslan uygun çocuklarindan sadece bir tanesinin Osmanli ordusuna alinmasi kararlastirildi. Böylece Hiristiyan vatandaslarin çocuklarindan asker devsirmek için bir "Devsirme Kanunu" yürürlüge konuldu. Bu yeni kanunla, bastan basa gayr-i müslim olan Rumeli halki, tedrici surette müslümanlastirilacakti. Müslümanlastirilan bu insanlarla da Osmanli ordusu kuvvetlenecekti. Böylece devlet, bu sayede Müslüman nüfusunu koruma gibi bir hedefe de ulasmis oluyordu. Gerek Müslüman nüfusu çogaltma, gerekse harplerde kendisinden istifade etme bakimindan iki yönden faydali olan bu Devsirme kanunu , Pencik kanunu ile asker almanin yerine geçmisti. Zaten Pencik kanunu da eski önemini kaybetmeye baslamisti.
Devsirme kanunu geregi ihtiyaca göre üçbes senede ve bazan daha da uzun bir sürede Hiristiyanlardan sekiz ila on sekiz ve bazan yirmi yas arasindaki sihhatli ve kuvvetli çocuklardan Acemi Oglani alinmaya basladi. Bununla beraber 14-18 yas arasindakiler tercih ediliyordu. Önceleri Rumeli"de Arnavutluk, Yunanistan, Adalar ve Bulgaristan"dan, daha sonra ise Sirbistan, Bosna-Hersek ve Macaristan"dan çocuk toplandi. Bu durum, XV. Muhtelif hizmetlerde bulunan Acemilerin, Yeniçeri Ocagina kayit ve kabullerine "Çikma" veya "Kapiya Çikma (bedergâh) denirdi.
Devsirme usûlü, kendi dönem ve zamanina göre iyi bir sonuç vermisti. Bu sonuç hem Osmanlilar, hem de çocugu devsirilen aileler için faydali olmustu. Osmanlilar açisindan faydali olmustu, zira o dönemin bitip tükenmek bilmeyen harpleri, devamli surette insanlari yutan birer makine haline gelmislerdi. Iste bu makinalarin zararlarini en aza indirebilmek ve kendi Müslüman Türk nüfusunu koruyabilmek için devlet, gayri müslim vatandaslarindan istifadeyi düsünmüstü. Böylece hem Islâm Türk mefkûresinin daha genis sahalarda yayilmasini saglamak, hem de kendi asil nüfusuna dokunmamak suretiyle azinliga düsmeyecekti. Devsirme sistemi, çocugu devsirilenler bakimindan da faydali bir seydi, çünkü onlar da çocuklarinin içinde bulunduklari mali sikintidan kurtulacagini biliyorlardi. Muhtemelen çocuklari devlet kademelerinde vazife alir ve yüksek bir mevkiye gelebilirdi. Bunun da kendileri için faydali olacagi bir gerçekti. Bu sebepledir ki kaynaklar, pek çok Hiristiyan ailenin, çocugunu devsirmeye verebilmek için adeta birbirleri ile yaristiklarini kayd ederler. Hatta sadece Hiristiyan çocuklarinin devsirilmesi kanun iken feth edildikten sonra halki Müslüman olan Bosna"dan da devsirilmek suretiyle acemi oglani alinirdi. Zira bunu bizzat kendileri arzuluyordu.
Bilindigi üzere her saha ve konuda oldugu gibi devsirme sisteminde de arzu edilmeyen bazi suistimallerin oldugu söylenebilir. Buna karsilik devlet, gönderdigi memurlarinin kanunsuz hareketlerini önlemeye gayret ediyordu. 9. Cemaziyelahir 973 (10 Ocak 1566) tarihinde Semendire Beyi ile Ivraca Kadisina yazilan bir hükümde Acemi oglani devsirmeye giden bir memurun hâne (ev) basina onar akça nal parasi vesair kanunsuz paralar alip 5-10 yasindaki çocuklari önce alip sonra bin ve daha ziyade akçaya tekrar babalarina sattigi bildirilmekle Yayabasilarindan Ferhad gönderilip hakkiyla teftis olunmasi ve memurun esyasi arasinda bulunan para, kumas vesair mühürlenip defterle merkeze gönderilmesi emr edilmistir. Böylece devlet, bu ve benzeri haksizliklarin önüne geçmeyi, adaletsizligi ortadan kaldirmayi istiyordu.
II. Yeniçeri Ocagi
Avrupa"da kurulan devamli ordudan bir asir önce vücuda getirilmis olan Yeniçeri ordusu, Osmanli Devleti"nin ilk dönemlerinde dünyanin en mükümmel ordusu haline getirilmisti. Bu ordu, teskilât ve disiplini ile bu sifati tasimaya hak kazanmisti. Osmanli Devleti"ni kuran ve kisa bir zamanda hududlari Rusya, Lehistan, Macar ovalan ile Viyana, Venedik önlerine;
Iran, Arabistan ve Misir çöllerine kadar götüren hükümdarlarin en büyük dayanaklarindan biri bu ordu olmustur.
Piyade birligi olan Yeniçeri ocaginin, hangi tarihte ihdas edildigi kesin olarak tesbit edilememekle birlikte bunun, Murad Hüdavendigâr zamaninda yani on dördüncü asrin son yarisi içinde bir ocak halinde kuruldugu söylenebilir. Bazi kaynaklarda bu kurulusun 1365 yili oldugu söyleniyorsa da büyük bir ihtimalle bunun 1362 yilinda oldugudur. Türkçe asker demek olan "Çeri" ile "yeni" kelimelerinin bir araya gelmesiyle meydana gelen bu terim, Osmanli Devleti"nin merkezinde ve hükümdara bagli bulunan yaya askeri için özel bir isim haline gelmistir. Haci Bektas-i Veli ile hiç bir ilgisi olmamakla birlikte (Âsikpasazâde, 204-206) zamanla bu tarikata izafe edilerek Yeniçerilere "Taife-i Bektasiye", ocaga da Bektasî ocagi denmistir.
Bu ocagin kurulus sebebi, mevcud askerin azligina ragmen, fetihlerin çogalip sinirlarin genislemesi ve eldeki askerin de bu sinirlari koruyamaz duruma gelme endisesi idi. Halbuki hem Rumeli"yi elde tutabilmek hem de yeni fetihlerde bulunabilmek için devamli ve hükümdarin emir komutasi altinda bir askerî birlige ihtiyaç vardi. Benzer teskilâtlar, yani esirlerden istifade etme sistemi, daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardi. Bu mânada Osmanlilarin, Selçuklular ile Memluklulari örnek aldiklari anlasilmaktadir.
Yeniçeriligin ilk kurulusunda, orduya bin kadar yeniçeri alinmisti. Bunlarin her yüz kisisine komutan olarak daha önce Türklerden meydana getirilen yaya askeri usûlüne uygun olarak bir "Yayabasi" tayin edilmistir.
Ocak, XV. yüzyil ortalarina kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemaat adi verilen bir siniftan ibaret iken Fâtih Sultan Mehmed zamanindan itibaren (1451 senesi), "Sekban" bölügünün de iltihakiyla iki sinif haline gelmis. XVI. asir baslarinda ise "Aga" bölügü denilen üçüncü bir kisim daha teskil edilmistir. Yaya bölükleri peyderpey artarak 101 bölüge kadar çikmistir. Aga bölükleri 61, Sekban bölükleri ise 34 rakamina kadar yükselmistir.
Yeniçeriler, baslarina börk ismi verilen beyaz keçeden bir baslik giyerlerdi. Bunun arkasinda ise yatirtma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer almaktaydi. Yeniçeriler börklerini egri, subaylari da düz giyerlerdi. Fâtih kanunnâmesinde belirtildigine göre yeniçeri taifesine her yil beser zira" laciverd çuka ve otuz iki akça "yaka akçasi" ile her birine basina sarmasi için altisar zir"a astar verilmesi hükmü konmustu.
Her yeniçeri bölügüne "Orta" denirdi. Her ortanin da komutani olan ve "Çorbaci" denilen bir subayi bulunurdu. Sekban ve Aga bölüklerinde bu komutana "Bölükbasi" denirdi. Yeniçeri ocaginin en büyük komutani "Yeniçeri Agasi" idi. Yeniçeri Agasi, ocagin kurulusundan 1451 senesine kadar .ocaktan tayin edilirken bu tarihten sonra Sekbanbasilardan tayin edilmeye baslandi. Bununla beraber bu kanun daha sonra degistirilerek ocagin disindan olan kimseler de tayin edilmistir. Yeniçeri Agasi, Yeniçeri Ocagi ile Acemi Ocagi islerinden sorumlu idi. Bundan baska Istanbul"un asayisi ile de ilgilenir ve yaninda bulunan bir heyetle kol dolasip güvenligi saglardi. Bu sebeple hükümdarlar, bunlarin güvenilir ve sadik kimselerden olmasina dikkat ederlerdi. Yeniçeri Agalarinin azil ve tayini 1593"e kadar dogrudan padisah tarafindan gerçeklestirilirken, bu tarihten itibaren veziriazamlara intikal etmistir.
Yeniçeri Ocagi"nin en büyük komutani olan Yeniçeri Agasi"ndan baska Sekbanbasi, Ocak Kethüdasi veya Kul Kethüdasi, Zagarcibasi, Turnacibasi, Muhzir Aga ve Bas çavus ta ocagin büyüklerindendi. Bunlardan baska bir de "Yeniçeri Efendisi" denilen ocak kâtibi vardi.
Yeniçeriler, maaslarini (ulûfe) üç ayda bir alirlardi. Bu konuda ocagin en büyük âmiri olan Yeniçeri Agasi ile herhangi bir nefer arasinda fark yoktu. Onun için Yeniçeri Agasi da bu ulûfe isine dahil edilirdi. Ulûfe, pâdisahin nezâretinde büyük bir merasimle her ortaya torbalar halinde tevzi edilirdi. Hicrî kamerî takvime göre dagitilan ulûfenin Sali günü verilmesi kanundu.
XVI. asra kadar devsirmeden toplananlardan baskasi katilamazken 990 (1582) senesinde Sultan III. Murad (1574-1595)"in, sehzadesi Mehmed için tertiplenen sünnet dügününe katilan bir sürü canbaz, hokkabaz ve oyuncunun mükafat olarak bu ocaga kayd olmalari, ocagin yavas yavas bozulmasina sebep olmustu. Devletin kurulusundan kisa bir müddet sonra teskil edilen Yeniçeri Ocagi, belirtilen olaydan sonra hariçten insanlarin ocaga girmesiyle bozulmaya yüz tutmustu. Çünkü, egitimsiz ve basibos kimselerin ocaga girmeleriyle bu askerî teskilât, dogrudan siyasete katilan, devlet adamlarini tayin veya azlettiren, padisahlari tahttan indiren veya tahta çikaran bir kuvvet halini almisti. Gerçekten de onlarin zorbaliklarini ve yaptiklari kötülüklere isaret eden (1826) tarihli bir hüküm Istanbul Kadisina gönderilmistir. Bu hükümde söyle denilmektedir: "Allah"a, Peygambere ve sizden olan ûlu"l-emre itaatediniz" âyet-i kerimesi muktezasinca kaffe-i mü"min ve muvahhid olanlar, emr-i ulu"l-emre itaat ve inkiyad ile me"mur olup bir müddetten beri Yeniçeri nâmina olan eskiya makulesi, hilâf-i ser"-i serif, daire-i itattan huruc ederek fürce bulmasi cihetiyle gerek memâlik-i mahrûsede ve gerek dâri"s-saltanat-i seniyede her bir sey çigirindan çikmis ve ol makule esrar-i nâsin garazlari olan mel"aneti icra zimninda her bir seye müdahele daiyesine düsmelerinden nasi, Ümmet-i Muhammed"in mal ve canlarindan emniyetleri kalmayip rahatlarina halel gelerek bayagi alis verislerine varinca fesada varmis..." Bu hükümde de açikça görüldügü ve yukarida belirtildigi gibi Yeniçeri askeri her seye müdahele eder olmus. Buna karsilik gerçek vazifesi olan askerligi tamamiyle unutur olmustu. Zira onlar, askerlik yerine esnaflikla ugrasiyorlardi. XVII ve XVIII. asirlarda sik sik ayaklanmislardi. Bunun üzerine ocak, "Vak"a-i Hayriye" diye isimlendirilecek olan bir karar ve hareketle 15 Haziran 1826"da Sultan Ikinci Mahmud tarafindan lagv edilerek ortadan kaldirildi.
CEBECI OCAGI
Kapikulu askerinin piyade ocaklarindan biri de "Cebeci Ocagi"dir. Kelime olarak "cebe" zirh demektir. Osmanlilar, bir nevi istilah olarak bu kelimenin mana ve kapsamini genisletmis görünmektedirler. Bunun içindir ki "cebeci" dendigi zaman belli hizmetleri olan bir askerî sinif akla gelmektedir. Buna göre devletin yaya muharib askeri olan yeniçerilerin ok, yay, kalkan, kiliç, tüfek, balta, kazma, kürek, kursun, barut, zirh, tolga, harbe vesaire gibi ihtiyaçlari olan savas alet ve esyasi yapan veya tedarik eden ocaga "Cebeci Ocagi" denirdi. Bu ocak, yeniçerilere lazim olan harp levazimatini deve ve katirlarla nakl ederek, cephede bulunan yeniçerilere dagitirdi. Savas sonunda da bunlari tekrar toplardi. Bu arada tamire muhtaç olanlari da tamir ederek silah depolarinda muhafaza ederdi.
Sefer esnasinda ordu komutanlari refakatina münasib bir miktar cebeci verilirdi. Bunlarin, kuvvetli, becerikli ve silahtan anlayanlardan olmasi gerekirdi. Bu maksatla Cebecibasiya bu yolda emirler verilirdi. Baris zamaninda bunlar, kendilerine tahsis edilen Ayasofya taraflarinda ve Tophane civarinda bulunan kislalarinda ikamet ederlerdi.
Bu ocagin kurulus tarihi kesin olarak tesbit edilmekle birlikte, Yeniçeri ocagi ile birlikte veya ondan çok kisa bir müddet sonra oldugu tahmin edilmektedir. Bu ocaga girecek olanlar, "Pencik" ve "Devsirme Kanunu" devam ettigi müddetçe Acemi oglanlari arasindan seçilirdi. Sonralari Yeniçeriler gibi bunlarin da evlenmelerine müsaade edildiginden yetisen çocuklari da cebeci olurdu. Ocaga alinacak kimseler, önceleri "sakird" ismiyle alinir, daha sonra fiilen cebeci olurlardi.
Ocak mevcudu, aralarindaki münasebet dolayisiyla Yeniçeri askerinin azalip çogalmasina bagli olarak artar veya eksilirdi. XVI. asir ortalarinda yeniçeriler 12 bin nefer iken bunlarin sayilan 500 kadardi. XVII. asirda (1675) te cebecilerin sayilari 4180 civarindadir. XVIII. yüzyilda cebecilerin sayisi 2500-5000 arasinda degismekteydi. Yeniçeri Ocagi"nin lagv edilmesi ile ortadan kalkan Cebeci Ocagi, Asakir-i Mansûre ile yeniden tesis edilmisti.
Diger Kapikulu ocaklari gibi "orta" denilen ve 38 bölüge ayrilmis bulunan cebecilerin en büyük komutani "Cebecibasi" idi. Ortalar, kendi aralarinda silah yapan, silahlan tamir eden, barutlari islâh eyleyen, harp levazimatini tedarik edip hazirlayan ve humbara yapanlar gibi ayri ayri kisimlara ayriliyorlardi.
TOPÇU OCAGI
Top dökmek, top atmak ve top mermisi yapmak gayesiyle teskil edilen bu ocak da, Kapikulu ocaklarinin yaya kismindandi. Efradi, Acemi Ocagi"ndan saglanirdi. Osmanli ordusunda ilk top, Sultan I. Murad zamaninda 1389 yilinda Kosova Meydan Muharebesinde kullanilmistir. Yildirim Beyâzid tarafindan da gerek Istanbul muhasaralarinda gerekse Nigbolu kusatmasinda topun bir silah olarak kullanildigi, Asikpasazâde tarafindan anlatilmaktadir. Görüldügü gibi Osmanli Devleti"nin daha baslangiç yillarinda top, ordunun ayrilmaz bir parçasi haline gelmistir. Bununla beraber topun silahli kuvvetlerin agir ve önemli bir silahi olarak ordu ve donanmaya yerlesmesini saglayan, Fâtih Sultan Mehmet olmustur. Kale yikan büyük toplar ile havan topunun mucidinin de Fâtih Sultan Mehmed oldugu belirtilmektedir. Bu silahin, askeriyedeki önemi o kadar büyümüs ve devlet ona o kadar ehemmiyet vermistir ki, patlatilamayan bir topun patlamasini temin eden kimseleri bile her türlü vergi ve rüsûmdan muaf saymistir.
Topçu ocaginin top döken kismi ile top kullanan bölükleri ayri ayri idiler. Toplar, her zaman devlet merkezinde veya fabrikalarinda döktürülmezlerdi. Bazen kale muhasaralarinda kalelerin önünde de top imal edildigi görülmektedir. Nitekim Sultan II. Murad zamanindaki Mora ve Arnavutluk seferlerinde, daha sonra da Istanbul kusatmasinda develerle getirilen malzeme ile buralarda toplar döktürülmüstü.
Osmanlilar, gelecekteki ihtiyaçlarini karsilamak ve devamli bir sekilde hazirlikli bulunmak gayesiyle Istanbul"un disinda da top fabrikalari kurmuslardi. Bu fabrikalar, hudud veya hududa yakin yerlerde idi. Bu yerler:
Belgrad, Semendire sancaginin Baç (Beç) madeni, Budin, Içkodra, Praviste, Timasvar ile Asya"da Iran sinirina yakin Kerkük"ün Gülanber kalesi idi. Bu toplarin mermilerini yapan fabrikalar da Bilecik, Van, Kigi, Kamengrad, Novaberda ve Baç"da idi. Bu mermiler (yuvarlak=gülle) için de ayri ayri yerlerde depolar yaptirilmisti. Her yil ne kadar mermi ve gülle dökülecegi, Divan tarafindan planlanip Topçubasina bildirilirdi. Dökümhanelere de buna göre emir giderdi. Bir gülle dökümhanesinin yillik ortalama kapasitesi 20-24 bin aded arasinda degisiyordu. Bu mermilerin en küçükleri 320 gram agirliginda idi. Bunlar, "Sahî" denilen toplarin gülleleri idi. Sahîler, katir sirtinda tasinabilen ve yalniz iki topçu eri tarafindan kullanilabilen küçük, pratik, atesi seri ve müessir toplardi. "înce Donanma"yi meydana getiren nehir gemilerinde de bunlar kullanilirdi. Kale muhasaralarinda surlari yikmak için kullanilan toplar daha büyüktü. Bu toplarin gülleleri 70 kg. agirliginda idi. Top mermisi döken madenlerde dökücü ustalari ve yeterince isçi vardi Dökücüler, Istanbul"daki Tophaneden gönderilirlerdi.
Osmanlilar, sadece madenî degil, tas gülle de kullanmislardi. Bu gülleleri demir olanlardan ayirmak için "Tas gülle" tabirini kullaniyorlardi.
Topçu ocaginin en büyük zâbitine (subayina) "Sertopî" veya "Topçubasi" denirdi. Bundan baska Dökümcübasi, Ocak kethüdasi ve çavusu gibi yüksek rütbeli subaylari ile "Çorbaci" veya "Bölükbasi", Dökücü halifeleri" gibi subaylari ile Ocak katibi vardi.
Tophanede sivil memurlar da istihdam ediliyordu. Bunlar, Tophane Nâzin ile Tophane Emini idi. Tophane Emini, tophaneye alinan ve sarf edilen esyanin defterini tutar ve her sene hesabini verirdi. Tophane levazimi, bunun eli ile tedarik edildiginden vazifesi çok önemli idi. Bütün bunlardan anlasildigina göre Topçubasi, Dökümcübasi, Tophane naziri, top dökümcüleri kethüdasi, Tophane emini ve Topçu çavusu Tophane ocaginin yüksek rütbeli subaylarindandi.
Topçular, sayica "Cebeciler"e yakin idiler. XVI. asirda ocagin mevcudu 1204 nefer iken, XVII. asirda bu sayi 2026"ya kadar yükselmistir. Onyedinci asrin sonlarinda muharebelerin devami yüzünden sayilari 5084"e kadar çikmistir.
Oldukça islah edilmesine ragmen Sultan III. Selim"in tahttan indirilmesi (hal") esnasinda Kabakçi Mustafa"ya iltihak eden Topçu ocagi, isyana istirak etmisti. Halbuki Sultan Selim, bu ocagin, zamanin sartlarina göre islâh edilmesine ehemmiyet vermis, derece ve itibarlarini artirmisti. Vak"a-i hayriye esnasinda topçular, devlete sadik kalarak Humbaraci ve Lagimci ocaklari ile birlikte "Sancag-i Serif altina gelmislerdi. Yeniçeri ocaginin ilgasindan sonra Topçu ocagi yeni sekle göre tertip edilmisti.
Topçu ocagi ile çok yakindan ilgisi bulunan bir ocak daha vardir ki, bu da "Top Arabacilari Ocagi"dir. Osmanlilarin ilk dönemlerinde kullanilan toplar, deve, katir ve beygirlerle naklolunan küçük ve hafif toplardi. XV. asirdan sonra topçulugun büyük ölçüde gelismesi üzerine ve büyük toplarin dökülmesinden sonra, yenilik yapan Osmanlilar, bunlari araba ile savasa götürmeye basladilar. Demek oluyor ki bu ocak, toplarin daha ziyade tekemmül ederek arabalarla tasinmasindan sonra dogmustur. Arabacibasi adinda bir subayin komutasinda bulunan bu ocak da çesitli ortalara ayrilmisti.
HUMBARACI OCAGI
Farsça asilli bir kelime olan humbara, içine patlayici maddeler doldurulmak suretiyle demirden yapilmis bulunan mermi demektir. Humbaraci da bu mermiyi havan topu ile kullanan topçu (havan topçusu) demektir. Humbaranin el ile atilani (el bombasi) oldugu gibi havan topu ile atilani da vardir. Ayrica tas da atilabilirdi.
Daha çok kale kusatmalarinda ve görülmesi mümkün olmayan hedeflere karsi kullanilan havanlar sayesinde Müslüman Türkler, dikkate deger basarilar saglamislardi. Topçular gibi Kapikulu ocagina mensub bulunan humbaraci ortalarinin XVXVI. asirlar arasinda ihdas edildigi tahmin edilmektedir. Humbaracibasi adi verilen bir subayin komutasinda bulunan bu ocak mensuplari, baslangiçta biri topçulara, digeri cebecilere bagli olmak üzere iki kisimdan ibaretti. Bu ocagin esas kisminin Kapikulu gibi maasli degil, timarli oldugu bilinmektedir. Nitekim 1126 yili Safer ayinin sonlarinda Humbaracibasi tarafindan Payitahta gönderilen bir arizadan, Hotin Kalesi muhafazasinda bulunan timarli humbaraci neferatinin bulundugu anlasilmaktadir. Buna göre humbaracilari topcu, cebeci, ve timarli olmak üzere üç kisma ayirabiliriz.
Bulunmasi gereken birçok vesikada isimleri zikredilmeyen humbaracilarin müstakil bir ocak haline gelmesi XVII. asirdan sonra olmalidir. XVIII. yüzyil baslarinda büsbütün ihmale ugrayan humbaracilik mesleginin, günün sartlan ve Avrupa"daki gelismesi de göz önüne alinarak yeniden tesisi düsünüldü. Bir müddet Avusturya"da kaldiktan sonra Osmanli ülkesine iltica edip Müslüman olan Fransiz asilzâdesi Copmte de Bonneval (Ahmet Pasa), Birinci Mahmud devrinde Mirimirân rütbesi ile humbaracibasiligina tayin edildi. Humbaraci ocagi, "fenn-i humbara ve sanayi-i atesbazîde maharet-i tammesi" olan bu zat tarafindan Avrupa"daki usûl ve sistemlere uygun bir sekilde teskilatlandirilmaya tabi tutuldu. Ahmed Pasa"nin bu konudaki çabalari sonucunda Bosna"dan 301 nefer alinarak her 100 kisi bir "oda" teskil etmek üzere bir ocak vücuda getiriliyor, her bölüge bir yüzbasi, iki ellibasi, on onbasi, tabib, cerrah ve yazicilar tayin olunduktan ve ulûfeler tesbit edildikten sonra teskilât, humbaracibasinin emri ve sadrazamin nezareti altina aliniyordu. Siki bir talim ve egitim ile yetisecek olan humbaracilardan tahsillerini bitirip olgun bir hale gelenler, Vidin, Nis, Hotin, Azak ve Bosna"nin serhad kalelerine "Humbaracibasi" olarak tayin edileceklerdi.
Fabrika ve kislalari Üsküdar"da bulunan humbaracilarin, devlet askerî teskilâti bakimindan önemli bir yeri bulunduklari anlasilmaktadir. Yeniçeriligin ilgasi esnasinda meydana gelen olaylarda, devletin yaninda yer almis olan Humbaraci Ocagi, Asakir-i Mansûre ordusu içinde topçulara baglanarak ayri bir ocak olmaktan çikmis oldu.
LAGIMCI OCAGI
Kusatma altindaki surlarinin altindan tünel (lagim) kazmak suretiyle yikan veya düsmanin açtigi tünelleri kapatan bir ocaktir. Osmanli ordusunda mühendislik bilgisine dayali olan bu ocak, XVII. asrin ortalarindan itibaren bozulmaya yüz tutmustu. Biri, Cebecibasinin komutasinda ve maasli, digeri de Lagimcibasi denilen komutanin emri altinda ve timarli olan iki kisma ayriliyorlardi.
Yer altinda yollar açarak fitil ve barutla kale bedenlerini yikan veya lagim açarak berheva eden lagimcilik, Osmanli ordusunda çok gelismisti. Gerçekten, günümüzün istihkâm sinifi diye adlandirabilecegimiz bu ocak hakkinda su ifadeler kullanilmaktadir: "XVIII. asra kadar Türk istihkamcisi, gerek teknik ve gerekse tabya bakimindan dünyanin mukayese edilemeyecek kadar en üstün istihkâm sinifi idi. Bunu, o dönemin bütün Avrupali yazarlari ve taninmis generalleri teyid etmektedirler. Modem Avrupa istihkamciliginin kurucusu da Türklerdir. Türk istihkâm teknigini ilk defa Fransizlar ögrenmis ve XIV. Louis devrinde tatbik etmislerdir. Daha sonra bu teknik bilgi, Avrupa ordulari tarafindan aynen iktibas edilmistir. (Lavisse-Rambaud, VI, 96) Avrupa istihkamciliginin babasi sayilan mühendis general Vauban, ilk defa Türkler"den ögrendigi tabya teknigini, 1673 senesinde Hollanda"nin Maestricht kalesi kusatmasinda kullanmis, basarili olmasi üzerine ayni asrin sonlarinda bu teknik, bütün Avrupa"ya yayilmistir. Vauban, Türk istihkam tabyasini Kandiye"de ögrenmisti."
Vazifesi, sadece tünel açmakla bitmeyen bu ocak, hem ordunun hem de agirliklarinin geçirilmesi için köprü yapmak ve gerekiyorsa mevcudlari tamir etmek gibi vazifelerle de yükümlü idi. Kale muhasaralarinda bunlarin bilgi, teknik ve faaliyetlerinden epey istifade edilmistir. Bu sayede zapti kabil olmayan pek çok kale, bu ocak mensuplarinin açtiklari tüneller sayesinde kolayca ele geçirilmisti. Nitekim Serdar-i Ekrem Köprülüzâde Ahmed Pasa"nin 1078 (1667) senesindeki Kandiye kusatma ve fethinden bahs edilirken lagimcilarin burada ne denli hizmet ve yararliliklar gösterdigine temas edilir. Bu tarihten sonra da Osmanlilarin lagimciligi yavas yavas gerilemeye baslamisti. Bu sebeple olsa gerek ki, 1207 (1792) de "Nizam-i Cedid" denilen yeni bir sistemle dönemine göre modern bir hale getirilmeye çalisildi. Bu maksatla ocak, biri lagim baglamak, digeri köprü, tabya ve kale yapmak gibi mimarî bilgi gerektiren iki kisma ayrildi.
KAPIKULU SÜVARISI
Osmanli kapikulu ordusunu teskil eden ikinci sinif askerî güç, Kapikulu süvarisidir. Osmanlilarin muvaffakiyetli hamlelerinde bu sinifin da büyük bir hissesi vardir. Osmanli topraklan genisledikçe timarlar çogaliyor, timarlar çogaldikça da timarli süvari (sipahi)nin sayisi da artiyordu. Fakat bunlar, kendi timarlarinda ikamet ettiklerinden, basarilari mahdud kiliyordu. Bu bakimdan daha kurulus yillarindan itibaren devlet merkezinde, yeniçeriler gibi devamli ve maas alan bir süvari birliginin bulundurulmasi ihtiyaci hissediliyordu. Bu sebeple Sultan I. Murad döneminde, Rumeli Beylerbeyi olan Timurtas Pasa"nin yardim ve tavsiyesiyle ilk adim atilmis oluyordu. Önce "Sipah" ve "Silahdar" adi ile iki bölük olarak teskil edilen Kapikulu süvarisine daha sonra "Sag Ulûfeci" ve "Sol Ulûfeci" (Ulûfeciyan-i yemin ve yesâr) ile "Sag ve Sol Garipler" (Gureba-i yemin ve yesâr) ismi verilen dört bölük daha ilave edilerek Kapikulu süvari ocagi alti bölüge yükseltilmis oldu.
Kapikulu süvari sinifini meydana getiren efrad da devsirme çocuklari ile harplerde esir alinan çocuklardan meydana geliyordu. Bunlar da yeniçeriler gibi hükümdarin sahsina mahsus olan atli kuvvetler idi. Bunlardan vücutça uygun ve kabiliyetli olanlar, Istanbul, Edirne ve Gelibolu saraylarinda terbiye olunduktan sonra yedi senede bir "Bölüge çikmak" tabir edilen bölüklere verme islemi yapilirdi. Derece ve maas itibariyle yeniçerilerden daha yüksek olmalarina ragmen, idare üzerindeki nüfuzlari ve harplerdeki önemleri itibariyla onlar kadar ilerde degillerdi.
Kapikulu süvari birliklerinden ilk ikisine "Bas", öbür ikisine "Orta", son ikisine de "Asagi bölükler" adi verilmisti. Bunlardan sipah bölügüne "Kirmizi bayrak", silahtar bölügüne "San bayrak", orta ve asagi bölükler için de Alaca bayrak" tabiri kullanilirdi.
Kapikulu süvarileri, hükümdarla birlikte sefere gittikleri zaman onun sag ve solunda yürürlerdi. Sipah sagda, silahtar da solda bulunurdu. Sipahin saginda sag ulûfeciler, silahtarlarin solunda da sol ulûfeceler yürürlerdi. Bunlarin sag ve solunda da sag ve sol garipler yürüyorlardi.
Sipah ve silahtarlar, muharebe meydaninda padisahin çadirini (Otag-i hümâyun), ulûfeciler gerek muharebe esnasinda, gerekse konaklama yerlerinde saltanat sancaklarini, garipler ise ordu agirliklari ile hazineyi muhafaza ederlerdi.
Adi geçen "Alti Bölük" efradi, hayvan besledikleri için devlet merkezinden fazla uzak olmayan ve mer"asi bol yerlerde ikamet ediyorlardi. Bu yüzden bunlardan bir kismi Bursa ile Edirne, bir kismi da Istanbul ve civarinda ikamet etmek zorunda idiler. Kanunî Sultan Süleyman zamanindan baslamak üzere, bunlardan 300 kisi, sefer zamanlarinda devlet merkezinde bir çesit yaverlik yapmak vazifesi ile görevlendirilmislerdi. Mülazim adi verilen bu 300 kisi, baris zamanlarinda mirî mukataalarin idaresi ile cizye cibâyeti (toplanmasi) gibi islerle görevlendirilmislerdi.
Kapikulu süvarilerini meydana getiren her bölügün âmiri olarak ayri ayri agalari vardi. Bunlar, Sipah agasi, Silahtar agasi, Sag ulûfeciler agasi gibi isimler aliyorlardi. Belge ve kanunnâmelerde bu isimler aynen kullaniliyordu. Nitekim 18 Muharrem 973 (15 Agustos 1565) tarihli Semendire ve Belgrad"a kadar yol üzerinde bulunan kadilara gönderilen hükümde bu isimlerden ayni lafizlarla söz edilmesi bunun örneklerinden biridir. Protokol bakimindan bunlarin en ileride olani Sipah agasi oldugu gibi, bunun komutasinda bulunan bölük de en itibarli bölük idi. Agalardan baska her bölügün bölükbasilari, kethüdalari, kethüda yeri, katip ve kalfa isimlerini tasiyan bir komuta heyeti ile basçavus ve çavus adlarinda küçük rütbeli zâbitleri vardi.
Kapikulu süvarilerinin kullandiklari silahlar, genellikle o dönemde her kavim ve millet tarafindan kullanilan silahlardi. Bunlarin orijinalligi, silahlarin imal ve kullanilmasinda idi. Türk silahlarinin daha hafif, yani tasinma ve kullanilmasinin kolay olmasi bir üstünlük sagliyordu. Hafif silahlar grubuna giren bu silahlar, ok, yay, kalkan, harbe veya mizrak ile bele takilan balta, pala veya hançerle atlarin eger kasina asilmis olan gaddare denilen genis yüzlü kisa bir kiliç ve bozdogan ismi verilen yuvarlak basli bir agaç topuzdu. Kapikulu süvarilerinin bellerindeki ok keselerinde (sadak) oklari vardi. Muharebelerde, bu silahlardan duruma göre uygun olanini kullanirlardi. Bu süvarilerin üzerlerinde çelik zirhli gömlekler vardi. Kalkanlari ise elbise ve basliklarinin renginde boyanmisti. Muharebelerde yanlarinda yedek hayvanlari da bulunurdu.
Sultan III. Murad döneminden önce hariçten bir kimsenin giremedigi bu ocaga, adi geçen hükümdar zamaninda, disardan iltihaklar basladi. Ocak teskilâti bozulduktan sonra "veledes" denilen süvari ogullari da ocaga alinmaya baslamisti. Kanunî Sultan Süleyman zamaninda sayilan yedi bin kisi civarinda iken, hariçten ocaga girenler yüzünden bu sayi yirmi bini bulmustu. Bilahere Kaptan-i Derya Kara Murad Pasa"nin, ocaklari, Ibsir Pasa aleyhine kiskirtmasi sonucunda süvari mevcudu, ocaktan tard edilmis olanlari da tekrar almak suretiyle elli bine ulasmisti XVII. asrin ortalarinda, vezir olarak Osmanli Devleti"ne hizmet etmis bir aile olan Köprülüler iktidara geçince, devletin inhitatini uzunca bir süre yavaslatmaya ve hatta durdurmaya basladiklari gibi bazi islahat hareketlerinde de bulunmaya tesebbüs etmislerdi. Iste bu dönemde, süvari bölüklerinde yapilan tenkisatla sayilan on bes bin civarina indirilebilmisti. Bunlarin, yaptiklari bazi isyanlari da bastirilinca takibata ugradilar. Bunun üzerine önemleri kalmayan bir sinif haline geldiler. Zaman zaman zorbaliklar yapan ve isyan eden bu askerî birliklerin, Dördüncü Murad ile Köprülü Mehmed Pasa"dan yedikleri iki büyük darbe, bunlari önemsiz bir hale getirmisti. Hezarfen Hüseyin Efendi, bunlarin, bu dönemdeki sayilarini su rakamlarla bize aktarmaktadir. Ona göre Sipah bölügü 7203, Silahtar bölügü 6254, Ülûfeciyan-i yemin 488, Ulûfeciyan-i yesâr 488, Gureba-i yemin 410, Gruba-i yesâr 312 olmak üzere toplam 15155 kisiye kadar yükselmektedir.
XVIII. asirdan itibaren sayi ve güçleri giderek zayiflayan Kapikulu süvarisi de "Vak"a-i Hayriye" diye adlandirilan ve yeniçeriligin ortadan kalkmasiyla sonuçlanan olayda lagv edildiler. Yeniçerilerin bu siralardaki serkeslik ve isyanlarina katilmayan bu ocak mensuplarindan, isteyenlerin yeni kurulan modem süvaride vazife almalarina müsaade edilmisti.
EYÂLET ASKERLERI
Osmanli kara ordusunun ikinci kismini meydana getiren, devletin büyümesinde, gelismesinde ve sinirlarini genisletmesinde önemli derecede rolü bulunan askerî kuvvet, eyalet askerleridir. Bunlan : Yerli Kulu, Serhad Kulu, ve Timarli Sipahiler olmak üzere 3 grup halinde ele alabiliriz.
YERLIKULU
Yerli Kulu piyadesi, eyalet pasalari ile sancak beylerinin komuta ve idaresinde bulunan, komutanlari da bunlar tarafindan tayin olunan muntazam ve disiplinli bir askerî siniftir. Rikab-i Hümayûndaki askere Kapikulu dendigi gibi, devlet merkezinin disinda bulunan bu askere de Yerli Kulu denmekteydi. Hizmet gördükleri müddetçe maas alabilen bu askerî sinifin iasesi, eyalet veya sancak beyi vasitasiyle veyahutta devlet hazinesinden verilirdi. Bu sinifa dahil askerleri de gördükleri hizmetlere göre: 1 Azepler, 2 Sekban ve tüfekçiler, 3 Icareliler, 4 Lagimcilar, 5 Müsellem"ler olmak üzere bes gruba ayirmak mümkündür.
AZEPLER
Yerlikulu askerinin ilk sinifini meydana getiren azepler, harplerde büyük hizmetler görüyorlardi. Ordunun ön saflarinda yer almalarindan dolayi düsman taarruzuna en çok onlar maruz kaliyorlardi.
Kelime olarak "bekâr" demek olan azep tabiri, Osmanli askerî teskilâtinda: bekâr, güçlü ve kuvvetli olan gençlerden meydana getirilmis bir askerî sinif için kullanilmaktaydi.
Klasik Osmanli ordusunda azepler, Anadolu"daki Müslüman Türklerden kurulu hafif piyade askerî birligidir. Bununla beraber yine ayni adi tasiyan ve 1450"den sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafindan teskil olunan kale azepleri de vardir.
Osmanlilarin ilk dönemlerinden itibaren XVI. asrin yarisina kadar meydana gelen harplerde hafif okçu kuvvetlerine ihtiyaç vardi. Bu bakimdan, harp esnasinda ne kadar azebe ihtiyaç varsa tesbit edilirdi. Tesbit edilen miktar, sancaklara taksim edilirdi. Böylece ihtiyaca göre 20 veya 30 hâne (ev)den bir azep istenirdi. Istenilen azebin bekâr, güçlü ve kuvvetli olmasi lazimdi. Sancaga bagli kazalardan seçilen her azebin ücret ve masrafi onu seçen yere ait olup bu, XV. asrin sonu ile XVI. asirda her azeb için 300 akça tutmakta idi. Her azebin, askerden kaçmamasi için bir kefili vardi. Kaçtigi takdirde masraf bu kefilinden alinirdi. Azeplere verilecek para, azeb alinan yer ile halkinin servetine göre tahsil edilirdi. Sefer hazirligi esnasinda azeplerin toplanmasina "Azep çagirtmak" denirdi. Bunlarin maaslari olmadigindan harp zamanlarinda bütün vergilerden muaf sayilirlardi.
Ok, yay ve pala gibi hafif silahlarla donatilmis olan azepler, ordunun ön saflarinda bulunduklarindan ilk olarak onlar düsman hücumuna maruz kalirlardi. Bunlarin gerisinde toplar, onlarin arkasinda da yeniçeriler yer alirdi. Savas basladigi zaman azepler saga sola açilmak suretiyle topçunun rahat ates etmesine imkan saglarlardi.
Bahsimize konu teskil eden ve iki asirdan fazla büyük hizmetler ifa eden hafif piyade azepleri, XVI. asir ortalarinda, Kanunî Sultan Süleyman saltanatinin sonlarina dogru ilga edildiler. Kale azepleri ise 1826 senesine kadar hizmetlerine devam ettiler.
SEKBAN VE TÜFEKÇILER
Yerlikulu piyadelerinden olan sekbanlar, askere ihtiyaç hasil oldugu zaman, gönüllü olarak toplanan köy halkindan olduklari için, diger birlikler gibi saglam bir askerî egitime sahip degillerdi. "Salyâne"den kurtulmak için zaman zaman Hiristiyanlar bile bu birlige istirak edebiliyorlardi. Bunlar, bulunduklari bölgenin pasasindan baskasini tanimazlardi. Hizmet gördükleri müddetçe ulûfe alirlardi. Sekbanlar, "Bayrak" ismi ile siniflara ayrilirlardi. Sekban bölükbasisi ve Bayraktar adinda subaylari vardi. Bunlar, silah olarak kiliç kullanirlardi.
Zamanla sekbanlarin önemleri azalinca bunlarin yerini "Tüfekçi" adi ile yeni bir piyade sinifi aldi. Her elli-altmis tüfekçi bir bayrak kabul edilerek, "Gönüllü zabiti" adi verilen bir subayin komutasi altinda bulunurdu. Her sancak veya eyaletteki tüfekçi bayraklari, "Tüfekçi basi" adi verilen bir subayin komutasina verilirdi. Önemli eyaletlerden üçer veya beser tüfekçi basi varsa, bunlardan biri bas seçilerek adina "Serçesme" denirdi.
ICÂRELILER
Hudud boylarinda bulunan sehir ve kalelerde istihdam edilen yerli topçulardan meydana getirilen bir siniftir. Ücretle vazife gördüklerinden dolayi kendilerine bu isim verilmistir. Komutanlari, topçulugu iyi bilen ve "Topçu agasi" adi verilen bir kimsedir. Topçu agasi, eyalet pasalarinin komutasinda bulunmak üzere payitahttan gönderilirdi.
LAGIMCILAR
Yerlikulu askerinin bir bölümünü teskil eden bu sinif, hududa yakin bulunan önemli bazi kalelerin aniden muhasara edilmesi düsünülerek kurulmus bir siniftir. Ayrica düsman tarafindan kazilacak hendek ve tünellere mukabil hendek ve tünel kazmak suretiyle harbi kazanmak gayesi güdülmüstü. Kapikulu ocaklarindan olan Lagimcilarla ayni vazifeyi görmelerine ragmen bunlarin durumlari daha farkli idi. Zira bunlar, baris zamanlarinda da bagli bulunduklari kalelerde bulunuyor ve genellikle Hiristiyan tebeadan meydana getiriliyorlardi. Bunlar, devlet merkezinden gönderilen ve "Lagimcibasi" denilen bir subayin komutasina verilmislerdi.
MÜSELLEMLER
Osmanli Devleti"nde, pek çok görevi yerine getiren müsellemler, harp zamanlarinda ordunun geçecegi yollan temizlemek, köprüleri tamir etmek ve yol açmak gibi hizmetlerle de mükellef idiler: Buna karsilik baris zamanlarinda bütün vergilerden muaf sayiliyorlardi. Zaten bu ismi bu yüzden almislardi. Rumeli"de genellikle Hiristiyan tebeadan olan müsellemlere karsilik, Anadolu"da Müslüman tebea istihdam olunurdu. Bunlara "Yörük" ismi verilirdi.
SERHAD KULU
Osmanli kara ordusunun, önemli bir bölümünü meydana getiren eyâlet askerlerinin bu ikinci sinifi olan Serhad kulu da, hizmet ve durumlarina göre ayri kategorilerde mutalaa edilmistir. Bu sinif: Akincilar, Deliler, Gönüllüler ve Besliler olmak üzere daha küçük birliklere ayrilmislardir.
AKINCILAR
Serhad kulu grubunun en önemli birligini akincilar teskil ederdi. Müslüman Türklerden meydana getirilen hafif süvari kuvvetlerine verilen bu isim, 500 sene sonra Avrupa"da "komando" olarak ortaya çikacaktir.
Serhad denilen hudud boylarinda bulunan akincilar, fevkalade disiplinli bir teskilâta sahiptiler. Bunlar, atlarla düsman içlerine kadar sokulur, gerek bizzat gördükleri, gerekse düsmandan elde edilen esirler vâsitasiyla ögrendikleri bilgileri degerlendirerek önemli bir istihbarat agi kurmuslardi. Öncü kuvvetler olduklari için, ordunun kesif hizmetlerini görüyorlardi. Bundan baska onlar, düsman topraklarindaki araziyi tedkik ederek orduya yol açiyorlardi. Çok seri hareket ettikleri için, düsmanin pusu kurmasina imkan vermiyorlardi. Ayrica ordunun geçecegi yerlerdeki mahsûlü korumak suretiyle ekonomik bir fayda da sagliyorlardi. Akincilar, esir almak suretiyle bölgede bulunan nehirlerin geçit yerlerini de ögreniyordu. Bunun içindir ki akincilar, esas ordudan dört bes gün daha ileride bulunurlardi. Günümüzün motorize birlikleri gibi pek seri ve sür"atli hareket ettikleri için, düsmana karsi dehset saçar ve onlarin maneviyati üzerinde çok etkin psikolojik tesirde bulunurlardi.
Islâmî suurdan kaynaklanan bir ruha sahip olan akincilarin, ordunun basarisi için yaptiklari akinlarda, pekçok esir aldiklari bir gerçektir. Akinci anlayisina göre savasmak (cihad yapmak) hem dinî hem de millî bir vazifedir.
Hafif süvari birlikleri olduklarindan, düsman kale ve ordusu üzerine varmayan akincilar, ordu için yollan açiyorlardi. Bu yollarin birkaç yönden açilmasi gerekiyordu. Ordunun hedefi olan ülke, hem maddî hem de manevî bir sekilde yipratilmali idi. Düsmanin, maddî güç kaynaklari yok edilmeli, ekonomisi ile ordusu hirpalanmali idi. Halka korku salip onlarin manevî güçlerini kirmak gerekiyordu. Elde edilmesi mümkün olan her türlü gizli bilgi elde edilmeliydi. Akincilarin açtiklari bu yol ve verdikleri hizmetten sonra, Padisah veya Serdar-i Ekrem asil ordu ile gelip harp ederlerdi.
Akincilar içinde devsirme yoktur. Bu sinifa, Arnavut ve Bosnak gibi, Osmanlilar vasitasiyle Müslüman olanlar da alinmazdi. Akinci olabilmek için Osmanli Türkü olmak gerekiyordu. akinci beylerinin çogu, Osman Gazi"nin arkadaslari olan maruf komutanlarin çocuklaridir. Akinci beyleri, istediklerini ocaga alir, istemediklerini de almazlardi. Bu konuda Divan anlari tamamiyla serbest birakmisti. Bu yüzden Divan, onlarin bu tasarruflarina karismazdi. Akinci ocagi beyleri, genis bir yetkiye sahip ve dogrudan dogruya padisahtan emir alan kimselerdi.
Büyük bir kismi, Avrupa ve Balkan halklarinin dillerini çok iyi biliyordu. Bu sebeple sinirlarin ötesinde kendilerine bagli birçok ajanlari vardi. Bu ajanlar sayesinde akincilar, Orta Avrupa ve ötesi hakkinda günlük bilgileri elde edebiliyorlardi. Bu sekilde hareket etmek, onlar için bir zorunluluktu. Aksi takdirde girisecekleri akin bir felaketle sonuçlanabilirdi.
Her biri ayri bir komutana bagli bulunan akinci birlikleri, ayri ayri yerlerde ikamet ediyorlardi. On kisilik akinci birliginin komutanina onbasi, yüz kisilik birlik komutanina yüzbasi, bin kisilik birligin komutanina da binbasi deniyordu. Bütün bunlarin üstünde de "Akinci beyi" denilen akinci komutani vardi ki, buna akinci sancakbeyi denirdi.
Düsman ülkesine yapilan bir akinin, akin adim alabilmesi için o taarruzun akinci komutanlarinin emrinde olmasi lazimdi. Akinci komutani kendisi sefere istirak etmez, gönderdigi birlik te 100 veya daha fazla kisiden meydana geliyorsa buna "Haramîlik", 100 kisiden daha az ise buna da "Çete" denirdi. Hazar zamaninda (harb olmadigi zaman) akincilar, kendi is ve talimleri ile mesgul olurlardi. Düsman ülkesine yapilan akinlar, gelisigüzel degil, bir plan ve program dahilinde olurdu.
Rumeli"de ayri ayri ocaklar halinde bulunan akincilar, komutanlarinin isimleri ile anilirlardi. Osmanlilar"in ilk fetihleri zamaninda Evrenos Bey akincilari vardi. Daha sonra Mihalogullari, Turhan ve Malkoç Bey akincilari meydana çikti. XVI. asir sonlarina kadar söhretlerini muhafaza eden akincilar, Osmanli fetihlerinde önemli rol oynamislardi. Genelde Akincilar, Rumeli sinir boylarinda kullanilmakla birlikte zaman zaman Anadolunun dogusunda da istihdam edilmislerdir.
Savaslarda basarili olan akincilara dirlik tahsis edilince timarli akincilar ortaya çikti. Böylece akincilar, timarli ve vergiden muaf olanlar diye iki gruba ayrilmis oldular. XVII. asir baslarindan itibaren vergiden muaf olanlar, bazi kadilar tarafindan vergi vermeye zorlanmis görünmektedirler. Merkezden gönderilen emirlerle kadilarin bu neviden davranislarindan vaz geçmeleri istenmektedir. Nitekim 1014 (1605) senesine ait bir hükümde söyle denilmektedir:
"Akinci taifesinin sakin olduklari yerin kadilarina hüküm ki, kadimu"l-eyyamdan olan sefer-i hümayunuma eser akinci taifesi sefere estikleri (sene) umûmen avanz-i divâniye ve tekâlif-i örfiyeden muaf ve müsellem olmak babinda emr-i serifim vârid olmus iken, haliya taife-i mezbureye kudat tarafindan tekâlif çektirilmekle, sefere ihraç olunmak lazim geldikte taife-i mezbûre sair reaya gibi hem tekâlif çekeriz ve hem sefere teklif idersiz deyü sefere gitmekte taallul ettikleri ilam olundu. Imdi taife-i mezbûre memur olduklari sefere gelüp hizmet ettiklerinden sonra tekâlif ile rencide olunmamak ferman olunmustur."
Akincilarin silahlan, bir zirhli gögüslük ve yaka ile mizrak, kalkan ve atlarinin egerine takili basi topuzlu bir bozdogandi. Akincilarin tamami zirh kullanmazdi. Bunlarin yiyecekleri ve kaplari da kendileri gibi hafifti. Atlarinin egerine asili birer küçük kushâne ile yemek islerini görürlerdi. Çogu zaman bu tencerede pirinç, kavurma veya koyun pastirmasini pisirirlerdi.
XVI. asir sonlarina kadar Bati"da önemli hizmetlerde bulunan akincilarin sayisi, zaman ve sartlara bagli olarak azalip çogaliyordu. Nitekim 1530 Budin ve 1532 Alman seferinde sadece Mihaloglu Mehmed Bey"in komutasinda 50 binden fazla akinci vardi.
Eflak Beyi Mihal"in isyanindaki harekâtta (1595), Vezir-i A"zam Sinan Pasa"nin tedbirsiz hareketi sonucu adeta mahv olurcasina zayiat veren akincilar, bundan sonra pek fazla is yapamadilar. Gerçi XVII. yüzyilin ilk yarisi içinde cüz"î bir kuvvetle bazi muharebelerde görünmüslerse de eski kuvvet ve kudretlerine ulasamadilar. Bundan sonra akincilarin vazifesi, Tatar ve Kirim Hani kuvvetleri tarafindan görülür olmustu. Varligini ismen de olsa uzun süre devam ettiren akincilik, 1826 yilinda resmen ortadan kaldirilmisti.
DELILER
Serhad kulu askerinin bir bölümünü de "Deliler" teskil ediyordu. Bunlarin büyük bir kismi Türk"tü. Öncü birliklerden olan ve deli denilen bu atlilar da akincilar gibi gözünü budaktan sakinmiyorlardi. Gerçekten bu sinifa mensub olanlar, öyle bir cesarete sahip idiler ki, asir "delil" demek olan bu tabir, cesaretlerinden dolayi halk arasinda "deli" olarak meshur olmustu. Iri yan ve cesaretli kimselerden meydana gelen bu hafif süvari birligi, ocaklarini Hz. Ömer"e kadar dayandirirlar. Fevkalade cesaret, atilganlik ve korkunç kiyafetleri ile düsmana dehset veren Deliler, hep galip gelirlerdi. Bu sinif askerî birligin parolasi "yazilan gelir basa" seklinde idi. Böyle bir anlayis ve suura sahip olduklari için hiç bir tehlikeden çekinmezlerdi.
Sancak beyi veya beylerbeyi maiyetinde olan delilerde, akincilarin bütün silahlan vardi. Bunlarin her ellialtmis kisisi "bayrak" adi ile bir birlik meydana getiriyordu. Bu birliklerin birkaç tanesi "Delibasi" adinda bir subayin komutasinda idi. Birkaç delibasinin askerleri de "Alaybeyi" veya "Serçesme" denilen daha yüksek rütbeli bir subayin komutasina havale edilmislerdi.
XVI. asirlardan önce pek görülmeyen bu askerî birlik, Türklerden baska Bosnak, Sirp ve Hirvat gibi Müslüman olmus cengaverlerden meydana gelmisti. Bunlar, tamamiyle Rumeli halkindan olduklari için orada bulunurlardi.
Baslarinda, benekli sirtlan derisinden yapilmis ve üzerine kartal kanatlari takilmis bir baslik bulunurdu. Salvarlari kurt veya ayi derisinden olup tüyleri disarda idi. Bu kiyafetleri ile deliler, düsmana büyük bir korku verirlerdi.
Devlette, zaaf belirtilerinin görüldügü XVIII. asirdan itibaren bu askerî birlik de önemini kayb etti. Yeniçerilerin ortadan kaldirilmasi ile bunlar da lagv edildi.
Serhad kulu askerini teskil eden "Gönüllü" ve "Besliler" diye iki ayri birlik daha vardir. Hafif süvari birlikleri olan bu birlikler, zamanlarina göre önemli hizmetler ifa etmislerdi. Bunlar, hududlardaki sehir ve kasabalarin muhafazasina memur edilmislerdi. Bu birlikler, ulûfelerini bulunduklari yerin maliyesinden aliyorlardi. Atli ve tüfekli olan gönüllü sinifi sag ve sol gönüllüler diye ikiye ayriliyorlardi. Besliler de sag ve sol besliler diye ayrildiklari gibi "Cemaat-i besluyan-i evvel", "Besluyan-i sani", "Besluyan-i salis" ve "Besluyan-i rabi" gibi isimler alirlardi.
TIMARLI SIPAHILER
Osmanli eyâlet kuvvetlerinin en kalabalik ve önemli sinifini timarli sipahi denilen atli birlikler meydana getiriyordu. Devletin büyüyüp gelismesinde baslica rolü oynayan toprakli ve timarli süvari teskilâti, daha önceki Müslüman Türk devletlerinde de vardi. Osmanlilar, bu sistemi daha da gelistirmislerdi. Bu sayede Osmanlilar, bir taraftan topragin islenmesini saglarken, öbür taraftan devletin atli ihtiyacini gideriyorlardi. Bu mânâda kendilerine dirlik verilmis olan toprak sahipleri, buna mukabil devletin muhafazasini üzerlerine almislardi. Kurulus döneminden itibaren devam edegelen bu sistem, uzun müddet devam etmisti. Böylece devletin asker ihtiyaci, kendilerine timar vermek suretiyle halk tarafindan karsilaniyordu.
Dirlik verilen timar sahibi, elindeki imkânlardan istifade ile "Cebelû" veya "Cebelî" denilen bir askerî güç bulundurmak zorunda idi. Timarli sipahilerin besleyecekleri asker (cebelû) sayisi, timarin gelirine göre degisiyordu. Sefer esnasinda timar sahibi olan sipahi, cebelûleri ile birlikte harbe istirak etmek zorunda idi. Aksi takdirde geri verilmemek üzere timari elinden alinirdi. Mesru bir mazeretinden dolayi gelemeyen veya beylerbeyinin emri ile güvenlik mülahazasiyla yerinde kalip sefere istirak etmeyenler için böyle bir ceza uygulanmazdi. Atli olan bu askerî sinif, binicilikte ve kiliç kullanmada son derece maharet sahibi idi. Piyadelerin korunmasi bunlarin sayesinde mümkün oluyordu.
Cebelûler, genellikle Anadolu gençlerinden teskil ediliyorlardi. Bununla beraber bazan sipahinin para ile satin aldigi veya savaslarda esir etmis oldugu kimselerden de olabilirdi. Cebelûnun bütün masrafi "sahib-i arz" da denen timar sahibine aitti. Sipahi, kendi bölgesinde veya bagli bulundugu sancak dahilinde oturmak zorunda idi.
Timarli sipahiler her sancakta bir kisim bölüklere ayrilmislardi. Her bölügün "Subasi" denilen çeribaslari ile bayraktar ve çavuslari vardi. Timarli sipahilerden her on bölük (bin kisi) bir alaybeyinin komutasi altinda bulunurdu. Alaybeyleri ise sipahileri ile birlikte bagli bulunduklari sancakbeylerinin, onlar da eyalet valisi olan beylerbeyinin komutasi altinda sefere giderlerdi. Timarli sipahilerin iyi atlari, kiliç, kargi, kalkan ve oklari ile baslarinda migfer, üstlerinde de zirh bulunurdu. Savas esnasinda ordunun sag ve solundaki kanatlari teskil ederek hilal seklini almak suretiyle yandan gelecek saldirilara karsi merkezi muhafaza ediyorlardi. Savasta ölen sipahinin çocuklari devlet tarafindan himaye edilir ve çocuklarindan birine dört bin, ikincisine üç bin akçalik timar baglanirdi.
Bilindigi gibi mirî arazi rejiminin bir sonucu olarak ortaya çikan dirlik sisteminde sipahî, topragin gerçek sahibi degildir. Bu sebeple o, tasarruf hakkini elinde bulundurdugu araziyi herhangi bir sekilde satamayacagi gibi varislerine miras da birakamazdi. O, devlet tarafindan belli hizmetler karsiliginda kendisine verilen araziyi kullanma (tasarruf) yetkisine sahiptir. Kanunnâmelerle belirlenen kaidelerin disina çikamaz. Bu bakimdan, vazifesini kötüye kullandigi veya timarinda çalisanlara (reâya) zulm ve teaddi ettigi kesin olarak belirlenen sipahinin topragi elinden alinirdi. Kendisi ayrica cezaya da çarptirilirdi. Bununla beraber sipahinin seferde ölmesi halinde timari çocuklarina kalirdi. Nitekim daha Osman Gazi zamaninda, sipahi, çocuklari ve timarla ilgili bazi kanunlarin yürürlüge girdigi bilinmektedir. Asikpasazâde"nin ifadesine göre ölen dirlik sahibinin timari, ogluna verilecektir. Sayet ölen kimsenin oglu küçük ve sefere gidemeyecek yasta ise, o zaman onun yerine hizmetçileri sefere gideceklerdir. Böyle bir uygulama, seferdeki sipahiye daha bir kuvvet kazandiriyordu. Insan ruh dünyasinin karmasik isteklerinden biri de kendinden sonra evlatlarina bir seyler birakma arzusudur. Binaenaleyh, tam anlamiyla maliki olmasa bile öldükten sonra topraginin kendi çocuklarina intikal edecegini bilen bir sipahi, sefer esnasinda cephe gerisinden emin demekti. Bu da ona ayri bir güç veriyordu. Çünkü ölse bile, devletin kendi çocuklarini koruyacagini biliyordu. Bu bilgi, ona bir dinamizm veriyordu.
Kanunî Sultan Süleyman"in son zamanlarina kadar Türk ordusunun en güçlü askeri olan timarli sipahi, bilhassa XVI. yüzyilin sonlarindan itibaren bu sinifin arasina da yabancilarin girmesiyle yavas yavas bozulmaya yüz tutmustu. Bunlarin, disiplinli ve muntazam olmalari, Kapikulu ocaklari ile bir denge sagliyordu. Timarlarin önemlerini kayb etmesi, timarlarin muharib olmayan siniflara verilmesi ve bazi timar gelirlerinin mukataa-i miriye adi ile hazineye aktarilmasi, bunlarin nüfuzlarinin azalmasina sebep oldu. Keza, XVII. yüzyilin ortalarindan itibaren hizmet bölüklerinin kaldirilmasi üzerine timarli süvariler, adeta yaya, müsellem ve yörükler gibi top, cephane ve diger harp levazimatini, nakl etmek, kalelere zahire götürmek, tamir islerinde hizmet görmek ve benzer daha nice geri hizmetleri ile vazifelendirildiler. Bu uygulama, teskilat için ikinci bir darbe oldu.
XVII. asir baslarina kadar Anadolu ve Rumeli"deki timarli sipahîlerle, bunlarin kanunen beraberlerinde harbe götürmeye mecbur olduklari "Cebelû" sayisi 90 binden fazla iken bu miktar, sonralari üçte bire inmisti. Timarli sipahi askerinin azalmasi sonucunda valiler, kapilarinda besledikleri derme çatma levend, sarica, sekban gibi kuvvetlerle bunlarin yerlerini doldurmaya çalistilar.
Kaynak: Osmanli tarihi

oezsu 09.11.2005 08:20

senden ögrendim...
 
yazamayinca.. iftira cok basit degilmi Eniscim?

oezsu 09.11.2005 08:22

o.T.
 
Kanuninin eslerinden bana ne?

adamin yatak odasindan bana ne?

burda Insana gösterilen haklari bi gör, ondan sonra konus Papagan!

sisteme bak Osmanli Devletinde...ayrim varmiydi ona bak!

ama senin kafan baska yerlere gidiyorsa, o konuda bi sey söyleyemem...

kerio 09.11.2005 09:02

und wer ist ahmed hulusi?
 
oder was macht ihn zum üstad?

xstudentxnrw 09.11.2005 09:32

araplardan daha iyi arapca bildigini zan
 
neden bir sahis.

09.11.2005 11:48

ben senin standpunktunu hicc anlamadim
 
anlamis degilim.... neredesin... bir düsüncelerini anlayabilsem wäre net all zu übelll

09.11.2005 11:57

was ist dein problemmmm
 
yanlislari elestirmiyorsun... was soll dieser Misttt...

sananeymis Kanuni dünya ALEMI DÜZMÜSSEEE voll die Scheiss Einstellung.... aber mich vollabern... du solltest dich mal etwas schämen..... fantasierst hier rum...

09.11.2005 12:40

birazda ATATÜRKÜN sexmanyakligini
 
bi arastirsan, nur um die Sache zu komplettieren.....da habe ich auch einiges gehört. bi zahmet sen o kaynaklari daha iyi tanirsin, cikar ortaya bakim.

09.11.2005 12:57

sende senin düsündüklerini
 
bizlere illa gagalamaya calismiyormusun yani? du bist nicht anders als das, was du kritisierst. DÜSÜN!

09.11.2005 12:59

aynen, katiliyorum o.T.
 
ohne Text

09.11.2005 13:02

lenk nicht ab
 
Resitin (scheinbar) basit sorularina acikca cevap ver.

resit23 09.11.2005 13:59

FRANKREICH-Krawalle
 
Ich finde das es bei vielen einfach frust und
versagen ist oder wieso zündet man von Leuten einfach mal die Autos an? Mittlerweile ist auch schon ein Behinderter angezündet worden, für mich einfach nur ein "Pack" den mal Paroli geboten werden muss. Die wollen nicht demonstrieren sondern Krawalle machen. Ach die Bösen Europäer, würde mal sehen was passieren würde wenn die Franzosen die Araber einfach abschieben und in der Wüste ohne essen und trinken aussetzen würden so wie es die Araber es mit den Afrikanern machen, dann wäre es sofort Kreuzzüge ;) aber die Araber dürfen das oder was wäre wenn Franzosen in Arabien solche Krawalle machen würden?

09.11.2005 14:00

Harem
 
Haremler öyle anlatildigi gibi yerler degil.Haremler padisahlarin ailesiyle yasadigi bir bölümdü. Yani Esi ve cocuklariyla.Topkapi sarayi mesela kocaman bir yapit koca Osmanli Imparatorlugu oradan yönetiliyordu ve buda gösteriyorki bütün devlet adamlari islerini oradan yürütüyorlardi. Tabiki Padisahinda kendi ailesine ait bir bölümü olacakti oda Haremdi.
Haremin anlamina gelice, herkesin girmesi müsade edilmeyen yer. yani sadece aile hayati icin hazirlanmis bölüm.
Öyle anlatildigi gibi padisahlarin kadinlarla gönül eglendirdikleri yerler dgil yani.
Ve sunuda belirtmekte fayda var Osmanli gibi Müslümanligi yasayan bir imparatorluk daha yoktu. Her savasa Tekbirlerle giren giysileri tilsimli.Aksemseddin gibi vs.dini bütün hocalardan ders alan insanlara nasil böyle iftiralar atarlar anlamiyorum.

09.11.2005 14:37

so einfach ist das nichttt
 
adamlarin EMPERYALIST devlet olarak topraklarina gir.. mallarini pullarini ellerinden al.. mesela wie mit Algerien wo sie den Algerischen Emir Abdul-Kadir festgenommen hatten....

Ve adamlara sen Fransiz pasaportu ver ve sonra deki... sen baskasin psi arapsin.. sana is güc para pul yok.. ikinci sinif vatandassin usw...

Jaaaaa dann passiert sowas ist doch normalllll

Mesela TR deki Kürt meselesi aslinda benzeri olay... ama arad su farkta var...
Biz Türk olarak asil nesil ayirimi veya DIN ayirimi yapmiyoruz... ayirimciligi yapan Kürtler oluyor...

Fransada ayrimciligi direkmen Fransizlar oluyor..

En iyisi yine Almanya... SPD nin sayesinde yabnacilarin SOSYO-KÜLTÜREL integrasyonu süper sekilde gerceklesti... hic bir yabanci Almanyada öyle dislanmiyor... alles hat ein Systemm... und das ist gut sooo...

Isteyen CDU zamanindaki Almanyada yakilan yabancilari hatirlasin

09.11.2005 14:39

Sanmiyorum
 
simdi Hürrem Sultani göz önünde tutalim...

Bu kadin Süleymanin altina ne sartlarda geldi yatti yada yattirildi....

Azzzacik beynini kullansanaaaa...

roman 09.11.2005 15:10

o.T.
 
--------------------------------------------------------------------------------

(Batılı Kölelik Anlayışı Karşısında) Osmanlı"da Kölelik, Cariyelik ve Harem Doç. Dr. Murat Sarıcık, 1999, 407 S., Isparta.

(Harem Dünyası) Haremağaları Sema Ok, 1997, 185 S., Kamer Yayınları: 116.

(İslam Hukukunda Kölelik-Cariyelik Müessesesi ve) Osmanlı"da Harem Prof. Dr. Ahmed Akgündüz, Eylül 1996, 478 S., Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınları: 9.

(İslam Hukukunda Kölelik-Cariyelik Müessesesi ve) Osmanlılarda Harem Prof. Dr. Ahmed Akgündüz, Ocak 1997 (4. Baskı), Osmanlı Araştırmaları Vakfı: 9.

Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları Leyla Açba, [Hazırlayan: Harun Açma], Mart 2004, 206+f S., L & m Yayıncılık (Kitaplığı): 35, Biyografi-Hatırat: 1, [KONU: ANI/HATIRAT].

Dolmabahçe Sarayı Harem-i Hümayun Cariye Daireleri 1993?, 0 TL, TBMM Vakfı Yayını.

En Güzel Osmanlı (Harem) Fıkraları [Derleyen: Mehmet H. Ermiş], 126 S., Deniz Kitaplar Yayınevi, Fıkra Dizisi: 20, [KONU: MİZAH].

En Güzel Osmanlı (Harem) Fıkraları 112 S., 200 TL, Deniz Kitaplar Yayınevi, Mizah Dizisi.

Harem"in İç Yüzü ;Eyla Saz, [Hazırlayan: Sadi Borak], Ağustos 1974, 325 S., 35 TL, Milliyet Yayın Ltd. Şti. Yayınları, Tarih Dizisi: 36.

Harem"in İçyüzü Leyla Saz, [Hazırlayan: Sadi Borak], Ağustos 1974, 325 S., Milliyet Yayın Ltd. Şti. Yayınları, Tarih Dizisi: 36, [KONU: ANI/HATIRAT].

Harem"in İçyüzü Leyla Saz, [Hazırlayan: Sadi Borak], Ağustos 1974, 325 S., 25 TL, Milliyet Yayın Ltd. Şti. Yayınları, Tarih Dizisi: 36.

Harem-i Humayun (Osmanlı İmparatorluğunda Hükümranlık ve Kadınlar) Leslie P. Peirce, [Çeviren: Ayşe Berktay], Şubat 1998 (2. Baskı), 408 S., Tarih Vakfı Yurt Yayınları: 31.

Harem-i Hümayun (Osmanlı İmparatorluğunda Hükümranlık ve Kadınlar) Leslie P. Peirce, [Çeviren: Ayşe Berktay], Şubat 1998 (2. Baskı), 408 S., Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayını, Tarih Vakfı Yurt Yayınları: 31.

Harem N. M. Penzer, [Çeviren: Doğan Şahin], Nisan 2000, 332 S., Say Yayınları.

Harem Çağatay Uluçay, 1985 (2. Baskı), 189+f S., Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, VII: 56a.

Harem Cengiz Köseoğlu, 1979, 40 S., 150 TL, Yapı ve Kredi Bankası Kültür ve Sanat Hizmetlerinden, Topkapı Sarayı Müzesi: 2.

Harem Cengiz Köseoğlu, 1979, 40 S., 150 TL, Yapı ve Kredi Bankası Kültür ve Sanat Hizmetlerinden, Topkapı Sarayı Müzesi: 2.

Harem Çağatay Uluçay, 1985 (2. Baskı), 189+f S., 730 TL, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, VII: 56a.

Harem [Cilt: 2] Çağatay Uluçay, 1971, 189+f S., Türk Tarih Kurumu Yayınları, VII: 56.

Harem/İki Mebus/Kesik Bıyık/Bir Kayışın Tesiri Ömer Seyfettin, Temmuz 1988, 168 S., Bilgi Yayınları: 95, Ömer Seyfeddin: 4, [KONU: HİKAYE].

Osmanlı"da Harem Meral Altındal, Ocak 1999 (2. Baskı), 288 S., Altın Kitaplar Yayınevi.

Osmanlı Saraylarında Harem Hayatının İç Yüzü Çağatay Uluçay, 1959, 157 S., 5 TL, İnkilap Kitabevi.

Osmanlı Saraylarında Harem Hayatının İç Yüzü Çağatay Uluçay, 1959, 157 S., İnkilap Kitabevi.

Osmanlıda Harem Meral Altındal, Temmuz 1993, 288 S., Altın Kitaplar Yayınevi.

The Harem (An Account of the İnstitution As İt Existed İn the Palace of the Turkish Sultans With a History of the Grand Seraglio From İts Foundation to Modern Times) N. M. Penzer, 1966, 277 S., Spring Books, London.

Topkapı Sarayında Gündelik Hayat (Ayrıca Hikmet Onat"ın 12 Harem Tablosu) Midhat Sertoğlu, 12+r S., Doğan Kardeş Yayınları.

Topkapı Sarayında Gündelik Hayat (Ayrıca Hikmet Onat"ın 12 Harem Tablosu) Midhat Sertoğlu, 12+r S., Doğan Kardeş Yayınları.

roman 09.11.2005 15:21

o.T.
 
OSMANLI DA HAREM-4









Valide Sultan
olabilmek için türlü entrikalar çeviren cariyelerden, içoğlanlarına, padişahların taht kavgalarına kadar yaşanan birçok olay Harem"in gerçeğini oluşturuyor. "Osmanlıda Harem" yazı dizisinin dördüncü bölümünde Kösem Sultan"ın hain planlarını, saltanat uğruna kardeşlerinin ölüm fermanlarını veren Sultan IV. Murat"ın kudretli dönemini, Deli İbrahim"in öz oğlunu nasıl öldürmeye çalıştığını büyük
bir hayret içinde okuyacaksınız...

Valide Sultan (Mahpeyker) Kösem Sultan
( 1590 - 3 Eylül 1651)

Rum ya da Boşnak asıllı olan Kösem Sultan, küçük yaşta cariye olarak girdiği sarayda 14 yaşında iken I. Ahmet ile evlenip sarayın en güçlü kadını olmuştur. Ayşe ve Fatma sultanlarla, Murat, İbrahim ve Süleyman adlı şehzadeleri doğurmuştur. I. Ahmet ölünce tahta veliaht olan Osman"ın yerine akli dengesi bozuk I. Mustafa"nın çıkarılmasında rol oynamış (1617/18), II. Osman tahta çıkınca 1618-1622 yılları arasında saraydan uzaklaştırılmış ancak 1622/23 yılında İbrahim yeniden tahta çıkarılınca tekrar saraya dönmüştür. 1623 yılında oğlu IV. Murat henüz onbir yaşındadır. IV. Murat tahta çıkarılınca hem Valide Sultan hem de saltanat naibi olarak 1632 yılına kadar 9 yıl boyunca devleti idare etmiştir. IV. Murat, 1640 yılına kadar annesi Kösem Sultan"ı devlet işlerinden uzak tutmaya çalışmış ancak 1640 yılında ölünce yerine, annesi Kösem Sultan diğer oğlu İbrahim geçirdi ve 1648 yılına kadar devlet işlerinde yine çok etkili bir konuma sahip oldu. Kösem Sultan, oğlu İbrahim 1648 yılında tahttan indirilip yerine torunu IV. Mehmet geçince devlet işlerine tekrar egemen olmak istemişse de başarılı olamamıştır. Kösem Sultan, IV. Mehmet"in annesi Hatice Turhan Valide Sultan tarafından 1651 yılında boğdurularak öldürülmüştür.

Ahmet"in hanımı Mahpeyker Kösem Sultan, bir takım siyasi olaylara karışmasının yanında pek çok hayır eserlere de imzasını atmıştır. Üsküdar"da Çinili Cami yanında mektep, darülhadis ve sebili, Anadolu Kavağı"nda medrese, mescid ve çeşmesi, Çakmakçılar Yokuşu"nda meşhur Valide Hanı en meşhur eserleridir. Halka karşı son derece müşfik olan ve iyilik yapmaktan zevk duyan Kösem Sultan her sene hapishaneleri dolaşarak, borcundan dolayı tutuklu olanları kurtarırdı. Ayrıca fakir kızları ve kendi yetiştirdiği cariyeleri zengin çeyizlerle evlendirirdi.


Onyedinci yüzyılın henüz başıydı ve Osmanlı İmparatorluğu"nun başında çocuk yaştaki I. Ahmet, padişah olarak bulunuyordu. I. Ahmet, annesi Handan Sultan"ı Valide Sultan yapınca, Safiye Sultan da eski saraya gönderildi. Tahta geçen hükümdarın annesi Valide Sultan ünvanıyla Osmanlı Haremi"ni yöneten kişi olarak görev yapıyordu. Ve daha önceki padişahın annesi Valide Sultan da ünvanı geri alınarak eski saraya gönderiliyordu. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul"u alışının ertesi yılında Beyazıt ve Süleymaniye"nin olduğu geniş alana kışlık bir saray inşa ettirdi. O dönemde "Yeni Saray" olarak adlandırılan Topkapı Sarayı yaptırılınca, buraya "Eski Saray" denildi. Ölen ya da tahttan indirilen padişah anneleri, eşleri ve çocukları bu saraylara gönderiliyordu.
Bayram gibi özel günlerde Osmanlı Padişahları "Eski Saray"ı ziyaret ederek, geçmişte valide sultanlık yapmış kadınların halini hatırını sorardı. Son olarak da II. Mahmut"un annesi, eski saraydan yeni saraya gelin olarak giden kadınlardan biri olmuştur. Bu bir nevi kabuğuna çekilme ve hayatının sonuna kadar orada yaşayabilme ayrıcalığı gibi bir şeydi.

Ve I. Ahmet"in yeni gözdesi Kösem Sultan...
Safiye Sultan"ın çok uğraştığı Handan Sultan da iki yıl sonra öldü. I. Ahmet"in, kendine Genç Osman Mehmed, Süleyman, Beyazid ve Hüseyin adlarındaki çocukları doğuran Mahfiruz Sultan adında bir hasekisi vardı. 1606 yılına kadar birlikte olduğu hasekisi Mahfiruz Sultan"dan sonra hayatına bir başka kadın giren I. Ahmet"in bu kadından da çocukları olmuştur. Bu kadının adı Kösem Sultan"dır.
Kösem Sultan, oniki-onüç yaşlarında iken Bosna Paşası tarafından saraya verilmiş ve Mahpeyker adını almıştı. İyi eğitimli Mahpeyker, Sultan I. Ahmet"in dikkatini cezbetmiş ve padişaha ileride tahta oturacak şehzadeler doğurmuştur. Mahpeyker, Murat, Süleyman, İbrahim, Kasım, Ayşe ve Fatma"yı doğurarak güç kazanmış bir Valide Sultan"dır. Ondört yıl saltanat süren eşi I. Ahmet, 27 yaşında ölünce Sultanahmet Camii yanındaki türbeye gömülmüştür.
Kösem Sultan adıyla tanınan Mahpeyker Sultan, eşinin ölümünün ardından Osmanlı gelenekleri dolayısıyla padişahlığın babadan oğula geçtiği impatorlukta Mahfiruz Sultan"ın oğlu Osman"ın tahta geçmesi gerekiyordu. Ancak tuzaklar ve planlar yapılınca tahta Osman değil, I. Ahmet"in deli olduğu için öldürtmediği kardeşi Mustafa geçirildi. Genç Osman"ın tahta oturmasına müdahale edilmeseydi Mahfiruz Sultan, Valide Sultan olacak ve Kösem Sultan"ı çevresinden uzaklaştıracaktı. Deli Mustafa"nın hastalığının giderek nüksetmesi karşısında Kızlar Ağası Hacı Mustafa Ağa, onu bir daireye hapsetmiş ve tahta Osman"ı oturtmuştu. 14 yaşındaki Genç Osman II. Osman adıyla tahtın sahibi oldu. Mahfiruz Sultan Valide Sultan olunca ilk işi Kösem Sultan"ı eski saraya göndermek olmuştu.
Kösem Sultan, durumu kolay kabullenemedi ve bir dizi gizli görüşmeler yaparak Osman"ın tahttan indirilmesi için çalışmaya başladı. Özellikle de yeniçerilerle yaptığı görüşmeler neticesinde Genç Osman, Yedikule Zindanları"nda öldürülmüş ve Sultan Mustafa tekrar tahta geçirilmişti. I. Mustafa"nın delilikleri Osmanlı padişahına yakışmaz bir hal alınca tahttan indirilip yerine IV. Murat getirildi. Tüm planları işe yarayan Kösem Sultan, 12 yaşındaki oğlunun tahta geçmesiyle birlikte görkemli bir törenle tekrar Topkapı Sarayı"na gelerek Valide Sultan oldu. On yıl boyunca haremin başında devlet işlerine müdahale eden Kösem Sultan"a 22 yaşına basan oğlu IV. Murat başkaldırdı ve idareyi kendi eline aldı.

Kudretli IV. Murat dönemi
Osmanlı tarihinin en kanlı padişahı ünvanıyla tanınan IV. Murat, ondokuz yaşında hükümdar olmuştu. Saltanatı uğruna kardeşlerinin ölüm fermanını veren Sultan Murat, başrollerini Cihan Ünal"ın oynadığı "IV. Murat" filmine de kilolarca ağırlıktaki topuzuyla konu oldu. Padişah olduğu dönemde ülkede yaşanan huzursuzluklar nedeniyle bir keşmekeşliğin hakim olduğu, yeniçerilerin ayaklandığı, içki ve gece sokağa çıkma yasağı olduğu, fenersiz hiç kimsenin sokakta dolaşamadığı, ikiden fazla kişinin birlikte sokakta yürümesinin yasak olduğu bir dönemin padişahıydı. Yatsıdan sonra evlerde mum ve ateş yakılmasının cezası vardı. Tüm kahveleri yıktırmış, yerlerine bekar odaları yaptırılmıştı. Tütün içmenin ve işret etmenin cezası idamdı. Sultan Murat, geceleri tebdil-i kıyafet Osmanlı asayişini denetlemeye çıkar, fenersiz dolaşan ve içkili olan biriyle karşılaşırsa oracıkta idamını emrederdi. Ve Sultan IV. Murat dört kardeşinden üçünü idam ettirmiş, akli dengesi bozuk kardeşi İbrahim"i de annesi Kösem Sultan"ın denetiminde haremde hapsetmişti. Namus abidesi Sultan IV. Murat, bilhassa oğlanlarla olan yakınlığıyla da biliniyordu. Annesi Kösem Sultan"la aralarında esen soğuk rüzgarların etkisiyle haremden elini eteğini çeken Sultan Murat"ın hizmetinde yüzü peçeli güzel oğlanlar vardı. Sultan Murat"ın en yakınlarından biri de bu oğlanlardan biriydi.
Sultan Murat şair yanının dışında Osmanlı"nın gaddar padişahlarından biri olarak tarihe kendini işte böyle yazdırmıştı. IV. Murat iri yarı, yakışıklı, ama çok güçlü, her geçen gün gücü daha da büyümüş bir Osmanlı Padişahıydı. Gücü Osmanlı"yı inim inim inletiyordu. İyi ok ve cirit atıyordu. Mey ve mahbub sefalarından vazgeçemezdi. En candan arkadaşı Revan Seferi"nden dönerken beraber getirmiş olduğu "Emirgune Han" ile bu alemlerinde birlikte olmaktan çok zevk alıyordu. Ancak saltanatlar yıkılır ve yeni saltanatlar kurulur. Padişah IV. Murat"ta Bağdat Seferi"nden çok hasta olarak dönmüş ve bir süre sonra da kaçınılmaz ölümle yüzleşmişti.

Deli İbrahim Sultan Murat"ın öldüğüne inanamadı
Bu arada IV. Murat"ın kardeşi Sultan İbrahim ise her gün haremde hapsedilmişliğin verdiği çaresizlikle kardeşleri gibi idam edileceği günü bekliyordu. İdam bekleyişiyle her an biraz daha akli dengesini yitiren Sultan İbrahim"e annesi Valide Sultan kadınlık ve kader arkadaşlığı yapsın diye onaltı yaşında bir cariye vermişti.
İbrahim nihayi bekleyişi sonrası Kapıağası"nın gelmesiyle daha da kötüleşti. Kapıağasının, başsağlığı diledikten sonra tahtın onun olduğunu belirtmesi İbrahim"i bir türlü ikna edememişti. Kardeşinin ölmüş olabileceğini bir an bile aklından geçirmeyen İbrahim, IV. Murat"ın onun iktidarda gözünün olup olmadığını öğrenmek için bir deneme yaptığını düşünmüştü. Ve taht teklifini kabul etmeyip, orada kalmayı tercih ettiğini belirtti.
Gelenlerin İbrahim"e yalvar yakar durumu izah etmeleri çözüm olmayınca Valide Kösem Sultan hareme gelerek oğlunu kendi alıp, diğer oğlunun ölüsünü göstermeye götürdü. Beklenen olmuştu, Padişah IV. Murat ölmüştü. Murat"ın ölüsü tüm heybetiyle idam ettirdiği kardeşinin odasında bekletiliyordu. Annesi Kösem Sultan, İbrahim"e, ikna olması için diğer oğlu IV. Murat"ın ölüsünü gösterdi. IV. Murat"ın ölümüne bir türlü inanamayan İbrahim, ölünün yüzünü açtırıp uzun uzun baktığı halde odadan çıkarken aniden geriye dönüp, tekrar açtırıp ölü yüzüne emin olmak için bir kez daha bakmıştı.
Osmanoğulları"ndan Sultan İbrahim"den başka erkek kalmamıştı. O zamanlarda yirmidört yaşında olan Sultan İbrahim böylece tahta geçti. Akli dengesini yitirmiş olan İbrahim, Osmanlı"yı yöneten padişah ünvanını taşıyordu ancak ülkeyi asıl olarak nihayet fırsat bulmuş olan Valide Kösem Sultan yönetiyordu. Evet, her şey istediği gibiydi. Ancak Valide Sultan, soyun devam etmesi ve konumunu koruyabilmesi için kadınlarla cinsel birliktelik yaşayamayan oğlu İbrahim"in oğlunun olması için uğraşıyordu.

Sultan İbrahim"e birçok cariye kadınlık yaptı
Kösem Sultan, oğlu tahta oturur oturmaz bu sorunu çözmekle uğraştı. O dönemde yaygınlaşan esir pazarlarından alınan cariyeler ve ülkede nam salmış endamlı, işveli, çekici tüm güzeller Sultan İbrahim"e sunulmaya başlandı. Hatta kendine padişah nezdinde bir mevki kazanma ve itibar edinmek isteyenlerin Kösem Sultan aracılığıyla Sultan İbrahim"e kadınlık etmesi için hareme sunduğu sayısız cariyeler de cabası... Valide Kösem Sultan oğlu İbrahim"in koynuna her akşam başka bir cariye veriyordu. Hareme giren ülkenin en güzel kadınları, her türlü kadınlık marifetiyle Sultan İbrahim"den döl almak için uğraşıyordu. Hareme giren bu güzeller, eğer Sultan, erkekliğini hisseder ve onunla birlikte olursa Kösem onu mükafatlandıracak ve belki gebe kalırsa Valide Sultanlığa bile yükselebilecekti. Ülkede yaşayan güzellerin sıcacık tenlerinin ve ruhlarının Osmanlı"nın hükümdarı Sultan İbrahim"in teniyle bütünleşmesi çokça oldu. Güzeller sırayla şanslarını denedi.
Sonunda Hatice Turhan adındaki bir güzel İbrahim"e kendini sevdirebilmiş ve ondan hamile kalabilmişti. Ailenin kaderini değiştiren bu güzel, Rusya"da doğmuştu. Hatice Turhan, Tatarların yapmış olduğu bir akında esir düşmüş ve güzelliğiyle saraya satılan cariyeler içinde yer almıştı. Kör Süleyman Paşa tarafından Kösem Sultan"a hediye edilen güzel, Kösem Sultan tarafından Hatice Turhan adını almıştı. Beyaz tenli, narin yapılı bu cariye sarayda iyi bir eğitim görmüş ve Sultan İbrahim"in eşi olma sıfatıyla Mehmet adında bir de çocuk doğurmuştu.

Deli İbrahim oğlunu öldürür
İşte padişahın kadınlarla birlikte olmadığı ve ülkede padişaha sunulacak kızlar ve kadınlar arandığı dönemde Kızlarağası Sünbül Ağa da Sultan İbrahim"e takdim etmek için satın aldığı Zafire adındaki güzel Gürcü dilberinin bir süre sonra hamile olduğunu öğrenince vermekten vazgeçmiş ve doğacak çocuğu da evlatlık almıştı.
Sünbül Ağa"nın Osman adını verdiği çocuğa İstanbul halkı da "Kızlarağası"nın Piçi" adını vermişti. Osman"ın dünyaya geldiği sıralarda Sultan İbrahim"in de Haseki Turhan Sultan"dan bir şehzadesi dünyaya geldi. Sünbül Ağa"da yeni çocuk doğuran Zafire"yi sütnine olarak saraya takdim etti.

Oğlunun öldüğünü sanan Turhan Sultan baygınlık geçirdi
Turhan Sultan, narin ve kumral bir Ukrayna güzeliydi. Zafire ise beyaz tenli ve kapkara gözlü bir başka güzeldi. Sultan İbrahim"in gönlünü kazanan Zafire"nin küçük Osman"ı, Turhan Sultan"ı epey rahatsız etmeye başlamıştı. Kendi oğlundan daha fazla bu Zafire"nin oğluna değer verdiği endişesiyle yanıp yakınan Turhan Sultan, artık tepkisini gizleyemez bir noktaya gelmişti. Kösem Sultan iktidarsız oğlunun kadınlarla cinselliği yaşamasını sağlayabilmenin ve hele hele de bu güzellerden birinden bir torun sahibi olabilmenin hazzı içinde ülke idaresini çekip çeviriyordu. Ancak Sultan (Deli) İbrahim"in sanki kendi oğluymuş gibi Osman"ı daha çok sevmesi ve ilgilenmesi Valide Kösem Sultan"ı da rahatsız etmeye başlamıştı.
Kızlarağası"nın piçi Osman"la mermer havuz kenarında Sultan İbrahim oynarken, Turhan Sultan binbir celalle sütnine Zafire"yi yanından kovdu. Sultan İbrahim, bu davranışın tesiriyle birden dellendi ve geçirdiği sinir kriziyle birlikte kendi oğlu Mehmet"i havaya kaldırarak mermer havuza fırlattı. Oğlunun öldüğünü düşünen Turhan Sultan baygınlık geçirdi. Havada bir tur dönen Şehzade Mehmet"in alnı havuzun ortasındaki mermer fıskiyeye çarptı ve oradan da havuzun içine gömüldü. O sırada içoğlanlarından biri olayın şokundan çabuk kurtuldu, havuza atlayarak şehzadeyi kurtardı. Alnından yaralanan şehzadenin kanı havuzun suyunu kızıla boyaladı. Herkesin şok geçirdiği bu olayın ardından Sünbül Ağa ve Zafire oğullarını alarak Mısır"a gitmeye karar verdi. Kösem ve Turhan"ın şerrinden korkan Sünbül Ağa ve Zafire, aceleyle hazinesi, atları ve kendilerine padişahça verilen neleri varsa hepsini gemiye yükleyip yola çıktılar. Deniz korsanlarının bir hayli revaçta olduğu bir dönemde silah ve yeterli barut vb. malzemesini tedarik etmeden yola çıkan Zafirelerin binmiş olduğu İbrahim Çelebi adındaki gemicinin savunmasız gemisiyle kaçtılar.
Adalar Denizi"nde dolaşan altı tane Malta korsan çektirmesi, Reis İbrahim Çelebi"nin gemisine saldırdılar. Kızlarağasının ve gemi personelinin öldürüldüğü bu saldırıdan Zafire, oğlu Osman ve diğer cariyeler, hazineleriyle birlikte esir düştü. Namı yayılan Zafire"nin küçük oğlu Osman, İbrahim"in gerçek oğlu zannedilerek gözetim altına alındı. Esir edilişinin üçüncü ayında ölen Zafire"nin yanındaki on yedi cariyeden beşi Hıristiyanlar ve maharetlerinden dolayı İspanya Kraliçesi"nin sarayına gönderildiler. Diğer on ikisini de Malta"da esir bulunan bir Türk gemici, Karabatak Mustafa Bey satın aldı ve fidye vererek Türkiye"ye götürdü. Sultan İbrahim"in oğlu zannedilerek on iki yaşında Malta"da esir kalan Osman, korsanların şatosunda Osmanlı"ya kullanılacak bir koz gerekçesiyle yetiştirildi. Manastıra verilen Osman, otuzdört yaşında Malta"da öldü.

Kösem Sultan"ın acı sonu
İbrahim tahttan indirilip yerine 7 yaşındaki IV. Mehmet geçince Turhan Sultan da Valide Sultan oldu. Kösem"le aralarındaki husumet giderek daha da büyüyordu. Kösem"in ülke yönetimini eline almasını kabullenmeyen Turhan Sultan bu defa Kösem Sultan"ın yapmış olduğu gibi idareyi kendi eline aldı. Turhan"ın oğlu IV. Mehmet 21 yaşında ve padişah olabilecek bir deneyime sahip değildi. Kösem Sultan"ın bir türlü kabullenemediği bir durumdu ve duruma müdahale etmek için gizliden gizliye çalışmalara başladı. Turhan"ı uzaklaştırmak için Süleyman"ı padişah yapmak istiyordu. Çünkü Süleyman"ın annesi Turhan gibi değil, aksine sessiz sedasız bir kadındı. Turhan Sultan durumdan haberdar olunca Kösem Sultan"ı boğdurmayı planladı. Kızlarağası, Uzun Süleyman Ağa ve Meleki Kalfa"yla birlikte hareket ederek planları uygulamaya başladı. Kayın-validesi Kösem Sultan"ı boğduran Turhan Sultan artık valide sultan olmuştu. Turhan"ın valide sultan olma isteği Kösem kadar olmasa da belki bir zorunluluk gibiydi. Valide Turhan Sultan, Mimar Kasım Ağa"nın önerdiği Köprülü Mehmet Paşa"yı Sadrazamlığa getirerek devlet işlerinden tamamen uzaklaşarak ibadete yöneldi. 1660 yılında kendi geliriyle Çanakkale kalelerini yaptırmış, Safiye Sultan"ın temellerini attırdığı Eminönü"ndeki Yeni Cami"nin inşaasını tamamlattırmıştır. Turhan Sultan 1683 yılında öldüğünde Yeni Cami yanında bulunan türbesine gömüldü.

Cariyeler ve harem ağalarının ortak planı
Reşad Ekrem Koçu"nun kitabının giriş yazısına düştüğü notta şunlar yazıyordu: "Tarihten hikayeler... Bu yazıları, tarihi istismar niyetiyle yazmadı. Bunlar, tarihten çıkarılmış küçük küçük sahneler, portrelerdir. Modeller hakikidir, şahıslar uydurma değildir. Hadiseler, yazdığım gibi cereyan etmiştir. Fakat bunlar, bir fotoğrafla çekilmiş değil, fırça ve boya veyahut kalemle yapılmış resimlerdir. Öyle zannediyorum ki, bu resimler, gençler ve halk için faydalı olabileceği gibi "cemiyet ilmi"nin de işine yarayabilecektir." İşte Reşat Ekrem Koçu"nun belirttiği gibi, erkek yasaklı haremde kadınlıklarını yaşamak için sıralarını bekleyen kadınların kimileri aşık oldukları bazı harem ağalarıyla gizli münasebetlerde bulunuyordu. Bu söylentilerin ayyuka çıkmasıyla hareme de birtakım yaptırımlar getiriliyor, görülenler de cezalandırılıyordu. Hicri 1102 senesinin yaz mevsiminde II. Ahmed, "Hizmeti olmayan Arap içeru girmesin ve nöbetçi olan da gece kalmasun deyi" diyerek bu konuda bir tedbir alma gereği hissetmişti. Kendine kadınlık edeceklerin, kendi izni dışında başka bir erkekle ilişki kurmaları kabul edilebilir bir şey değildi. Bu karardan rahatsız olan hem cariyeler, hem de harem ağaları karşı-lıklı hazırladıkları bir oyunla bu duruma son verdiler. Harem cariyeleri, gece olduğunda damın ya da duvarın üstünde, "Koca gördük" diye bağıracaklardı. Erkek gördükleri anlamına gelen bu bağırışla, harem ağaları da Enderun"daki gılmanlar dairesine, duvara çıkıp kadınları gözetleme yaptıkları gerekçesiyle saldıracaklardı.

Cariyelerin planı işe yaramadı
Topkapı Sarayı"nda pazar gecesi harem kadınlarının çığlıklarıyla bir karmaşa oluştu. Tesadüf ki, o sırada Hasoda Köşkü bostancıların-dan bir çocuk, o gecenin kurbanlarından biri olmuştu. Bu genç çocuk, "hain" ithamıyla, feci şekilde dayak yiyerek Kızlarağasının huzuruna getirildi. Kızlarağası, önce bahçeye gidip bostancının çıktığı ağaca ve harem duvarına baktı. Ağaç duvardan çok uzaktaydı. Kızlarağası durumun hiç de inandırıcı olmadığının farkındaydı. Durumu öğrenen Padişah Sultan II. Ahmed, çok sinirlendi. Her ne kadar Bostancıbaşı Süleyman Ağa, padişah huzuruna çıkıp çocuğun masum olduğunu savunduysa da kar etmedi. Bostancıbaşının tüm neferleriyle namusunda temiz olduğunu, aksi taktirde kendisi de dahil tüm neferlerini de katletmesini istemişti. Ağaçla Haremi Hümayun arasında bir bağ kurmanın ya da içeriyi görmenin imkansız olduğunu kan ter içinde anlatmaya çalışması nafileydi. Padişah II. Ahmed, genci affetmedi ve Bâbı Hümayun"un önünde boynunu vurdurdu. Olayın ardından Haremi Hümayun etrafından tüm ağaçlar kökünden kesildi. Oyunu tertiplemiş olanlar da böylece bir serbestlik yakalamıştı. Çünkü Araplar yine eskisi gibi hareme girip çıkma hakkını yeniden elde etmişti.

Ölüler için çukurlar kazılıyordu
Sultan Yavuz Selim döneminde Celal ismindeki birinin isyanıyla başlayan ve Anadolu"da Osmanoğulları"na karşı cereyan eden başkaldırılara "Celali isyanı" adı verilmişti. Bu nedenle ele geçen her eşkıyanın kim olduğuna bakılmaksızın kellesi kesiliyordu. Hicri 1060 senesinde Oruçovası"nda meydana gelen böyle bir muharebede çok sayıda Calali öldürüldüğü için çukurlar kazılmış ve ölüler bu çukurlara gömülmüştü. Onyedi yaşlarında, çok güzel bir erkek çocuğunun yeniçeriler tarafından bu çukurlardan birine öldürülmek için götürüldüğü gören Yeniçeri Ağası Halil Ağa, çocuğun boynunu vurmak için kılıcını çeken askerine bağırıp çocuğu yanına aldı. Kendini ölümden kurtaran Halil Ağa"nın önüne kapanarak hıçkıra hıçkıra ağlayan Mehmet, Canbuladzade Ali Bey"in hazinedarıyken, at hızlı koşamayınca attan indirilerek, orada kaderine terkedilen biriydi. Halil Ağa"nın içoğlanları arasına katılan Mehmet, aslen Abaza"ydı. Yeniçeri Ağası O"nu, çok sevdi ve zamanla çeşitli görevlerin başına atadı. Serdarlıktan, beylerbeyliğine, vezirliğe kadar yükselen Mehmet, artık Abaza Mehmet Paşa"ydı. Çeşitli vilayetlerde, özellikle de yeniçerilerle verdiği savaşların kiminde zafer, kiminde yenilgiler almıştı. Kendini ölümden kurtaran Halil Paşa, sadrazamlık göreviyle Osmanlı yönetiminin karşısında güç gördükleri bu kişinin katliyle görevlendirilmişti. Halil Paşa, Abaza Mehmet"in yakalanması ve öldürülmesi konusunda yeterli olamayınca IV. Murat tarafından görevinden azledildi.
Osmanlı"nın yeniçeriler tarafından tahttan indirilerek, Yedikule zindanlarında vahşice boğazlanarak öldürülen Genç Osman"dan sonra IV. Murat Hicri 1032 yılında henüz ondört yaşındayken tahta geçmek zorunda kaldı. Abaza"nın isyanlarından bir hayli sıkılan Sultan Murat, belalısı olarak gördüğü Abaza Mehmet"le kadere bakın ki çok iyi arkadaş olmuştu. Abaza, Murat"ın "nedimi hâssı baihtiszası" olmuş ve hatta padişah onu taklit etmeye başlamıştı.
Giyimiyle, konuşmalarıyla padişah Murat"ı çok etkileyen Abaza, ta ki yine IV. Murat tarafından boğduruluncaya kadar en yakın zevk arkadaşı olmuştu.
Sultan Murat"ın silahtarı Bosnalı Mustafa Paşa, geçmişte Abaza"nın şiddetli zulmüne maruz kalmış biri olarak onu öldürmek için tetikte bekleyen biriydi. Bostancıbaşı Doce Mustafa"nın IV. Murat"ı etkilemesiyle Abaza Mehmet Paşa"nın idamı kesinleşti ve Doce Mustafa"nın adamları tarafından boğularak öldürüldü. Ancak bazı iddialara göre, IV. Murat, Abaza Mehmet"i çok sevdiği için zindanda başka bir idam mahkumunu boğdurttuğu ve onu gece Gelibolu"ya kaçırttığı söyleniyor.
Hatta ölümünden sonra tahta geçen IV. Murat"ın kardeşi İbrahim, kardeşinin en yakın arkadaşı olan Abaza Mehmet"in hayatta olduğunu duyduğunda, Portekiz"de Mehmet Dayı adıyla yaşayan Abaza Mehmet"in kellesini kestirtmişti. Onun ölümünden emin olmak için kesik kellesini getirterek, imamı olan Sincari Mehmet Efendi"ye tanınmaz haldeki kelleyi göstermiş ve emin olmasını istemişti. Ancak Mehmet Efendi emin olamayınca, IV. Murat zamanında Abaza Mehmet"i kementle boğan Bostancı Cellat Kara Ali"ye de kesik kelle gösterilmişti. Cellat da kesik baştan emin olamayınca Doce Mustafa"ya gösterildi. Doce Mustafa, Sultan Murat"ın onun ölüm fermanını verdiğini ve kesin boğdurularak katlettiğini savununca mesele kapandı.


Padişah IV. Murat
Babası: Birinci Ahmet
Annesi: Kösem Sultan
Doğumu: 27 Temmuz 1612
Vefatı: 8 Subat 1640
Saltanatı: 1623 -1640 (17) sene

Babası Ahmed I. , Annesi Mahpeyker Valide Kösem Sultan"dır. İstanbul, Beylerbeyi, İstavroz bahçesindeki bir köşkte doğdu. 10 Eylül 1623 yılında tahta çıktığında 11 yaşında olduğu için ülkeyi saltanat naib "i olarak 9 yıl boyunca annesi Kösem Sultan yönetmiştir. Ancak bu süre içinde sık sık ayaklanan yeniçeriler ve sipahiler yönetimde etkili olmuştur. Şubat ve Mart 1632 senesinde ayaklanan Yeniçeriler"e bazı tavizler vermiş ancak hemen ardından Yeniçeriler"in sadrazam ilan ettiği Recep Paşa"yı idam ettirerek Yeniçeriler"i sindirmiştir. Padişahlığı süresince çok sert tedbirler uygulamış ve tütün ve alkollü içkiyi yasaklamıştır. Kahvehane ve meyhaneleri kapattırmış ve karşı gelenleri idam ettirmiştir. 1635 yılında Erivan ve Tebriz"i, 1638 yılında da Bağdat"ı fethetmiştir. İran ile sınırlarımızı belirleyen Kasr-ı Şirin Antlaşması 1639 yılında imzalanmıştır. Kırım, Bosna ve Arnavutluk"ta çıkan isyanlar ile de uğraşmıştır. Sert mizaçlı olan IV. Murad, rüşveti büyük ölçüde ortadan kaldırmış ve devlet gelirlerini arttırmayı başarmıştır .İlk kez bir şeyhülislam idam ettiren padişahda yine Sultan IV. Murat"tır. 9 Şubat 1640 yılında Siroz-Nikris"ten öldüğü tahmin edilen Sultan Murat, 16 yıl, 5 ay Osmanlı tahtında kalmıştı. İstanbul, Sultanahmet, I. Ahmet Türbesi"ne gömülen IV. Murat "Duraklama Devri"nin padişahıdır.





Padişah (Deli) İbrahim
Babası: Birinci Ahmet
Annesi: Kösem Sultan
Doğumu: 5 Kasım 1616
Vefatı: 18 Agustos 1648
Saltanatı: 1640 - 1648 (8) sene



Babası I. Ahmet, Annesi Mahpeyker Valide Kösem Sultan"dır. 9 Şubat 1640 yılında 24 yaşındayken tahta çıktığında akli dengesini biraz yitirmişti. 8 Ağustos 1648 yılında tahttan indirilme nedeni de akli dengesinin bozukluğuydu. 8 yıl, 6 ay boyunca Osmanlı"yı yöneten Sultan İbrahim, idam edilerek öldürüldü. Osmanlı tarihinde "Duraklama Devri"nin padişahı olan Sultan İbrahim"in gömülü olduğu yer; İstanbul"daki türbe haline getirilmiş Ayasofya Vaftizhanesi"nde, I. Mustafa"nın yanındadır.


Valide Sultan Hatice Turhan
( 1627 - 5 Haziran 1683 )
Slav kökenli Turhan Sultan, 1639 yılında 12 yaşında iken Kırımlı akıncılara tutsak düşmüş ve 1641 yılında Kösem Sultan"a armağan edilmiştir. Kösem Sultan oğlu İbrahime Turhan Sultan"ı cariye olarak vermiş ancak, Turhan Sultan kısa sürede İbrahim"in gözdesi olmuştur. Turhan Sultan"ın oğlu IV. Mehmet ( Avcı Mehmed ) 6 yaşında tahta çıktığı sırada saltanat naibi olan Kösem Sultan ile arası açılmıştır. Kösem Sultan"ın IV. Mehmet"i zehirletip yerine başkasını tahta geçirme planları yaptığını öğrenince Eylül 1651yılında ani bir baskınla Kösem Sultan"ı boğdurmuş ve 1651-1656 yılları arasında saltanat naibi olarak yönetimi ele geçirmiştir. Çıkan ayaklanmalar ve Venediklilere kaybedilen savaş sonucunda yönetimi, özel şartlarla sadrazamlığa getirdiği Köprülü Mehmet Paşa"ya bırakmak zorunda kalmıştır. I. İbrahim"in hasekisi Hatice Turhan Sultan, Safiye Sultan tarafından temeli atılan Eminönü"ndeki Yeni Cami, darülhadis, mektep, çarşı, sebil ve türbeden ibaret muazzam külliyeyi tamamlatarak adını tarihe maletmiştir. Naib olarak görev yaptığı sırada Çanakkale Boğazı kalelerini ile yine bu şehirde bir cami yaptırmıştır.

Onyedinci yüzyılın henüz başıydı ve Osmanlı İmparatorluğu"nun başında çocuk yaştaki I. Ahmet, padişah olarak bulunuyordu. I. Ahmet, annesi Handan Sultan"ı Valide Sultan yapınca, Safiye Sultan da eski saraya gönderildi. Tahta geçen hükümdarın annesi Valide Sultan ünvanıyla Osmanlı Haremi"ni yöneten kişi olarak görev yapıyordu. Ve daha önceki padişahın annesi Valide Sultan da ünvanı geri alınarak eski saraya gönderiliyordu. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul"u alışının ertesi yılında Beyazıt ve Süleymaniye"nin olduğu geniş alana kışlık bir saray inşa ettirdi. O dönemde "Yeni Saray" olarak adlandırılan Topkapı Sarayı yaptırılınca, buraya "Eski Saray" denildi. Ölen ya da tahttan indirilen padişah anneleri, eşleri ve çocukları bu saraylara gönderiliyordu.
Bayram gibi özel günlerde Osmanlı Padişahları "Eski Saray"ı ziyaret ederek, geçmişte valide sultanlık yapmış kadınların halini hatırını sorardı. Son olarak da II. Mahmut"un annesi, eski saraydan yeni saraya gelin olarak giden kadınlardan biri olmuştur. Bu bir nevi kabuğuna çekilme ve hayatının sonuna kadar orada yaşayabilme ayrıcalığı gibi bir şeydi.

09.11.2005 15:21

Was soll ich damit simdi anfangen
 
Kanuni birden cok hatta 4 den cok kari almismiiii almamismiii... sen bana onu söyleeeee... olay cok basit aslinda yawwww

roman 09.11.2005 15:25

o.T.
 
OSMANLI DA HAREM GERÇEĞİ









OSMANLI MAHREMİYETİ KABUL EDİLEN "HAREM"LERİN GİZEMLİ DÜNYASINDA
KADINLARIN YERİ NEYDİ? ANLATILDIĞI GİBİ EĞİTİM HİZMETİ Mİ YOKSA CİNSELLİK HİZMETİ Mİ ÖN PLANDAYDI? PEKİ, OSMANLI"DA HAREM GEREKLİ MİYDİ? KADININ OSMANLI"DAKİ VARLIK NEDENİ NEYDİ?

Osmanlı gerçeği haremin sır perdeleri aralansa bile hala gizemini koruyan, önemli bir konu olarak keşfedilmeyi bekleyen bir yaşanmışlık. Osmanlı tarihinde yazılı kayıtlara yeterli ölçütte alınmayan bilgilerle harem gerçeği yine de gizemini korurken; düşünceleri şimdiden tartışılmaya başlandı.
Haremin sır dolu dünyasının penceresinden bakanların iddiaları için bazı İslamcı çevreleri ısrarla; "Çarpıtma ve gerçeği yansıtmama" şeklinde yorumlanarak, "Haremler bir eğitim yeriydi ve kadınlar orada korunuyordu" denilse de; bu bakışla aynı düşüncede değilim.
Mademki Osmanlı"da harem gerçeği böyle; o halde kadınların buradaki varlık nedenini neye dayandırarak nasıl açıklayabiliriz ki? Bunun için kuşkusuz sayısız yorum yapılabilir. Ancak, her şeye rağmen yaşanmış bir dönemin kapı aralığından baktığımızda ve oradakileri bugünün kadın gerçeğiyle kıyasladığımızda bazı şeylerin hala geçerliliğini koruduğunu görmemek neredeyse imkansız.
Bu mantalitede değerlendirmek istediğimiz "Harem", günümüze ışık tutacak çarpık anlayışların kaynağına da adres olacak kanısındayım.
O halde, "Osmanlı"da hareme ne gerek vardı?" sorusunun cevaplanması gereken en önemli soru olduğunu düşünüyorum. Az sayıda tutulmuş kayıtlardan öğrendiğimiz üzere, Haremde kadının yalnızca vücudunun ve işvesinin prim yaptığı doğru değil mi?
Haremdeki kadınlara hiçbir zaman düşünceleri sorulmaz, öneriler beklenmez hatta beklenmeden verilen önerileri olanlar da önemsenmezdi. Çünkü, haremde kadınların düşünmeleri değil, imparatorluğu yöneten padişahların hizmetini kusursuz yerine getirmeleri isteniyordu. Çünkü, haremler Osmanlı Padişahlarının mahrem yerleriydi. Kadınca Dergisi olarak Türkiye"de harem gerçeğine farklı bir bakış açısı getirerek yeni bir tartışma açıyoruz. Osmanlı"yı çok idealize etmeden, bilinmezlerde kalan "Harem" gerçeğini bulmaya çalıştık. Anlatılanlar gibi havuz içinde süt banyoları yapan yüzlerce çıplak kadının padişahlarını memnun etme yarışı içinde geçen gizli dünyalarını ve kadın olma gerçeğini sizler için araştırdık.

OSMANLI SARAYLARINDA MAHREMİYET YERLERİ
Dünyanın en uzun ömürlü devleti Osmanlı, insanlığın ve İslamiyet"in en önemli tarihini oluşturur. Altı asır boyunca varlığını devam ettiren tarihi içinde pek çok devlet kurup, geniş coğrafyalara yayıldı. Kültürel zenginlikleri ve içinde taşıdığı kısır döngüleriyle birlikte adını dünyaya duyurdu. Kelle kesen padişahlarından tutun da, ne kadar zengin bir imparatorluğa sahip olduğuna, fetihlerine, ordusuna, zevkine sefasına vs... Ünlü tarihçilerimiz ve yazarlarımız ideolojik bakış açılarıyla imparatorluğu yorumladı, tahlil etti ve yazdı.
Fakat öyle bir konu vardı ki, Osmanlı deyince akla gelen "harem" konusu. Osmanlı saraylarının en güzel en mahrem yerlerinde her zaman yeri hazır olan haremler.
Osmanlı Devletini yöneten tüm padişahlar, hükümdarlıklarına yakışır, muhteşem bir zevkle inşa edilmiş ve döşenmiş saraylarda oturmuşlardır.
Çünkü koskoca imparatorluğu ve bünyesindeki devletleri yöneten Osmanlı Padişahları, fetihler dışında geçen tüm zamanlarını bu saraylarda geçiriyorlardı.
Haremlik ve Selamlık olarak ayrılan saraylar Padişahın devlet ve özel yaşamlarını ayıran iki bölüm olarak karşı-mıza çıkıyor.
PADİŞAH DIŞINDAKİLERE HARAM
Selamlık kısmında devlet işleri yürütülürken, Haremlik denilen yerde ise hem padişah, saray soylusu hem de padişah yakınlarının günlük zamanlarını geçirdikleri özel bir mekan. Osmanlı"da Harem herkesin giremediği özel bir ortamdı. Sözlük anlamıyla baktığımızda "kutsal", "dokunulmaz" anlamına geliyor. Cinselliğin ön planda tutulduğu kadın odaları olarak ayrılan bu bölüm daha çok padişahların beğendiği kadınları seçip beraber olduğu yerler olarak lanse edildi.
Aslında Osmanlı hakkında bilinenler bir hayli fazla olmasına rağmen Harem hakkında bilinenler biraz sınırlı. Çünkü özel görülen bu mekanlar padişah ve saray şahsına ait olduğu için hatta biraz da mahrem görülen bu yerler için yeterli bir bilgiye ulaşmak çok mümkün değil. Harem, Osmanlı tarihi içinde dışarıdan her ne kadar "çıplak lık", "zevk", "cariye" mekanları olarak yansıtılmış olsa da ya-zılanlara bakıldığında hala gizemliliğini koruduğunu görüyoruz.

HAREMDE SAKINCALI SEBZELER
Harem kadınları ve hadımlarına yönelik saray içinde alınan bazı tedbirler de var. Örneğin kabak, salatalık ve patlıcan gibi bazı sebzeler bütün olarak değil, dilimlenerek hareme verilirmiş.
Ayrıca hadımların da tıpkı harem kadınları gibi saray dışıyla tüm ilişkileri yasakmış. Harem kadınlarının kontrolü yatakhanede de sağlanırmış. Kızların yatakları teras yönünde dizilir ve 10 yataktan sonra nöbetçi kadının yatağı yer alırmış.

HAREM KADINLARININ GİYSİ SEÇİMİ
Giysilerinin neredeyse tamamı yine harem içindeki kadınlar tarafından dikilen harem kadınları, çok nadir olarak harem dışına çıktıklarında kapalı olmaya özen gösteriyorlardı.
Uzun ve dökümlü kollar, tırnaklarının dahi görülmemesi için dikilmiş, bilek kısımları dar olan, dökümlü kumaşlardan elbiseler, boyun ve baş çevresine sarılan dışarıdan gözlerinin görünmeyeceği bir tül takıyorlardı. Asıl baş örtüsünü de başın üst kısmında bir yere tutturuyorlardı.
Harem içindeki yaşamda ise kadınlar, günlük giysileri gayet rahat, başlarında altın işlemeli, sadece tepelerini kapatan küçük başlıklar. Bol aksesuar ve iç çamaşırı (uzun donlar ve üst giysileri), ve pelerinler. İç çamaşırları genellikle ipekten ve işlemeli. Tercih edilen pembe ve leylak rengi ipekler. Topkapı Sarayı"nda sergilenenlere baktığımızda görülüyor ki, günümüze kadar çok azı korunabilmiş olan dikimler, göz kamaştırıcı mücevherler, bu kıyafetlerin içine giyilen iç kıyafetler ve ayaklara giyilen çizmeler olabildiğince özenle hazırlanmış.

CARİYE KADIN GERÇEĞİ
Sarayda kadın olarak çalışan cariyeler vardır. Bunlar; acemiler, cariyeler, kalfalar (şakirdler) ve ustalar (gedikli cariyeler) dır. Sultanların en hoşuna giden cariyelere "ikbal" denir ve zaman zaman onları yataklarına alarak onurlandırır ve servete boğardı. Doğum yapan kadın sultan nezdinde biraz daha ayrıcalıklı olur ve evli olmasa da eşit haklara sahip olma hakkı kazanırdı.

HER KADINA ÖZEL EĞİTİM
Sarayda görev alan tüm kadınlar özel eğitime tabi tutulup, görgü ve hizmet konularında en iyi şekilde yetiştiriliyordu. Din hocaları ve öğretmenler bizzat hareme gelip harem kadınlarına dersler verirdi. Zira Haremdeki kadınlara baktığımızda onların da ne kadar disiplin içinde yaşamlarını sürdürdüklerini görebiliyoruz.
Hareme giren kadınların hepsi sıkı disiplinli bir yaşamı kabullenmek zorundadır. Padişah istediğinde bu iyi eğitimli, bilgili ve zeki kadınları yine devletin en iyi kademelerinde görevlendirdiği devlet adamlarıyla da evlendirirdi. Ancak burada bir şey var ki her şey Padişahın denetiminde ve izniyle gerçekleşiyordu.
Kadınların bu mahrem kısımda kendi istek ve arzularından ziyade; Padişahın koşulsuz isteklerini yerine getirme zorunluluğu vardı. Padişah bu bakireleri, kendisine ilk kez takdim edildikleri ya da müzik ve öteki eğlencelerle vakit geçirmek istediği zamanlar dışında göremez.
Yeni bir kadın istendiğinde ise; kahya kadına haber salınır o da içlerinde en güzel ve işveli olduğunu düşündüğü bakireleri bir odada sıraya sokar. Padişah kızların arasında dolaşıp kararını verir ve bu kız da lala (öğretmen) tarafından hazırlanır ve gece olunca da haremde, bu iş için ayrılan o-dasında padişahı beklermiş. Ancak; yine de bazı padişahların çok kızla beraberliği ve türlü cinsel fantezilerinin olduğu da bilinmektedir. Kadınların Osmanlı tarihinde kendilerini ifade etme arayışları içinde yaşadıkları küçük rekabetler dışında özel hiçbir ihtiyaçlarını talep etme hakları olmadığı gibi kendilerine verilenle yetinmek zorunda kalmışlardır.
Çünkü Padişah, himayesinde başarılı olmuş devlet adamlarını ödüllendirmek için harem kadınlarını sunmuş ya da evlendirmiş, hizmetine vermiştir.

SÖZ VE KARAR HAKKI YOKTU
Yüzyılların değişmeyen gerçeği kadının bir meta olarak pazarlandığı gerçeği tarihin içinde nasıl da köklü bir şekilde vuku bulmuş. Söz ve karar hakkı olmayan kadın ancak Valide Sultan olursa saray içinde hükmü caiz olabiliyor. Yoksa her zaman olduğu kadın yine himayeye ve korunmaya muhtaç konumda bırakılmış.
Padişahlar öldüğünde ailesi yani kadınları yine haremde yaşama hakkında sahip olmuşlar. Böylece yaşamların doğdukları gibi çok dış dünyaya açılmadan öz görevleri olan kadınlık görevlerinin dışında hiçbir işe yaramayan bir varlık olarak yaşamını tamamlayacaktır.

HAREMDE HUZURSUZLUĞA İZİN VERİLMEZDİ
Haremlerin devlet yönetiminde de etkisi olduğu yine yazılı kaynaklarda belirtiliyor.
Haremde yaşanan huzursuzluklar, devlet işlerinin de bozulacağına yorumlanır ve huzursuzluk bir an önce giderilmeye çalışılır. Kabul edilen bu ilişki dolayısıyla devlet ilişkilerinde de önemli bir rol oynuyor.

roman 09.11.2005 15:28

o.T.
 
Tarihi geçmişiyle yüzyıllar boyu, yabancı ülkeler tarafından da büyük bir dikkatle incelenmiş Osmanlı İmparatorluğu, kendi içinde yaşanan gizlilikleriyle hala araştırma konusu olmaya devam ediyor. Osmanlı denilince akla gelen ‘Harem’in kapalı kapılar ardındaki sırları ise hala çözülmüş değil...



Geçen sayıdaki yazımda Osmanlı Kadınları değil, Harem’den yola çıkarak Osmanlı’da Saraylı kadınları anlatmaya çalışmıştım. Araştırmaya çalıştığım konu yalnızca Harem’le sınırlıdır. Bunun altını önemle çizmek istiyorum. Bu konuyu işlerken amacım, Osmanlı’yı ne körü körüne savunmak ne de acımasızca eleştirmektir. Osmanlı Vakfı Yayınları dahil olmak üzere tüm yazarların yorumlarını katarak konuyu ele aldıklarını gördüm. Ben de Harem’le ilgili elbette ki o kaynakları hiçe saymadan ama kendi yorum ve bakış açımı da ekleyerek konuyu değerlendirmeye ve sizlerle paylaşmaya çalışıyorum. Böyle geniş bir konuyu bu sayfalarda uzun uzudaya paylaşma şansımız ne yazık ki olamaz. Elimdeki mevcut kaynaklardan edindiğim bilgilere biraz seçici yaklaştım ve yazarların görüşlerine yer vermeye çalıştım.

Neden Osmanlı Kadını değil de Harem kadınını anlatmaya çalıştım? Çünkü Osmanlı kadınlarının sahip oldukları bir takım hukuki ve toplumsal imtiyazlar Harem’le birlikte yitirilmiştir. Meral Altındal bunu şu cümlelerle özetlemiştir: “Harem ve poligami (çok karılılık) saraydan başlayarak üst tabaka arasında yayılmaya başlamıştır. Aile hukukunda değişmelerin yaşandığı bu dönemde kadın, eski Türklerden gelen birçok haklarını yitirmiştir. Kadının evleneceği erkeği seçme, boşanma, miras gibi hakları azalmıştır.”

İlk Türklerde Harem yoktu. Osmanlı’yla birlikte oluşturulan Harem’e Leh, Kırım, Çerkez gibi birçok ülkeden esir düşen güzeller alındı. Ve Osmanlı Padişahları haram olan gayriresmi kadın ilişkilerini böylece meşrulaştırmanın bir yöntemini de bulmuşlardı. Padişahlar Haremlerine aldığı cariyelerin en güzelleriyle istediği anda, nikahsız olarak birlikte olabiliyordu.

Kaynakları büyük bir hayretle okurken, yaşananları gözümde daha iyi canlandırabilmek için Topkapı Sarayı’nı ziyaret ettim. Kimi bölümler tadilat ve düzenleme nedeniyle kapalıydı. Her Padişah döneminde el değiştiren ve zamanla restarasyondan geçen Harem’de dönen entrikalardan, zevk alemlerine kadar olayları en sade halleriyle zihnimde canlandırmaya çalıştım. Valide Sultan’ların ihtişamlı duruşları ve ikbal olma yarışıyla kendini padişaha beğendirme ve hamile kalma uğraşları içinde geçen hanım ve köle kadınların yaşam öyküsü...

Saraylı da olsa, kadına gereken değer verilmemiş ve itaate mahkum edilmiştir. Ne acıdır ki, bugün bile Osmanlı kadınlarına ait tarihsel emanetlere istisnalar dışında rastlamak mümkün değil. Padişahlara ait cübbeler, tılsımlı gömlekler, tören kıyafetleri, kullandıkları günlük ve savaşlık tüm techizatlar bugüne dek korunabilmişken, kadınlarına ait eşyalar istisnalar dışında muhafaza edilememiştir. İslam Eserleri Müzesi’nde sergilenen eşyaların dışındaki kimi eşyanın Topkapı Sarayı’nda deprem kaygısıyla sergiden kaldırıldığı ve depoda bekletildiğini üzülerek öğrendim.



Saray’da kadınlar padişah için vardı



Sarayda kadınlar, sadece kadınlık görevini yerine getiren ve erkek işlerine karışmaması kanun olan varlıklardı. İstendiği anda padişahın koynuna sokulan kadın için kendini padişaha kabul ettirmek, ömrünün sonuna kadar sarayda yaşayabilmek demekti. Köleliğin yaygın olarak vuku bulduğu Osmanlı’da, köle olarak satılan güzel kadınların esir düşmeden önce kendi ülkelerinde rahat, mutlu bir yaşamları vardı. Ama savaş onları Osmanlı’nın elinde satışa çıkarılan bir köle yapmıştı. Bu vesileyle saraya alınan kadınlar, cariye ve ikbal olma yarışıyla Haremin tek yöneticisi Valide Sultan’lık mücadelesi vermek zorunda kalmıştır.

Padişah ve ailesinin evi olarak kabul edilen Haremler, Padişahın annesi Valide Sultan’ın denetiminde idare ediliyordu. Harem’de yalnızca kadınlar yer alabilirdi. Dolayısıyla yönetimi de Padişahın en yakını, kendine can veren annesinin denetiminde, emin ellerde olmalıydı. Keza o dönemki kanun da, bunu vacip görmüştü. Valide Sultan, sarayın en önemli ve en güçlü kişilerinden biri konumundaydı. Valide Sultan’ın dönem dönem yalnızca Harem’de değil imparatorluğun bütününde de belirleyici bir gücü olmuştur. Haremin kadın efendisi Valide Sultan, eğer padişah olan oğlu yönetimde zayıf ise yönetimini kendi idaresinde yönlendirmeye çalışırdı.

Bilinmeyen Osmanlı kitabında, 1960"lı yıllarda Harem"in restorasyonunda görev almış Fransız tarihçisi Robert Anhegger ile evli olan Mualla Anhegger"den alıntılarda saraylı kadınların iktidar mücadelesi şöyle anlatılıyor:

“... Yalnızca güzel değil, aynı zamanda zeki de olanlar devlet kademelerinde yükselmek istiyorlar. Bunda şaşılacak, ya da ayıplanacak bir yan göremiyorum. Kendilerine güvenen erkekler gibi, haremin kadınları da şanslarını sonuna kadar zorluyorlar. Sanılanın aksine, yükselmek için dünya güzeli olmaya gerek yok. Kendisine verilen eğitimi en iyi özümsemiş olan, güzel yazan, güzel konuşan bu yarışa avantajlı başlıyor."

Valide Sultan’ın Harem üzerindeki koşulsuz hakimiyeti kimi zaman sıkıntılı anlar yaşanmasına neden oluyordu. Padişahın beğendiği ve bir takım imtiyazlar tanıdığı cariye ve gözdeleriyle Valide Sultan arasında yaşanan ciddi çekişmeler, keza ülke yönetiminde söz sahibi olan ancak Valide Sultan’la bir türlü yıldızları barışmayan sadrazamlarla gizliden gizliye süren iç savaşlar, saray içi entrikaları olarak Osmanlı tarihinde izler bıraktı. Padişaha çocuk doğurarak Valide Sultan olma hayalleri, cariyelerin kendi arasında ve Valide Sultan’la amansız kavgalara ve akıl almaz ölüm sahnelerine neden olduğunu yine yazılı kaynaklardan okuyarak öğreniyoruz. Yetkilerini bu uğurda kullanmaktan hiç çekinmeyen Osmanlı’nın Valide Sultanları, hem padişah üzerinde hem de Harem halkı üzerinde komplolarla bu yetkilerini kullanmaya çalışmıştır. Roxelana olarak tanınan Rus kölesi "Hürrem Sultan"ın eriştiği güç ve etki iyi bir örnektir. Zekasıyla yükselen Hürrem Sultan, 1541 yılında sadece ikinci kadın iken, türlü entrikalar sonucu Sultan Süleyman"ın yasal karısı olmuş ve saraya taşınmıştır. Esir pazarlarından satın alınarak saray kadınlığı yapan ve Valide Sultanlığa kadar yükselen bu kadınların en bilinenleri Kösem, Nurbanu, Safiye, Gülnuş Sultan’dır.



Cariyeler



Dört karılılık hükmünden hak kazanan erkeklerin cariyelerle de ilişki kurması mümkün-dü. Prof. Dr. Ahmed Akgün-düz “Osmanlı’da Harem” kitabının 160. sayfasında cariyeleri ve statüsünü şu sözlerle anlatıyor:

“Efendinin, cariyesi ile karı-koca hayatı yaşama hakkına ‘istifraş hakkı’ diyoruz. Efendinin köle veya cariye üzerinde sahip olduğu mülk-i menfaatten kaynaklanan onları çalıştırma hakkına ise ‘istihdam hakkı’ diyoruz. Cariye demek, Efendinin birinci derecede istihdam hakkı bulunan kadın köle demektir. Efendilerin istifraş hakkına, yani istedikleri zaman cinsi münasebet hakkına sahip oldukları cariyelerin hususi statüleri vardır.” Sonuç olarak, hoşa giden, cilveli ve endamlı bulunan cariyeler birinci sınıf cariye statüsünde hizmet verir ve bunlar padişahla istendiği taktirde cinsel münasebet kurmaya mecbur cariyelerdir. Genelde savaşlardan köle olarak satın alınan bu cariyelerin padişahla yatmak, ona ve eşlerine hizmet etmekten başka hiçbir şansı olamazdı. Tek kurtuluşu hamile kalmasıydı.



Çocuğu olan cariyeler, eşliğe yükselebiliyordu



Osmanlı Padişahları, kendine çocuk armağan eden cariyesini ödüllendirebilir, hele de kendine erkek çocuk doğuran (Ümm-i Veled) cariye eşliğe kabul edilebilirdi. Ama elbette ki tüm bunların olması Padişahın iki dudağı arasındaydı. Onu isterse nikahlayabilir ve resmi eşi onuruna yükseltebilir ve evine kabul edebilirdi. Ümm-i Veled olan cariyeler genelde kadın efendi ya da ikbal olmuşlardır ve bu sayede bir nebze konum yükselterek biraz ayrıcalık kazanmışlardır. Yine de hizmetli ve köle olarak Harem’e giren bu cariyeler padişahlarıyla istendiği her zaman nikahsız cinsel ilişkiye girebildiği gibi, Padişah bu cariyeleri bir başkasına hizmetçi olarak çalıştırabilirdi de. Kadın cariyelerin gerçek hürriyetlerine kavuşmaları için hizmet verdiği padişahlarının ölmesi gerekiyordu. İslam Hukuku’na göre hüküm böyleydi ve Padişahlarının vefatlarından sonra cariyeler hür sayılmışlardır.

Cariyelerin kadınlık hizmetinden faydalanan, cariyelere düşkünlüğüyle anlatılan devlet adamlarından biri de 85 yaşını geçmiş Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa’dır.

III. Murad dönemi, Harem’in en zengin dönemi olarak geçer. Haremindeki cariyeler Padişah III. Murad’a 103 çocuk doğurmuş, ölümünden sonra 20 oğlu ve 27 kızı kalmıştır. En büyük oğlu (III. Mehmet) tarafından 7 hamile kadın ve 19 kardeşini öldürtmüştür.

Fatih’ten sonraki Osmanlı Padişahları, birlikte olduğu cariye sayısını arttırmış hatta padişahlar kimi cariyeleriyle de nikah yapmışlardır. Karı-koca hayatı yaşadığı bu tür cariyelere ‘Baş kadın efendi’ deniyordu. XVII. yüzyılın sonuna kadar bunlara ‘Haseki’ veya ‘Haseki Sultan’ denilmiş, her padişahın farklı sayılarda kadın efendisi olmuştur. Bunlara ikbal de denir. İkballer kendi aralarında sıralamaya göre isimlendirilmiştir. Ayrıca aday konumundakilerin ilklerine ‘gözde’ diğerlerine de ‘peyk’ adı verilmiştir.

Akgündüz’ün, 31. sayfada padişahların en fazla 18 kadınla birlikte olduğunu belirttiği Osmanlı’da Harem kitabının bu defa 34. sayfasında Osmanlı Padişahlarının en fazla 20 kadınla birlikte olabildiğini belirtmiş. Gerçi Profesör rakamların pek ehemmiyet taşımadığının farkında; söz ve yetki hakkına sahip padişah ister 18, isterse de 20 kadınla beraber olur. 300 yıllık imparatorluk sürmüş ve ülkelere hükmetmiş Osmanlı padişahlarının en büyük ödülü kadınlar olmuş. Uzun zamana yayılan fetih dönüşlerinde Harem’e kapanan Osmanlı Padişahları tüm yorgunluklarını kadınların arasında atıyordu. Padişahın elbette ki canının istediği kadınla yatma özgürlüğü de pek tabii karşılanmalıydı. Profesör doktorumuz, Osmanlı Sultanlarının başkalarının namuslarına göz dikmemeleri ve nefsi arzularını meşru dairede tatmin etmeleri için Kur’an’ın yasaklamadığı bu yolu seçmelerini normal karşılamış. Özellikle günümüzde duyulan ve işitilen metres hayatının yanında, bütün bu anlatılanları rezalet diye vasıflandırmanın da çok bir büyük hata olabileceğini vurgulamış.



Cariyelerin cinsel tercih seçimleri yoktu



Sarayın gündelik hizmet ihtiyacını karşılayan cariyeler, padişah kendini beğenirse O’na kadınlık yapmak zorundaydı. Padişahın resmi eşleri dışında saray içindeki birlikte olduğu cariyelerin sayısı belli değildir. Hareme giren, sayısı bazen 500’ü bulan cariyelerin yalnızca padişaha kadınlık yapma zorunluluğu var. Birlikte olduğu cariyelerin Padişaha ait olmak şartıyla başkasına kadınlık yapması haram kabul edilmiş. Padişahın bu tür cariyelere karısı gibi muamele etme zorunluluğu varmış. Yani İslam Hukuku’nda belirtilen dört eşlilik ilkesi Padişahlarda artı cariyeler olarak genişletilmiş ve imtiyaza dönüşmüştür. Cinsel tatmin için padişaha sunulan cariyelerin buna itiraz hakkı bulunmamakla birlikte, cinsel tercih diye bir seçicilikleri de söz konusu olmamıştır. Bu cariyelerle nikah yaparak eş konumuna yükseltmek mümkünken; başta hukukçular olmak üzere hür kadınlar varken, bu tür cariyelerle nikah yapılmasını tavsiye etmemişler.

Cariyelerle adı anılan Osmanlı Padişahlarının bir de İç oğlanlarıyla yaşanan maceraları da ayrı bir yazı konusudur.

İslam Hukuku’nda geçen bir hükümde; “Genç bir hoca veya terbiyeci, genç ve bıyığı bitmemiş çocuklarla, fazla yalnız kalmasın; zira nefis insanı kötülüklere sevk edebilir. Hatta bu tür gençler, yüzlerine peçe bile örtebilirler. Bu tür gençlere ‘şâbb-ı emred’ denilir. Oğlanlarla yaşanan cinsi münasebetlere tedbiren konulan bu tür hükümler Osmanlı’da oğlancılığın yaşandığını doğruluyor. Hatta bunu bir edep kaidesi kabul eden yazarlarımız, bu hükme bazı Osmanlı Padişahlarının uyduğunu ve bir kısım iç saray görevlisi içoğlanlarına yüzlerini peçe ile örtmelerinin emredildiğini belirtiyor. Reşad Ekrem Koçu, “Kösem Sultan” isimli kitabında, Kösem Sultan’ın karşısına haseki sultanlar çıkmasın diye Murat’ı haremden uzaklaştırdığını ancak bu defa da Enderun’da genç oğlanlarla birlikte olan Murat’ın bu nedenle Kösem Sultan’dan nefret ettiğini yazıyor. İçoğlanlarla en çok ilişkisi olduğu iddia edilen Padişahlardan biri de IV. Murat’tı. Murat’ın içoğlan denilen saray hizmetlisi erkeklerle bu denli çarpık ilişki içinde olmasının asıl nedeni, cinsel tercih mi yoksa annesi Kösem Sultan’ın onu Harem’den mahrum etmesi midir bilinmez?



“Oğlan teni sıcaktır”



Meral Altındal’ın “Osmanlı’da Harem” kitabında yer verdiği, Ziyar Oğullarının Emir Keykavus (475/1082) tarafından oğlu için hazırlamış olduğu Kabus-name’de; Osmanlı Padişahlarının oğlan ve kadın ilişkilerine yönelik, “Ve yaz olunca avretlere meylet, kışın oğlanlara ki, sağlık ve esenlik içinde olasın. Çünkü oğlan teni sıcaktır, yazın iki sıcak bir araya gelirse sağlığa zarar verir. Ve avret teni soğuktur, kışın iki soğuk bir araya gelirse teni kurutur.”demiştir.

Tam burada da konuya Kuran-ı Kerim’in Asaf Suresi, 80-84’le giriş yapmıştır: “Çünkü siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşmaktasınız.” Altındal, Tarih-i Gılmani, Mehmet Halife’ye ait ve Kamil Su’nun sadeleştirdiği Kültür Bakanlığı 1000 Temel Eserleri(1976) kaynaklı konunun devamında şöyle diyor: “Ülfeti mahlasıyla şiirler yazan Mehmet Halife, IV. Murat, Sultan İbrahim ve IV. Mehmet devirlerini görmüş bir devlet adamıdır. Kendisi de gençliğinde bir içoğlanı idi ve padişaha yazdığı övgüde: ‘Sarayın cennet gibidir. Bu Enderun oğlanları da orada huriler ve gılmanlar gibidir. Kıyamete kadar mamur olsun’ diyerek döneme ışık tutmuştur.”

Buna şiddetle karşı çıkan Prof. Dr. Ahmed Akgündüz şöyle cevap veriyor:

“Enderun, yani İç Saray’da çalışmak üzere yetiştirilen İçoğlanlarının yakışıklı olması, Padişahların gayr-i meşru arzularını tatmin için değildir. Belki İç Saray yani Osmanlı Devleti’nin en geniş sınırlara ulaştığı dönemlerde toprak alanı 24 milyon km2’yi bulan bu muhteşem devletin Devlet Bakanlığı sarayı demek olan bu mahalde çalışacak personel dikkatle seçilmeliydi. Elinin, ayağının, gözünün, kulağının özelliklerine göre, bir insanın ahlaki yapısı az çok tesbit edilmekteydi. İşte Enderun’da çalışacak olan içoğlan denilen personel, bu konuda uzman olan kişilerce seçilmekteydi. Gılman veya İçoğlan denilmesinin bir sebebi de, burada bugünkü gibi kadın personel çalıştırılmamasındandır.”

İç Saray’daki oğlanların yakışıklı olmasının Padişah açısından değil de, kendi aralarında muhtemel bir gayr-i meşru durumdan sakınılması için çok dikkat çekenlerin yüzlerine peçe örtmesinin emredilmesinin doğru olabileceğini kabul eden Akgündüz, bu durumla ilgili şu yorumu getiriyor: “Ancak bu Padişahın onları başkalarından kıskanmalarından dolayı değil, bu konudaki şer’i bir hükmün tatbikinden ileri gelmektedir. Gerçekten İslam hukukunda bir hüküm vardır: “Genç bir hoca veya terbiyeci, genç ve bıyığı bitmemiş çocuklarla, fazla yalnız kalmasın; zira nefis insanı kötülüklere sevk edebilir. Hatta bu tür gençler, yüzlerine peçe bile örtebilirler. Bu tür gençlere şabb-ı emred denilir.”* Bu hükme, bazı Osmanlı Padişahları uymuşlar ve bir kısım İç Saray görevlisi içoğlanlarına yüzlerini peçe ile örtmelerini emretmişlerdir. (*)İbn-i Abidin, Redd’ül-Muhtar, c. VI; Krş. Pakalın, Tarih Deyimleri, II, sh. 28-29”

Akgündüz, Padişahların da insan olabileceğini ve bazı kadınlara karşı aşırı sevgi duyduğu hatta aşık olduğunu belirtir. Ve padişahın hanımı olmak isteyen kadınlar arasında bazı tatsız hadiseler meydana gelmiş olabileceğini kabul ediyor ve Harem’le ilgili eleştiri yöneltenlere, “Ancak Osmanlı Haremi, Padişahları, Fatihleri, Yavuzları ve Kanunileri yetiştiren bir terbiye yuvasıdır; bir kısım insanların kendi hayatlarında yaptıkları gibi seks alemi yapılan ve seks partileri düzenlenen çirkin mekanlar değildir”, “Her şeyde olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin iyilikleri de vardır, hataları da vardır” diyerek gerçeği kabulleniyor.

Kadınlar arasındaki kavgalar da cezasız kalmıyordu. Kalfalar, suç işleyen kadınları döverek hatta suç boyutu büyükse sürdürerek cezalandırıyor, suç işlemeye devam edenler ya da hataları affedilemez olanlar, ellerindeki servetleri alınarak padişahın emri ile saraydan uzaklaştırılıyordu.



Büyücü cariyeler, ceza olarak çuvalla denize atılıyordu



Bazı iddialara göre haram ve günah kabul edilen büyücülük gibi işlerle uğraşanlar, bir çuval içine konulup, ağzı bağlanarak gece yarısı denize atılırmış. Ancak bu iddianın ne kadar gerçek olduğunu bilemiyoruz. Öyle ki; bir eğlence sonra Deli İbrahim’in Harem’deki tüm cariyelerden sıkıldığı ve yenilerini almak için toplu olarak aynı gece içinde 300 kadar kadını çuvallar içinde Boğaz’ın sularına attığı da yazılanlar arasındadır. Bunlardan yalnızca bir kadının kurtulmayı başararak bir gemiye binip Paris’e kaçtığı iddia edilenler arasında.

Saray erkeklerine cinsel münasebette sınır koyan Osmanlı, Yeniçerilere evlenmeyi yasaklamışken, Hareminde yüzlerce cariye bulundurması pek tabi olarak sarayda istenmeyen cinsel münasebetlerin ve entrikaların olmasına neden oluyordu. Padişahın istediği zaman, istediği yerde birlikte olması mümkünken; kadınların yalnızca Padişahın kendiyle birlikte olmasını beklemesi de ayrı bir huzursuzluk nedeniydi. -Erkek cinsel tatminlik yaşarken, kadının bu konuda ciddi bir boşluk yaşaması yine kadının ruhunda yaratılan ayrı bir tahribattır.- Kendini güçlü hisseden sabırlı cariyeler bekleyişlerini zafere dönüştürmek için de planlar geliştirip türlü entrikalara başvuruyordu. Padişah eşlerinden bazıları kocalarından hamile kalan kadınları karnındaki çocuğu düşürünceye kadar dövmeye hatta ve hatta öldürmeye bile teşebbüs ediyordu.



İşkenceli hadım yöntemleri



Hareme yabancıların girmesi yasaktı. Hele de erkeklerin. Osmanlı’da harem içindeki kadınları korumak amacıyla hadım kullanılırdı. Harem’de Valide Sultan’dan sonra Darü’s-saade Ağası yönetiminde olan Hadımlar görevliydi. Adeta insan irisi Araplardan seçilen zenci hadımlar zararsız hale getirilerek hadımlık görevine veriliyordu.

N. M. Penzer’in 1936’da yazmış olduğu “Harem” adlı kitabında anlattığı hadım edilme yöntemleri harem gerçeğinin farklı bir yanını da ortaya koyuyordu. Acı dolu gerçekler hadım adaylarının işkenceli göreve hazır edilme operasyonlarını anlatıyordu.

Burada anlatılan acı gerçekler haremi koruyacak bu hadımların, hadım edilme yöntemleridir. Çin’de, Mısır’da ve Osmanlı’da farklılık göstermeyen bu hadım edilme yöntemleri üç şekilde yapılıyor:

Sandali veya Tamamen Traşlı: Organlar tek bir harekette, keskin bir bıçak yardımıyla tamamen kesilir. Teneke ve ahşap bir tür, üretraya sokulur. Yaraya kaynar yağ sürülür ve hasta taze tezek yığınına yatırılır. Yiyecek olarak süt verilir. Eğer hadım edilen kişi genç birisi ise çoğu kez yaşar.

Penisi Kesilen Hadım: Cinsel ilişki ve döl verme yeteneği yerindedir, fakat penisi yoktur.

Hadım: Testisleri kesilmiş veya ezilmiş, burulmuş olan klasik Thlibias ve Smivir.

Bir de operasyonun yapılış biçimini duyduğunuz da sakın dudaklarınız uçuklamasın!

Erkeğin göbeğinin hemen alt kısmı ve bacakların baldır kısmı, beyaz bandajlarla sarılır. Sırt üstü yatmış olan hadım adayının, üzerinde operasyon yapılacak olan bölgeleri acı biber karıştırılmış su ile üç kez yıkanır. Orak benzeri bir kesici ile hem testisler hem de penis mümkün olduğunca dipten kesilir. Hadım etme işlemi yapılmış olduğundan penis kökündeki kanala gümüş bir iğne veya metal çubuk sokulur. Daha sonra yara soğuk su içine yatırılmış kağıt ile dikkatlice sarılır. Bandajlama sonrası hadım, iki adet “bıçakçı” yardımıyla birkaç saat yürütülür ve daha sonra yatırılır. Hasta, tuvalet ihtiyacını gideremeyeceği için 3 gün boyunca sıvı verilmez. Üç gün sonra bandajlar açılır ve tüp çıkartılır. Hasta idrarını yaparken kanama olmaz ise sorun kalmamış demektir. Aksi takdirde kanallar şişmiş demektir. Ve hasta ölür. Erkekliklerinden tamamen arındırılan ve harem kadınlarının koruma ve hizmetine sunulan hadımların yine yazılı kaynaklarda saray içinde yaptıkları evliliklerinden de bahsediliyor.

Hadım alırken nelere dikkat edilmesi Kabus-name’de şöyle anlatılıyor:

“Geldik imdi hadım olarak istihdam etmek için alacağın kulun nişanlarına... Gayet kara ve ekşi yüzlü ve yüzü buruş buruş olsun. Gövdesi zayıf, derisi kuru, saçı yufkacık, dişleri seyrek, sesi incecik ve baldırı ince olsun. Dudağı kalın, burnu yassı, parmakları kısacık, boyu büğrü ve boynu ince olsun. Bu dediğim gibi olunca sarayda hadım olmaya yarar. Amma sarayda ak hadım olması gerekmez. Hele ki benzi kızıl olursa. Sonra gayet sakın sarışın hadımdan, çok çekin bu cinsten. Hele saçı yoluk, gözü sulanır, çapaklı ve yaşarır olursa. Derler ki, kendi sever avreti ya da başkasına sevdirmek için pezevenklik eder. Hasılı bunun gibiden hayır gelmezmiş.”

roman 09.11.2005 15:32

Enis koydugum yazinin senin ile,
 
bir alakasi yok birader.

09.11.2005 15:35

Okiiiii.. :)) o.T.
 
ohne Text

flatfox 09.11.2005 16:50

das frauenthema...
 
scheint euch zu beschaeftigen!

doch ist das nicht alles was mich am kuran/ islam zum nachdenken anregt...

wieso wird eine "weltreligion" in die schranken einer kultur gezwaengt???

muss ein türke unbedingt in arabisch zur moschee eingeladen werden (esan)?

muss ein japaner der zum islam übertretet anfangen arabische floskeln zu lernen wie: "allah", "allahuhekber". *lustig* oder vieleicht sogar ganze gebete???

müssen unsere kinder denen wir moral und gottesfurcht/liebe beibringen wollen das arabische alpfabet und arabische aussprache lernen?

muss eine deutsch geschaeftsfrau die zum islam übergeht sich bedecken, darf keinem mann mehr die hand geben - eigentlich nicht einmal im gleichen besprechungzimmer mit den maennern sitzen??? aber muss nach arabischen sitten die kunden bedienen...

muss euch ganz offen sagene - glaube nicht das die arabische kultur so wichtig ist... ich persöhnlich bevorzuge die europaeische kultur.

= schaut spreche sogar deutsch mit euch : )

foxxx

resit23 09.11.2005 17:43

TOTALER BLÖDSINN
 
1. Hat die arab. Kultur nichts mit dem Islam
zu tun also muss man die Kultur nicht
lernen.
2. Allah usw. muss auch ein Japaner lernen und
ausserdem sind das keine Floskeln, wenn du
sowas als floskeln siehst dann gute nacht.
3. Deutsche dürfen dann die Hand auch nicht
mehr den Männern geben weil der Islam nicht
zwischen Nationaliäten unterscheidet.
4. Dein ganzer Text war schwachsinn.

09.11.2005 21:39

A dan Z ye hepsi cok dogru
 
DIN dedigin anladigin dilde okunur anlasilir ve yasanilir...

Senin bahsettigin konu ise farkli... o MÜRIDLIK SALAKLIK VE MAHLUKATLIKTIRRR

Karilarin basina cuval parcasi gecirip LAGA LUGA yapmak ancak piskopat Hocalarin isidir...

DIN dedigin ise Haci Hoca degil... AYDIN VE ZAMANIN INSANLARININ isidir...

Elhamdulullahi Rabbil Alemin ne anlama geliyor ???? adamlar kir yil okuyor ne okudugundan haberi yok...

DIN dedigin öyle olammmzzz

Su an piyasada ISLAM DINI yok... SALAKULLAH HOCA DANDIKLERININ SAHSIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIII IIIIIIIIIIIIIII DINI var....

Öyle Kuranmis muranmissss... adi var kendisi yok...

Millette cogunluk olarak enayi.. Hocalarin kicindan cikmiyorlar

roman 09.11.2005 22:24

Hoşçakalınız...
 
Yaşamımda en çok değer verdiğim ve canımdan, kanımdan olan, dünyanın benim için en değerli varlığı olan yavrumu kaybettiğim haberini aldığım için aylarca buraya bir yazı koymayacağım ve aktif katılmayacağım.

Beni seven veya sevmeyen tüm insanlara sevgi ve barış ve iç uzur dolu yaşam dileklerimi sunarım.

Eğer birilerinin kalbini istemeyerek kırdı isem özür dilerim, birilerini mutlu kılabildi isem o mutluluk bir yaşam boyu onlar ile dopdolu olmasını dilerim...

Selamlar, sevgilerim ve saygılarım ile tüm hepinize yaşamınızda mutululuklar dilerim...

Hoşçakalınız...

balikiz 09.11.2005 22:26

terbiyesiz pis herif!
 
asil sen laikcilerin kiçindan çikmiyorsun! benden söylemesi: fazla derine girme, üstüne siçarlar!

09.11.2005 22:35

Masallahhh amma DININ varmisss
 
hem seksi hem süper kelimelerle doluu... hemde cok Erotik...

Ya askim sen benim DINIMden degilsinkiiii

Laikcilik olunmazzz Laiklik Demokrasinin taaa kendisidir....

Senin gibi bez parcasina tapanlardan degiliz bizlerrr... ama iste Laiklik sayesinde sen DININI özgürce yasayabiliyor... hatta küfürbaz Tesettürlü kiz olabiliyorsun.... ama Demokrat koca bulman zor iste... belki 5 vakit dayak atan birsine rastlarsin... o ihtimal Sünnetullahtaaa cok cooook yüksektir..

Hadi güzelim, aslinda ben senden daha güzel ama olsun... senin DINI senin gibilere... Benim DINIM dünya Aleme..

Bakalim hangimiz daha cok sevilir sayilir

09.11.2005 22:40

Yapmaaa yaaaaaaaaaaa
 
Allah Rahmet eylesin, basin sag olsun arkadasimmmm... yani inan soktayim valla... umarim günün birinde bu acin birazda olsun azalir...

Benden olan tüm haklar helal seker olsun, sana ve kederli ailene takrar bassagligi dilerim, benim cocuklarim yok ama iki tane yegenim var Ertugrul ve Emirhan ve ben dayilari olarak onlari o kadar seviyorumki, bir babanin sevgisini azda olsa anlarim....

Allah yolunu acik eylesin... yapacagimiz bir seyler varsa söyle, elimizden geleni yapmaya calisiriz, sanirim bunu bir cok kisilerin adina söyleyebilirim burada...

Selam ve dualarimla
Enis Kaya

balikiz 09.11.2005 22:58

tabi dinlerimiz ayri ELHAMDÜLILLAH!
 
senin görgüsüzlügüne gelince:

kibirliye kibirli davranmak SADAKADIR!

09.11.2005 23:02

Iyide neden böyle agressifsin
 
niye atlayip yere vuruyorsun...

DININ daha iyiyse o zaman cok daha medeni cok daha ileri görüslü hatta bende cok cok daha mükemmel olman lagzimken... neden bagirip cagirip HURAFELER ve küfürler atiyorsun...

Yaniii tekerlergi senmi icat ettin...

Artik ögren.. SENIN DININ sanadir baskalarinin DINI baskalarinadir...

Allahin jandarmaligini yapmaktan uzak kalin... bizlerin Allahi aicz degildir SIzlerin onu korumasina ihtiyaci yoktur..

balikiz 09.11.2005 23:09

o.T.
 
sen istedigin gibi konusabilirsinde, baskalari konusamazmi? sen kendine demokrat diyorsun, ama bi diktatörden hiç farkin yok!

asil agresif olan kim? terör estirdigin yetmedimi be? tabi, gerçek hayatinda seni kimse dinlemedigi için, buralari basi bos buldun, deme? nix da!

kickboxer21 09.11.2005 23:14

En büyük Düsman Müslüman
 
Mü`minlerin en büyük düsmani müslümanim diyenler burdaki forumda yazanlar gibi aynen.
Seytan basit bir düsman en azindan apacik bir düsman.
Müslümanlik lafla olmaz imanla olur!!!
Bütün pisliyi yap ondan sonra "benim Kalbim Temiz" hadi be cocukmu kandiriyorsunuz. Seytan zaten insani böyle kandirir temiz kalbi falan fistik iste.
Peygamberi rüyada gören "cennetlik" yani Mü`min görmiyenler düsünsün artiiik.

Einige hier im foren werden für Ihre texte bezahlt!!! War oder nicht wahr findet es selber heraus.

Reklamlaaar


Alle Zeitangaben in WEZ +2. Es ist jetzt 10:34 Uhr.