Vaybee! Forum

Vaybee! Forum (http://localhost/forum/index.php)
-   Gesellschaft & Soziales (http://localhost/forum/forumdisplay.php?f=398)
-   -   Religion & Glauben (http://localhost/forum/showthread.php?t=4272)

25.06.2005 17:52

Alevilik mi Türk törelerine daha uygun
 
yoksa beynelminel zibidiler mi? Kaplumbaga cikmista kabugunu begenmemis. Aslen Türk oglu Türk olan ve Türkmen kökenli olan Osmanli"da, nedense Türklere yer yoktu. Ama suudi arabistan"da mekke surlarini, günümüzün arablarinin yikipta yerine hotel yapmak istedikleri mekke surlarini, ayni ecyad kalesi gibi yikipta hotel yapmak istenilen surlara, Osmanli bütcesinin yüzde 7o"ini harcamisti. Arabdan daha arabci. sizi gidi siziii ;-))) sag gösterip sol salla ;-))

25.06.2005 18:05

Rückständigkeit der sunnitischen Welt!
 
Die zahlenmäßig größte Gruppierung in der islamischen Welt, die Sunniten sind dazu verdammt rückständig zu bleiben. Eine Erkenntnis der Aufklärung ist die, dass man seine Positionen hinterfragt und die der anderen wenn schon nicht respektiert dann aber zumindest akzeptiert. Die aufgeklärte Zivilisierte Welt hat diese Lehren aus zwei zuvor ereigneten Weltkriegen, gezogen. Die Sunniten sind schwach und nicht überlebensfähig. Die Gutmütigkeit, die die zivilisierte Welt Ihnen entgegenbringt deuten Sie als schwäche und versuchen mit Hinterhältigkeit und Feigheit, Takkiye von hinten zuzuschlagen. Schon die Gründungsväter der Sunniten, Ebu Bekir und Ömer, übringens der 127 Moslem und nicht der 40., Osman und sein Cousen Yezit, haben den tapferen Ali mit Hinterhältigkeiten bekämpft. Muaviye, der gegen Ali zu Felde zog und verloren hatte, missbrauchte den Kuran für seine Zwecke und ließ von einem sogenannten Richterteam sich zum Sieger verküren. Zuvor befahl er seinen feigen teuflischen Truppen, Kuran Verse an ihre Schwerter dranzuhängen. Darin schon können wir sehen, dass der Kuran für die Vorväter der Sunniten, dem arabischen Emevi-Klan, einer in der Wüste Weintrinkende und Orgienfeiernde Sippe, nichts von Bedeutung ist. Daher rührt der unbedingte Wille Sunniten, dass neben dem Kuran, eine weitere schriftliche Quelle existiren müsse.

25.06.2005 18:22

Islamin yüzkarasi olan IRAN
 
hapi yuttu.... tam bir HZ. Muhammedin Allahini tanimayan vir DIN AZMANINI... devlet basina sectiler....

Artik hayirli olsun diyelim.... kendileri sectiler kendileri bulacak....

Tam 40 yildan beri... Iran düpedüz HURAFE devleti olarak dünya ila ayri bir konumda yasamakta.... onlarin cocuklari artik tamamiyle kafayi bozmus durumdalarki... böyle medeni bi imkani teptiler...

Skür bizlereki devlet sistemimiz otumus ve en azindan DINImize kimse karismiyor... ausser die DIN AZMANLARI...

Aber von denen gibt es auch im Forum genügend.... hepsinin aklinin bir araya toplasan bir yarim adam etmezler...

Selamlar

25.06.2005 18:25

Sünnilerin hali belli... A dan Z ye
 
Hurafeye batmislar.... feci sekilde asirilar... galiba Alevilik zamaninda Samanizimi disari cikarirsak... bunlara karsi üretilmis olan bir DIN gözükmekte....

Yani karman corman....

O yüzden ben tüm Mezhepleri cöpe atiyorum...

Mezhepler ve Emevi-Hurafe-Sünnetleri insani DELILESTIRIYOR

25.06.2005 18:27

Bence hem Alevilik hemde Sünnilik
 
Ilsam disidir... uydurmalar asiri sekilde cok icerisinde....

Daha cok.... insanlar tarafindan MACHT icin üretilen iki tane IDEOLOJI safsatasi...

Bana sahsen ne Alevilik nede Sünnilik zerre kadar bir sey kazandirmamistir... hatta tam tersi cogu seyleri kaybetmeme yol acmistir

25.06.2005 18:28

Meine Reden Enis! ;-)) o.T.
 
ohne Text

25.06.2005 18:29

Senin Lazinada Kürdünede baslatma beni
 
agzinda iki tana AZMANI isimleri almis burada LAGA LUGA.... baska hic biur sey yok kafanda zaten.... birde Musilmansin iste... daha ne olurki senden

25.06.2005 18:31

Alevilik neyin garantisiymis ???
 
anlamadim.. aciklarmisin.. ama yine 200 sayfa yaziyla degil

25.06.2005 18:33

Ben sahsen sirf Kuran"i esas alirim!
 
Mein Glauben basiert auf dem Fundament des Kuran"s. Der Kuran ist Gottes Werk, aber die Fikih Bücher und Hadis Bücher sind Teufelsbeitrag. Den Kuran mit den Errungenschaften der Wissenschaften kann man angenehm kombinieren. Das Eine schließt das Andere nicht aus. Aber sobald ich irgendwelche, Haci Hatali Solla Geschichten, höhre die dem Propheten angedichtet wurden sind. Fängt es an absurd zu werden un der Logik des Menschlichen Verstandes zu entziehen.

doenertier 25.06.2005 18:36

WER WEISS...
 
Bugünlerde Alevilik, geçmişte eşine hiç rastlanmamış bir biçimde, gündemde bulunuyor. Bir süredir Alevilik üzerine yayınlanan kitaplar bir yana, gazelerde yazı dizileri, makaleler birbirini izliyor. Televizyon kanalları Aleviliğe uzun saatler ayırıyorlar. Bu durum karşısında sorulması gereken bir soru var: Neden Aleviliğe ilgi giderek böylesine artmaktadır?

Bu sorunun yanıtı, her şeyden önce, yayınların niteliklerine ve amaçlarına bakılarak verilmelidir. Bu açıdan baktığımızda, bu yayınları 4 ayrı gurupta toplayabiliriz:

· Gerçekten bilimsel ve objektif yayınlar.

· Böyle olmayıp da Aleviliği, Şiiliğin bir kolu olarak göstermek isteyenler.

· Aleviliğin Sünnilik gibi, bir İslam mezhebinden başka bir şey olmadığını öne sürenler.

· Aleviliği, Anadolu Türk halkından soyutlamak isteyenler.

Doğrusunu söylemek gerekirse, kendisi Alevi olsun olmasın, Aleviliğin kökenine, tarihsel gelişimine ilişkin açık ve kesin bir bilgisi olmayanların, Aleviliği Şiilik ya da Sünnilik içinde eritmek, Anadolu Türk halkından koparmak amacını güden bu yayınlardan etkilenmeğe başladıkları da üzücü bir gerçektir.

Öte yandan, bilimsel ve objektif olanların dışındaki yayınların, ortak bir amaçları bulunduğu da açıkça görülmektedir. Bu ortak amacı daha iyi anlayabilmek için, Türkiye*’yi öteki İslam ülkelerinden ayıran iki özelliği sürekli göz önünde tutmamız gerekir. Bu iki özellik şudur:

1. Halkı Müslüman olan başka hiçbir ülkede, Atatürk devrimleri yaşanmamıştır.

2. Halkı Müslüman olan başka hiçbir ülkede, Anadolu Alevi halk kitlesi gibi bir kitle yoktur.

Başka bir deyişle, Türkiye’yi hâlâ İran’a Cezayir’e Afganistan’a Suudi Arabistan’a dönüştürememişlerse, bu, karşılarında bu iki ayışmaz engel olduğu içindir.

Bu nedenlerle de Türkiye’yi Arap Ortaçağının karanlığına gömmek ya da İran İslam Cumhuriyeti’ne benzer bir sistemin içine çekmek isteyenler için, aynı biçimde özgün yapısının yıkılması, soysuzlaştırılması gerekmektedir. Atatürk Devrimleri’nin ve Aleviliğin düşmanlarının aynı karanlık çevreler ve güçler olması, hiç de bir rastlantı değildir.

O halde Alevilik, tüm bu saldırılara, tüm bu özgün yapısından koparılma çabalarına karşı korunmalıdır. Bunun en başta gelen yolu ise, neyi korumamız gerektiğini kesin tanımı ile bilmektir.

Bunun için de önce Aleviliğin temellerinin nasıl atıldığına, bu temeller üzerinde Anadolu’da nasıl geliştiğine ve biçimlendiğine, çok kısaca da olsa, bir göz atmamız gerekiyor.

I

Artık hemen hemen tümümüz biliyoruz ki, Türkler, İslamiyeti öyle kendiliklerinden ve isteyerek değil, 300 yıl süren bir direniş sonunda bölük bölük ve zor karşısında kabul etmek durumunda kalmışlardır.

Bu uzun direnişin Türklerin yabancı bir devletin işgaline karşı yurtlarını korumaları, Arapların zulümlerine karşı koymaları gibi nedenlerini bir yana bırakarak, konumuz bakımından asıl önem taşıyanı üzerinde duralım. Bu işgalci Araplar, aynı zamanda kendi dinlerini de ele geçirdikleri ülkelerin insanlarına zorla benimsettiriyorlardı. Ne var ki, İslamiyetin temel kurallarının Türk toplumunda uygulanması olanaksızdı. Çünkü, kentler kurarak yerleşik düzene geçmiş olan Türkler bir yana, asıl büyük Türk çoğunluğu hâlâ yarı – göçebe bir yaşam sürmekteydi. Bu arada hemen belirteyim ki, yerleşik Türkler, göçebelerden daha kolay ve daha önce İslamiyeti benimsemişlerdir. Peki, göçebeliklerini şu ya da bu düzeyde sürdüren Türkler için, İslami temel kuralların uygulanması neden olanaksızdı? İşte bu soruya verilecek yanıt, Aleviliği anlamakta ilk anahtar olacaktır.

Gerçekte konu çok açık. Çünkü, sürekli olarak hareket eden, bir yerden bir yere gitmekte olan ve bu arada hasımlarına karşı hep tetikte olması gereken bir Türk boyunun gün boyunca beş kez durarak namaz kıldığını bir düşünün. Ya da Sünni İslam da bile, seyahat durumunda oruç tutmama olanağı tanımışken, sürekli hareketli bir toplumun bireylerinin, nasıl olup da oruç tutabileceklerini, gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Üstelik, bu insanlar, temel geçim kaynakları olan hayvan sürülerini, kime ve nereye bırakarak, Hacca nasıl gidebileceklerdi?

Kaldı ki, göçebe bir toplumda kaç göç nasıl uygulanabilirdi? Türk kadını, eşi ile ve topluluğun öteki bireyleri birlikte, at koştururken ve gerektiğinde elinde kılıç savaşırken, şimdi onu nasıl olup da bir yere kapatabilecektiniz. Bir bilgi olsun diye şunu söyleyeyim: O dönem Türk toplumunda en uzun süreli hapis cezası, 10 gündü!

Şunu da asla gözden uzak tutmamak gerekir ki, göçebe toplumların varlığını koruyabilmeleri için, sıkı bir disiplin gerekir. Bu disiplin ise, törelerle sağlanır. Bu nedenle, bu gibi toplumlarda töreye bağlılık, çok güçlüdür. Türk de töresine bağlıydı ve yaşayabilmek için, bağlı kalmak zorundaydı da.

Ama şimdi, kabul etmek zorunda bırakıldığı inanç sisteminin gerektirdiği uygulamalar, onun yaşam biçimine tümüyle aykırıydı. O halde, yapılacak tek şey vardı: Görünüşte İslamı kabul etmek; ama gerçekte ve uygulamada kendi töresini, buna temel oluşturan inançlarını sürdürmek...

Aleviliğin ilk temeli budur.

II

Tümümüz yine biliriz ki, Ahmed Yesevi’nin Alevilikte çok önemli bir yeri vardır. Fakat, Sünniler de Ahmed Yesevi’ye sahip çıkarlar ve Türkler arasında İslamiyetin yayılmasında çok önemli bir görev üstlenmiş olduğunu belirtirler. Gerçekte Ahmed Yesevi, özünde Sünni, şeriata bağlı bir kişidir ve Nakşibendi tarikatine de girecektir. O zaman nasıl olmuştur da Ahmed Yesevi, Alevilik için bu denli önemli bir yerde bulunmuştur?

İşin gerçeği şudur; İslamı böylece görünüşte ve yüzeysel olarak kabul etmiş olan Türklerin Sünniliği içlerine sindirmedikleri, daha da önemlisi kendi kültürlerine tümüyle yabancı olan bu ideolojiyi anlayamadıkları açıkça ortadaydı. Ahmed Yesevi, bu engeli aşmak ve İslamı Türklere içten benimsettirmek istiyordu. Bunun için ise, İslamı onların algılayabilecekleri ve yaşam biçimlerine ters gelmeyecek biçimde anlatmak ve belletmek gerekiyordu. O, bu amaçla, İslamiyeti Türklere ters gelmeyecek bir biçimde yorumlamak ve açıklamak yolunu seçti. Ne var ki, sonuç, Sünni Ortodoks İslam anlayışından çok değişik olacaktı. Bu nedenle de İslamın bu anlaşılış ve anlatılış biçimi, bu dini yüzeysel de olsa benimsemeye zorlanmış olan Türkler için, kabul edilebilir bir yorum olmuş ya da en azından onlar öyle algılamışlardı.

Bugün bile Türkiye’deki Sünni çevrelere ters gelecek şu dizeler, Ahmed Yesevi’nin ya da öyle kabul ediliyor:

Anlamıyorum alimler konuştuğunuz Türkçeyi

Ariflerden duyunca, açar gönül mülkünü

Ayet, hadis manası Türkçe olsa uygundur

Manasını kavrayanlar yere koyar börkünü

Üstelik, o, Türk halkını ezen egemen çevrelere zaman zaman karşı çıkıyor ve halktan yana bir taraf alıyordu:

Padişahlarda, vezirlerde adalet yok

Dervişlerin duasında icabet yok

Türlü bela, halk üstüne yağdı dostlar

Onun şu dizeleri ise Alevi yazınında göreceğimiz bir temel duygu ve inanışı çağrıştırıyordu:

Ey siz, can çekip, her lahza izlersiniz ilahiyi

Onu izlemeye hacet yok, ilahi siz ilahi siz(siniz)

Aleviliğin bir başka temeli de böylece atılmış oluyordu.

III

Bu aşamada dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır:

1. Henüz daha Alevilikten söz etmek olanaksızdır. Olan, yalnızca temellerinin atılmaya başlanmasıdır.

2. Türklerin kabule zorlandıkları ve yüzeysel olarak kabul ettikleri İslam, Sünni İslamdır.

Bu ikinci nokta, son derece önemlidir. Çünkü, bu tarihsel gerçek, Aleviliğin Şiilikten kaynaklandığı savının geçersizliğini kendiliğinden ortaya koymaktadır. Sonraki gelişmeler ise, bu gerçeği büsbütün belirginleştirecektir. Örneğin, Aleviliğin kilometre taşlarından olan Baba İlyas, Kayseri’de kadılık yapmıştır. Şeyh Bedreddin ise, Musa Çelebi’nin kazaskeridir ve bir fıkıh bilginidir.

IV*

Tarihsel süreçte sırası ile Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve özellikle Osmanlı Devleti’nin sınıfsal ve kültürel oluşumlarının izlediği çizgi de Aleviliğin atılan bu temeller üzerinde gelişimini doğrudan belirlemiştir.

Her ne kadar bu devletler, Türkler tarafından kurulmuş idi iseler de yönetici kadroları, kısa sürede bulundukları yerlerin yerleşik halkının yaşam biçimini benimseyerek onlarla bütünleşmişlerdir. Bu ise, kırsal kesimde yaşayan ve İslam öncesi inançlarını İslami kisveyle sürdüren Türkler ile egemen çevreler arasında yeni bir uçurumun doğması demekti. Devlet, kendisine Sünniliği resmi ideoloji olarak almıştı. Üstelik, göçebeliklerini sürdüren ya da öyle olmasa bile kırsal kesimde yaşayan halkı, ekonomik bir sömürü altında tutuyordu. Büyük Selçuklu Devleti’nde 1153 yılında başgösteren Büyük Oğuz Ayaklanması, bu bakımdan konuya ışık tutmaktadır. Oğuzlar, Müslümanlığı kabul etmişlerdi; ancak kendilerinden alınan ağır verginin daha da arttırılmak istenmesi üzerine çıkan ve 3 yıl süren bu ayaklanma sırasında, kentleri yağmalayacaklar, camileri yakıp yıkacaklardır. Ayaklanma sona erdiğinde, her dört din adamından biri, Oğuzlarca öldürülmüş olacaktır. Bu tarihten önce Anadolu’ya gelip yerleşen Oğuzların da dünyaya ve Sünni İslama bakış açılarının hiç de değişik olmadığı, kolayca kestirilebilir. Buna koşut olarak da Anadolu Selçukluları, Büyük Selçukluların yolundan gidiyorlardı. 1239’da Anadolu’da başlayan Babalılar Ayaklanması, bu koşullar altında varlık kazanacaktır.

Biliyoruz ki, Baba İshak’ın başlattığı bu ayaklanma da Aleviliğin oluşumunda önemli bir aşamadır. Ancak, yine dikkat edilmesi gereken nokta, Alevilikten bu tarihte de söz edilemeyecek olmasıdır. O zaman sorulması gereken soru, bu ayaklanmanın neden böyle kabul edilmekte olduğudur. Sorunun yanıtı, Baba İshak’ın siyasal görüşlerinde bulunmaktadır. Gerçekten de Baba İshak’a göre, Türkmenler (Oğuzlar) haksızlığa uğramışlardı. Bütün insanlar eşit haklara sahiptiler; ama bir azınlık, bu hakları gaspetmişti. Selçuklu Devleti yıkılacak ve yerine haksızlıkları kaldıracak bir düzen geçecekti.

Osmanlı’ya karşı girişilecek olan tüm Alevi ayaklanmalarının temelinde de işte bu düşünce bulunacaktır.

Osmanlı egemen çevrelerinin, giderek kökenlerine yabancılaşan Türklerden, devşirmelerden, ele geçirilen toprakların askeri egemen çevrelerinden oluşması ve sonunda da Yavuz Sultan Selim’in izlediği İslamcı siyasa ve Türk Safevi Devleti’ni Osmanlı iktidari için, tehlikeli görmesi sonucunda, Anadolu’da Alevilik atılan bu temeller üzerinde yükselecektir.

Yavuz dönemi ile birlikte, artık Alevilik, apayrı bir duygu, düşünüş, inanç sistemi ve yaşam biçimi olarak karşımızdadır. Osmanlı da Alevi Türk’ünü, devletin öteki uyruklarından kesin bir biçimde ayırmaktadır. Osmanlı’ya göre, o, “zayıf-ül iman” yani zayıf imanlıdır, “mülhid”, yani tanrı tanımazdır, imansızdır. “Türkler”, “Etrak-i bi-idraktir”. Bu durum karşısında da Anadolu Türkleri, kendi devletleri olarak gördükleri Safevi Devleti’ne akın akın koşacaklardır.

Türk tarihi için, bir dönüm noktası olan Çaldıran Savaşı’nda karşılaşan iki ordunun oluşumu, birçok gelişmeye ışık tuttuğu gibi, Aleviliğin tümüyle Anadolu Türk’üne özgü olduğunu da açıkça ortaya koyar:

Safevi Devleti’nin kuruluşunda en büyük pay, Anadolu’dan gerisin geriye göç eden Ustacalı, Rumlu, Tekeli, Zulkadr, Şamlu, Afşar, Kaçar Türkmenlerinindi. O gün savaş alanında Şah İsmail’in ordusu Türklerden; buna karşılık Yavuz’un ordusu ise, Hıristiyanlardan devşirme Yeniçeriler, yardıma gelen Sırplar, paralı Hıristiyan askerler ve az sayıda da sipahiden oluşuyordu. Şah İsmail, Hatai adı ile Türkçe şiir yazıyordu, Yavuz ise Farsça!...

V

Aleviliğin temelleri Orta Asya’da atıldığına ve bu temeller üzerinde Anadolu’da Türk’e özgü olarak varlık kazandığına ve İslami kisveyle İslam öncesi Türk töresi ve inancın yaşatılması olduğuna göre, Hz. Ali’nin Alevilikteki eşsiz ve saygın yeri nasıl açıklanacaktır?

Ehl-i beyt’in Arap egemenlerince zulme uğratıldığı tarihsel bir gerçektir. Türkler de yaşadıkları bölgelerin egemenlerince zulüm altında inletilmişlerdir. İslamiyeti belirtilen biçimde kabul eden Türkler için, Ehl-i beyt ve özellikle de Hz. Ali’ye duyulan yakınlık ve sevgi, bu açıdan ve simgesel bir bağlılık olarak değerlendirilmelidir.

Bu çerçevede, Alevi ozanlarının çoğunda geçen Musa-Firavun motifine de dikkatinizi çekmek isteriz. Hatta Alevilerde sıkça rastlanan Musa adının da Firavun’un zulmüne uğradığı varsayılan Musa’dan esinlenerek, başlangıçta konulduğunu ve bunun gelenekleştiğini söylemek gerekir.

VI

Konuyu daha iyi belirleyebilmek için, bir olgu üzerinde de yine kısaca durmak gerekiyor. Bütün toplumlar, maddi yaşamlarında, duygu ve düşüncelerinde, inançlarında kendinden önce gelip geçmiş ve ayrıca hâlâ varlıklarını sürdüren başka toplumlardan etkilenirler, kendi yapılarında onlardan öğeler taşırlar. Başka bir deyişle, herşey sıfırdan başlamaz. Ancak, ayrı bir kimliğe sahip olabilen toplumlar, tüm bu öğelere kendi damgalarını basarlar. Örneğin, İslam dininde de söz gelimi eski Mısır inançlarından, Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan izler görülür; ama bunlar, İslamiyetin apayrı bir din olarak varlık kazanmasını engellememiştir. Çünkü, İslamiyet bu etkilerin tümünü kendi potasında eriterek, kendi damgasını basmıştır.

Bu bilimsel gerçek, doğal olarak Orta Asya’da yaşayan, sonra batıya doğru göçen ve sonunda da Anadolu’ya gelip yerleşen Türkler için de söz konusudur. Başka toplumlardan kaynaklanmış olan öğeleri, Anadolu Alevi Türk halk kitlesinde de görürüz. Bu izlerden ya da ögelerden birini ya da birkaçını ele alıp, bunları ön plana çıkararak Anadolu Aleviliğinin oralardan kaynaklandığını öne sürmeye kalkışmak ya bilime aykırılığın ya da bir art düşüncenin kanıtıdır. Söz gelimi, Zerdüştlüğün izlerinden kalkarak Kürt kökenli olduğunu öne sürmeğe kalkışmak böyledir.

Oysa aradan geçen bunca zamana ve bunca baskıya karşın, bugün bile Anadolu Alevisi, İslam öncesi Türk duygusunu, düşünüşünü, töresini İslam adı altında da olsa sürdürmektedir. Bunun en çarpıcı kanıtı, kadın konusundadır.

VII

Bu çerçevede kimi bilim adamlarının Aleviliği nasıl tanımladıklarını ya da tanımlamaya temel olacak hangi sonuçlara ulaştıklarını görelim:

Mehmet Eröz, “Türk Alevilik ve Bektaşiliğinin ana kaynağı Türk kültürü ve eski Türk dinidir”;“göçebeler, Müslümanlığı şeklen kabul ettiler” diyerek[1], anlatmaya çalıştığımız gerçeği de belirtmiş bulunuyor.

Mélikoff, önce Aleviliğin, “Ali ve Kerbela şehitlerine karşı dindarca bir saygı dışında, Şiiliğin, aşırı ya da aşırı olmayan, hiçbir görünümünü ortaya koymadığını...” belirtmekte ve “eski Türklerin dini ve sosyal yaşamlarının basit ve kolayca bir İslamlığa uygulandığı bir halk inanışı” tanımını yapmaktadır.[2]

Mustafa Akdağ’a göre, “Çoğu Türkmen olan göçebe halkının da Şamanilikten sahip oldukları birtakım adetlerin İslam dinin de kaidesi olarak ifadesi...”*dir.[3]

Faruk Sümer de “XV. Yüzyıl ortalarında Türklerin dini inançları” için

“....medresenin tesiri dışında kalan köylü ve göçebelerin mühim bir kısmı sathi bir İslamiyetin görünüşü altında Orta Asya’dan getirdikleri eski dini inanç ve telakkilerini devam ettiriyorlardı”

diyor.[4]

Zeki Velidi Togan’ın da Türklerin İslamiyeti kendi açılarından yorumlayışları için, “İslamiyetin milli bir Türk dinine çevrilmesi” nitelendirilmesini yapmış olduğunu belirtmek yerinde olacaktır.[5]

Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Söz gelimi, Fransız Türkolog J. P. Roux’un şu sözleri, günümüz Anadolu Aleviliğinin gerçek niteliğine ışık tutmaktadır:

“....yoksul tabakanın dokuz yüzyıllık Müslümanlaşmadan sonra (bile), ortaçağdaki inançlarından, bazı kalıntılardan çok (daha) fazla şeyler muhafaza etmiş olduğunu açıkça göstermektedir.”[6]

Sözün özü, Alevilik, Türk’e özgüdür, onun İslam öncesi değerlerinin, İslama karşın; ama onun görüntüsü altında yaşatılmasıdır.

Kaynaklar

Akdağ, Mustafa: Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, C. 1, Ankara 1959.

Eröz, Mehmet: Eski Türk Dini (Gök Tanrı İnancı) ve Alevilik, Bektaşilik. İstanbul 1992.

Mélikoff, Irène: Uyur İken Uyardılar–Alevilik, Bektaşilik Araştırmaları. İstanbul 1993.

Roux, J. P.: Türklerin Tarihi: Büyük Okyanustan Akdeniz’e 2000 yıl. Çev. Galip Üstün, İstanbul 1991.

Sümer, Faruk: Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişimesinde Anadolu Türklerinin Rolü. Ankara 1992.

Togan, Zeki Velidi: Umumi Türk Tarihine Giriş. C.1, İstanbul 1970.



--------------------------------------------------------------------------------

1 Bkz. Eröz 1992: 7, 10.

2 Bkz. Mélikoff 1993: 34.

3 Bkz. Akdağ 1959: 283.

4 Bkz. Sümer 1992: 201.

5 Bkz. Togan 1970: 271.

6 Bkz. Roux 1991: 195.

25.06.2005 18:42

Bana sor sen yaw... kimse benden baska
 
sana medeni cevap veremez burada... cünkü hemen hemen hepsi IDEOLOJI kurbanlaridir...

Ben sana Seriati aciklayayim... asli olarak tabi...

Seriat... en kisa sekliyle

Dinin hedefi olan gayeye ulasmak icin gerekli olan sartlardir.....
Bir baska terimle... Tüm seva DINLERIN temelinde yatan EVRENSEL DIN aciklamalaridir...

Veya bir sistemin adlandirilmasidir.. yani DINI HUKUGUN... ki su aniyle zaten DINI HUKUGA en cok yakin olan sistem ise DEMOKRASIDIR...

DEMOKRASI DISINDA tüm sistemler.... su aniyle daha cok SEYTANI sistemler denilebilir ki bunlarin TÜMÜ... hakla degil.. bastakilere hizmet eden sistem... ve resmen SERIAT disi...

Iran olsun, Arap Alemi olsun TR haric tüm Islami devletler olsun... remsne Seriat disi sistemlerdir... cünkü hic biri ISLAM HUKUGUNU devlet hukugu olarak yerlestirmemisler... onun yerine kendi SAHSI hukugunu koymuslar

doenertier 25.06.2005 18:44

SIILIK ve OSMANLI - IRAN OLAYLARI
 
“Şia” Arapça bir kelimedir. Birine uyan, birinden yana olan, birinin tarafını tutan, bölük, fıka v.b. anlamlarına gelir. Şia, Hz. Muhammed tarafından, Hz. Ali’ye uyanlara veilen isimdir. Hz. Peygamber bu sözcüğü “Ali’nin Şiası”, “Sen ve Şian”, “Şiamız” şeklinde kullanmıştır.

Şia, İslam tarihindeki hilafet tartışmaları sırasında Hz. Ali’yi tutanların aldıkları isimdir. Ali yanlıları, Ali’yi tutanlar anlamına gelir. Yani Şia, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ali’yi halifelik için en uygun kişi olarak gören, onu “meşru halife” kabul eden, ondan sonra gelecek halifelerin de, onun soyundan olması gerektiğine inanan topluluğa verilen isimdir.

Şiilik denince akla İran gelir. Dünyada İran’ın dışında da Şii vardır ama, anayasasında resmi devlet dininin Şii, yani Caferi olduğunu kabul eden tek ülke İran’dır. Son İran anayasasının 12. maddesi bunu anayasa maddesi yapmıştır.

Şimdi Şiiliğin İran’daki doğuşunu, gelişimini ve iktidar mezhebi oluşunu tarihsel süreç içinde kısaca inceleyelim.

Hz. Muhammed ile Arap Yarımadası’nda başlayan ideal düzen yerini giderek servet ihtirasına kapılan zengin bir zümreye bıraktı. Arap çöllerinin yoksul bedevileri İslamiyetin yayılması için yapılan fetihler sonucu büyük servet sahibi oldular.

Halife Osman, büyük bir ordu ile Türk illerinin fethine girişti. O zaman Türk illeri Çin-Bizans ticaret oylları üstünde kuruluydu. Küçük beyliklerden oluşan Türk illeri Arapların büyük ordularına karşı koyamadı. Türklerin büyük serveleri yağma edilerek Arabistan’a göürüldü.

Araplar, İran ve Türk illerinde yaşayan halklara zulmetmeye başladılar. Bu ülkeler Arap saltanatının arka bahçesi gibiydi. Arapların amacı bu arka bahçeyi Müslümanlaştırmaktı.

Türkler Şaman dininde, İranlılar ise, Zerdüşt idi. Araplar Zerdüşt mabetlerini kapadılar, içlerindeki tüm kıymetli eyalara el koydular.

İran’da, İslamiyetin doğuşundan 1100 yıl önce (İ.Ö.535) kurulmuş bir imparatorluk vardı. İran ulusu, Asya’dan Yunanistan’a kadar uzanan (Anadolu, Akdeniz, Mezopotamya) bir uygarlığın yaratıcısıydı. İranlıların kendi topraklarında doğup biçimlenen bir dinleriyle, inanç kavramları vardı. Bu nedenle, ortaya çıkan ve küçük bir bölgeye egemen olan İslam toplumunun görüşlerini kolayca benimsemeleri mümkün değildi.

Yeni doğup gelişen ve bütün gücünü yeni bir dinden alan Arap egemenliğine, İran’ın hoşgörüyle yakaşması beklenemezdi. Çünkü, İslam dininin tutunması ve yayılması, İran ve Bizans İmparatorluklarının sarsılmasına, yıkılmasına bağlıydı.

İran gelişip büyümesi artık son sınırların avaran çok eski bir devletti. İran ordusunun gücü ayaklanmalar, saldırılar karşısında giderek zayıflamaktaydı. Yeni kurulmuş islam devleti ise, yeni inancın verdiği dinamizmle umutlu ve atılgandı. Din için savaşmak, dini yaymak için ölmek mutluluk sayılmaktaydı.

Duraklama dönemine girmiş İran’ın bu yeni güç karşısında bütünlüğünü koruyabilmesi için kendine yeni bir direnme kaynağı bulması gerekiyordu.

İşte, Arap saldırıları karşısında gerileyen İran’ın islamiyetin “hilafet” sorununa Ali ve Ehlibeyti savunması rastgele bir olgu değildir.(16)

Ali sevgisinin İran’da yayılmasında giderek ayrı bir mezhep olmasında bu çelişkinin de payı vardır. Yani Şiiliği, bir anlamla Emevilerin Arap ırkçılığı ve özellikle İran düşmanlığı doğurmuştur denebilir.

Şiilik, İranlıların İslam dinini kendi kültürlerine göre yorumlamalarıdır. Kur’an’a inanan Şiiler, Sünni inancına göre hazırlanan fıkıh, kelam, tefsir gibi konularda farklı görüşler savunurlar.

Bir başka deyişle Arap-İran olayı bir yanı ile inanç olayı olmaktan çıkıp, egemenlik sorununa dönüşmüştür. bu çok eski ve köklü uygarlığa sahip olan Acemlerin çölden gelen Bedevilere boyun eğmeyi reddetmelerinden kaynaklanan bir olaydır.

Üç asırlık bir direnmeden sonra Oğuz Türkleri 10. asırda kitleler halinde İslamiyeti kabul etmeye başladılar. Fakat amanlıklarını da bırakmadılar. Bu arada İranlılar da İslamiyeti kabul etmeye başlamakla birlikte Şiiliği seçtiler. Onlar gibi İran Azerbaycan’ında bulunan Türkler de Şiiliği benimsediler.

İran ülkesi Şiiliği kabul etmekte huzura kavuşmadı. İran Arap mücadelesi sürüp gitti.

Şiiler, İran’da Büveyhoğulları adıyla bir devlet kurdular. Büveyhoğulları, Ebu Süca Büveyh tarafından kurulmuş bir hanedanlıktı. Büveyhilerin hakimiyeti miladi 1055 tarihinde Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in Bağdat’ı alışıyla sona erdi.

Müslümanlığı kabul eden Oğuz Türkleri ise, Arap nüfuzundan kurtularak ilk Müslüman Türk devleti olan Samanoğulları devletini, sonra da Karahanlılar devletini kurdular. Oğuz Türkleri bu devletlerin yıkılmasından sonra İran’da Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu kurdular. Bu Şiiliğe büyük bir darbe oldu.

Büyük Selçuklu Devleti, İran’da Rey şehrini merkez yaparak bütün İran’a hakim oldu. İranlılar Araplardan sonra bu kez de Türklerin hakimiyeti altına girdiler ve Şiilik bir dönem için sindi.

Selçuk Sultan ölünce yerine 1040 tarihinde Tuğrul hükümdar oldu. Bu Şiiliğin karşısına artık Sünni Türklerin çıkmaya başladığı anlamına geliyordu. Tuğrul’un ölümünden sonra tahta Alp geçti. Alp Aslan’ın veziri Nizamülmülk koyu Sünni bir yönetim kurdu.

İran’da bu kez de Hasan Sabah’ın kurduğu Batınilik kuvvet buldu. Batınilerle çok uğraşan Nizamülmülk bu tarikat mensuları tarafından öldürüldü.

Selçuklu sultanlarından Tuğrul, Alp Aslan, Melikşah ve Sencer koyu birer Sünnilik savunusuydular. İran’da Büyük Selçuklu Devleti Moğolların işgali ile yıkılınca, Moğollar Irak’ı işgal ettiler. İran’da İlhanlılar devletini (miladi 1265-1337) kurdular, İlhanlı hükümdarı Gazan Han İslamiyeti kabul etti.(17) Bu devirde birçok şii bilim adamı Şii mezhebinin inanç ve fıkıh esasları hakkında önemli eserler verdiler.

Gazan Han’dan sonra hükümdar olan kardeşi Olcayto Şii oldu. Şii şeyhleri Olcayto’nun sarayına doldu. Hükümdar Olcayto Şiiliğin yayılması için çok çaba harcadı; bu dönemde Şiiliği tanıtan eserler yazılıp İmparatorluğun her yanına gönderildi. Olcayto, Hz. Ali adına para bastırdı ve üstlerine “Ali Veliyyullah” ibaresini yazdırdı. Hükümdar Olcayto Ebubekir, Ömer ve Osman’ın isimlerinin anılmasını da yasakladı.(18)

İlhanlılar devletini Timurlenk ortadan kaldırdı. Timurlenk’ten sonra kurulan Akkoyunlu devleti Doğu Anadolu ve İran’a hakim oldu. Akkoyunlular Şiiliği devlet dini olarak kabul etti. İran’da Akkoyunlu devletini gene Şii olan Safeviler ortadan kaldırdı. Şiilik, Safeviler döneminde, özellikle de Şeyh Safiyüddin’in hükümdarlığı döneminde güçlendi.

Safiyüddin, 1252 yılında Hazer denizinin Güneybatı sahilinde Erdebil civarında doğdu. Dedesi Firüz Şah, Sincarlı bir Kürdün soyundan gelmektedir.(19)

Safiyüddin çocukluğunu doğduğu şehirde geçirdikten sonra, Hazer denizi kıyısındaki Ceylan şehrine gitti. Bu şehirde Şeyh Zahidi’nin yanına mürid olarak girdi. O sırada şeyh 60, kendisi 25 yaşındaydı. Şeyh Zahid vefat edince Safiyüddin, onun kızı Bibi Fatma ile evlenerek Şeyhin postuna oturdu. O sırada İran’da İlhanlı egemenliği hüküm sürüyordu. ilhanlıların veziri şehre büyük saygı gösteriyordu.

Bir gün Emir Çoban şeyhe; “Bizim askerlerimiz mi çoktur, yoksa sizin müridleriniz mi” diye sorar. Şeyh de; “Sizin askerlerinizin cümlesi benim müridimdir” diye cevap verir.

Şeyh Safiyüddin 1335 tarihinde öldü. Yerine oğlu Bedrettin posta oturdu. Torunu Hoca Ali onun oğlu da Seyit İbrahim’dir.(20)

Şiilik, Anadolu’ya Hoca Ali zamanında girmiştir. Osmanlılar bu şeyhlere “Çerağ akçesi” adı altında değerli hediyeler gönderirlerdi.

Timurlenk, Ankara savaşının galibi olarak Semerkant’a dönünce Erdebil tekkesine uğrayarak Şeyh Hoca Ali’yi ziyaret etti, ona birçok vakıf bağışladı.

Yıldırım Bayezıt’la Timurlenk arasındaki savaş Şiiliğin zaferi zaferi şeklinde yorumlanmıştır. Timur, esir aldığı 30.000 Türkü Şii şeyhi Hoca Ali’nin isteği üzerine serbest bıraktı.

ŞEYH CÜNEYT

Babası Şeyh İbrahim’in yerine 1447’de posta oturdu. Babasının 6. oğluydu. Tekke postuna çok genç yaşta geçen Cüneyt, Şii tarikatını yeniden düzenledi. Şeyhlik kıyafetin ibırakarak, hükümdar gibi giyindi.

O sırada Ortadoğu’da üç büyük devlet vardı:Anadolu’da Osmanlı İmparatorluğu, Mısır’da Memluk Devleti ve İran’da Akkoyunlu Devleti.

Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah Şeyh Cüneyt’den korktuğu için O’nu Erdebil’e sürdü. Cüneyt Anadolu’ya geldi. O tarihte Osmanlı tahtında 2. Murat bulunuyordu. 2. Murat’a değerli hediyelerle gelen Şeyh Cüneyt, padişahtan Kurtbeli’nde oturma izni istedi. 2. Murat Şeyhin bu talebini veziri Halil Paşa’ya iletti. Vezir şu cevabı verdi “Padişahım, bana göre yedi derviş bir postta oturabilir. Fakat iki hükümdar bir tahta sığmaz.”

2. Murat, şeyhe 200 duka altın, gelen dervişlere de 100’er akçe verdi ama, isteklerini kabul etmedi.

Şeyh Cüneyt bu kez Karaman Beyliğine gitti. Konya’da Şeyh Sadrettin tekkesine misafir oldu. Ne var ki Şiilik fikirlerini yayıyor gerekçesiyle buradan da kovuldu. Şeyh Cüneyt dah asonra Toroslar’da yaşayan Varsak Türkmenlerinin arasına girdi. Varsaklar, Şeyhi himaye ettikleri gibi kendileri de Şii oldular. Fakat Karaman Beyi İbrahim Bey, Varsak Türkmenlerine haber göndererek Şeyhi tutuklamalarını istedi.

Türkmenler emri dinlemeyip şeyhi kaçırdılar. O da İskenderun’daki Arus Dağı üzerinde bir mağaraya çekildi. Bir tekke kurarak Şiiliği yaymaya çalıştı, kısa zamanda çok sayıda taraftar topladı.

Bölgede bazı karışıklıkların ortaya çıkması üzerine şeyh buradan ayrılarak Karadeniz’deki Canik dağlarına gitti. Samsun’a yerleştikten kısa bir zaman sonra çevresine birkaç bin silahlı mürit topladı. Kuvvetleriyle 1456 yılında Trabzon Rum İmparatorluğu’na bir akın düzenledi. Bu savaş sırasında birçok Rum prensi öldü. Rumlar Trabzon kalesine kaçtı. Şeyh Cüneyt bu kaleyi üç gün boyunca kuşatma altında tuttu. Ancak, Fatih Sultan Mehmet, Hızır Bey ile Trabzon’a kuvvet gönderince geri çekildi.

Trabzon’dan gelen Şeyh Cüneyt’i ihtişamlı bir törenle karşılayan Uzun Hasan, Karakoyunlulara düşman olan Şeyh Cüneyt’ten yararlanmak istiyordu. Şeyh diyarbakır’da üç yıl boyunca misafir kaldı. Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Begüm ile evlendikten sonra ise, serbest olarak Şiilik propagandası yapmaya başladı.

Şeyh Cüneyt bir kısım müridi ile birlikte uzun yıllar kaldığı Anadolu’dan Erdebil’e döndü. Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah, O’nu ikinci kez memleketinden kovdu, Şeyh Cüneyt, yolda Cihanşah’ın askerleri ile tutuştuğu savaşta bir ok yarası ile öldü. (1460) Cesedini müridleri kaçırarak Erdebil’e götürdüler. Türbesi, şimdi Şiilerin ziyaretgahı haline gelmiştir.

ŞEYH HAYDAR

Şeyh Cüneyt’le eşi Hatice Begüm’ün çocuğudur. Haydar (ya da Arslan) 9 yaşına gelince babasının yerine halife olmak için Erdebil’e gitti. Bu arada Uzun Hasan 1473 Otlukbeli Savaşı’nda Fatih Sultan Mehmet’e yenilmiş, hükümet merkezini de Tebriz’e taşımıştı. Bu yenilgiden 5 yıl sonra da Uzun Hasan ölmüştü.

Haydar, Uzun Hasan’ın eşi Despina Hatun’un kızı Marta ile evlendi. Bu evlilikten doğan üç çocuktan biri İran’da Safevi devletinin kurucusu olan ŞAH İSMAİL’dir.

Şeyh Haydar derviş hırkası giyer, başına sofu takkesi takardı. Müridleri ise derviş entarisi giyer, başlarına sürahi şeklinde Haydari denilen bir külah takarlardı. Kırmızı renkli bu külah 12 dilimliydi. 12 dilim 12 İmamı, kırmızı ise Ehlibeyt ile kan kardeşliği anlamına geliyordu. Bu kızıl renk aynı zamanda Hz. Ali’ye bağlılığın da simgesiydi.

İşte bu kırmızı külahlı haydari dervişleri gören Sünniler bunlara Kızılbaş dediler. Bu tabir daha sonra bütün Şii ve Aleviler için kullanılır oldu.

Bu kızıl Haydari külahı, Şah İsmail de kullanmıştır. Bu külah bir tarikat tacının ötesinde siyasi bir fırkanın askeri serpuşunu ifade ediyordu.

Anadolu Alevilerinde ayrıca Şamanlıktan gelen kırmızı keçe külah giyme alışkanlığı da vardır.

Şeyh Haydar, 1488 yılında Şirvan’a üçüncü seferini yaptı. Şirvan Şahı Feruh Yesar, çok iyi hazırlanmış olduğu halde Haydar ile mücadele edemeyeceğini anladı ve kaleye kapandı. Bir yandan Haydar’ı oyalarken, bir yandan da akrabası Akkoyunlu Yakup Bey’den yardım istedi.

Şeyh Haydar ve adamları bütün güçleriyle savaştılar. Fakat Şeyh aldığı ok yarası ile ölünce ordu yenildi. (Ağustos 1488)

Şeyh Haydar öldürülünce, müridler bu kez onun büyük oğlu Ali’nin etrafında toplandılar. Babalarını da öldüren Yakup Bey, tehlikeyi anlayınca üç yeğenini (Ali, İsmail, İbrahim) anneleri ile birlikte kaleye hapsetti. Onlar burada dört buçuk yıl hapis kaldı.

Şeyh Haydar’ın büyük oğlu Ali düşmanlarıyla savaşırken bir tuzağa düşürülüp öldürüldü. İsmail’i annesi Marta Hatun’un, Erdebil tekkesinde gizlediği söylenir. Aba ya da Ebe adlı bir kadının İsmail’i Erdebil’de Anadolulular (Rum) mahallesindeki evinde sakladığı rivayet edilir.

İsmail bir süre sonra Reşt’e, oradan da Lehistan’a gitti. On üç yaşındayken Erdebil’e döndü. Bu sırada Akkoyunlu devleti sarsıntı geçirmekteydi.

ŞAH İSMAİL (1486-1524)

Genç Şah ismail, artık yeni bir devlet kurmaya adaydı. Şiiler Şah İsmail’in etrafında bir araya geldiler. İsmail, babası Şeyh Haydar’ın yerine şeyhliğini ilan etti. Büyük dedesi Şeyh Safiyüddin’den dolayı devlete Safevi Devleti adını verdi. Şiiliği de bu devletin resmi dini olarak kabul etti.

Şah İsmail’in yönetimine Anadolu’dan büyük sempati besleniyordu. Anadolu’nun her yanından bölük bölük Türkler şahı ziyaret için Erdebil’e dolup taşıyorlardı.

Şahı ziyarete gelenler, “Ustacalu, Rumlu, Şamlu, Sivas, Amasya, Tokat bölgelerinin yerleşik Türk halkı, Tekeli (Antakya Bölgesi); Zülkadir (Dülkadir), Anadolu’daki Karaman bölgesi, başta Turgutlular olmak üzere, Varsaklar (Tarsus bölgesi) vs. idi.”(21)

Ustacalu Mirza Beg, oğlu Muhammed Beg, Şamlu abdi Beg de kalabalık maiyetleri ile gelenler arasında bulunuyordu.

Şah İsmail’in 1501 yılında Erzincan’a gelmesini ve müridlerinin etrafında toplanmalarını tarihçiler, “Artık baş ile gövde birleşmiştir” şeklinde yorumlarlar.

Şah İsmail 1501 yılında Şirvan ülkesine gitmek üzere Erzincan’dan ayrıldığı zaman, buyruğunda yedi bin kişilik bir kuvvet bulunuyordu. Şirvan ülkesine sefere giderken hem babasının öcünü almayı, hem de bu zengin ülkeden elde edeceği ganimetleri yoksul müridlerine dağıtmayı planlıyordu.

Şirvan ordusunu ağır bir yenilgiye uğratan Şah İsmail’in ordusu, kaçan Ferruh Yesar’ı da öldürdü.

Daha sonra Şurür savaşı ile Azarbeycan’ı alan Şah İsmail, Tebriz’de şahlık tahtına oturdu. 12 İmam adına hutbe okutup para bastırdı. İsmail bu sırada 15 yaşında idi.

Şah İsmail önderliğinde bu derece kuvvetlenen Şiilik, Osmanlı İmparatorluğu’nu da tehdit etmeye başlamıştı. Anadolu Alevileri ve Türkmen aşiretleri Şah İsmail’in etkisi altındaydı artık. Üstelik Şah İsmail ordusu ile Mazenderan ve Şirvan’ı aldığı gibi Dulkadir beyini, Akkoyunluları, KArakoyunluları ve Özbek beylerini de mağlup etmişti. Bunlar, Şah İsmail’in savaş meydanlarında kaldığı 14 yıl boyunca mağlup ettiği 14 hükümdardan yalnızca birkaçıydı. Şii Şah İsmail’in bu zaferden zafere koşuşu Anadolu Alevileri’nin Şah’a göçünü hızlandırdı. Bunu engellemeye çalışan 2. Beyazıd birçok Aleviyi Mora’ya, Girit’e Modon ve Koron’a sürdü.

YAVUZ SULTAN SELİM’İN İRAN SEFERİ

Osmanlı İmparatorluğu’nun dokuzuncu padişahı Yavuz Sultan 1512 tarihinde tahta geçti. Babası 2. Bayezıd’in son döneminde memlekette düzen bozulmuştu. Yavuz için en büyük tehlike de Anadolu’daki Şii-kızılbaş varlığı idi.

Hatta, Amasya’daki Osmanlı şehzadesi Murat bile Kızılbaş olmuş ve törenle taç giymişti. Bu dönemin bu açıdan öteki önemli olayları; Tokat Şehri ileri gelenlerinin Şah İsmail adına hutbe okutması, Şehzade Murat’ın 10 bin Kızılbaş ile Kazova’da Nur Halife (Kızılbaş dedesi) ile birleşmesi ve Nur Halife’nin Sivas, Tokat ve Amasya Kızılbaşlarından çok önemli bir kitleyi İran’a götürmesiydi.

O sıralarda Osmanlı-Safevi sınırı Sivas’a bağlı Suşehri kazasından geçiyor. buradan Fırat nehri izlenerek Memluk-Safevi sınırına varılıyordu. Divriği, Darende, Malatya ve Ayıntap Memluklerin; Kemah Kalesi, Harput ve Urfa da Safevilerin sınır kentlerini meydana getiriyordu.

Zaten Safevi devletinin kuruluşunda Türk öğesi ağırlıktaydı.

II. Bayezıd’in Anadolu’da Şiiliğe karşı Bektaşiliği tuttuğu Balım Sultan’dan el aldığı, Bektaşi olduğu iddia edilir, buna örnek olarak da onun Hacı Bektaş-i Veli türbesini yaptırdığı ve bu tarikat mensuplarına çok iyi davrandığı gösterilir.

Yavuz, tahttan indirdiği babası 2. Bayezıd’i Bektaşilerin merkezi olan Dimetoka’ya sürgüne gönderir. Tahta geçmek için kardeşlerini ve babasını öldürdükten sonra, Şiilik meselesini ele alır.

Yavuz, Şiiliği ve Bektaşiliği kendisi için büyük tehlike olarak görüyordu. Özellikle Safevi Devleti ve Anadolu’da çok sayıda taraftarı olan Şah İsmail’in varlığı onu rahatsız ediyordu. Böyle devam ederse Şah İsmail ve Safevi devleti Anadolu’ya hakim olabilirdi. Anadolu’da Safevi devleti ve Şah İsmail’e sempati besleyen önemli bir Alevi kitle vardı. Anadolu’nun Safevi devletinin bir parçası, vilayeti vb. olması hiç de uzak bir ihtimal değildi.

Sünni Sultan Yavuz Selim bu tehlikeyi ortadan kaldırmak istiyordu. Ona göre bunun yolu da önce Şah İsmail’in Anadolu bağlantısı olan Alevi halka bir ders vermek, sonra da Şah İsmail’in kendisiyle hesaplaşmaktı.

Yavuz Sultan Selim, İran seferinden önce, Anadolu’ya adamlarını göndererek Anadolu’daki Alevilerin sayısını ve gücünü belirlemelerini istedi. Yapılan sayımda Anadolu’da resmi olarak 40.000 Alevi olduğu saptandı.

Yavuz, İran seferine Anadolu’dan başladı. Önce bu deftere geçen 40.000 Alevinin katledilmesi emrini verdi. Bu emirle o güne kadar Anadolu’da eşi görülmemiş büyük bir katliam başladı. Alevi yerleşmelerinde taş taş üstünde kalmadı. Alevi inançtaki insanlar en ücra Alevi köylerinde bile yediden yetmişe katledildi, kaçanların aylarca dağlarda izi sürüldü. Bu kıyımdan yalnızca kuş uçmaz kervan geçme yerlere kaçan Aleviler kurtulabildi.

Anadolu’da Alevilerin hayatlarını bugün de en ücra köy ve mezralarda; susuz, yolsuz, yüksek karlı dağların arkasındaki yerleşmelerde sürdürmelerinin sebebi budur. Onları o yüksek dağların görünmeyen yamaçlarına işte bu can korkusu atmıştır. Bu korku verme yöntemi Osmanlıların resmi politikası olarak varlığını asırlar boyunca sürdürmüştür.

Bu yüzden Alevi insanı şehre ve onun nimetlerine asırlarca muhtaç kalmış, yeni yen imağarasından, mezrasından çıkıp insanlığa elini uzatmıştır.

Yavuz’un İran öncesi Anadolu’da giriştiği bu katliamdan Bektaşi geleneğine göre yetiştirilen ve bir anlamda “Bektaşi” de denebilecek Yeniçeriler rahatsız oldu. Yavuz, bu kez farklı bir siyaset izleyerek kendisinin; Şah İsmail’in adamlarına karşı olduğu Bektaşiliğe karşı olmadığı imajını vermeye çalıştı. Hatta kulağını Bektaşi usulü deldirerek balım Sultan küpesi taktırdı. Bu çabalarının sonucunda da Yeniçeri Bektaşilerin ve Türk Alevilerin bir kısmını ikna etti.

Yavuz’un çok hırslı bir devlet adamı olduğu, dünya haritasını önüne açarak, “Bu dünya bir padişaha az gelir” dediği söylenir.

Yavuz’un İran Seferi’nde iki amacı vardı:Bunlardan biri, doğuda Şiiliği temizleyip Horasan ile birleşmek, ikincisi ise, Mısır’ı fethederek dünya ticaret yollarını ve hilafeti elde etmekti. Yavuz böylece bütündünya Müslümanlarının halifesi olduktan sonra Hz. Ali’den bu yana devam eden hilafet sorununu da halletmeyi umuyordu.

Yavuz, İran Seferi’ne 20 Nisan 1514 tarihinde başladı. Yolda kıtlık başgösterdi. Yeniçeriler bu sefere karşı çıktılar ve isyan çıkardılar. Yavuz, seferden vazgeçilmesini isteyen çocukluk arkadaşı Karaman Beylerbeyi Hemdem Paşa’yı derhal başından vurdurup öldürttü.

Erzincan’ın Tercan bölgesine geldiğinde askerler açıkça itaatsizliğe başladı. Yeniçeriler parçalanmış çarıklarını mızraklara takarak “istemezük” diye bağırıp kazan kaldırdılar. Hatta Yavuz’u öldürmek için çadırına kurşun atıldı.

Bütün bu karşı koymalara rağmen, Yavuz planından vazgeçmedi. Hatta askerin karşısına çıkarak şöyle konuştu:“...Düşmana yaklaştığımız şu anda alçakça bir tavırla geri dönmeyi istemek, kahramanlık azmine yakışır mı?Kahramanlık göstermekten korkanlar karılarının yanına dönsünler siz harbe gitmezseniz ben yalnız başıma giderim.”(22)

Bu ateşli konuşma bir kısım askeri coşturdu. Bu coşkuyla yola devam ediydiyse de, yolda bir yeniçeri, Yavuz’un yolunu keserek öldürmek istedi. Ama asker yakalanarak derhal öldürüldü.

Yavuz’un İran Seferi’ne ordunun özellikle yeniçerilerin karşı koyduğu kesindir. Buna karşılık Yavuz’u destekleyenlerin de bulunduğunu gösteren herhangi bir belge ele geçmiş değildir. Örneğin, ulema bile bir hamiyyet gösterisi yapıp Yavuz’u desteklediğine ait bir tutum içine girmez. Bu konuda Yavuz’un lehinde bir delil olmamasına Prof. Dr. Faruk Sümer oldukça üzülüyor. Bu duruma “hayret verici” bir gerçeklik diyor.(23)

Defterdar Piri Mehmet Paşa ise taarruzla ilgili olarak şöyle diyor:

“Akıncıların büyük bir kısmı Alevidir. İhtimal bunlar gizlice düşmanın Şiilik mezhebine inandırılmış olabilirler. Bunlara düşünme vakti bırakıldığı takdirde onların tarafına geçmeleri ve hiç olmazsa isteksiz ve gevşek hücum etmeleri ihtimali vardır. Bu sebeple muharebenin tehiri tehlikeli olabilir. Şafakta taarruza geçilmesi doğru olur.”(24)

Bu savaşta Osmanlı ordusunun mevcudu 120 bindi. Bunun 80 bini sipahi, 10 bini de yeniçeriydi. Şah İsmail’in kuvveti ise sayıca bunun yarısı kadardı. Üstelik Safevi ordusu ateşli silahlardan da mahrumdu.

Çaldıran Savaşı’nı Osmanlı ordusu kazandı. Şah İsmail’in ordusundan 14 Han, Yavuz’un ordusundan 10 Sancak beyi öldürüldü.

Şah İsmail’in bütün mal varlığı, hazineleri Osmanlı’nın eline geçti. Şah İsmail’in eşi Taçlı Hatun’un esir düştüğü savaşta çok sayıda asker öldürüldü.

Çaldıran mağlubiyeti zaferden zafere koşan Safevi hükümdarında derin bir manevi çöküntü yarattı ve Şah İsmail kendini içkiye verdi.

Yavuz, Çaldıran dönüşünde de Anadolu’nun kilidi olan erzincan-Kemah kalesini fethetti. Şah İsmail’in Erzincan Valisi Rumlu Nur Ali Halife’yi de, Dersim Ovacık’ta Tekir Yaylası denilen yerde ağır bir yenilgiye uğrattı.

Böylece Safevi devletinin Anadolu’daki genişlemesi kesinlikle engellendi. Çaldıran zaferi Doğu Anadolu’yu Osmanlı’ya açmıştı ama, bu Osmanlı-İran savaşlarının bittiği anlamına gelmiyordu. Ayrıca bu seferlerin sonucu olarak Celali ayaklanmaları da tarih sahnesinde baş göstermişti.

Böylece kuruluşunda önemli ölçüde Türk, Türkmen, Kürt ve Şii nüfusun olduğu Safevi devletini gene Türk ama Sünni Osmanlı devleti yenilgiye uğratmış oldu.

Çaldıran’da karşılaşan iki ordunun askerlerinin çoğunluğunun aynı dili (Türkçeyi) konuştuğunu birçok tarihçi yazar.

Gene çoksayıda tarihçi Safevi devletinin hem dayandığı kitle açısından hem devlet teşkilatı v ekültür bakımından tarihte Türk devleti olarak geçen birçok devletten daha çok Türk özellikleri taşıdığını öne sürer. Safevi devletinin resmi dili de Türkçeydi.

Doğan Avcıoğlu bu konuda, “Safevi devleti, onaltı Türk devleti arasında yer alan Gazne ve Hindistan Babür İmparatorluklarından, hatta İran Büyük Selçuklu Devletinden daha çok Türk devletidir” diye yazar.(25)

Yavuz Sultan Selim, Çaldıran zaferinden sonra, 1517 yılında Mısır’ı fethederek Şii İsmaililerin devletine de son verdi. Yani Yavuz’un doğu seferi Şii savaşıydı. Mısır’ı fetheden Yavuz, Mısırlıların elinden hilafet makamını da aldı. Asırlardır birçok savaşa ve müslüman kanının dökülmesine sebep olan hilafet artık Osmanlı’daydı.

Yavuz Sultan Selim, koyu Sünnilik taraftarı idi. Hilafet makamını elde ederek üç yüz milyon Müslümanın halifesi olmak O’nun en büyük ideallerinden biriydi.

ŞAH İSMAİL’DEN HUMEYNİ’YE

Şah İsmail, yalnızca Safevi devletini kurup geliştiren başarılı bir hükümdar değil, aynı zamanda Şii-Alevi inançtaki kitlenin ruhani lideriydi. Bu kitle, Şah’a büyük saygı ve muhabbetle bağlıydı. Şah İsmail, Emevilerin İslamiyet anlayışına karşı Hz. Ali ve Ehlibeytin başlattığı mücadeleyi tavizsiz bir şekilde sürdürüyordu.

Şah İsmail, devlet adına bastırdığı sikkelere On İki İmamın isimlerini yazmakla yetinmedi. Tüm hutbelerde Hz. Ali ve Ehlibeyte yer verdi. İslamın şartlarından biri olan, kelime-i şahadet getirme ifadesinin sonuna, “Aliy-ül Veliyullah” ibaresini getirdi. Bunda, Hz. Ali’nin ermişliğine olan önem vurgulanıyordu.

Camilerde ve toplulukların bulunduğu her yerde Halife ve Ebu Bekir, Halife Ömer, Halife Osman ile Muaviye ve Yezid’e lanet okuyan Şah İsmail, aksine hareket eenleri katletme emri verdirmişti. Ayrıca adı geçen bu isimlerin kullanılması da yasaktı.

Şah İsmail, İslam tarihinde Hz. Muhammed’in soyuna yapılan haksızlıklara karşı amansız bir savaş açmış, Hz. Muhammed ve Ehlibeyti’nin en büyük savunucusu olmuştu. Bunun sonucunda da İslam şovenizmi ve Arap ırkçılığı yapan Emevi ve Abbasi düşmanı kitlelerin büyük desteğini almıştı.

Anadolu’da da Şah İsmail’e sempati duyan, Ali ve Ehlibeyte sevgi ve bağlılık gösteren önemli bir kitle vardı. Osmanlı İmparatorluğu kurulduktan sonra Osmanlı koyu Sünniliği devlet dini olarak seçip Ehlibeyt yanlılarına düşmanca davranmaya başlayınca İran’a ardı arkası kesilmeyen bir Alevi göçü başladı. Bu durum, Yavuz Sultan Selim’in İran seferine kadar devam etti, ondan sonra ise, gizli gizli sürdü.

Yavuz’un İran seferinden sonraki göçlerden birini o yıllarda Venedik elçisi olan Membre, şöyle anlatıyor:

“Tam o gün (Ağustos 1539) Erzincan’dan Türkmen Ali adında biri sekiz yüz ev ile Şah’a gelmişti. Altı yüz kadar da silahlı adamı bulunuyordu. Şah’ın etrafında “Allah, Allah” diye bağırıyorlardı. Şah da onları teker teker kabule başladı. Her içeri giren onun ayağını öpüyordu. Şah onlara taç veriyor, müridler de hediyelerini sunuyorlardı. Şah onları memleketin üç kısmına dağıttı: Horasan, Şirvan, Aras.

Anadolu’dan yani Adana’dan bir adam geldi. Getirdiği hediyelere karşılık Şah’tan bir mendil almak istemiş. Mendili alan Türk, ellerini havaya kaldırıp Allah’a hamdetti, sonra başını yere koyup “Şah, Şah” dedi. Çok memnun olarak ayrıldı. Bunun ne olduğunu sordum; teberrük (hediye) olduğunu söylediler. Türk’ün babası evde hasta yatarken rüyasında Şah’ı görmüş, iyileşmesi için o mendili elde etmek istemiş. Böyle gizli olarak her sene çok kimse ziyarete gelmektedir.”(26)

Yavuz, İran seferi dönüşünde (1518) Bolu kadısı Mevlana Hişam’ın Şah İsmail ile ilişkisi olduğunu haber aldı. Yavuz’un gönderdiği askerler kadıyı Merzifon’da yakalayıp halkın gözü önünde astı. Şah İsmail’in Osmanlı Ordusu içinde de önemli miktarda taraftarı vardı.

Şah İsmail, bu özelliklerinden başka, iyi bir hatip ve şairdi. “Şah Hatayi” mahlası ile şiirler yazan ve bir divanı olan Şah İsmail şiirlerini kolayca anlaşılabilir bir Türkçeyle yazmıştır.(27)

Şah İsmail’in Anadolu halkı arasında yüzyıllar boyu süren sevgisi bugün de bitmiş değildir. Osmanlıların halka karşı yaptığı haksızlıkları düzeltmek için Anadolu halkı, sürekli Şah İsmail’den yardım beklemiştir.

Şah İsmail’in “Şah Hatayi” mahlası ile yazdığı bir şiirinin sözleri şöyledir:

Ela gözlü pirim geldi

Duyan gelsin işte meydan

Dört kapıyı kırk makamı

Bilen gelsin işte meydan

Hudey hudey dostlar hudey

Hudey hudey canlar hudey

Ben pirimi hak bilirem

Yoluna kurban oluram

Dün doğdum bugün ölürem

Ölen gelsin işte meydan.

Hudey hudey dostlar hudey

Hudey hudey canlar hudey

Bağ olan yerde bağ olur

Gül olan yerde hav olur

Bu sistemler çok zor olur

Çeken gelsin işte meydan.

Hudey hudey dostlar hudey

Hudey hudey canlar hudey

Şah Hatayi der sırrını

Ortaya koymuş serini

Nesimi gibi derisin

Yüzen gelsin işte meydan

Hudey hudey dostlar hudey

Hudey hudey canlar hudey

Şah Hatayi’nin bu şiiri bugün bile Anadolu Alevilerinin Cem ayinlerinde bağlama eşliğinde sık söylenen ve çok sevilen parçasıdır.

Burada geçen Nesimi, Hallac-ı Mansur’un “Enel Hak” (“Tanrı benim” veya “Tanrı insandadır”) düşüncesini savunduğu için çağın egemenlerince derisi canlı canlı yüzülerek öldürülmüş bir Alevi düşünürdür.

Şah Hatayi, burada hem haksızlıklara karşı meydan okuyor, hem de kendine Nesimi’yi örnek alarak Nesimi ve Hallac-ı Mansur düşüncesinin de savunucusu ve devamcısı olduğunu vurgulamak istiyor.

Osmanlının yaptığı haksızlıklara karşı şahların yanında olmak ve onların yönettiği bir ülkede yaşamak Anadolu Alevilerinin siyasal ideallerinin esasını oluşturuyordu.

Yavuz, İran seferi ile Şah İsmail ve Alevilere önemli bir darbe vurmuştu. Ama Alevi-Sünni meselesi hallolmamış, Alevilere karşı bu kez de devlet terörü almış yürümüş, Anadolu’da Omanlıya kaşı Alevi kökenli başkaldırılar artmıştı.

Aslında sorunun temeli salt dinsel değildi. Temelde ekonomik ve sosyal karakterli baskılar yatmakta idi. Anadolu insanı, Osmanlı’nın sömürü ve baskı rejimine karşı, eşitlik ve adalet bahşeden İran şahlarını kurtarıcı olarak görüyordu. Bu insanlar şahları 12. İmam (Mehdi) olarak görüyorlar, bir gün gelip kendilerini kurtaracaklarına inanıyorlardı.

Anadolu insanı bu inançtan aldığı güçle, uğradığı toplumsal haksızlıklara karşı isyan ediyordu. Osmanlının katmerli sömürü ve zulmünü yaşayan Alevi kitleler için ayaklanmadan başka yol yoktu.

İşte Alevi ozan Pir Sultan Abdal halkın şahlara olan özlemini şöyle dile getiriyordu:

Hak’tan inayet olursa

Şah Urum’a gele bir gün

Gazada bu Zülfükar’ı

Kafirlere çala bir gün

Çeke sancağı götüre

Şah İstanbul’a otura

Ferenk’ten yesir getire

Horasan’a sala bir gün

Pir Sultan’ın işi ahtır

İntizarım güzel Şah’dır

Mülkiyesi padişahtır

Mülke sahip ola bir gün

Pir Sultan Abdal, bir başka şiirinde ise bu durumu şöyle dile getiriyor:

Yürüyüş eyledi Urum üstüne

Ali nesli güzel İmam geliyor

İnip temanna eyledüm destine

Ali nesli güzel İmam geliyor.

Doluları adım adım dağıtır

Tavlasında küheylanlar bağlıdır

Aslını sorarsan Şah’ın oğludur

Ali nesli güzel İmam geliyor.

16. Yüzyılda Anadolu’da haksızlığa uğrayan yoksul Alevi halkının eli-dili olarak egemenlere karşı militanca mücadele eden Pir Sultan Abdal, padişahın Sivas’taki uzantısı Hızır Paşa tarafından idam edildi.

Pir Sultan Abdal eşitliği; özgürlüğü ve adaleti savunma konusunda yazdıkları ve yaptıkları ile bugün bile örnek alınması gereken birdüşünür ve eylem adamıdır.(28)

İdam sehpasına giderken bile şöyle söylemiştir:(*)

Alınmış abdestim aldırırlarsa

Kılınmış namazım kıldırırlarsa

Sizde Şah diyen öldürürlerse

Ben de bu yayladan Şah’a giderim.

İşte Şah İsmail ve Anadolu Aleviliği ilişkilerinin temeli kısaca böyle. Kuşkusuz zaman geçtikçe bu ilişki zayıflamış ve yabancılaşmıştır. Şimdi kısaca bu yabancılaşmayı izlemeye çalışalım.

ŞAH TAHMASB DEVRİ (1524-1586)

Şah İsmail, 1524 yılında vefat etti. Öldüğünde 38 yaşında idi. Yavuz Sultan Selim ile yaptığı savaşı kaybedince kendisini içkiye verdiği ve bunun sağlığının bozulması üstüne etkisi olduğu söylenir.

Şah İsmail’in yerine geçen Şah Tahmasb zamanında, Osmanlı-İran arasında Amasya Barış Antlaşması yapıldı (1555). Amasya Antlaşması Tahmasp için önemli bir başarıydı. Bu antlaşma ile İslam aleminin en güçlü devleti olan Osmanlı devleti, Şii Safevi devletini resmen kabul etmiş oluyordu. Buna göre Van Gölü çevresi Osmanlılarda kalıyor, kuzeyde Arpaçay sınır oluyordu.

Tahmasb’ın barışçı, akılcıl ve adaletli bir siyaset güttüğü kabul edilir. İran’da zirai ve iktisadi ticari hayat canlanır, ülke nüfusu artar, halk yönetimi benimser. Kürt düşünür ve tarihçi Şeref Han da Tahmasb yönetimi için, “Adil, akıllı, halka karşı şefkatli bir yönetimdir” der.(29)

Osmanlı’ya karşı Anadolu’da Alevi ayaklanmaları ve İran’a göç, Tahmasb zamanında da devam etti. Ağabeyi Selim ile yaptığı taht savaşını kaybeden Şehzade Beyazıt, 12.000 kişilik taraftarı ile Tahmasb’a sığındı. Beyazıt’ın askerleri arasında Şii mezhebine taraftar askerler de vardı.

Tahmasb, Kanuni’nin tehdidi ve vaadleri karşısında Beyazıt ve oğullarını Osmanlı elçilerine teslim etti. Askerlerden İran’da oymağı olanlar İran’da kaldı. Oymağı olmayan beş bin kişi ise öldürüldü.

AFŞAR VE KAÇAR HANEDANLARI

DÖNEMİ (1737-1925)

Şii ulemanın (din adamları) nüfularının artması, hükümdarlara karşı koymaları ve geniş ayrıcalıklar elde etmeleri sonucunda Safevi Hanedanı gerileme dönemine girdi. Nihayet Nadir Şah, 26 Şubat 1737 tarihinde Safevi Hanedanını devirerek saltanatı ele geçirdi.

Nadir Şah, Afşar aşiretinden bir Türk kumandanı ve Sünni inançta biriydi. Bu yüzden saltanatı ele geçirir geçirmez İran’da Sünniliği yeniden kurdu.

Bu duruma halk ve Şii ulema şiddetle karşı çıktı.

Nadir Şah’ın bu faaliyetleri uzun ömürlü olmadı ve bir süre sonra öldürüldü (1747). Nadir Şah’ın katledilişinden sonra kargaşalık başgösterdi. Bu durumdan faydalanan Kaçar aşiretinden Ağa Muhammed Han 1779 yılında Esterabad’da şahlığını ilan etti.

Kaçar hanedanı döneminde Şiilik kendi seyrinde, devlet desteği olmaksızın gelişmiş, bu durum uzun yıllar devam etmiştir. İran’daki 1905-1906 Anayasa hareketi sırasında Şii ulema önemli rol üstlenmiştir.

Bu Anayasa’da, Şah’ın mutlak hakimiyeti sınırlandırılıyor, oluşturulan beş kişilik bir dini heyet çıkan kanunların şeriata uygun olup olmadığı hakkında karar veriyordu. Ama bu heyet meselesini şahlar tam anlamıyla işletmemişlerdir.

PEHLEVİLER DÖNEMİ (1925-1979)

Sonuncu Kaçar sultanı Ahmet Şah, 1925’te meclis aleyhinde karar alınca huzursuzluklar başladı ve Ahmet Şah ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. O sırada harbiye nazırı olan Rıza Han Pehlevi hükümdar oldu. 25 Nisan 1926’da taç giyen Rıza Han, Şii inancında olmasına rağmen din adamlarının devlet yöynetiminde etkili olmalarına karşıydı. 16 Eylül 1941’de tahtından uzaklaştırılınca yerine oğlu Muhammed Rıza Şah Pehlevi geçti.

Rıza Şah, İran’da geniş reformlar yaptı, din adamlarının rolünü azaltmaya çalıştı. Oğlu Şehin Şah Muhammed Rıza da babasının izinden gitti. “Ak Devrim” denilen reformları yaptı, ama bir yandan da her türlü muhalefeti devlet terörü ile bastırdı, en küçük demokratik hareketi bile kanla cezalandırdı.

Şah’ın “Ak Devrim” dediği şeylere İran’daki dini ulema sert tepki gösterdi. Şii ulema, meseleyi kendi nüfuzlarının kırılması ve dinden uzaklaşma olarak görüyordu.

Şah toprak reformu ile, din adamlarının kontrolü altında bulunan vakıf arazilerine el koymayı amaçlamış, bunda da kısmen başarılı olmuştu.

İran’da, ulema denen din adamları, Safevi devrinden beri halkın her türlü eğitim-öğretim ihtiyacını karşılardı. Bunun bedeli olarak devletten maaş almazlar, kendilerine ayrılmış geniş vakıflardan elde edilen gelirler, “humus” adı verilen vergiler, nikah ve diğer dini hizmetler karşılığı alınan paralarla geçinirlerdi.

Şah bu geliri devlet hazinesine aktararak İmamiye mezhebini camiye hapsetmek veya etkisini sınırlamak istiyordu. Din adamları bu nedenlerle 1960’tan itibaren Şah’a karşı cihat açmışlardı.

HUMEYNİ DÖNEMİ (1979-1989)

Humeyni, 1960 devrimini yabancılar için yapılmış, İran halkına karşı ve tarım düşmanı bir devrim olarak niteledikten sonra, Şah’ı 1906 Anayasasına uymaya çağırdı. Şah bu çağrıya uymayınca ona verdiği sert muhtırada şöyle diyordu:

“Ey genç Şah, babandan ibret al ve kork o günden ki, küfrünü isbatlayan bir fetva ile seni halkın elleriyle kulaklarından tutup layık olduğun yere fırlatırım...”(30)

Bu muhtıraya çok sinirlenen Şah, Ruhullah el-Musevi el-Humeyni’yi 5 Haziran 1963’te hapse attırdı. Askeri Mahkemede İmam Humeyni hakkında idam kararı verildi.

Bu durum üzerine Ayetullah Şeriatmedari, 400 müctehit ile Tahran’da müctehitlerin ortak fetvasını Şah’a sundu. Bu fetvada, 1906 Anayasasında Şah’ın veya herhangi bir mahkemenin müctehit olan birine yargılama yetkisinin kesinlikle bulunmadığı hatırlatılıyor, Humeyni’nin ise, yargılanamayacağı için serbest bırakılması isteniyordu.

Bu direniş üzerine Humeyni serbest bırakıldı. Ayetullah unvanına bir de İmam sıfatı eklendi.

Humeyni’yi sürgün günlerinde destekleyen ve bu muhalefeti başarı ile yürüten kişi Azeri asıllı Ayetullah Şeriatmedari’ydi.

İmam Humeyni ise, imam ve müctehidlerin tam desteğini alarak en üst düzeydeki Ayetullah ve İran’ınen güçlü din adamı olmuştu. Bugün İran’da ona, “Gaib Oniki İmam’ın Halifesi” gözü ile bakılmaktadır. Gücü, Caferi mezhebinin (İsna aşeriyye) imama olan inancından ileri gelmektedir.

İmam Humeyni, Hz. Muhammed’den beri devam eden manevi önderlik halkasının en sonuncusu olarak kabul edilir. Ona; “Ayetullah’l-Uzma İmam Humeyni” ünvanı ile bakılır.

İmam Humeyni hareketi, ABD işbirlikçisi ve Ortadoğu’da emperyalizme karakolluk görevi yapan Pehlevi Şahlığı’nın baskı, zulüm ve sömürüsüne karşı haklı bir başkaldırı olarak başladı, geniş kitlelerin de coşkun desteğini aldı. İran halkının güçlü kolları birleşince Şah Pehlevi soluğu uşağı olduğu Amerika’ya kaçmakta buldu.

İmam Humeyni hareketi, Ortadoğu’daki işbirlikçi İslam yöneticileri için korkulu bir rüya oldu. Başta İslam ülkelerindeki bazı yöneticiler olmak üzere birçok güç, İran halkının yozlaşan İslam yönetimlerine ve emperyalizme karşı onurlu başkaldırısını bastırmak için ellerinden geleni yaptılar.

İmam Humeyni hareketi, İslam ülkeler iiçindeki Şii-Sünni çatışmasının da yaşanan bir örneğidir. İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın genel ilkeler kısmının 12. ve 13. maddelerinde mezhepler ile ilgili olarak şunlar yazılıdır:

“İran’ın resmi dini İslam ve Cafer-i İsna-aşeri mezhebidir (Oniki İmam Mezhebi) ve bu madde sonsuza değin değiştirilemez ve diğer İslam mezhepleri Hanifi olsun, Şafi’i, Malik’i, Hanbeli ve Zeydi olsun tam saygınlığı haizdirler ve bu mezheplerin mensupları kendi fıkıhlarına (hukuklarına) göre dini merasim icrasında serbesttirler ve dini eğitim ve öğretimleri ile Ahval-i şahsiyye (evlenme, talak, irs ve vasiyyet) ve mahkemelerde buna ilişkin davalarda resmen tanınmıştırlar. Ve bu mezheplerden herhangi birinin çoğunlukta olduğu yörelerde, şuralar’ın yetki sınırları içindeki mahalli (yerel) mukarrerat (düzenlemeler), diğer mezhep mensuplarının haklarına riayet edilmek kaydı ile, o mezhebe uygun olacaktır”(Madde 12).

“Yalnız Zerdüşti, musevi, Hıristiyan İranlılar, kanundairesinde dini merasimlerini icrada serbest olan azınlıklardır ve Ahval-i şahsiyye’de ve dini öğretimlerinde kendi yollarınca davranırlar”(Madde 13)(31)

Görüldüğü gibi İran İslam Cumhuriyeti Anayasası, İslam tarihinde Hz. Ali’nin hilafet meselesinde ortaya çıkan bölünme olayına dayanan bölünmeyi yaşıyor. Ehlbeyte inanç dinin esasını oluşturuyor.

Humeyni’den önceki Pehlevi dönemi de Şiiliğe dayanıyordu. Ama şahlar tamamen yozlaşmış ve ABD işbirlikçisi, işkenceci, sömürücü bir diktatrlük kurmuşlardı.

Ne var ki Humeyni rejimi de sonunda diktatörlüğe yöneldi. Pehlevi şahları diktatörlüğüne karşı savaşıp iktidarı alan Humeyni, kendi dışındaki ittifakları daha baştan karşısına aldığından, kendi gibi düşünmeyenlere karşı şah diktatörlüğünü bile aratır duruma gledi. Şahların, muhaliflerin ekarşı uyguladığı diktatörlüğü Humeyni hareketi kalınan yerden sürdürmektedir.

İzmir İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ethem Nuri Fığlalı, Humeyni yönetimi için şöyle yazıyor:

“Öyle görünüyor ki, Rıza Şah Pehlevi’nin dillere destan zulmü, adaletsizliği ve şovenist idaresi, yerini, bu defa mollaların İslam adın ayapıldığı söylenen, ama İslam’ın insaf, merhamet, adalet ve emsalsiz müsamahasıyla hiç mi hiç bağdaşmayan dehşet saçıcı baskı rejimine bırakmıştır.”(32)

Türkiye’de bir kısım Sünni din adamı ve Üniversite çevresindeki akademisyenler yukarıdaki alıntıda görüldüğü gibi Humeyni hareketini olumsuz değerlendiriyor. Fakat Humeyni hareketini destekleyen önemli bir Sünni çoğunluğun olduğu da gerçektir.

Türkiye’deki aşırı mezhepçi ve aşırı dinci bir kesim Humeyni hareketini destekliyor. 1980’den sonra dinci kesimin gelişmesi, örgütlenmesi hayli ilerleme kaydetmiştir. bu gelişmedeki canlılık iki temele dayanıyor. İçte, 12 Eylül rejimi dışta Humeyni hareketi. Humeyni’nin başbakanı Haziran 1987’deki Türkiye ziyaretinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu M. Kemal’in mezarını (Anıtkabir) ziyaret etmek istememesine zamanın Başbakanı T. Özal şemsiye açarken, Çankaya’dan da bir ses çıkmamıştır.

Türkiye’de Sünni dindar bir kesim üzerinde Humeyni hareketinin önemli etkileri olan Necmettin Erbakan, Humeyni hareketine tam destek vermiştir.

İşin ilginç yanı, Türkiye’de Alevilere düşman olan ve bu düşmanlığı canlı tutmak için her fırsatı değerlendirenler, İran’da Şii Humeyni hareketini canla başla destekliyorlar. Humeyni hareketini destekleyen dindar kesim hala Türkiye’deki Aleviler için “katli vaciptir” diyecek kadar fanatik düşünüyorlar.

Şah İsmail’den, Pehlevilere ve Humeyni’ye gelinceye kadar Anadolu Alevileri İran’dan çok uzaklaştılar, çok yabancılaştılar. Bugün ise, artık Şii Humeyni harekitini Anadolu’da bir tek Alevi desteklememekte, hatta ona “irtica” olayı olarak kuşku ve korku ile bakmaktadırlar.

O halde bu farklılaşma nereden geldi?

Şah İsmail zamanındaki Şiiliğin Anadolu Aleviliği ile organik bağları vardı. İkisi de ortak gıdasını tekkelerden alıyordu. Tekkelerde ise sufi, tasavvufi eğitim esastı. Şiilik resmi devlet dini olunca iktidar din ioldu. Camileri kendine merkezi üs yaptı. İktidar olmasının sonucu olarak tutuculaştı. Çünkü iktidar nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyordu.

İran Şiiliği 1500’lü yıllarda Şah İsmail döneminden 2000 yıllarına, Humeyni’li yıllara gelinceye kadar çok değişti, Anadolu Aleviliğinden çok uzaklaştı; bu iki eğilim artık birbirini tanıyamaz haldedir.

Bugün Anadolu Aleviliği ile İran Şiiliğinin, Hz. Ali ve Ehlibeytine olan saygı ve sevgi dışında ortak bir yanları kalmamıştır. Bu yan bile İran Şiiliği’nde eski hoşgörülü, sevecen, öğelerden çok uzaklaşmıştır.

Anadolu Aleviliği ise, o zamandan beri muhalefet akımı olarak varlığını tüm zor şartlara rağmen sürdürmüştür.

Anadolu Aleviliği, İran Şiiliği’nin tersine varlığını Cami dışında devam ettirmiştir. Camiye girmemiştir. İran Şiiliği, artık günümüzde temsil etse etse Ortodoks bir Ehlibeyt inancını temsil etmektedir. Yani, Şah İsmail Şiiliği ile kıyaslandığında, Humeyni Şiiliği tutucu Şiiliktir. Anadolu Aleviliği ise özgür gelişimini sürdürerek bugünkü hümanist, demokrat, devrimci, eşitlikçi, özgürlükçü yapısına ulaşmıştır. Geleneksel olarak, toplumsal haksızlıklara karşı bir başkaldırı akımı olma özelliğini sürdürmektedir.

İşte bu yabancılaşmadan dolayıdır ki, Şah İsmail dönemini öven, uğrunda idam sehpalarını göze alan Alevi ozanları, önderleri, dedelei İmam Humeyni rejimin etıpkı bir Emevi iktidaı gibi bakmaktadır. Bu bakış daha fazlasıyla Pehlevi şahları içinde de geçerliydi.

Anadolu Alevilerinin Cem ayinlerini bugün de, Şah İsmail’in, Pir Sultan Abdal’ın, Nesimi’nin, Fuzuli’nin, Hz. Ali, 12 İmam ve şahlara ait söyledikleri deyişler süslüyor. Ama Humeyni’ye karşı en küçük bir sempati yoktur.

Birçok Alevi anne baba her şeyi göz ealarak çocuklarının ismini bugün bile, Şah, Şah İsmail, Şahverdi, Şah Hatayi, Şah Hanım, Şah Hüseyin, Şah Ali, Şah’ı Merdan koyarak Hz. Ali ve şahlara ilişkin sevgi ve saygısını sürdürüyor. Ama bu insanların hepsi Humeyni’ye uzak duruyor.

Alevilerde Cami olayı çok önemlidir. Anadolu Alevilerinin karşı karşıya kaldığı tehlikelerin çoğu Cami kaynaklıdır. Cami, tutuculuğun, gericiliğin, Alevi düşmanlığının merkezi olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden Cami’den gelişen ve Cami’den çıkan bir Şiilik de Aleviler için Sünniliğe yakın bir şey olarak görülür.

İşte bu nedenlerden dolayı, Anadolu Aleviliği, Şii Humeyni rejimine soğuk bakıyor. Kuşku ve korku dolu bakışlarla bakıyor.

Buraya kadar Anadolu’da adına “Alevilik” dediğim olayın; tarihi bağlantıları içinde Anadolu öncesini vermeye çalıştım. Tabii verebildiğim kadarı ile.

Bundan sonra, İslamiyet içindeki bu bölünmenin Anadolu yarımadasına gelmesi ve Anadolulaşması serüvenini tarihsel-toplumsal ilişkiler içinde vermeye çalışacağım.

25.06.2005 18:46

Islam bilimeyen hic bir seyin üzerine
 
kurulmamistir... yani sen Gaybin üzerine kurulmus diyorsun... senin DINI algilayisin öyle olabilir... senin sahsi DININDE öyle olabilir... ama bizlerin arastirdigi okudu Tefsirde öyle bir anlayis yokki.... sen nerden cikariyorsunki Islam DINI gaybin üzerine kurulmus... tam tersi... Gayb degil... VAHYIIlerin... yani tüm Semavi DINLERIN üzerine kurulmustur....

doenertier 25.06.2005 18:49

TÜRKEI IST NICHT IRAN DARF NICHT SEIN
 
Bugünlerde Alevilik, geçmişte eşine hiç rastlanmamış bir biçimde, gündemde bulunuyor. Bir süredir Alevilik üzerine yayınlanan kitaplar bir yana, gazelerde yazı dizileri, makaleler birbirini izliyor. Televizyon kanalları Aleviliğe uzun saatler ayırıyorlar. Bu durum karşısında sorulması gereken bir soru var: Neden Aleviliğe ilgi giderek böylesine artmaktadır?

Bu sorunun yanıtı, her şeyden önce, yayınların niteliklerine ve amaçlarına bakılarak verilmelidir. Bu açıdan baktığımızda, bu yayınları 4 ayrı gurupta toplayabiliriz:

· Gerçekten bilimsel ve objektif yayınlar.

· Böyle olmayıp da Aleviliği, Şiiliğin bir kolu olarak göstermek isteyenler.

· Aleviliğin Sünnilik gibi, bir İslam mezhebinden başka bir şey olmadığını öne sürenler.

· Aleviliği, Anadolu Türk halkından soyutlamak isteyenler.

Doğrusunu söylemek gerekirse, kendisi Alevi olsun olmasın, Aleviliğin kökenine, tarihsel gelişimine ilişkin açık ve kesin bir bilgisi olmayanların, Aleviliği Şiilik ya da Sünnilik içinde eritmek, Anadolu Türk halkından koparmak amacını güden bu yayınlardan etkilenmeğe başladıkları da üzücü bir gerçektir.

Öte yandan, bilimsel ve objektif olanların dışındaki yayınların, ortak bir amaçları bulunduğu da açıkça görülmektedir. Bu ortak amacı daha iyi anlayabilmek için, Türkiye*’yi öteki İslam ülkelerinden ayıran iki özelliği sürekli göz önünde tutmamız gerekir. Bu iki özellik şudur:

1. Halkı Müslüman olan başka hiçbir ülkede, Atatürk devrimleri yaşanmamıştır.

2. Halkı Müslüman olan başka hiçbir ülkede, Anadolu Alevi halk kitlesi gibi bir kitle yoktur.

Başka bir deyişle, Türkiye’yi hâlâ İran’a Cezayir’e Afganistan’a Suudi Arabistan’a dönüştürememişlerse, bu, karşılarında bu iki ayışmaz engel olduğu içindir.

Bu nedenlerle de Türkiye’yi Arap Ortaçağının karanlığına gömmek ya da İran İslam Cumhuriyeti’ne benzer bir sistemin içine çekmek isteyenler için, aynı biçimde özgün yapısının yıkılması, soysuzlaştırılması gerekmektedir. Atatürk Devrimleri’nin ve Aleviliğin düşmanlarının aynı karanlık çevreler ve güçler olması, hiç de bir rastlantı değildir.

O halde Alevilik, tüm bu saldırılara, tüm bu özgün yapısından koparılma çabalarına karşı korunmalıdır. Bunun en başta gelen yolu ise, neyi korumamız gerektiğini kesin tanımı ile bilmektir.

Bunun için de önce Aleviliğin temellerinin nasıl atıldığına, bu temeller üzerinde Anadolu’da nasıl geliştiğine ve biçimlendiğine, çok kısaca da olsa, bir göz atmamız gerekiyor.

I

Artık hemen hemen tümümüz biliyoruz ki, Türkler, İslamiyeti öyle kendiliklerinden ve isteyerek değil, 300 yıl süren bir direniş sonunda bölük bölük ve zor karşısında kabul etmek durumunda kalmışlardır.

Bu uzun direnişin Türklerin yabancı bir devletin işgaline karşı yurtlarını korumaları, Arapların zulümlerine karşı koymaları gibi nedenlerini bir yana bırakarak, konumuz bakımından asıl önem taşıyanı üzerinde duralım. Bu işgalci Araplar, aynı zamanda kendi dinlerini de ele geçirdikleri ülkelerin insanlarına zorla benimsettiriyorlardı. Ne var ki, İslamiyetin temel kurallarının Türk toplumunda uygulanması olanaksızdı. Çünkü, kentler kurarak yerleşik düzene geçmiş olan Türkler bir yana, asıl büyük Türk çoğunluğu hâlâ yarı – göçebe bir yaşam sürmekteydi. Bu arada hemen belirteyim ki, yerleşik Türkler, göçebelerden daha kolay ve daha önce İslamiyeti benimsemişlerdir. Peki, göçebeliklerini şu ya da bu düzeyde sürdüren Türkler için, İslami temel kuralların uygulanması neden olanaksızdı? İşte bu soruya verilecek yanıt, Aleviliği anlamakta ilk anahtar olacaktır.

Gerçekte konu çok açık. Çünkü, sürekli olarak hareket eden, bir yerden bir yere gitmekte olan ve bu arada hasımlarına karşı hep tetikte olması gereken bir Türk boyunun gün boyunca beş kez durarak namaz kıldığını bir düşünün. Ya da Sünni İslam da bile, seyahat durumunda oruç tutmama olanağı tanımışken, sürekli hareketli bir toplumun bireylerinin, nasıl olup da oruç tutabileceklerini, gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Üstelik, bu insanlar, temel geçim kaynakları olan hayvan sürülerini, kime ve nereye bırakarak, Hacca nasıl gidebileceklerdi?

Kaldı ki, göçebe bir toplumda kaç göç nasıl uygulanabilirdi? Türk kadını, eşi ile ve topluluğun öteki bireyleri birlikte, at koştururken ve gerektiğinde elinde kılıç savaşırken, şimdi onu nasıl olup da bir yere kapatabilecektiniz. Bir bilgi olsun diye şunu söyleyeyim: O dönem Türk toplumunda en uzun süreli hapis cezası, 10 gündü!

Şunu da asla gözden uzak tutmamak gerekir ki, göçebe toplumların varlığını koruyabilmeleri için, sıkı bir disiplin gerekir. Bu disiplin ise, törelerle sağlanır. Bu nedenle, bu gibi toplumlarda töreye bağlılık, çok güçlüdür. Türk de töresine bağlıydı ve yaşayabilmek için, bağlı kalmak zorundaydı da.

Ama şimdi, kabul etmek zorunda bırakıldığı inanç sisteminin gerektirdiği uygulamalar, onun yaşam biçimine tümüyle aykırıydı. O halde, yapılacak tek şey vardı: Görünüşte İslamı kabul etmek; ama gerçekte ve uygulamada kendi töresini, buna temel oluşturan inançlarını sürdürmek...

Aleviliğin ilk temeli budur.

II

Tümümüz yine biliriz ki, Ahmed Yesevi’nin Alevilikte çok önemli bir yeri vardır. Fakat, Sünniler de Ahmed Yesevi’ye sahip çıkarlar ve Türkler arasında İslamiyetin yayılmasında çok önemli bir görev üstlenmiş olduğunu belirtirler. Gerçekte Ahmed Yesevi, özünde Sünni, şeriata bağlı bir kişidir ve Nakşibendi tarikatine de girecektir. O zaman nasıl olmuştur da Ahmed Yesevi, Alevilik için bu denli önemli bir yerde bulunmuştur?

İşin gerçeği şudur; İslamı böylece görünüşte ve yüzeysel olarak kabul etmiş olan Türklerin Sünniliği içlerine sindirmedikleri, daha da önemlisi kendi kültürlerine tümüyle yabancı olan bu ideolojiyi anlayamadıkları açıkça ortadaydı. Ahmed Yesevi, bu engeli aşmak ve İslamı Türklere içten benimsettirmek istiyordu. Bunun için ise, İslamı onların algılayabilecekleri ve yaşam biçimlerine ters gelmeyecek biçimde anlatmak ve belletmek gerekiyordu. O, bu amaçla, İslamiyeti Türklere ters gelmeyecek bir biçimde yorumlamak ve açıklamak yolunu seçti. Ne var ki, sonuç, Sünni Ortodoks İslam anlayışından çok değişik olacaktı. Bu nedenle de İslamın bu anlaşılış ve anlatılış biçimi, bu dini yüzeysel de olsa benimsemeye zorlanmış olan Türkler için, kabul edilebilir bir yorum olmuş ya da en azından onlar öyle algılamışlardı.

Bugün bile Türkiye’deki Sünni çevrelere ters gelecek şu dizeler, Ahmed Yesevi’nin ya da öyle kabul ediliyor:

Anlamıyorum alimler konuştuğunuz Türkçeyi

Ariflerden duyunca, açar gönül mülkünü

Ayet, hadis manası Türkçe olsa uygundur

Manasını kavrayanlar yere koyar börkünü

Üstelik, o, Türk halkını ezen egemen çevrelere zaman zaman karşı çıkıyor ve halktan yana bir taraf alıyordu:

Padişahlarda, vezirlerde adalet yok

Dervişlerin duasında icabet yok

Türlü bela, halk üstüne yağdı dostlar

Onun şu dizeleri ise Alevi yazınında göreceğimiz bir temel duygu ve inanışı çağrıştırıyordu:

Ey siz, can çekip, her lahza izlersiniz ilahiyi

Onu izlemeye hacet yok, ilahi siz ilahi siz(siniz)

Aleviliğin bir başka temeli de böylece atılmış oluyordu.

III

Bu aşamada dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır:

1. Henüz daha Alevilikten söz etmek olanaksızdır. Olan, yalnızca temellerinin atılmaya başlanmasıdır.

2. Türklerin kabule zorlandıkları ve yüzeysel olarak kabul ettikleri İslam, Sünni İslamdır.

Bu ikinci nokta, son derece önemlidir. Çünkü, bu tarihsel gerçek, Aleviliğin Şiilikten kaynaklandığı savının geçersizliğini kendiliğinden ortaya koymaktadır. Sonraki gelişmeler ise, bu gerçeği büsbütün belirginleştirecektir. Örneğin, Aleviliğin kilometre taşlarından olan Baba İlyas, Kayseri’de kadılık yapmıştır. Şeyh Bedreddin ise, Musa Çelebi’nin kazaskeridir ve bir fıkıh bilginidir.

IV*

Tarihsel süreçte sırası ile Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve özellikle Osmanlı Devleti’nin sınıfsal ve kültürel oluşumlarının izlediği çizgi de Aleviliğin atılan bu temeller üzerinde gelişimini doğrudan belirlemiştir.

Her ne kadar bu devletler, Türkler tarafından kurulmuş idi iseler de yönetici kadroları, kısa sürede bulundukları yerlerin yerleşik halkının yaşam biçimini benimseyerek onlarla bütünleşmişlerdir. Bu ise, kırsal kesimde yaşayan ve İslam öncesi inançlarını İslami kisveyle sürdüren Türkler ile egemen çevreler arasında yeni bir uçurumun doğması demekti. Devlet, kendisine Sünniliği resmi ideoloji olarak almıştı. Üstelik, göçebeliklerini sürdüren ya da öyle olmasa bile kırsal kesimde yaşayan halkı, ekonomik bir sömürü altında tutuyordu. Büyük Selçuklu Devleti’nde 1153 yılında başgösteren Büyük Oğuz Ayaklanması, bu bakımdan konuya ışık tutmaktadır. Oğuzlar, Müslümanlığı kabul etmişlerdi; ancak kendilerinden alınan ağır verginin daha da arttırılmak istenmesi üzerine çıkan ve 3 yıl süren bu ayaklanma sırasında, kentleri yağmalayacaklar, camileri yakıp yıkacaklardır. Ayaklanma sona erdiğinde, her dört din adamından biri, Oğuzlarca öldürülmüş olacaktır. Bu tarihten önce Anadolu’ya gelip yerleşen Oğuzların da dünyaya ve Sünni İslama bakış açılarının hiç de değişik olmadığı, kolayca kestirilebilir. Buna koşut olarak da Anadolu Selçukluları, Büyük Selçukluların yolundan gidiyorlardı. 1239’da Anadolu’da başlayan Babalılar Ayaklanması, bu koşullar altında varlık kazanacaktır.

Biliyoruz ki, Baba İshak’ın başlattığı bu ayaklanma da Aleviliğin oluşumunda önemli bir aşamadır. Ancak, yine dikkat edilmesi gereken nokta, Alevilikten bu tarihte de söz edilemeyecek olmasıdır. O zaman sorulması gereken soru, bu ayaklanmanın neden böyle kabul edilmekte olduğudur. Sorunun yanıtı, Baba İshak’ın siyasal görüşlerinde bulunmaktadır. Gerçekten de Baba İshak’a göre, Türkmenler (Oğuzlar) haksızlığa uğramışlardı. Bütün insanlar eşit haklara sahiptiler; ama bir azınlık, bu hakları gaspetmişti. Selçuklu Devleti yıkılacak ve yerine haksızlıkları kaldıracak bir düzen geçecekti.

Osmanlı’ya karşı girişilecek olan tüm Alevi ayaklanmalarının temelinde de işte bu düşünce bulunacaktır.

Osmanlı egemen çevrelerinin, giderek kökenlerine yabancılaşan Türklerden, devşirmelerden, ele geçirilen toprakların askeri egemen çevrelerinden oluşması ve sonunda da Yavuz Sultan Selim’in izlediği İslamcı siyasa ve Türk Safevi Devleti’ni Osmanlı iktidari için, tehlikeli görmesi sonucunda, Anadolu’da Alevilik atılan bu temeller üzerinde yükselecektir.

Yavuz dönemi ile birlikte, artık Alevilik, apayrı bir duygu, düşünüş, inanç sistemi ve yaşam biçimi olarak karşımızdadır. Osmanlı da Alevi Türk’ünü, devletin öteki uyruklarından kesin bir biçimde ayırmaktadır. Osmanlı’ya göre, o, “zayıf-ül iman” yani zayıf imanlıdır, “mülhid”, yani tanrı tanımazdır, imansızdır. “Türkler”, “Etrak-i bi-idraktir”. Bu durum karşısında da Anadolu Türkleri, kendi devletleri olarak gördükleri Safevi Devleti’ne akın akın koşacaklardır.

Türk tarihi için, bir dönüm noktası olan Çaldıran Savaşı’nda karşılaşan iki ordunun oluşumu, birçok gelişmeye ışık tuttuğu gibi, Aleviliğin tümüyle Anadolu Türk’üne özgü olduğunu da açıkça ortaya koyar:

Safevi Devleti’nin kuruluşunda en büyük pay, Anadolu’dan gerisin geriye göç eden Ustacalı, Rumlu, Tekeli, Zulkadr, Şamlu, Afşar, Kaçar Türkmenlerinindi. O gün savaş alanında Şah İsmail’in ordusu Türklerden; buna karşılık Yavuz’un ordusu ise, Hıristiyanlardan devşirme Yeniçeriler, yardıma gelen Sırplar, paralı Hıristiyan askerler ve az sayıda da sipahiden oluşuyordu. Şah İsmail, Hatai adı ile Türkçe şiir yazıyordu, Yavuz ise Farsça!...

V

Aleviliğin temelleri Orta Asya’da atıldığına ve bu temeller üzerinde Anadolu’da Türk’e özgü olarak varlık kazandığına ve İslami kisveyle İslam öncesi Türk töresi ve inancın yaşatılması olduğuna göre, Hz. Ali’nin Alevilikteki eşsiz ve saygın yeri nasıl açıklanacaktır?

Ehl-i beyt’in Arap egemenlerince zulme uğratıldığı tarihsel bir gerçektir. Türkler de yaşadıkları bölgelerin egemenlerince zulüm altında inletilmişlerdir. İslamiyeti belirtilen biçimde kabul eden Türkler için, Ehl-i beyt ve özellikle de Hz. Ali’ye duyulan yakınlık ve sevgi, bu açıdan ve simgesel bir bağlılık olarak değerlendirilmelidir.

Bu çerçevede, Alevi ozanlarının çoğunda geçen Musa-Firavun motifine de dikkatinizi çekmek isteriz. Hatta Alevilerde sıkça rastlanan Musa adının da Firavun’un zulmüne uğradığı varsayılan Musa’dan esinlenerek, başlangıçta konulduğunu ve bunun gelenekleştiğini söylemek gerekir.

VI

Konuyu daha iyi belirleyebilmek için, bir olgu üzerinde de yine kısaca durmak gerekiyor. Bütün toplumlar, maddi yaşamlarında, duygu ve düşüncelerinde, inançlarında kendinden önce gelip geçmiş ve ayrıca hâlâ varlıklarını sürdüren başka toplumlardan etkilenirler, kendi yapılarında onlardan öğeler taşırlar. Başka bir deyişle, herşey sıfırdan başlamaz. Ancak, ayrı bir kimliğe sahip olabilen toplumlar, tüm bu öğelere kendi damgalarını basarlar. Örneğin, İslam dininde de söz gelimi eski Mısır inançlarından, Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan izler görülür; ama bunlar, İslamiyetin apayrı bir din olarak varlık kazanmasını engellememiştir. Çünkü, İslamiyet bu etkilerin tümünü kendi potasında eriterek, kendi damgasını basmıştır.

Bu bilimsel gerçek, doğal olarak Orta Asya’da yaşayan, sonra batıya doğru göçen ve sonunda da Anadolu’ya gelip yerleşen Türkler için de söz konusudur. Başka toplumlardan kaynaklanmış olan öğeleri, Anadolu Alevi Türk halk kitlesinde de görürüz. Bu izlerden ya da ögelerden birini ya da birkaçını ele alıp, bunları ön plana çıkararak Anadolu Aleviliğinin oralardan kaynaklandığını öne sürmeye kalkışmak ya bilime aykırılığın ya da bir art düşüncenin kanıtıdır. Söz gelimi, Zerdüştlüğün izlerinden kalkarak Kürt kökenli olduğunu öne sürmeğe kalkışmak böyledir.

Oysa aradan geçen bunca zamana ve bunca baskıya karşın, bugün bile Anadolu Alevisi, İslam öncesi Türk duygusunu, düşünüşünü, töresini İslam adı altında da olsa sürdürmektedir. Bunun en çarpıcı kanıtı, kadın konusundadır.

VII

Bu çerçevede kimi bilim adamlarının Aleviliği nasıl tanımladıklarını ya da tanımlamaya temel olacak hangi sonuçlara ulaştıklarını görelim:

Mehmet Eröz, “Türk Alevilik ve Bektaşiliğinin ana kaynağı Türk kültürü ve eski Türk dinidir”;“göçebeler, Müslümanlığı şeklen kabul ettiler” diyerek[1], anlatmaya çalıştığımız gerçeği de belirtmiş bulunuyor.

Mélikoff, önce Aleviliğin, “Ali ve Kerbela şehitlerine karşı dindarca bir saygı dışında, Şiiliğin, aşırı ya da aşırı olmayan, hiçbir görünümünü ortaya koymadığını...” belirtmekte ve “eski Türklerin dini ve sosyal yaşamlarının basit ve kolayca bir İslamlığa uygulandığı bir halk inanışı” tanımını yapmaktadır.[2]

Mustafa Akdağ’a göre, “Çoğu Türkmen olan göçebe halkının da Şamanilikten sahip oldukları birtakım adetlerin İslam dinin de kaidesi olarak ifadesi...”*dir.[3]

Faruk Sümer de “XV. Yüzyıl ortalarında Türklerin dini inançları” için

“....medresenin tesiri dışında kalan köylü ve göçebelerin mühim bir kısmı sathi bir İslamiyetin görünüşü altında Orta Asya’dan getirdikleri eski dini inanç ve telakkilerini devam ettiriyorlardı”

diyor.[4]

Zeki Velidi Togan’ın da Türklerin İslamiyeti kendi açılarından yorumlayışları için, “İslamiyetin milli bir Türk dinine çevrilmesi” nitelendirilmesini yapmış olduğunu belirtmek yerinde olacaktır.[5]

Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Söz gelimi, Fransız Türkolog J. P. Roux’un şu sözleri, günümüz Anadolu Aleviliğinin gerçek niteliğine ışık tutmaktadır:

“....yoksul tabakanın dokuz yüzyıllık Müslümanlaşmadan sonra (bile), ortaçağdaki inançlarından, bazı kalıntılardan çok (daha) fazla şeyler muhafaza etmiş olduğunu açıkça göstermektedir.”[6]

Sözün özü, Alevilik, Türk’e özgüdür, onun İslam öncesi değerlerinin, İslama karşın; ama onun görüntüsü altında yaşatılmasıdır.

Kaynaklar

Akdağ, Mustafa: Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, C. 1, Ankara 1959.

Eröz, Mehmet: Eski Türk Dini (Gök Tanrı İnancı) ve Alevilik, Bektaşilik. İstanbul 1992.

Mélikoff, Irène: Uyur İken Uyardılar–Alevilik, Bektaşilik Araştırmaları. İstanbul 1993.

Roux, J. P.: Türklerin Tarihi: Büyük Okyanustan Akdeniz’e 2000 yıl. Çev. Galip Üstün, İstanbul 1991.

Sümer, Faruk: Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişimesinde Anadolu Türklerinin Rolü. Ankara 1992.

Togan, Zeki Velidi: Umumi Türk Tarihine Giriş. C.1, İstanbul 1970.



--------------------------------------------------------------------------------

1 Bkz. Eröz 1992: 7, 10.

2 Bkz. Mélikoff 1993: 34.

3 Bkz. Akdağ 1959: 283.

4 Bkz. Sümer 1992: 201.

5 Bkz. Togan 1970: 271.

6 Bkz. Roux 1991: 195.

doenertier 25.06.2005 18:49

TÜRKEI IST NICHT IRAN DARF NICHT SEIN
 
Bugünlerde Alevilik, geçmişte eşine hiç rastlanmamış bir biçimde, gündemde bulunuyor. Bir süredir Alevilik üzerine yayınlanan kitaplar bir yana, gazelerde yazı dizileri, makaleler birbirini izliyor. Televizyon kanalları Aleviliğe uzun saatler ayırıyorlar. Bu durum karşısında sorulması gereken bir soru var: Neden Aleviliğe ilgi giderek böylesine artmaktadır?

Bu sorunun yanıtı, her şeyden önce, yayınların niteliklerine ve amaçlarına bakılarak verilmelidir. Bu açıdan baktığımızda, bu yayınları 4 ayrı gurupta toplayabiliriz:

· Gerçekten bilimsel ve objektif yayınlar.

· Böyle olmayıp da Aleviliği, Şiiliğin bir kolu olarak göstermek isteyenler.

· Aleviliğin Sünnilik gibi, bir İslam mezhebinden başka bir şey olmadığını öne sürenler.

· Aleviliği, Anadolu Türk halkından soyutlamak isteyenler.

Doğrusunu söylemek gerekirse, kendisi Alevi olsun olmasın, Aleviliğin kökenine, tarihsel gelişimine ilişkin açık ve kesin bir bilgisi olmayanların, Aleviliği Şiilik ya da Sünnilik içinde eritmek, Anadolu Türk halkından koparmak amacını güden bu yayınlardan etkilenmeğe başladıkları da üzücü bir gerçektir.

Öte yandan, bilimsel ve objektif olanların dışındaki yayınların, ortak bir amaçları bulunduğu da açıkça görülmektedir. Bu ortak amacı daha iyi anlayabilmek için, Türkiye*’yi öteki İslam ülkelerinden ayıran iki özelliği sürekli göz önünde tutmamız gerekir. Bu iki özellik şudur:

1. Halkı Müslüman olan başka hiçbir ülkede, Atatürk devrimleri yaşanmamıştır.

2. Halkı Müslüman olan başka hiçbir ülkede, Anadolu Alevi halk kitlesi gibi bir kitle yoktur.

Başka bir deyişle, Türkiye’yi hâlâ İran’a Cezayir’e Afganistan’a Suudi Arabistan’a dönüştürememişlerse, bu, karşılarında bu iki ayışmaz engel olduğu içindir.

Bu nedenlerle de Türkiye’yi Arap Ortaçağının karanlığına gömmek ya da İran İslam Cumhuriyeti’ne benzer bir sistemin içine çekmek isteyenler için, aynı biçimde özgün yapısının yıkılması, soysuzlaştırılması gerekmektedir. Atatürk Devrimleri’nin ve Aleviliğin düşmanlarının aynı karanlık çevreler ve güçler olması, hiç de bir rastlantı değildir.

O halde Alevilik, tüm bu saldırılara, tüm bu özgün yapısından koparılma çabalarına karşı korunmalıdır. Bunun en başta gelen yolu ise, neyi korumamız gerektiğini kesin tanımı ile bilmektir.

Bunun için de önce Aleviliğin temellerinin nasıl atıldığına, bu temeller üzerinde Anadolu’da nasıl geliştiğine ve biçimlendiğine, çok kısaca da olsa, bir göz atmamız gerekiyor.

I

Artık hemen hemen tümümüz biliyoruz ki, Türkler, İslamiyeti öyle kendiliklerinden ve isteyerek değil, 300 yıl süren bir direniş sonunda bölük bölük ve zor karşısında kabul etmek durumunda kalmışlardır.

Bu uzun direnişin Türklerin yabancı bir devletin işgaline karşı yurtlarını korumaları, Arapların zulümlerine karşı koymaları gibi nedenlerini bir yana bırakarak, konumuz bakımından asıl önem taşıyanı üzerinde duralım. Bu işgalci Araplar, aynı zamanda kendi dinlerini de ele geçirdikleri ülkelerin insanlarına zorla benimsettiriyorlardı. Ne var ki, İslamiyetin temel kurallarının Türk toplumunda uygulanması olanaksızdı. Çünkü, kentler kurarak yerleşik düzene geçmiş olan Türkler bir yana, asıl büyük Türk çoğunluğu hâlâ yarı – göçebe bir yaşam sürmekteydi. Bu arada hemen belirteyim ki, yerleşik Türkler, göçebelerden daha kolay ve daha önce İslamiyeti benimsemişlerdir. Peki, göçebeliklerini şu ya da bu düzeyde sürdüren Türkler için, İslami temel kuralların uygulanması neden olanaksızdı? İşte bu soruya verilecek yanıt, Aleviliği anlamakta ilk anahtar olacaktır.

Gerçekte konu çok açık. Çünkü, sürekli olarak hareket eden, bir yerden bir yere gitmekte olan ve bu arada hasımlarına karşı hep tetikte olması gereken bir Türk boyunun gün boyunca beş kez durarak namaz kıldığını bir düşünün. Ya da Sünni İslam da bile, seyahat durumunda oruç tutmama olanağı tanımışken, sürekli hareketli bir toplumun bireylerinin, nasıl olup da oruç tutabileceklerini, gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Üstelik, bu insanlar, temel geçim kaynakları olan hayvan sürülerini, kime ve nereye bırakarak, Hacca nasıl gidebileceklerdi?

Kaldı ki, göçebe bir toplumda kaç göç nasıl uygulanabilirdi? Türk kadını, eşi ile ve topluluğun öteki bireyleri birlikte, at koştururken ve gerektiğinde elinde kılıç savaşırken, şimdi onu nasıl olup da bir yere kapatabilecektiniz. Bir bilgi olsun diye şunu söyleyeyim: O dönem Türk toplumunda en uzun süreli hapis cezası, 10 gündü!

Şunu da asla gözden uzak tutmamak gerekir ki, göçebe toplumların varlığını koruyabilmeleri için, sıkı bir disiplin gerekir. Bu disiplin ise, törelerle sağlanır. Bu nedenle, bu gibi toplumlarda töreye bağlılık, çok güçlüdür. Türk de töresine bağlıydı ve yaşayabilmek için, bağlı kalmak zorundaydı da.

Ama şimdi, kabul etmek zorunda bırakıldığı inanç sisteminin gerektirdiği uygulamalar, onun yaşam biçimine tümüyle aykırıydı. O halde, yapılacak tek şey vardı: Görünüşte İslamı kabul etmek; ama gerçekte ve uygulamada kendi töresini, buna temel oluşturan inançlarını sürdürmek...

Aleviliğin ilk temeli budur.

II

Tümümüz yine biliriz ki, Ahmed Yesevi’nin Alevilikte çok önemli bir yeri vardır. Fakat, Sünniler de Ahmed Yesevi’ye sahip çıkarlar ve Türkler arasında İslamiyetin yayılmasında çok önemli bir görev üstlenmiş olduğunu belirtirler. Gerçekte Ahmed Yesevi, özünde Sünni, şeriata bağlı bir kişidir ve Nakşibendi tarikatine de girecektir. O zaman nasıl olmuştur da Ahmed Yesevi, Alevilik için bu denli önemli bir yerde bulunmuştur?

İşin gerçeği şudur; İslamı böylece görünüşte ve yüzeysel olarak kabul etmiş olan Türklerin Sünniliği içlerine sindirmedikleri, daha da önemlisi kendi kültürlerine tümüyle yabancı olan bu ideolojiyi anlayamadıkları açıkça ortadaydı. Ahmed Yesevi, bu engeli aşmak ve İslamı Türklere içten benimsettirmek istiyordu. Bunun için ise, İslamı onların algılayabilecekleri ve yaşam biçimlerine ters gelmeyecek biçimde anlatmak ve belletmek gerekiyordu. O, bu amaçla, İslamiyeti Türklere ters gelmeyecek bir biçimde yorumlamak ve açıklamak yolunu seçti. Ne var ki, sonuç, Sünni Ortodoks İslam anlayışından çok değişik olacaktı. Bu nedenle de İslamın bu anlaşılış ve anlatılış biçimi, bu dini yüzeysel de olsa benimsemeye zorlanmış olan Türkler için, kabul edilebilir bir yorum olmuş ya da en azından onlar öyle algılamışlardı.

Bugün bile Türkiye’deki Sünni çevrelere ters gelecek şu dizeler, Ahmed Yesevi’nin ya da öyle kabul ediliyor:

Anlamıyorum alimler konuştuğunuz Türkçeyi

Ariflerden duyunca, açar gönül mülkünü

Ayet, hadis manası Türkçe olsa uygundur

Manasını kavrayanlar yere koyar börkünü

Üstelik, o, Türk halkını ezen egemen çevrelere zaman zaman karşı çıkıyor ve halktan yana bir taraf alıyordu:

Padişahlarda, vezirlerde adalet yok

Dervişlerin duasında icabet yok

Türlü bela, halk üstüne yağdı dostlar

Onun şu dizeleri ise Alevi yazınında göreceğimiz bir temel duygu ve inanışı çağrıştırıyordu:

Ey siz, can çekip, her lahza izlersiniz ilahiyi

Onu izlemeye hacet yok, ilahi siz ilahi siz(siniz)

Aleviliğin bir başka temeli de böylece atılmış oluyordu.

III

Bu aşamada dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır:

1. Henüz daha Alevilikten söz etmek olanaksızdır. Olan, yalnızca temellerinin atılmaya başlanmasıdır.

2. Türklerin kabule zorlandıkları ve yüzeysel olarak kabul ettikleri İslam, Sünni İslamdır.

Bu ikinci nokta, son derece önemlidir. Çünkü, bu tarihsel gerçek, Aleviliğin Şiilikten kaynaklandığı savının geçersizliğini kendiliğinden ortaya koymaktadır. Sonraki gelişmeler ise, bu gerçeği büsbütün belirginleştirecektir. Örneğin, Aleviliğin kilometre taşlarından olan Baba İlyas, Kayseri’de kadılık yapmıştır. Şeyh Bedreddin ise, Musa Çelebi’nin kazaskeridir ve bir fıkıh bilginidir.

IV*

Tarihsel süreçte sırası ile Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve özellikle Osmanlı Devleti’nin sınıfsal ve kültürel oluşumlarının izlediği çizgi de Aleviliğin atılan bu temeller üzerinde gelişimini doğrudan belirlemiştir.

Her ne kadar bu devletler, Türkler tarafından kurulmuş idi iseler de yönetici kadroları, kısa sürede bulundukları yerlerin yerleşik halkının yaşam biçimini benimseyerek onlarla bütünleşmişlerdir. Bu ise, kırsal kesimde yaşayan ve İslam öncesi inançlarını İslami kisveyle sürdüren Türkler ile egemen çevreler arasında yeni bir uçurumun doğması demekti. Devlet, kendisine Sünniliği resmi ideoloji olarak almıştı. Üstelik, göçebeliklerini sürdüren ya da öyle olmasa bile kırsal kesimde yaşayan halkı, ekonomik bir sömürü altında tutuyordu. Büyük Selçuklu Devleti’nde 1153 yılında başgösteren Büyük Oğuz Ayaklanması, bu bakımdan konuya ışık tutmaktadır. Oğuzlar, Müslümanlığı kabul etmişlerdi; ancak kendilerinden alınan ağır verginin daha da arttırılmak istenmesi üzerine çıkan ve 3 yıl süren bu ayaklanma sırasında, kentleri yağmalayacaklar, camileri yakıp yıkacaklardır. Ayaklanma sona erdiğinde, her dört din adamından biri, Oğuzlarca öldürülmüş olacaktır. Bu tarihten önce Anadolu’ya gelip yerleşen Oğuzların da dünyaya ve Sünni İslama bakış açılarının hiç de değişik olmadığı, kolayca kestirilebilir. Buna koşut olarak da Anadolu Selçukluları, Büyük Selçukluların yolundan gidiyorlardı. 1239’da Anadolu’da başlayan Babalılar Ayaklanması, bu koşullar altında varlık kazanacaktır.

Biliyoruz ki, Baba İshak’ın başlattığı bu ayaklanma da Aleviliğin oluşumunda önemli bir aşamadır. Ancak, yine dikkat edilmesi gereken nokta, Alevilikten bu tarihte de söz edilemeyecek olmasıdır. O zaman sorulması gereken soru, bu ayaklanmanın neden böyle kabul edilmekte olduğudur. Sorunun yanıtı, Baba İshak’ın siyasal görüşlerinde bulunmaktadır. Gerçekten de Baba İshak’a göre, Türkmenler (Oğuzlar) haksızlığa uğramışlardı. Bütün insanlar eşit haklara sahiptiler; ama bir azınlık, bu hakları gaspetmişti. Selçuklu Devleti yıkılacak ve yerine haksızlıkları kaldıracak bir düzen geçecekti.

Osmanlı’ya karşı girişilecek olan tüm Alevi ayaklanmalarının temelinde de işte bu düşünce bulunacaktır.

Osmanlı egemen çevrelerinin, giderek kökenlerine yabancılaşan Türklerden, devşirmelerden, ele geçirilen toprakların askeri egemen çevrelerinden oluşması ve sonunda da Yavuz Sultan Selim’in izlediği İslamcı siyasa ve Türk Safevi Devleti’ni Osmanlı iktidari için, tehlikeli görmesi sonucunda, Anadolu’da Alevilik atılan bu temeller üzerinde yükselecektir.

Yavuz dönemi ile birlikte, artık Alevilik, apayrı bir duygu, düşünüş, inanç sistemi ve yaşam biçimi olarak karşımızdadır. Osmanlı da Alevi Türk’ünü, devletin öteki uyruklarından kesin bir biçimde ayırmaktadır. Osmanlı’ya göre, o, “zayıf-ül iman” yani zayıf imanlıdır, “mülhid”, yani tanrı tanımazdır, imansızdır. “Türkler”, “Etrak-i bi-idraktir”. Bu durum karşısında da Anadolu Türkleri, kendi devletleri olarak gördükleri Safevi Devleti’ne akın akın koşacaklardır.

Türk tarihi için, bir dönüm noktası olan Çaldıran Savaşı’nda karşılaşan iki ordunun oluşumu, birçok gelişmeye ışık tuttuğu gibi, Aleviliğin tümüyle Anadolu Türk’üne özgü olduğunu da açıkça ortaya koyar:

Safevi Devleti’nin kuruluşunda en büyük pay, Anadolu’dan gerisin geriye göç eden Ustacalı, Rumlu, Tekeli, Zulkadr, Şamlu, Afşar, Kaçar Türkmenlerinindi. O gün savaş alanında Şah İsmail’in ordusu Türklerden; buna karşılık Yavuz’un ordusu ise, Hıristiyanlardan devşirme Yeniçeriler, yardıma gelen Sırplar, paralı Hıristiyan askerler ve az sayıda da sipahiden oluşuyordu. Şah İsmail, Hatai adı ile Türkçe şiir yazıyordu, Yavuz ise Farsça!...

V

Aleviliğin temelleri Orta Asya’da atıldığına ve bu temeller üzerinde Anadolu’da Türk’e özgü olarak varlık kazandığına ve İslami kisveyle İslam öncesi Türk töresi ve inancın yaşatılması olduğuna göre, Hz. Ali’nin Alevilikteki eşsiz ve saygın yeri nasıl açıklanacaktır?

Ehl-i beyt’in Arap egemenlerince zulme uğratıldığı tarihsel bir gerçektir. Türkler de yaşadıkları bölgelerin egemenlerince zulüm altında inletilmişlerdir. İslamiyeti belirtilen biçimde kabul eden Türkler için, Ehl-i beyt ve özellikle de Hz. Ali’ye duyulan yakınlık ve sevgi, bu açıdan ve simgesel bir bağlılık olarak değerlendirilmelidir.

Bu çerçevede, Alevi ozanlarının çoğunda geçen Musa-Firavun motifine de dikkatinizi çekmek isteriz. Hatta Alevilerde sıkça rastlanan Musa adının da Firavun’un zulmüne uğradığı varsayılan Musa’dan esinlenerek, başlangıçta konulduğunu ve bunun gelenekleştiğini söylemek gerekir.

VI

Konuyu daha iyi belirleyebilmek için, bir olgu üzerinde de yine kısaca durmak gerekiyor. Bütün toplumlar, maddi yaşamlarında, duygu ve düşüncelerinde, inançlarında kendinden önce gelip geçmiş ve ayrıca hâlâ varlıklarını sürdüren başka toplumlardan etkilenirler, kendi yapılarında onlardan öğeler taşırlar. Başka bir deyişle, herşey sıfırdan başlamaz. Ancak, ayrı bir kimliğe sahip olabilen toplumlar, tüm bu öğelere kendi damgalarını basarlar. Örneğin, İslam dininde de söz gelimi eski Mısır inançlarından, Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan izler görülür; ama bunlar, İslamiyetin apayrı bir din olarak varlık kazanmasını engellememiştir. Çünkü, İslamiyet bu etkilerin tümünü kendi potasında eriterek, kendi damgasını basmıştır.

Bu bilimsel gerçek, doğal olarak Orta Asya’da yaşayan, sonra batıya doğru göçen ve sonunda da Anadolu’ya gelip yerleşen Türkler için de söz konusudur. Başka toplumlardan kaynaklanmış olan öğeleri, Anadolu Alevi Türk halk kitlesinde de görürüz. Bu izlerden ya da ögelerden birini ya da birkaçını ele alıp, bunları ön plana çıkararak Anadolu Aleviliğinin oralardan kaynaklandığını öne sürmeye kalkışmak ya bilime aykırılığın ya da bir art düşüncenin kanıtıdır. Söz gelimi, Zerdüştlüğün izlerinden kalkarak Kürt kökenli olduğunu öne sürmeğe kalkışmak böyledir.

Oysa aradan geçen bunca zamana ve bunca baskıya karşın, bugün bile Anadolu Alevisi, İslam öncesi Türk duygusunu, düşünüşünü, töresini İslam adı altında da olsa sürdürmektedir. Bunun en çarpıcı kanıtı, kadın konusundadır.

VII

Bu çerçevede kimi bilim adamlarının Aleviliği nasıl tanımladıklarını ya da tanımlamaya temel olacak hangi sonuçlara ulaştıklarını görelim:

Mehmet Eröz, “Türk Alevilik ve Bektaşiliğinin ana kaynağı Türk kültürü ve eski Türk dinidir”;“göçebeler, Müslümanlığı şeklen kabul ettiler” diyerek[1], anlatmaya çalıştığımız gerçeği de belirtmiş bulunuyor.

Mélikoff, önce Aleviliğin, “Ali ve Kerbela şehitlerine karşı dindarca bir saygı dışında, Şiiliğin, aşırı ya da aşırı olmayan, hiçbir görünümünü ortaya koymadığını...” belirtmekte ve “eski Türklerin dini ve sosyal yaşamlarının basit ve kolayca bir İslamlığa uygulandığı bir halk inanışı” tanımını yapmaktadır.[2]

Mustafa Akdağ’a göre, “Çoğu Türkmen olan göçebe halkının da Şamanilikten sahip oldukları birtakım adetlerin İslam dinin de kaidesi olarak ifadesi...”*dir.[3]

Faruk Sümer de “XV. Yüzyıl ortalarında Türklerin dini inançları” için

“....medresenin tesiri dışında kalan köylü ve göçebelerin mühim bir kısmı sathi bir İslamiyetin görünüşü altında Orta Asya’dan getirdikleri eski dini inanç ve telakkilerini devam ettiriyorlardı”

diyor.[4]

Zeki Velidi Togan’ın da Türklerin İslamiyeti kendi açılarından yorumlayışları için, “İslamiyetin milli bir Türk dinine çevrilmesi” nitelendirilmesini yapmış olduğunu belirtmek yerinde olacaktır.[5]

Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Söz gelimi, Fransız Türkolog J. P. Roux’un şu sözleri, günümüz Anadolu Aleviliğinin gerçek niteliğine ışık tutmaktadır:

“....yoksul tabakanın dokuz yüzyıllık Müslümanlaşmadan sonra (bile), ortaçağdaki inançlarından, bazı kalıntılardan çok (daha) fazla şeyler muhafaza etmiş olduğunu açıkça göstermektedir.”[6]

Sözün özü, Alevilik, Türk’e özgüdür, onun İslam öncesi değerlerinin, İslama karşın; ama onun görüntüsü altında yaşatılmasıdır.

Kaynaklar

Akdağ, Mustafa: Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, C. 1, Ankara 1959.

Eröz, Mehmet: Eski Türk Dini (Gök Tanrı İnancı) ve Alevilik, Bektaşilik. İstanbul 1992.

Mélikoff, Irène: Uyur İken Uyardılar–Alevilik, Bektaşilik Araştırmaları. İstanbul 1993.

Roux, J. P.: Türklerin Tarihi: Büyük Okyanustan Akdeniz’e 2000 yıl. Çev. Galip Üstün, İstanbul 1991.

Sümer, Faruk: Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişimesinde Anadolu Türklerinin Rolü. Ankara 1992.

Togan, Zeki Velidi: Umumi Türk Tarihine Giriş. C.1, İstanbul 1970.



--------------------------------------------------------------------------------

1 Bkz. Eröz 1992: 7, 10.

2 Bkz. Mélikoff 1993: 34.

3 Bkz. Akdağ 1959: 283.

4 Bkz. Sümer 1992: 201.

5 Bkz. Togan 1970: 271.

6 Bkz. Roux 1991: 195.

25.06.2005 18:54

Perfekt... du hast es
 
bence bu anlayis ILSAMIN ilk sartidir... yeni OBJEKTIV bir beyin sahibi olmak...

Ancak bundan sonra site uzmanlari anlayacak bir beyine sahip olabiliriz..

Yoksa Ahmed Hulusi sunu demis Yasar bunu demis... bunlari ön yargiyla safsatayla anlamamiz MÜMKÜN degildir. ve olamazda....

imkansiz bir DIN azmani... bunlari anlayamaz

25.06.2005 18:56

Arkadas yanlis anlamda
 
burada kimsenin adeti degildir... bu kadar uzun mekaleri kopyalamak... bak ben okumayacagim... eminim kimsede sonuna kadar okuyup birecekte degildir...

IN DER KÜRZE LIEGT DIR WÜRZE...

kisa kisa kendi görüslerine yer ver... ;))

Selamlar
ENis

doenertier 25.06.2005 19:10

Ich kann nicht :)) Haben wir Demokratie
 
ohne Text

oezsu 25.06.2005 19:15

Nereye be? ;)
 
bendenmi ögrendin?! :)))

25.06.2005 19:18

Klar haben wir Demokratie
 
aber inder Demokratie musst du dir auch kritik gefallen lassen... dann ist erst eine Demokratie... vorher nicht...
Wie gesagt... ich werde es nicht lesen... und das ist auch Demokratie

oezsu 25.06.2005 19:28

Alevilik diye bir sey yoktur..!
 
Insanlarin kafalarinda kurduklarinda hayali mezhepler vardir, ki Hz. Muhammed böyle mezhep ayrimlarindan söz etmemistir...!

Alevilik nerden cikarilmistri? Hz. Ali´nin vasiyetini okudunuzmu????

Seni annenden, babandan, kisacasi ailenden sen ölümü taddiktan sonra senin arkandan hangi KÜSTAH ayirabilir???

Yukarda yazdigin makalenin iceriginin her noktasina katilmasamda, bir takim seyler güzel ifade edilmis..!

Her noktasinada deginmek istemiyorum!

"1.Halki Müslüman olan baska hicbir ülkede, Atatürk devrimleri yasanmamistir."

Yanlis..:Halki Müslüman olan ülke vardir: Onlardan bir tanesi daha Endonezyadir!!! ve orasida ne Irana benzer ne Irak´a!!

Hem Iran ve Irak takiler Islama bagli yasamiyorlarki!!! Hepsi kafalarinda kurmuslar Siilik, Alevilik bilmem ne bilmem ne..!

toprak67 25.06.2005 19:37

Birde sunu düsün
 
tahmin edersem sen kurani meallerden aliyorsun?

bunun hakkinda hic düsündünmü ?

toprak67 25.06.2005 19:41

o.T.
 
niye seni bukadar sevindirdiki o tasin cennetten gelmis olmasi?

ziyaret ettinmi?

doenertier 25.06.2005 19:42

Alevi Sözcügünün ETIMOLOJISI
 
Alevi sözcüğünün kökeni, Arapça"dır. Aslı “Ali”dir.

Ali; yüce, ulu anlamına gelen bir sözcüktür ve tarihte Hazret-i Ali"nin kimliği ile özdeşleşmiş bir isimdir.

Alevi, Ali sözcüğüne, mensubiyet-aitlik-özdeşlik anlamı katan “-i” sonekinin eklenmesi ile oluşmuştur ve dilbilgisinde türemiş sözcükler grubundandır.

Ali, sözcüğüne yandaşlık, aitlik anlatan -i eki ulanırken araya “-v-” kaynaştırma sesi girer ve sözcük “Alevi” halini alır.

Aynı etimolojik durumu, Hamza sözcüğünde de görebiliriz. Hamza yandaşları, Hamza yolundan gidenler anlamına gelen Hamzavi sözcüğünde de aynı yapısal durum oluşmuştur. Bu ses değişimi, türeme sürecinde benzer başka kelimelerde bol bol görülür: “Dünya”dan türetilen “dünye-vi, “bünye”den türetilen “bünye-vi”, “daire”den “dairevi”, “mana”dan “manevi” gibi...

Alevi sözcüğünün bu etimolojisini bilmeyenlerle Alevi kavramını çarpıtmak isteyenler, “Alevi”yi, “Alev” sözcüğüne bağlamak yanlışlığına düşmüşlerdir. Böylece de Alevi sözcüğüne, “Aleve, ateşe tapanlar” anlamını vermeye çabalamışlardır.

Bu oyuna başvuran iki kesim olmuştur. Birincileri, geçmişte Alevi düşmanlığını devam ettiren Sünni kesimden bazı yazarlar, sözde bilimadamlarıdır. Ne yazık ki sözlüklere, ansiklopedilere bile bu yakıştırma girmiştir.

Diğeri ise Aleviliğin Zerdüştlükten çıktığını iddia eden Kürt kökenli bazı angaje yazarlardır. Aleviliğin Kürt kültürünün ürünü olduğunu ileri süren Cemşit Bender ve benzerleri, tarihi gerçekleri güncel siyasal amaçlar uğruna değiştirmeye çabalamışlardır.

Aleviliği Kürtlere bağlamaya çalışanlar, giderek onun Hazreti Ali ile bile ilgisinin olmadığını iddia etmeye başladılar. Bu konuda, “Alisiz Alevilik” adlı (Faik Bulut) kitap yazıldı. Geçmişte Muaviye yönetimine ve zalim Abbasi halifelerine yaranmak için kitap yazan Sünni ulemanın eserlerini temel alan bu yazar, Hazreti Ali"yi karalamak için elinden geleni yapıyor. Amaç, Ali ile, İslamla Aleviliğin bağını kopartmak. Buna bağlı olarak da da Aleviliğin kökeninin “alev “ olabileceğini iddia ediyor. (Age, s. 433)

Bu anlayışa bir başka kanattan da destek gelmektedir. Türkiye"de, Aleviliğin Hazret-i Ali ile ve sonuçta da İslamiyet"le ilgisi olmadığını iddia edecek kadar politikleşmiş kişiler de ortaya çıkmıştır.

Bunlar, Alevi kitleyi dindışı bir çizgiye çekmeye çalışan grupçuklardır. Onlar da Aleviliğin Ali ile değil alev ile bağlantılı olduğunu iddia etmektedirler. “Alevilerin başı Kuran"a bağlıdır.” deyip bundan dönenler (Nejat Birdoğan) “Kızılbaşlığın İslamdışı özellikleri!”ni anlayamayıp “Alevilik İslamdışıdır”a dönüştürenler, bu gruptandır. Asıl amaçları dine karşı mücadele olan bu kişiler, sonuçta Alevileri karalamak için onları Aleve tapanlar gibi gösteren Sünni yobazlarla aynı kampta buluşmuş oldular.

Alevi Kavramı

Aleviliğin tanımı şimdiye değin akademik çevrelerde dıştan, genellikle de mezhep kaygısı güdülerek yapıldı. Popülist tanımlamalarda ise siyasi kaygılar şiddetle etkili oldu. Tanımın gerçekle bütünleşebilmesi için Alevilerin kendilerini nasıl ifade ettiklerinden yola çıkmak gerekir.

Aleviler, kendilerini yazılı kaynaklarında nasıl tanımlıyorlar? Bu sorunun cevabı, Alevi kavramının aydınlatılmasında en önemli ipucunu sunar.

Alevi yazılı kaynakları şunlardır:

1- BUYRUK"lar, 2- Sözlü kültürden yazılı kültüre aktarılan Alevi halk ozanlarının dinsel şiirleri 3- Menakıpnameler, 4- Vilayetnameler, 5- Cenknameler, 6- Tarihler –İslam Tarihi–

Bütün bu kaynaklar tarandığı zaman çıkan Alevilik tanımı şudur: Alevilik “MUHAMMET ALİ YOLU”dur.

Alevi yazılı kaynaklarının en önemlisi, bu mezhebin ilmihali olarak hazırlanan Buyruk"lardır. Anadolu"da ve Balkanlar"daki Aleviler arasında değişik yazmaları bulunan buyruklar, Aleviliği en yalın biçimde Muhammet-Ali Yolu olarak tanımlar. Bu tanım şiire, menakıpnamelere, vilayetnamelere bu biçimde yansır.

“Alevi” sözcüğü, tarih içinde daha çok “Ali evladından olanlar”ı yani “Seyyidler”i anlatmak için kullanılmıştır. Örneğin, Emevi yönetimine isyan eden Kufeliler için İbn Hallikan, Alevi diyor (İbn Kesir, c.10, s.63)

Harun Reşit, 782 yılında Ali soyundan gelen (Talibi) İbrahimoğlu Hasan"ı öldürtmek isterken Vezir Yakub"a, “Şurada bir Alevi var, onun hakkından gel!” diyor. (İbn Kesir, c.10, s.248)

833"te ölen Halife Memun, vasiyetinde, kardeşi Mutasım"a, “Alevilere iyi davran. İyilik yapanların iyiliğini kabul et, kötülük yapanları bağışla ve onlara maaş ver.” demişti (İbn Kesir, c.10, s. 473)

9. Yüzyıl"da Mazanderan"da Aleviler bulunduğu vurgulanırken, bunların Alevi vatandaşlar değil, Hazreti Ali soyundan gelenler olduğu anlaşılmakta idi. Eski tarih kaynaklarında bu sözcük genelde yukarıdaki anlamda kullanılıyordu.

Bu sözcük zaman içinde hem Ali evladından olanları hem de onlara bağlı kitleleri anlatmaya başladı.

Anadolu"daki Alevi kitleler için resmi Osmanlı kaynaklarında Alevi nitelemesi kullanılmıyordu. Çünkü, Alevi sözü, Ali"ye bağlı, onun yolunda giden anlamına geliyor, bu da onlara dinsel bir saygıyı zorunlu kılıyordu. Osmanlı Sünni yönetimi Alevi kitlenin ideolojik desteğini kırmak için Alevi nitelemesini kullanmazken Alevilerin temsilcileri bu sıfatı 16. Yüzyıl"da açık açık kullanıyorlardı. Örneğin Sivas"ta 1550"ler dolayında asılan Pir Sultan Abdal, bir şiirinde şöyle diyor: “Gidi Yezit bize Kızılbaş demiş/ Hüseyniyem Aleviyem ne dersin”

Şah İsmail"in askerlerinin 12 dilimli kızıl renkli külah takmaları yüzünden, Osmanlı, kızılbaş sözcüğünü bunlar için kullanıyordu. Anadolu"daki Aleviler de Şah İsmail"e sevgi duydukları için kızılbaş sözcüğü hakaret/kötüleme için kullanılmaya başlanmıştı. Pir Sultan Abdal, bu kötülemele karşı Alevi kitlenin tepkisini böyle ortaya koymaktadır.

Pir Sultan Abdal"dan bir yüzyıl sonra, Alevilerin Yedi Ulular diye andığı ozan kümesinde olan Kul Himmet, açık açık Alevi kimliğini dile getirir:

“Cümle bir mürşide demişler beli(evet)/ Tesbihleri (duaları) Allah-Muhammed-Ali/Meşrebi Hüseyni ismi Alevi/ Muhammet Ali"ye çıkar yolları.”

Aslında yukarıdaki dörtlükte Aleviliğin tanımı, felsefesi, ilkeleri, kaynağı ve duruş tarzı açıkça ortaya konmaktadır: Tanım: Muhammet Ali yolu. Felsefesi: El ele El Hakk"a ilkesinden (Hazreti Muhammet"e ilk Müslümanların yaptığı Hudaybiye biatinden –kabul ediş– ilham alarak) yola çıkarak bir öndere (mürşide) bağlılık ve Allah-Muhammet-Ali ilkesini temel almak. Kaynak: Muhammet-Ali: Hazreti Muhammet"in risaleti ve Ali"nin velayeti; bunların iç içeliği. Duruş tarzı: Hüseyince... Yani zalime baş eğmemek.

16. Yüzyıl"ın sonlarında yaşadığı sanılan Derviş Mehmet yine Kızılbaşlığı açıkça savunan ozanlardandır: “Gidi Yezit bize Kızılbaş demiş/ Bahçede açılan gül de kırmızı/ İncinme ey gönül ne derse desin/ Kuran"ı derc eden dil de kırmızı”

18. Yüzyıl"da Bolulu Dertli, Hüseyin aşkına ve Kerbela hatırına kendisini kesmiş ve kızılbaşlığını yiğitçe haykırmıştır. Kızılbaşlığa sahip çıkmak, bir onur ve bir duruş olarak Alevi kitle içinde saygınlık/hayranlık kazanma yolu olmuştur.

İran"daki Türkmenlerle çıkar çatışmasına girene kadar Osmanlı yönetimi Alevi kitleler için küfür ve hakaret içeren açıklamalar yapmıyordu. Çünkü bu kitle Gaziyan-ı Rum denilen Anadolu Gazileri"nin tabanını oluşturuyordu. Balkanların ele geçirilmesinde Gaziyan-ı Rum, örgütlü Osmanlı ordusundan daha etkili oluyordu. Çünkü, bu kesimin içinde yer alan Alevi babaları (dedeler) Hıristiyan ikliminde serbest felsefe ile İslam"ı yayıyor ve Balkanların yoksulları, ezilmişleri Kızılbaşlık kanalından Müslüman oluyordu.

Osmanlının kuruluş dönemlerinde, Anadolu"daki aşırı Alevi kitleleri anlatmak üzere “Işık taifesi” kullanılan terimlerden birisi idi. Bunun yanı sıra “Torlak”, “Abdal” “Kalender”, “Etrak”, “Terakime” gibi ifadeler de dikkat çekmektedir. “Etrak"in Türk"ün” çoğulu olduğu dikkate alınırsa, Alevilerle Türklerin bir zamanlar eşleştirildiği bile anlaşılır. Zaten, Osmanlı Devleti"nde Alevilere karşı kıyım hareketi başlatıldığında, saraydaki devlet adamları ve aydınlar, Anadolu"daki Türk nüfusu, “Etrak-i bi idrak: İdraksiz, akılsız Türkler” diye aşağılıyordu. 16. Yüzyıl"a doğru bu kesimleri anlatmak için “Rafızi (Sapkın)” terimi kullanılmaya başlanmıştı. Saray alimlerince, dinsizleri anlatmak için kullanılan “mülhid” sözcüğünün hedefi de genelde Alevilerdi.

Daha sonra devreye kızılbaş nitelemesi girdi ve Rafızi veya mülhidle anlatımın keskinleştirilmesi gereken yerlerde devletin tarihçileri bu terimi kullanmaya başladılar.

Rafızi (Alevi)

Tarih ve sosyoloji açısından baktığımızda Alevi teriminin İslamiçi bir anlatım yolu olduğu ortaya çıkmaktadır.

Sünni kesimin yazdığı tarihler, mezhep kitapları, Alevi kesimin bu konuda yazdığı kitaplar, Avrupalı araştırmacıların yaptığı çalışmalar ve yorumlar hep bu açıdandır. Ne acıdır ki günümüz Türkiyesinde, kendilerini Alevi gösteren kimi yazarlar, Alevilik için “dindışı, İslam dışı” dediler. Böylece de Alevilere dinsiz diyen şeriatçı/yobaz kesime koz verdiler, onlarla aynı safta buluştular.

Halbuki geçmişte yazılmış tarihler, mezhep kitapları, Aleviliğin ne olduğunu az çok ortaya koymuştur.

Sünni din adamları ve yazarları, en eski zamanlardan beri Aleviliği incelemiş ve bunu kitaplaştırmışlardır.

Bu çalışmalarda Aleviler ya Şii ya da Rafızi olarak gösterilmişlerdir. Koyu Sünni tarihçiler, “sapkın” anlamına geldiği için Rafızi terimini yeğlediler. Şia’yı; Bağdadi, Razi, Nesefi gibi yazarlar Rafızi diye tanımlar. Bu anlayışta olup 1037"de ölen Ebu Mansur Abdulkaahir el-Bağdadi, Ravafız bölümünde, Alevileri Rafızi (sapık) mezhep olarak kabul eder ama İslam içinde inceler. Bu Sünni yazar o zaman Alevilerin Zeydiyye, Keysaniyye, İmamiyye olmak üzere üç kolu bulunduğunu belirtir ve bunların alt basamaklarını da inceler (Bak: Mezhepler Arasındaki Farklar, s.26 vd.) El-Bağdadi"den çok daha önce de bu konular mezhep kitaplarına bu biçimde girmiştir.

En aşırı Alevi düşmanı Sünni ulema bile Alevilerin alevle veya başka bir dinle ilgisi olduğunu ileri sürmez. Gel gör ki günümüzde İslam veya din düşmanlığını Alevileri kullanarak yaşama geçirmek isteyenler, tarihsel ve toplumsal gerçeği görmezden gelmeye devam ediyorlar.

Caferilik

Aleviler, yazılı kaynak bırakmamaya özen göstermiştir. Bunun sebebi de bu kaynakların “suç nedeni” sayılmasıdır. Osmanlı Devleti zamanında tespit edilenlerin gizli veya açık olarak katledildiği için, bu insanların Alevi olduklarını belli edecek deliller bırakmamaya özen göstermesi normaldir. Buna karşın sözlü gelenek çok güçlüdür. Sözlü gelenekte Aleviliği en iyi anlatan yer, cem törenleridir. Alevilerin sanatsal ibadet biçimi olan cemde, Alevilik, tıpkı Buyruk’larda anlatıldığı gibi Muhammet Ali yolu olarak anlatılır. İslam dininin kurucusu Hazret-i Muhammet ile onun Ehlibeyt"ini (Ailesini) oluşturan Hazreti Ali ve evladı, bu inançta temeldir.

Alevi kitle, Sünni çoğunluk karşısında kendisini, Caferi olarak adlandırmıştır. Bu Caferilik, günümüzdeki İran Şiası doğrultusunda kurgulanmış olan Caferilik ile pek ilintili değildir. Ortak yanlar sadece Ehlibeyt sevgisi ve saygısıdır. Aleviler, Sünni kesimin kendilerini geçmişteki bazı din bilginlerine bağlı olarak “Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli” olarak adlandırdıklarını görünce, onlar da kendilerine imam olarak İmam Cafer-i Sadık"ı temel almışlardır.

İmam Cafer-i Sadık, 765"de hakk’a yürüyen büyük bir düşünürdür. O, Hanefi mezhebinin kurucusu sayılan Ebu Azam"a da hocalık yapmıştır. İşte onun adı, Alevilere mezhep kurucusu adı olmuştur. Caferilik, de sonuçta Ehlibeyt"e bağlanan sembolik bir isim olmuştur.

Bir Alevi, mezhep açısından kendisini anlatmak isterse, “Caferiyim!” diyebilir. Yakın zamanlara kadar köylerdeki Aleviler, Sünnilere karşı kendilerini böyle anlatıyorlardı.

Bu durumu 1920"lerde Besim Atalay saptamıştı. Bektaşilik ve Edebiyatı adlı araştırmasında (İlk yayını 1924) şöyle diyor: “Gerçekte Anadolu Bektaşileri (Aleviler) caferi Mezhebinden olduklarını açıktan açığa söylerler. Mezhepte Caferi, tarikatte Bektaşi ve Alevi bulunduklarını itiraf ederler. (Ant Yay. s.13)”

Alevi kitlenin kendisini Caferi kabul ettiğini, Alevi-Bektaşi ozanları en açık biçimde dile getirmişlerdir.

Alevi kitlenin Türkçe ettiği dualarda da Alevilik, “Muhammet-Ali Yolu” olarak dile getirilir ve “Allah bizi Muhammet-Ali yolundan ayırmasın!” denilir.

İmam Cafer Buyruğu

Türkiye"de Caferilik kurallarını içeren İmam Cafer Buyrukları yayınlanmıştır. Bunlar Caferiliğin ilmihali gibi düzenlenmişlerdir. İmam Cafer Buyruğu adını taşıyan kitapların piyasada bulunanları, genelde Şii İran kaynaklıdır.

Anadolu Alevisinin kullandığı buyruklar, yazmalar halinde dedelerde ve köyün ileri gelen bir iki ailesinde bulunabiliyordu.

Bu buyruklar, Şah İsmail Hatayi"nin şiirlerinde anlatılan Alevi/Kızılbaş ilkelerinin halk diliyle yazılmasından oluşuyordu.

İlk kaynağı 15. Yüzyılın ortalarına kadar giden buyruklara 20. Yüzyıl"a kadar sürekli eklemeler yapıldı. Bu eklemelerle buyruk zenginleşti ama bazı yersiz bilgiler, bölümler de girdi. Bu anlamda buyrukların bugün ayıklanması kaçınılmazdır.

Buyrukları ilk kez günümüz alfabesi ile Sefer Aytekin yayımladı. 1982"de asistan Fuat Bozkurt (Sivas"taki Şah İbrahim Ocağı dedelerinden) dili sadeleştirerek bastırdı.

Mehmet Yaman"ın basıma hazırladığı Erdebilli Şeyh Safi ve Buyruğu adlı çalışma ile Hakkı Saygı tarafından yayımlanan “ŞEYH SAFİ BUYRUĞU ve Rumeli Babagan (Bektaşi) Erkanları” adlı çalışma bu türün ilginç örneklerindendir.

Buyruklar sadece Türkiye"de değil bütün Balkanlarda kullanılmıştır. Bugün bile Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya, Bosna, Arnavutluk gibi ülkelerdeki Alevi kitlenin elinde bölgelere azçok uyarlanmış buyruklar bulunmaktadır.

Anadolu Alevisi"nin buyrukları, Anadolu"da ve Balkanlar"da hatta Ege Adalarında oluşan bir İslami muhalefet sentezidir. Bu sentezin içinde büyük dinlerin tümünden insani öğeler yer alır ama bunlar ulusal özle kaynaştırılarak eritilir. Olumlu her öğeyi gönül rahatlığı ile benimseyen bu yaklaşım nedeniyle Anadolu Aleviliği insancıl/dünyacıl/doğasal bir yapı kazanmıştır.

Kırsal Kesimde Yayılan Bir Mezhep

Aleviliğin geçmişine baktığımızda, Sünni teolojiyi çok geride bırakan çözümlemelerden sonra bir felsefi doku oluşturduğunu saptıyoruz. İslam dininin yorumlanışına derinlik katan, Kuran"ın Batıni anlamını öne çıkartan bu felsefe, geniş kitlelerce anlaşılamadığı için azınlıkta kalan grupların daha fazla ilgisini çekmiştir. Alevilik, ideolojik kaynağını İslam"ın “eşitlikçi, adaletçi, yoksuldan yana, zulme karşı, barışçı, yumuşak” dokusundan almıştır. Bu doku, İslam"ın ortaya çıkış sürecindeki temel dokudur.

Bizans İmparatoru Herakl, Suriye"de Gazze"de aralarında Ebu Süfyan"ın da bulunduğu bazı Arapları çağırır ve onlarla Hazreti Muhammet üzerine konuşur. Sorularından birisi şudur: “Ona ilkin kimler iman etti?”

Bu soruya Ebu Süfyan şu çok belirleyici cevabı verir: “Zayıflar, miskinler, gençler ve kadınlar tabisi oldu. Yaşlı ve kavminden şeref sahibi olan kimse ona inanmadı” (Buhari, C.V, s.585)"

İşte Aleviliğin bütün temeli, başlangıçtaki bu ezilen kesime dayanan İslam anlayışı olmuştur. Bütün tarih boyunca da ezilenlerin bilinçli kanadı İslam"a bu kapıdan (Alevilik) girmiştir. Bu yüzden İslam ülkelerinde Alevilik yoksul katmanların mezhebi haline gelmiştir. Bu özelliği ile yönetim kesimine tepkinin de potansiyel gücü haline dönüşen Alevilik egemen mezhep tarafından reddedilmiş ve “batıl” sayılmıştır.

Yeraltına itilen Alevilik böylece varlığını Sünni karşıtlığı üzerine bina etmek zorunda kalmıştır.

Anadolu"ya Türkistan-Horasan-İran üzerinden gelen Alevi İslam, bu topraklarda İsna-i Aşeriye (12 İmamcı) kol olarak yaşamış ama 7 İmamcı Alevilikten (İsmailiye) de felsefi anlamda kuvvetle etkilenmiştir.

Anadolu"da Aleviler, özellikle Erdebil Tekkesi"nin (Safiyüddin-i Erdebili Yolu) etkisinde kalmışlardır. Anadolu Alevisinin üzerinde Hacı Bektaş Veli"nin ve Bektaşiliğin etkisi, sanılanın aksine azdır. Hacı Bektaş Ocağı da Anadolu"daki ocaklardan yalnızca birisidir ama bağlılarının sayısı herhangi bir ocaktan biraz daha fazladır. Aleviliğin devlet katında illegal olması, Bektaşiliğin yarı resmi hale gelmesiyle Bektaşi Çelebilerinin önemi artınca talip sayıları da artmıştır.

Anadolu"da Aleviliğin şekillenmesinde belirleyici olan Erdebil tekkesi (Şah Safi Tekkesi –Aleviler’de şeyh terimi kullanılmaz, din büyükleri manevi dünyanın padişahı kabul edildiğinden onlara şah denir.) Alevi ibadetinin temelini oluşturan cemin kurallarını da kesin olarak belirlemiştir. Cemle ilgili terimlerin Şah İsmail"in (Şah Hatayi) şiirlerinde ilk kez net biçimde ortaya çıkmasının sebebi de budur.

Erdebil Tekkesi önderi Şah İsmail"in İran"da bir Türk devleti kurması ve bu işi de Türk boylarına dayanarak yapması üzerine Anadolu Türkü, yüzünü İran"a çevirmiş, Osmanlı Türkü ile İran Safevi Türkü"nün siyasal rekabeti sonucunda Anadolu"daki Aleviler tarihte eşi az görülen katliama uğramıştır. Bu katliamların fetvasını İbn Kemal, Müfti Hamza, Ebussuud Efendi gibi din adamları vermişler ve Alevileri mülhid ilan ederek öldürülmelerini istemişlerdir. İllerdeki Aleviler önce defterlere kaydedilmiş, sonra da bu listede bulunanlar öldürülmüş, o defterler de dürülüp yırtılmıştır. Defterini dürmek terimi, Alevi katliamlarının bir acı hatırası olarak dilimizde hâlâ yaşamaktadır.

Özel Köyler

Bu fetvaların yarattığı kırım sonucu Aleviler kendilerini sıkı biçimde gizlemeye başlamıştır. Bu gizleme, kırsal bölgelerde Alevilerden oluşan köylerin doğmasıyla sonuçlandı. Kitlesi tümden Alevi olan bu uzak yerleşim alanları, güç koşullarda yaşama savaşının verildiği birer komünal birim haline geldiler. Bu köylerde, hemen hemen Peygamber Hz. Muhammet"in hayal ettiği bir yaşama biçimi oluşturuldu.

Dışa kapalı olan bu yaşama biçiminde önderlik Alevi dedelerindeydi. Dedeler, köyde Ehlibeyt"in yaşayan örnekleri olarak adaletin sağlanmasında, sosyal dayanışmanın kurulmasında, yardımlaşmada hakem ve yargıç rolünü üstlendiler. Müsahiplik sistemi ile zorunlu kardeşlik sistemi getirildi. Böylece Medine"de kardeş olan Muhammet ile Ali"nin tavrı, Anadolu Alevisini bir arada tutan örnek oldu.

Bu yaşantı, kesinlikle Kuran"dan onay alan bir yaşantıydı. Aleviler geçmişte kendilerini, “Gerçek Müslüman biziz” cümlesiyle anlatmışlardır. Bugün güncel kaygılarla veya Sünniliğe tepki olsun diye İslamla Sünniliği eş gören bilimdışı bakış nedeniyle Aleviliğin İslam"a ve dolayısıyla Kuran"a bağlı olmadığı iddiası bir bohem grupçuğun iddiası olmaktan öteye gidememektedir.

Bu iddiaların kaynakları da oryantalistlerdir.

Aleviliğin Dört Direği

Hazreti Ali"nin yaşam biçimine ve düşüncelerine bağlanarak Hazreti Muhammed"e uzanan Aleviliğe etki eden diğer İslami öğeler, dört büyük kişiden kaynaklanmıştır. Bunlar, AnadoluAlevilerince “dar” makamı kabul edilmişlerdir. Dar, Allah"ın huzurunda durmak, candan geçmek demektir.

Adına dara durulan bu dört kişiden birincisi Hallac-ı Mansur"dur. Mansur, Maliki Kadısı’nın verdiği fetva ile derisi yüzülerek şehid edilmiş büyük bir sufidir. Asıl adı Hüseyin olan ve 921 yılında Bağdat"ta can veren Mansur darında ayakta iken sağ el kalbin üzerinde sol el yandadır.

Anadolu Alevileri’nin dara durdukları diğer isim ise Fazlullah-ı Hurufi"dir. 1394 yılında İran"da Alınca Kenti"nde Timur tarafından astırılan Fazlullah adına Fazlı darına durulur. Bu darda sağ el karın üstünde eğilmek gerekir.

Üçüncü dar ise Nesimi darıdır. Nesimi 1417 yılında Haleb"de derisi yüzülerek şehit edilmiş bir Alevi dedesi idi. Bu büyük ozan adına yapılan dar ise, diz üstü oturup elleri diz üzerine bırakmak biçimindedir.

Dördüncü dar ise Ehlibeyt"in annesi Fatıma adına yapılır. Ayakta, sağ ayak başparmağı, sol ayak başparmağının üzerine gelecek biçimde bir saygı duruşudur. (Bak: Şinasi Koç, Allah İnsanlardan Ne İstiyor, s. 109 vd.)

Görüldüğü gibi bu saygı duruşu, İslam dünyasında mazlumluğu temsil eden, fikri temsil eden, muhalefeti temsil eden kişiler adına yapılmaktadır.

Bu durum, Alevi fikriyatında temeldir.

Gel gör ki, Aleviliği geleneksel yolundan çıkartmak için, “bilimcilik” yapar görünerek Alevi uluları karalanmış, kötülenmiş, bunların yerine başka isimler geçirilmeye çalışılmıştır. Kendisini Alevi gösterenlerin yaptığı bu saptırma, sıradan insanın kafasını karıştırmıştır. Şu iddia bu saptırmaların örneklerinden birisidir: “Türkmen ereni Sarı Saltık ile Kürt düşünürü Şehabettin Suhraverdi Maktul"ün çabaları ve öğretileridir Aleviliğin temel taşları. (Nejat Birdoğan, Anadolu ve Balkanlarda Alevi Yerleşmesi, s. 9”

Biraz tarih bilenler buradaki çarpıtmaları derhal anlar: Alevilikte Sarı Saltık, Türkleri ilgilendiren bir erendir o kadar. Onun, 13. yüzyılda yaşadığını, Hacı Bektaş Veli"nin öğrencisi olduğunu biliyoruz. Bu kişi nasıl olur da Aleviliğin temel taşı sayılır?

Suhreverdi Maktul ise bir düşünce şehididir ve İslam dünyasında aydınlanmacılığın önderlerinden birisidir. Bu düşünür Alevilik için felsefi anlamda dolaylı bir kaynak sayılabilir. Onun temel taş olma gibi bir konumu yoktur. Çünkü, Suhreverdi Maktul, 1191 yılında şehit edilmiştir. Bu tarihte Alevilik çoktan oluşmuş, bütün İslam dünyasına yayılmıştı.

Suhreverdi"nin Kürt olduğu iddiası ise hiçbir belgeye dayanmaz. Yazarın bu görüşü, 1990"lar Türkiyesinde popülerlik kazanan Kürtçülüğe kanıt yaratma, Kürt milliyetçilerine şirin gözükme arzusundan kaynaklanmış olsa gerekir. Suhraverdi ile ilgili en temel kaynakardan birisi olan İslam Ansiklopedisi (Maddeyi yazan: S. Van Den Bergh), Suhraverdi için, “Ailesi, çocukluk ve ilk tahsil hayatı hakkında bilgi yoktur (Cilt 11, s.89) diyor. Peki nasıl oluyor da bu kişi bir anda Kürt yapılarak Aleviliğin temel taşı haline getiriliyor?

Bugün Alevi toplumu işte böyle şaşırtmacalar, çarpıtmalar arasında gerçek Aleviliği bulmaya çalışmaktadır.

Alevi Fikrini Yaratan Okullar

Alevi fikriyatının oluşmasında temel olan okul, Irak"taki Kufe okuludur. Gerçi Kufe halkı Hazreti Ali de dahil Ehlibeyt ailesine ikide bir ihanet etmiştir ama İslam içinde egemen kesime direnme fikri, Kufe"de yeşermiş ve hemen Mısır"a sıçramıştır. Mısır halkının çoğunluğu başlangıçta Alevi iken zamanla bu durum tersine dönmüştür.

Kufe kaynaklı isyanlar, gerek Emeviler döneminde gerek Abbasiler çağında sürekli olarak görülmektedir. Buradaki Aleviler, 683"ten itibaren Tevvebin hareketini yaratarak Emevi devletini büyük sarsıntılar yaratmışlardır.

Üstüne üstlük burası Hazreti Ali"nin başkenti olarak, muhalefet merkezi kimliğini de kazanmıştır.

Kufe"de kullanılan Kuran"ın da Osman kuranına uymaması, bu muhalefet hareketinin bir yansıması olmuştur.

İkinci büyük okul ise Horasan bölgesi ve Meşhed"dir.

Meşhed, Alevilerin 12 İmam diye kabul ettiği imamlardan sekizincisi olan İmam Rıza"nın makamıdır.

Emeviler döneminde büyük baskılar gören Ehlibeyt üyeleri, kendilerini ya Kufe"ye ya da Farslıların ve Türklerin bulunduğu bölgeye doğru yönlendirmişlerdir. Kufe"nin Arap yönetim merkezine yakınlığı ve sıkı kontrolü, burayı barınma alanı olmaktan çıkartınca, Ehlibeyt doğuya yönelmiş ve Horasan, hatta Türkmenistan topraklarında yaşama alanı aramışlardır.

Bu yüzden daha sonraki yüzyıllarda Türklerin arasında Ehlibeyt soyundan aileler görülmeye başlanmıştır. İmam Rıza da fikrini yayabilmek için Türklerin arasına doğru gitmiş ve Meşhed"de Hakk’a yürümüştür.

Horasan"ın ikinci özelliği ise, Horasan Erenleri"ne kaynaklık etmesidir. Türkler, Horasan bölgesinde Ehlibeyt fikriyatı ile karşılaşmışlar ve bundan etkilenmişlerdir. Horasan merkezli okulun yeri Meşhed olmuş, burada ders görüp Aleviliği benimseyen Türk önderleri, Batı"ya doğru gitmişler ve Anadolu"da da Horasan erenleri olarak kabul edilmişlerdir.

Horasan"a kutsallık katan, İmam Rıza"dır.

Horasan Türklerin ve Farslıların ortak mekanı olarak Arap emperyalizmine direnişin de oluştuğu bir alandır.

Burası, aynı zamanda Arap emperyalizminin doğudaki en önemli merkezinin (Örneğin Merv) bulunduğu bir bölgedir.

Araplar İran"ı, Türkmenistan ve Türkistan"ı yağmalamak için burada üstlenmişlerdir.

Buna karşın Türk ve Fars halkları birleşerek Arap muhalefeti ile ciddi bir güç oluşturdular ve 750 yılında Emevi devletini bu güçler yıktılar. Eba Müslim"in de Horasanlı olduğu düşünülürse, buradan gelen insanların “eren/evliya” kabul edilmelerindeki anlam daha da aydınlanır.

Horasan"la birlikte anılan diğer bir Alevi okulu da İran"ın Kum Kenti"nde gelişmiştir. Kum Kenti, İmam Rıza"nın kızkardeşi Hazreti Masume"nin yattığı makamdır. Kent bu yüzden Aleviler tarafından tıpkı Meşhed gibi kutsal kabul edilmiştir.

Kum Kenti bugün de Şia"nın temel okullarının bulunduğu bir merkezdir. İran İslam devrimini kuran ideoloji de bu kentte oluşturulmuş, sonra ülkeye yayılmıştır.

Aleviliğin en son büyük okulu ise Erdebil"de ortaya çıkmıştır. Şeyh Safiyüddin isimli bir alimin burada oluşturduğu okul 15. Yüzyılın bitiminde İran"da büyük bir Alevi devletinin doğmasına yol açmıştır. Anadolu"yu etkileyen asıl okul işte Hazar"ın güneyindeki Türk kenti Erdebil"de ortaya çıkan bu okul olmuştur.

Baba, Ana-Baba Alevi Olmazsa Kuralı

Muhalif olduğu için ezilen Aleviler, kırsal alana kaçarak yaşama olanağı buluyorlardı. Kırda, kendi içinde bütün ama dışa kapalı bir hayat tarzı geliştiren Aleviler arasında ekonomik farklılaşma fazla derinleşemedi. Çünkü onlar göçebelik ve köylülük grubunun alt basamaklarında yaşadılar (Reaya yığını). Yoksulluklarını kardeşlik düzeni ile aştılar. İçeride sıkı bir disiplin kurdular. Osmanlı sistemine yakalanmamak için aralarına başkasını almadılar. Böylece anası-babası bilinmeyenler, yani mezhep kimliği belli olmayanlar Alevilerin arasına giremedi. Bu durum yüzyıllar boyunca sürünce bir kural haline geldi. Sonuçta da Alevilik ana babadan gelen bir kabul haline dönüştü ve bu bir inanç kuralı oldu. Geçmişte bu yoktu.

Kısacası, bir kişinin Alevi olabilmesi için anasının babasının alevi olması şartı, siyasal/sosyal baskıdan doğmuş yapay bir durumdu.

Aleviler üzerindeki yok edici baskı kalkınca bu kuralın da değişmesi gerekiyordu. Ne yazık ki siyasal kural giderek bir mezhep kuralı haline geldiğinden bunu yok etmek hâlâ mümkün gözükmüyor. Doğrusu, kendisini Alevi gibi gören herkesin Alevi olabileceğidir.

Bütün bu sıkı disiplin, Büyük toplum"a (Sünni Osmanlı Toplumu) bir karşı duruşu ifade ediyordu. Böylece kendi içinde uyumlu olan köy Aleviliği, savunma mekanizmalarının çalışması üzerine yerleşti ve “tepkici-retçi –ama kendi içinde gelenekçi– toplum psikolojisi ile yaşamını sürdürdü.

Devletin takibi sürdü gitti. 1826"da Yeniçeri Ordusu"nun kaldırılmasından sonra yeni bir kırım dalgası oluştu ve önde gelen pekçok dede ile dedebaba asıldı. Hacıbektaş"ta postta oturan ve devletten icazeti bulunan Hamdullah Çelebi bile Amasya"ya sürgüne gönderildi. Hacıbektaş Dergahı"ndaki Alevi kaynaklar yok edildi. Hamdullah Çelebi"nin Amasya"ya götürdüğü kitaplar da yandı(!)

Alevi Sünni Evliliği

Günümüzde tartışılan konulardan birisi de Alevi ile Sünni"nin evlenip evlenemeyeceğidir.

Bu konudaki olumsuz önyargı, diğerleri gibi geçmişte oluşmuştur. Osmanlı Devleti"nin iki halk kesimini birbirine düşürmek için devlet kanalıyla uydurduğu yalan, Türk toplumunun sosyal hayatına büyük darbe vurmuştur. Devletin oyununa gelen Sünniler Alevileri dinsiz, ahlaksız görmeye başladılar ve onlardan uzaklaştılar. Aleviler de onlara Yezit dedi ve horladı. Böylece kız alıp verme bitti. Aleviler, kızlarını Sünnilere verirlerse Alevi olduklarının anlaşılacağını biliyorlardı. Bu yüzden Alevi-Sünni evliliğini de mezhebe aykırı gibi görmeye başladılar. Evliliği engelleyen siyasal nedenler böylece dinselleşti.

Cumhuriyet kurulup eğitim yaygınlaştıktan sonra Aleviler, Sünnilerden kız almaya başladılar. Bu konuda Alevi kesimin duyduğu hiçbir rahatsızlık yoktur.

Gel gör ki Aleviler, Sünni aileye kız vermek niyetinde değiller. Bu tür evlilikler az ve ailelerin isteği dışında olan evlilikler.

Günümüzde bu evliliklerin yaygınlaşmasının önünde bazı engeller var:

Birincisi, Sünni kesimde, Aleviler için varolan olumsuz önyargı. Bir Alevi kızının Alevileri dinsiz, ahlaksız, pis sayan Sünni aileye gelin gitmesi, orada zamanla ciddi bir sorun yaşanacağını gösterir.

İkincisi, kız alacak ailenin düşünce ve demokrasi anlayışı... Alevi kızları, nisbeten daha özgür bir ortamda yetişmektedir. Bu kızların gittikleri evlerde baskı altına alınması da ortaya problemler çıkartır. Alevi kızı alacak ailenin, öncelikle Alevi gerçeğini kabul etmesi ve önyargılarından kurtulması gerekiyor. Kısacası, sosyal ve kültürel ortam uygun olursa bu tür evliliklerde bir kusur yoktur.

Anlaşılacağı gibi, günümüzde Alevi-Sünni evliliğinin önündeki sorun dinsel değildir, psikolojik, sosyolojik ve demokratik bir sorundur. Bu sorun da toplumun eğitilmesi ve demokratik eğitimin yaygınlaştırılması ile aşılabilir.

Cumhuriyeti Selamlama

Aleviler, Cumhuriyeti coşkuyla selamladılar. Çünkü, cumhuriyetle birlikte Osmanlı"nın Alevilere yönelik açık zulüm-kırım politikası sona ermişti. Bu sonucu yaratan Mustafa Kemal, Aleviler arasında neredeyse Mehdi-yi Sahibzaman olarak görüldü. Dinin toplumu tek yönlü şekillendirmesinin önüne geçilmesini de Aleviler saygıyla karşıladılar.

Cumhuriyet yönetimi, toplumu genel anlamda modernleştirecek uygulamaları yürürlüğe korken dergah, tekke ve zaviyeleri de kapattı. 1925 yılındaki bu yasaklama ile şeyhlik, dedelik, babalık, dervişlik, seyyitlik kaldırıldı. Böylece, Aleviler’in ve Bektaşilerin geleneksel eğitim kuruluşlarının kapısına kilit vurulmuş oldu. Halbuki sivil kuruluş olan Alevi-Bektaşi dergah ve tekkeleri, dönemlerinin sosyaloji-teoloji üniversiteleri gibiydiler.

Alevilerin cumhuriyetle birlikte nefes almaları sağlanmıştı ama toplumun laikleştirilmesi uğruna Alevi ibadetleri de sıkı takibe alınmıştı. Aleviler, cumhuriyet döneminde de aynen Osmanlı döneminde olduğu gibi 1990"lara kadar cemlerini gizli yapıyorlardı. Cemevlerinin bulunduğu bölgelere gözcüler (çavuşlar) dikiyorlar ve bir baskından korunmaya uğraşıyorlardı.

Gözcü dikmek de Osmanlı devletinin baskısından kaynaklanmış ve zamanla bir cem kuralı haline gelmiştir. Bu kural ile bir kişinin Alevi olabilmesi için ana-babasının da Alevi olması kuralı aynı süreç içinde oluşmuştur.

Tekke ve dergahların kapatılması, Alevi cemlerinin jandarma takibine alınması, –Saz çalmak bile yasaktı. Ali Ekber Çiçek, bağlamasını, 1950"lerde bir köyden bir köye döşeklerin arasına saklayarak kağnıyla götürdüğünü anlatmıştır.– dedelerin görevlerini yapamaz hale getirilmesi, geleneksel Aleviliğin çökmesine yol açtı.

Ekonomik Farklılaşma

Geleneksel Aleviliğin çökmesine yol açan en önemli etkenlerden birisi de kırlarda artan nüfus sonucu şehirlere akındır. Kentlerdeki sanayileşmeyle birlikte kır yoksulu Aleviler büyük şehirlere aktılar. Köyler boşaldı ve bu süreç hâlâ sürüyor. Bu arada şehirlerin çevresinde Alevi gettoları oluştu. 1950"lerde hızlanan şehirlere göç olayı, köy Aleviliğini aşındırırken “Şehir Aleviliği” dediğimiz bir yeni durum yarattı.

Şehirdeki Aleviler zaman içinde ekonomik yönden farklılaştılar. Alevi kesim içinden ticarete atılıp iyi para kazanan ve işi sanayiciliğe ulaştıran insanlar çıktılar. Bugün şehirlere baktığımızda Aleviler üç ana grupta ayrışmış görüyoruz:

1- Sanayici ve tüccar kesimi

2- Esnaf kesimi

3- İşçi-memur kesimi

Sanayici, tüccar ve esnaf kesimi, şehirlere entegrasyondan yana tavır takınıyor. Bunların Sünnilerle uzlaşma arayan çabaları dikkat çekiyor. Ve bu kesim, İslam dininin temel ilkelerine vurgu yaparken pratike önem vermemek gerektiğini dolaylı olarak ifade ediyor. Bu yaklaşımın altında ticari kaygılar olduğu açıkça görülüyor.

İşçi, memur gibi dar gelirli gruptan Aleviler ise gelenekselliğe daha fazla vurgu yapıyor. Bunlar, Aleviliğin ayrı bir inanç anlayışı olarak yeniden yapılanmasını istiyorlar. Bunlar kendilerini Müslüman görüyorlar. Öte yandan bu gruptan Sünni kesime yönelik dinsel eleştiriler geliyor. Sünnilik eleştirilirken genelde İslam"a yönelik eleştiriler de ortaya çıkabiliyor.

Alevilik adına yapılan çalışmalara, Alevilerin ekonomik farklılaşması, zaman zaman ciddi engeller oluşturuyor. Alevi parçalanmışlığı bu yüzden aşılamıyor...

Siyasal Farklılaşma

“Yol bir, sürek bin bir” –Alevi deyimi–

Şehirlerde yoğunlaşan Aleviler, kentlerdeki siyasal parçalanmışlıktan etkilendiler. Geçmişte, Ocaklara ayrılmak yüzünden fiili bir bölünmüşlük yaşayan Aleviler, modern dönemde bu parçalanmışlığı gelenek baskısı kalkınca şiddetle canlandırdılar. Bugünkü ayrışmada “Yol bir, sürek binbir” anlayışının izlerini görmek de mümkündür.

Solla Yolculuk

Aleviler, tek parti döneminde umduklarını bulamayınca 1950"lerde DP"ye yüklendiler ama bu partinin Sünniliğe sıkı vurgu yapması üzerine CHP"ye ve 1960"lardan itibaren de sola yöneldiler. Sol, Türkiye"de halkla ilişki kurmada Alevi edebiyatını ve yaşayan halk ozanlarını kullandı. Alevilerin geleneksel muhalefet tavırları ve tepkicilikleri, solun hedefi ile uyuşum içinde görünüyordu. Bu yüzden, dinsel yönü gizlenmiş, siyasal yönü öne çıkartılmış bir Alevilik anlayışı filizlenmeye başlandı. 1960"ların ortasından başlamak üzere Türkiye solu, Aleviliğin kavramlarını ve terimlerini, bir cemaate özgü olmaktan çıkartıp genelleştiriyor, ulusallaştırıyordu. Sınıflaşmanın anlatımına ve propagandasının yapılmasına buradan ciddi göndermeler yapılıyordu.

Devlet bu durum karşısında, geçmişte din sapkını saydığı Alevileri bundan sonra düzen sapkını olarak görmeye başladı ve Türkiye için tehlikeli üç K"dan biri ilan etti (Komünizm, Kürtçülük, Kızılbaşlık). Bu dışlama, Alevileri kullanmak isteyenleri haklı çıkardı ve modern dönemlerin muhalefetiyle Alevilik birleştirilmek istendi. İşçi sınıfı ile Alevilik bir görülmeye başlandı.

Öze Yolculuk

Buna tam ters yönde cevap geldi peşinden. Geleneksel Alevilikte dinsel ağırlık ortadayken Aleviliği, laikliği kullanarak ve sosyalizmi araç yaparak dinsizleştirmeye taban tepki gösterdi.

İşte 1980"lerin sonunda görülen Alevi kimliğine dönüşün altında gerçekte bu istismarın yarattığı bir ciddi tepki de bulunmaktadır.

Diğer etkilere gelince elbette küreselleşmenin ve iletişim ağının yaygınlaşmasının Alevileri öze döndürmede önemli etkisi oldu. İki kutuplu dünyanın tekilciliğe yönelmesi ve çatışma ortamanın zayıflaması da Alevilere küresel bakmanın zararsızlığını gösterdi. Sovyetlerin girdiği çözülüş süreci ile Alevilerin öze dönüş sürecinin çakışması anlamlıdır.

Öze dönüşte, Alevilerin şehirlerde yoğunlaşmaları ve cemaat olduklarının farkına varmaları da etkili oldu. Üstüne üstlük, 1980"lerde irticaya ödün verilmiş, Osmanlı dönemindeki sloganlar ortalığı kaplamıştı. Aleviler ister istemez kendi dinsel yapılarına dönerek bu gelişmelere karşı ortak cemaat tepkisini göstermek zaruretini duymuşlardı. Öte yandan şehirlerdeki Aleviler yavaş yavaş dinsiz bir yaşamın insanları mutsuz ettiğini görmüşlerdi. Toplumsal çarpıklığın günahı, onların çocuklarına ödettirilmişti çünkü. Artık Aleviler şehirlerdeki ekonomik değerlerden yararlanmak ve Sünniler kadar iyi yaşamak istiyorlardı. Bunu da kendilerine dönüşü ortaklaşa yaratarak başaracaklarına inanıyorlardı.

Bu oluşumu, 1989 yılında Türkiye"de aydınların, sanatçıların, bilim adamlarının imzaladığı Alevilik Bildirgesi dile getirdi. Almanya"daki Hamburg Alevi Derneği ile tarafımızdan ortaklaşa hazırlanan bu bildirgede, “Türkiye"de Alevi denilen milyonlarca insan yaşıyor.” denilerek, Alevi gerçeği ilk kez kamuoyuna bir bildirge ile açıklanıyordu. (İlgili bölümüne bakınız.)

Böylece, Alevi alt kimliği, Sünni üst kimliğine karşı artık “Ben de varım” diyordu.

Ama bu “Ben de varım”ın ispatı olan Alevi sivil örgütleri, siyasal parçalanmışlıktan beslenerek oluştular. Şimdi biraz daha belirgin olan bu oluşumlar beş grupta toplanabilir:

1- Aleviliğin dinsel yönünü dışlayıp onun siyasal yönünü öne çeken ve bir ideolojiye indirgeyen anlayış: Aleviliği, “Alevilik din dışıdır, Alevilik İslam Dışıdır, Alevilik ayrı bir dindir, Alevilik kültürdür, Alevilik yaşam biçimidir” türünden açıklamalarla dinin dışına taşıyan bu anlayış en somut olarak Pir Sultan Abdal Derneği"nde görülüyor. Burada, sosyalizmin yerine oturtmak için Aleviliği dinsizleştirmek gerektiğine inananlar, laikliği dinsizlik olarak görüp laiklik adına Aleviliğin dinsel özünü kabullenemeyenler, Sünniliğin tarihsel baskısına karşı tepkisini, Aleviliği İslam alanının dışına taşıyarak vurgulamak isteyenler bir araya gelmiştir. Aleviliğe, geniş kitlenin inanç alanı olarak değil de siyasal-sosyal eylem alanı olarak bakan bu anlayış, dar bir kadronun kontrolündedir. Kitlenin uğradığı haksızlıklara tepki göstererek sempati kazanmaya çalışan bu anlayış, İslam"a ve Aleviliğin bu boyutuna yaptığı saldırı yüzünden taban tarafından dışlanmaktadır.

2- Aleviliği sadece bir İslam mezhebi olarak görüp onun sosyoekonomik yönünü ve muhalif geçmişini dikkate almayan anlayış: Cem Vakfı gibi...

Bu anlayış, kentlerde Sünnilerle bir arada yaşamak isteyen Alevi üst tabakasının duygularına tercüman olmaktadır. Esnafın da ilgi odağıdır.

3- Aleviliği İslam için bir mezhep olarak görmekle birlikte onun tarihini, geçmişteki konumunu, siyasal-sosyal boyutunu da dikkate alan yaklaşım: Bu anlayış Alevi aydınlarının çoğunluğunun yaklaşımıdır. Giderek daha fazla taraftar bulmaktadır.

4- Alevilik ile İran Şiiliğini aynı sayan anlayış: Bunlar, Anadolu Alevileri arasında taban bulamayan Çorum, İstanbul, İzmir gibi kentlerde çok az yandaş sağlamış bir anlayışı temsil ederler.

5- Aleviliği Kürt uygarlığının ürünü göstermeye çabalayan Kürt elitlerinin oluşturduğu etnik kaygılardan doğan bir gruptur ki Türkiye"de tabanı yoktur ve daha çok yurt dışında yaygındır.

Yurt Dışındaki Yapılanma

Bugün Avrupa"da üç buçuk milyon dolayında Türk nüfusu bulunmaktadır. Bunun en az bir milyonunun Alevi olduğu tahmin ediliyor. Avrupadaki Aleviler genelde Aleviliği bir İslam mezhebi olarak görüp onun tarihten gelen muhalif yönüne vurgu yapmak eğilimindedirler. Yurt dışındaki Alevi dernekleri yurt içindekilerin yaptığından çok daha fazla Alevi din ibadetine önem vermektedir. Buna karşın genel siyasal hava sosyal demokrat ve sol politikalar içinde yer almak yönündedir.

Yurt dışında Alevi örgütlenmesi, oradaki siyasal ve kültürel özgürlük nedeniyle Türkiye"den daha önce başlamıştır. Bu nedenle Avrupa"da genel bir birlik, zayıf bağlarla bile olsa sağlanabilmiştir. Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu, şu an Almanya, Fransa, Hollanda, İsviçre, İngiltere, İsveç, Danimarka gibi ülkelerdeki Alevi derneklerinin büyük bölümünü çatısı altına almıştır.

Almanya"da Türkiye"den farklı olarak PKK yandaşlarının kurduğu Kürdistan Aleviler Birliği diye bir örgütlenme daha vardır. PKK"liler 1990"larda Alevilerin çalışmalarını şiddetle engellemeye çalıştılar ama başaramayınca kendileri bir örgüt kurdular.

Bu örgütlenmenin Alevileri temsil etme şansı bulunmamaktadır.

Devletin Tavrı

Türkiye Cumhuriyeti hâlâ Türkiye"de Alevi varlığını kabul etmemektedir. 1989"da hazırladığımız Alevilik Bildirgesi"nin ilk maddesini bu yüzden, “Türkiye"de Alevi denilen bir grup Müslüman yaşamaktadır.” biçiminde düzenlemiştik.

Bu cümle, yüzyıllardır varlığı bilinen ama resmiyette kabul edilmeyen Alevi toplumunun bir haykırışıdır. Sanatçısından siyasetçisine, işadamından sendikacısına, bilimadamından yazarına kadar Türkiye"nin entelektüel gücünün kabul ettiği bu gerçeği devletin kabul etmeye yanaşmaması, Alevi olgusunun niteliğini ve değişimini bürokrasinin kavramadığını göstermektedir.

Bu görmezden gelişte, cumhuriyet rejiminin hâlâ kendisini güvende hissetmemesinin etkisi de vardır. “Her yerden tehlike geliyor, herkes bize düşman!” şartlanması, devletin temel savunma gücünü bile tehlike olarak gösterebilmektedir.

Cumhuriyet ideallerine en sıkı biçimde bağlı olan Alevilerin bu rejim için potansiyel tehlike kabul edilmesi, içbarışın zedelenmesine yol açan ciddi nedenlerden birisidir.

Bu yanlış ilişkide devletin Alevi politikasının siyasi rüzgârlara bağlı olarak değişmesi de vardır. 1998 yılından başlamak üzere, hükümetler bütçeden Alevi derneklerine pay ayırmaktadırlar. Bu sembolik rakamlar, Alevi varlığını kabul edişin işaretleridir.

Gel gör ki potansiyel tehlike olarak görülen bu kitlenin dinsel/kültürel amaçlarla dernek kurmasına izin verilmemektedir. Türkiye"de bir derneğin adında “Alevi” sözünün geçemeyeceği, Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi"nin 13 Şubat (2002)’ta verdiği bir kararla ortaya konulmuştur.

Ne Kadar Alevi Var?

Alevilerle ilgili sayım yapılmamış olsa bile bunların Türkiye"de önemli bir nüfus olduklarını tarihi bilgiler ortaya koyuyor. Osmanlı Devleti"nin 1567 tarihli gizli bir belgesine göre, o zamanki Anadolu nüfusunun kırlardaki kesiminin çoğu Alevidir. (Bu belgeler, kitabın Osmanlı Döneminde Alevi Başkaldırıları bölümündedir.)

Aynı biçimde Mustafa Kemal Paşa 26 Haziran"da Tokat"tan Konya Ordu Komutanlığı"na çektiği telgrafta, Tokat ve Amasya halkının büyük bölümünün Alevi olduğunu, bunların Kurtuluş Savaşı"na kazanılması için Hacı Bektaş’taki Bektaşi dedesi ile (Çelebi) ilişki kurmak gerektiğini belirtir.

1913"te Türkiye"ye gelen ve daha sonra “Bektaşilik Tarihi” adlı ciddi bir kitap yayımlayan John Kingsley Birge"in, Alevi-Bektaşi nüfusu ile ilgili verdiği bilgilerden (Sayfa 12-13) çıkanlar özetle öyleydi: Bektaşiler, 1826"dan önceki sayılarını yedi milyon olarak hesaplarlar. 1933"te, imparatorluk döneminde Kızılbaşlar hariç yedi buçuk milyon Bektaşi yaşadığı ileri sürülür.

1668"de batılı gözlemci Paul Rycaut, İstanbul"da edindiği bilgilere dayanarak İmparatorlukta, Hacı Bektaş"ın milyonlarca taraftarının olduğunu, bunları yok etmenin imkansız bulunduğunu yazar.

Besim Atalay 1924"te o zamanki Kızılbaş nüfusu 1,5 –bir buçuk– milyon civarında gösteriyor. Birge bu rakamı “herhangi bir gözlemcinin verdiği en küçük rakam” olarak niteliyor. Bu sayıya doğudaki Aleviler dahil değildir. Geçmişe ilişkin bu rakamlar, Türkiye"de bugün 70 milyonu bulan genel nüfus içinde Alevilerin 15 milyonluk kitle oluşturduklarını kanıtlayabilir. Türkiye"deki Alevi nüfusu şu gruplar oluşturmaktadır:

1- Anadolu Alevileri: Bunlar ana kütledir. Sayıları en az 12 milyonu bulmaktadır. Bunlar, Balkanlardan tutun da Adıyaman"a kadar uzanan coğrafyada, ocaklara ayrılarak yaşayan Türk kökenli Alevilerdir.

2- Nusayriler: Bunların içyapısı da Anadolu Alevilerine benzer. İçedönük ve Ehlibeyt bağımlısı Nusayriler yoğun olarak Hatay, Adana, Mersin illerimizde yaşamaktadırlar. Büyük kentlerde de bulunan Nusayrilerin nüfusu iki buçuk milyon dolaylarındadır. Bunlar çoğunlukla Arap kökenli Alevilerdir.

3- Azeri Caferiler: Yoğun olarak Kars ve Iğdır ile İstanbul ve İzmir"de bulunuyorlar. Türk kökenli bu Caferiler, ibadette İran Şiası"na benzerler. Nüfuslarının 500 bin dolaylarında olduğu sanılıyor.

4- Dedebabacı Bektaşiler: Bunlar kentlerde yaşayan Bektaşi tarikatine bağlı Alevilerdir. Nüfuslarının 50 bini bulduğu sanılıyor. Bunlar daha çok bürokratlar ve kent esnafı arasında yayılmışlardır.

Çoğunluk Baskısı

Bu kadar fazla olan ve ülkenin her yanında yaşayan Alevilerin varlığını, cumhuriyet resmen kabul etmiş değildir. Bu görmezden gelme, cumhuriyet bürokrasisinin Sünni karakterini ve Osmanlı zihniyetini gösteren ilginç bir tavırdır. Osmanlı Devleti yıkılmış ama onun Alevilerle ilgili tavrı, yumuşatılarak cumhuriyet’te de sürdürülmüştür. Bu durum Alevi toplumu içinde değişik sıkıntıların doğmasına yol açmaktadır. Sosyologların tespiti şu yöndedir:

“Sünni Çoğunluk (Büyük Toplum) Alevi-Bektaşi Sektizmini (Küçük Toplum) denetim altına almıştır. Büyük Toplum Karşısında güçsüz ve zayıf düşen Küçük Toplum daha fazla yara almamak, kimliklerini yitirmemek nedeniyle içe dönüş süreci başlatmış, adeta gizli cemaatler haline dönüşmüşlerdir”

“Büyük Toplum"un itmesi, merkez olarak çevreye şüpheci yaklaşması, otokton felsefenin onarımına gitmeyişi, sosyal çözüm yollarını aramaması, köklerden ayrılan her türlü sapmaları çözümlemeyi entegrime dönüştürmesi ile Alevi olgusu dışlanmıştır (Orhan Türkdoğan: Alevi Bektaşi Kimliği, s.525)”

Prof. Türkdoğan"ın yukarıdaki saptamaları, fevkalade isabetli olmasına karşın, eskiden iyi olan bir durumun sonradan bozulduğu yorumuna da açık olduğundan eksik kalmaktadır. Türkiye"de devletin Büyük Toplum adına bu yaklaşımı, Osmanlı"dan beri devam eden durumun cumhuriyete uyarlanmasından öte bir şey olmamıştır.

Alevilerin günümüzde siyasal nedenlerle parçalanmış olmaları devletin işine gelmektedir. 55. Hükümet"in Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit"in, kendisinden Aleviler için talepte bulunan bir gruba, 1997"de, “Siz önce birleşin de bize –devlete– öyle gelin” demesi, Alevilerin bu pozisyonlarının onların haklı isteklerini reddetmede ne kadar kötü bir sebep yarattığını ortaya koymaya yeter.

Devlet, bugün Alevilerin güçlü ve birleşik bir cemaat haline gelmesini engelleyecek her türlü önleme izin vermektedir.

Devlet bu redci ve tekçi (Sünni) anlayışını inatla sürdürürken Aleviler, kendi varlıklarını resmileştirmeye çalışıyorlar. Din derslerinin kaldırılması, kaldırılmaz ise Aleviliğin de okullarda okutulması –ki, bu durum Sünni çoğunluktaki olumsuz şartlanmaların kırılması için çok önemlidir– Diyanet İşleri"ne bütçeden pay ayrıldığına göre Alevilere de nüfusları oranında pay ayrılması, devlet televizyonlarında Sünnilik kadar Aleviliğin de tanıtılması, Diyanet İşleri’nin kaldırılması, din derslerinin zorunlu olmaktan çıkartılması gibi istekler resmileşme girişimlerinin uzantılarıdır. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel"in her yıl Hacıbektaş"ta konuşmasına karşın, devletin bu toplumu hâlâ görmezden gelmesi, resmi anlayışın ne kadar tekelci olduğunu gösteren acı bir örnektir.

Bütün bu redci tavrına karşın, devlet, Alevileri işine geldiğinde kendi değerlerinin bekçiliğine soyundurmaktadır. Türkiye"de radikal dinciliğin hortladığı dönemlerde, “Laikliğin güvencesi Aleviliktir” sözünün sebebi budur. Devletle barışmak isteyen Aleviler bu cümleyi gururla söylerken fedai gibi kullanılmak istenildiğinin geçmişte farkına bile varamıyordu. Zahmette eşit, nimette dışlanan Alevi, bunun farkına varmak üzeredir.

Öte yandan, Alevi toplumu günümüzde, resmi ayrımcılık yüzünden devletin yönetim kadrosundan dışlandığına inanmaktadır.

Sünni Çoğunlukla İlişkiler

Şehirlerdeki Alevilerin en büyük sıkıntılarından birisi de Sünni çoğunluğun Alevilere yönelik suçlayan/karalayan/ aşağılayan önyargılarıdır.

Şehirleşme ile birlikte kentlerdeki Aleviliğin pozisyonu “Şehir Aleviliği” diyebileceğimiz yepyeni bir durumu dayattı. Köylerde çoğunluğu oluşturan homojen Alevi yapı, kentlerde azınlığa düşüp yine gizlendi.

Bu arada, eğitim kurumlarının tekçi ve suçlayıcı yapısı sürüyordu. Sünni halkın kafasında Alevilere karşı Osmanlılar zamanında ulemanın ve hocaların oluşturduğu olumsuz yargılar yaşıyordu.

Günümüzde bile bu durumun şiddetle yaşandığını anketler ortaya koyuyor. Üniversite öğrencileri arasında yapılan bir anket durumun ne kadar acı olduğunu gösteriyor. “Alevilerin mum söndü yaptığına inanıyor musunuz” biçimindeki bir soruya üniversite öğrencilerinin yüzde 50"si “Evet” cevabı veriyor. (Orhan Türkdoğan, Alevi Bektaşi Kimliği, s.356.)

Bu anketten çıkan sonuçlara göre Sünni okumuş gençliğin Alevilerle ilgili kalıp yargılardan bazıları şunlar:

*Mum söndürürler. *Seyyitleri veya ahundları istediği hanımı yanlarına alabilir. *Dinde ikilik çıkarırlar. *Namaz kılmazlar, içki içerler. *Gusül aptesti almazlar. *Camiye gitmezler. *İçlerine kapalı ve gizli yaşarlar. *Ensest yaparlar (Cinsel ilişkide serbestlik). *Ahlaksızdırlar. *Pistirler. *Materyalisttirler. *Bir Hıristiyandan çok daha güç Müslümanlığı kabul ederler. (Adı geçen eser, s.356)

Bu kalıplaşmış yargılar eskilerde üretilip kitlelere aktarılmış, kabul ettirilmiştir. Onlardan da kuşaktan kuşağa geçmiş, bugünlere gelmiştir. Yüksek öğretimdeki Sünni gençlik böyle düşünüyor ise sıradan Sünni vatandaşın Aleviler hakkında neler düşündüğü Alevi kitle için elbette yaralayıcıdır.

Böyle bir baskı karşısında gizlenen şehirdeki Aleviler kendi yollarının kurallarını unuttular. Dedelik, taliplik ilişkisi hemen hemen bitti. Müsahiplik( kardeşlik) düzeni yok oldu. Görgü (cem) yapılamaz oldu. Dergahı kapatılan, sivil kurumları ve eğitim kurumları bulunmayan Alevilik neredeyse nostalji haline geldi.

Ama Alevilik “Ehlibeyt sevgisinden can alan” bir kalp çarpıntısı olarak derinlerde duruyordu. Ayrıca, Aleviliğin yarattığı insan ilişkileri ve genel kültür, ailelerde, içeride az çok devam ediyordu.

Kentlerde çaresiz kalmanın yarattığı bunalım da Alevileri kendi dinsel kimliklerine hiç değilse zihinsel-duygusal olarak bağlı kalmaya itmişti. Bütün olumsuz şartlara karşın, yaşam tarzındaki farkılık, Ehlibeyt muhabbeti ve kendi inancına bağlılık, yaşanan demokratikleşmeye ve küreselleşmeye parelel olarak Aleviliğin yeniden canlanmasına sebep oldu.

Şimdi, bu olguyu Sünni çoğunlukla paylaşma süreci başlatılmalıdır.

Ama Sünni halkımız Alevilere karşı hâlâ olumsuz yargılarla doludur. Mum söndü yaparlar, kestikleri yenmez, evlerine gidilmez, kız alınıp verilmez gibi yaklaşımlar ne yazık ki günümüzde de yaşıyor.

Bu yanlış yargıların giderilmesi ancak eğitim kurumlarında Aleviliğin ders olarak okutulması ile mümkündür. Yine hiç değilse devletin iletişim organlarından Aleviler de yararlanmalı ve kendilerini anlatmalıdırlar.

Bunun dışında Diyanet İşleri Başkanlığı artık, Alevi gerçeğini kabul edip camilerde Aleviliği tanıtan merkezi vaazlar verdirmelidir.

Bunun kadar önemli bir diğer konu da ilahiyat okullarında konunun programa dahil edilmesidir.

Alevileri Sünnileştirmek Çözüm Yolu Olamaz

Sünni kesimde halk katındaki Alevi karşıtlığı şartlanması, aydın katında başka kılık altında sürmektedir. Onlara göre yalnızca kendi mezhepleri doğrudur. Alevilerin sorunlarının çözümü için Sünnilik kuralları onlar tarafından da kabul edilmelidir.

Bu ilahiyatçı yaklaşımı, Sünniliği Müslümanlık olarak takdim ederek, başka çözümleri dışlamaktadır.

Önemli sorun şudur: Günümüzde Alevilere yardımcı olmak isteyen Sünni ilahiyat çevreleri, misyoner tavrı takınmaktadır. Müslümanlık adı altında Sünnileştirme içeren bu yaklaşıma Aleviler haklı olarak tepki göstermektedir. Sorunun çözümü, Alevileri Sünnileştirmek değildir. Bu çözüm şekli 500 senedir tutmamıştır. “Efendim dinimiz bir, kitabımız, peygamberimiz bir. Aleviler de Sünni sayılır.” “Sünniler de Ali"yi sever ve bu yüzden Alevi sayılır” gibi yaklaşımlar demogojiktir. Sünni kesimden çıkan ve Alevilere iyi niyetle yaklaşmaya çalışan sosyal bilimciler, hâlâ mezhep bağnazlığı içinde, “Alevi köylerine cami yapılsın” (Mehmet Eröz) çözümünü öneriyorlar. Sosyolojik bakınca, Alevilikle Sünniliğin farklı yapılanmalar olduğunu görenler, inançsal olarak mezhep taassubu ile “Alevilik ile Hanefilik birdir” (Türkdoğan) diyerek problemin Alevilikte olduğunu dolaylı olarak ileri sürüyorlar. Günümüzdeki Sünni toplumbilimciler ile Osmanlı"nın ulemasının çözüm yolu aynıdır: Alevi köylerine cami yaptırmak.

Halbuki bu sorun öyle basit değildir ve arkasında koskoca bir tarih vardır. Önce var olanı kabullenmek gerekir. Ancak bundan sonra barış içinde bir arada yaşamak ve birbirimize hoşgörülü olmak gelir.

Bugün sünni kamuoyunun Alevilere sempati duyduğuna inanmak mümkün değildir: Alevilere yönelik kimi pohpohlamalar onların inancına saygıdan değil, Alevilerin politik/sol tercihlerindendir.

Ne yazık ki sol Alevilere dinsizliği, sağ ise Sünniliği önermekte, iki kesim de onların doğal-geleneksel seçimleri olan Alevi mezhebine tahammül etmeyi düşünmemektedir.

Alevi kitle, bu ortamda kendisinin kim olduğunu bile anlayamaz hale getirilmiştir.

Bütün buna karşın, Alevi kesim Sünni çoğunluk içinde kültürel-inançsal bir azınlık olduğunu unutmadan, ortak yaşama alanı yaratmak için çaba göstermelidir.

Köylerde alanın egemeni olan Alevi, şehirlerde alanın azınlığı olduğunu bilirse, daha sağlıklı ilişkiler kuracaktır. Bu bilinç, Sünni vatandaşın çoğunluğunu da Alevileri desteklemeye yönetecektir. Unutmamalıyız ki Alevilerin sorunu, Aleviler kadar Sünnileri de ilgilendirmektedir.

Buluşma Noktası: Alevilerle Sünnileri dinsel anlamda bir noktada buluşturmak mümkündür. O da Ehlibeyt sevgisi ve saygısıdır. Zaten Allah, Kuran"da belirttiği gibi Müslümanlardan ‘Ehlibeyt"i sevmelerinden başka bir şey istemiyor.

Ne yazık ki günümüzün Sünni teologları, Ehlibeyt olgusunu büyük çoğunlukla gizlemeyi sürdürüyorlar. Burada iş, her türlü imkanı olan Sünni kesime düşüyor. Onların aydınları, Alevi Sünni kardeşliğinin yaratılmasında üstlerine düşen görevi, Alevi aydınları kadar yapmıyorlar, bunu da bile bile yapmıyorlar.

Ezberci ve nakilci Sünni ulema, uzun zamandır mezhep taassubunu atamıyor. Tarihi kaynakların ve Kuran"ın tanıklığı görmezden geliniyor. Bin yıl önce kapatılan içtihat kapısı inatla kapalı tutuluyor ve geçmişteki bağnazlık, İslam dininin kuralı gibi kitlelere aktarılıyor.

Türkiye hâlâ Peygamberin yolundan yürüyecek sünni aydınını arıyor.

Kurumların Yeniden Yaratılması

Şehirleşmenin dayattığı şartlar, Aleviliğin modernize edilmesini kaçınılmaz kılmaktadır. 1997"de Kadıköy Cem Vakfı"nda konferansım sırasında sorulan, “Biz Aleviler geçmişte müsahip tutardık, cem kurar, görgü yapardık. Bu şehir şartlarında bunu nasıl yapacağız? Sonra dedeyi nereden bulacağız? Cemevi falan yok. Evlerimiz, Sünnilerle kapı kapıya/ cemi evimizde nasıl yapacağız?”

Bu biçimindeki sorular Alevilerin inaçsal sıkıntılarını ve kaygılarını dile getiriliyordu.

Somutlaştırırsak:

* Alevilerin geçmişteki entelektüel birikimleri yok olmuştur. Dinsel kurumları yoktur. Din büyükleri erimiş gitmiştir. Dedelerin bilgisi son derece yetersizdir.

* Alevi halk ibadet etmek istemekte ama yer bulamamaktadır.

Yapılması gerekenler ise:

* Bir an önce Alevilikle ilgili ciddi araştırmalar üniversite düzeyinde başlatılmalıdır.

* Alevilik üzerine bir akademi kurulmalı, burada hem teorik çalışmalar yapılmalı hem de halka önderlik edecek din adamları –dedeler– yetiştirilmelidir.

Dedelerin okullu ve aydın bir yeni nesil halinde Alevi kitlenin hizmetine verilmesi çok büyük bir ihtiyaçtır. Devlet, dedeleri Alevi yoluna uygun olarak öncelikle ehlibeyt soyundan olanları tercih olarak yetiştirmeli ve sonra da maaşını vererek Alevilerin hizmetine koşmalıdır.

* Şehirlerde, cem töreni modernize edilerek (günümüze uymayan yönleri, özünü bozmadan ayıklanarak) hayata geçirilmelidir. Bu işin nasıl olacağını da aydın Alevi dedeleri ortak bir metinle tespit etmelidir. Bu metin daha sonra her yönüyle eleştirilebilir.

* Alevi halkın ihtiyacına yetecek ölçüde, belli bölgelere cem evleri inşa edilmelidir. Bu konuda finansmanın bir bölümünü devlet sağlamalıdır.

Cemevleri, asla caminin alternatifi değil, ancak benzeridir. Günümüzdeki dedelerin tümü de bu görüştedir.

Aleviliğin geleceğini belirleyecek kurumlar, yine Aleviliğin içinden, onun özüne uygun olarak yeniden yaratılmalıdır. Çünkü, köylerde uygulanan pratik, şehir koşullarında gerçekleştirilememektedir. Eskisinin uygulanamaması, yerine konulacak yeni pratiklerin de bulunamaması, Aleviliğin önemli sorunlarından birisidir.

Bütün bu sorunlar, devletin konuya önyargısız olarak sahip çıkmasıyla ve Alevi Sünni aydınlarının, din adamlarının ve akademisyenlerinin ortak çabalarıyla çözülebilir.

Cumhuriyet de Bakış Açısını Değiştiremedi

Alevilerin “suçlu, günahkar, dinsiz, hatalı” görülmesi, “Aleviliğin “dinsiz, yanlış, haksız” şartlanmasıyla kabul edilmesi, cumhuriyet sürecinde de pek değişmeden yıllarca sürdü gitti.

Bu olguyu en açık biçimde edebiyat eserlerinde izlemekteyiz. Halit Ziya Uşaklıgil"den (Aşkı Memnu) Müsahipzade Celal"e (Mumsöndü) ve Ömer Seyfettin"den (Hikayeler), Yakup Kadri Karaosmanoğlu"na (Nur Baba) kadar geniş bir yelpazede Kızılbaşlık/Alevilik çirkin, kötü, pis, ahlaksız biçimde tasvir edilmiştir.

Bu yaklaşım, edebiyat kitaplarından sözlüklere kadar yansımıştır. Ensest ilişkinin anlamının sözlüklerde kızılbaşlık olarak verilmesi bunun somut örneğidir.

Aynı yaklaşımı aydın geçinen kesimde de şiddetle görüyoruz. 1996"da bir televizyon kanalında bir şovmenin yaptığı Kızılbaş gafı, aslında Sünni çoğunluğun en alttan en üste kadar bu şartlanmanın etkisinde olduğunu gösteren örnek olmuştur.

Din eğitimi alan kesimde bu iftiraya inanmayanların oranı yüksektir. Alevilerde mumsöndü olduğuna inananların oranı imam hatip okullarında yüzde 13"e düşmektedir. Bu durum, toplumumuzun gerçek anlamda bir din eğitimine ihtiyaç duyduğunun göstergesidir.

Günümüzde Sünni toplumun Alevilere bakışı şöyle gruplandırılabilir:

a) İlahiyatçı Yaklaşım: Bu anlayıştakiler günümüzde İslam denilince Sünniliği anlayan Sünni teologlardan ve bu etkinin altında yorum yapan bazı sosyal bilimcilerden oluşuyor. Bunlara göre aslında Aleviler Sünni olmalıdır. Teologlar olarak Ruhi Fığlalı, Abdülkadir Sezgin, Esat Coşan, Y.Nuri Öztürk"ten söz edilebilir. Sosyolog olarak Mehmet Eröz ve Orhan Türkdoğan bu görüştendir.

Alevi toplumu bu tür yaklaşımlardan son derece rahatsız olmakta ve bu değerlendirmeyi kendi kimliğine yapılmış bir saldırı olarak görmektedir. Altında mezhep gayreti bulunan bu yaklaşım Alevi Sünni diyaloğunun yollarını açmak yerine tıkamaktadır.

b) Sünni Tarikatlerin Bakışı: Bunların günümüzde meseleye bakışı da Alevilere Osmanlı bakışından farklı değil. Tarikatçilerin gazetelerine yansıyan Alevi profili sevimsizdir, saldırgandır. Bunlara göre Aleviler dinsizdir, teröristtir.

Bunu açıkça söylemeseler de vermek istedikleri mesaj budur.

Alevilerin dinsiz ve terörist olduğu imajıyla kamuoyu oluşturan Sünni tarikatlerin ileride görüş düzeltmeleri beklenebilir.

c) Akademik Yaklaşım: Bu gruptakiler olaya Sünniliğin haklılığı ve doğruluğu açısından değil toplum bilim ve ekonomik açıdan bakan araştırmacılardan oluşur. Bu bakış açısı laiklikten şiddetle etkilenmiştir. Aralarında önemli yorum ve bakış farkı da bulunan araştırmacılardan bazıları şunlardır: Fuat Köprülü, Besim Atalay, Atilla Özkırımlı, Ahmet Yaşar Ocak, Burhan Oğuz, Çetin Yetkin, İsmet Zeki Eyuboğlu, Faruk Sümer, Niyazi Öktem, Cahit Tanyol, Cavit Sunar, İlhan Başgöz, Oral Çalışlar...

Bu gruptakiler Aleviliğin İslami özünü heterodoksi olarak kabul ederler ama inanç yönü ile, özellikle de pratikleriyle ilgilenmezler. Alevilerin inanç grubu olmaktan öteye geçip laik bir topluluk halinde görünmelerinden yanadırlar.

ç) Eylemci Sol Yaklaşım: Bu görüştekiler, Alevilerin solcu olduğunu, düzenin karşısında olduklarını ve bu sömürü sistemini yıkmak için gerektiğinde silahlı mücadele edebileceklerini ileri sürerler. Bunların Alevilerden beklediği Alevi gençlerini militan olarak kullanmaktır. Kendi ideolojileri gereği dine karşı oldukları için Aleviliğin dinsel boyutuna da şiddetle saldırırlar. Bugün sahipsiz kalan Alevi gençliği için bu yaklaşım ciddi bir tehlike oluşturmaktadır.

d) Sünni Siyasetçilerin Yaklaşımı: Türkiye"deki Alevi kesime Sünni siyasetçiler ancak oy kaygısıyla yaklaşıyorlar. Alevilere seçim öncesinde parlak vaatlerde bulunanlar (Örneğin 1995 Genel Seçimleri ve Alevilere Bütçe"den pay verileceği sözleri...) seçimlerden sonra bu sözlerini kesinlikle unutuyorlar. Sünni çoğunluğun baskısı, siyasetçileri bu konuda geri adım attırıyor.

1997 başlarında ortaya çıkan irtica tartışmalarına bağlı olarak Milli Güvenlik Kurulu"nun getirdiği yaptırımlar üzerine, aşırı sağcı, ırkçı/şeriatçı siyasi anlayış Alevileri hedef aldı. Bunlar, Türkiye"nin Suriye’ye dönüştürülmek istendiğini ileri sürdüler. Hükümetin laiklikle ilgili işlerinin, Suriye"de olduğu gibi Alevilerin eline verilmek istendiğini göstermeye çalıştılar. Bu konuda eski MHP"li, yeni İslamcı BBP Lideri Muhsin Yazıcıoğlu"nun açıklamaları vardır.

Türkiye"deki sosyal demokrat/demokratik sol kanat da Alevilerin oylarını almakla birlikte onların sorunlarına sahip çıkmadı. Kendilerini laiklikle sınırlayan bu anlayıştaki partiler, Alevileri övmekle yetinip icraattan kaçtılar.

Böyle olunca Alevilerin siyasal tercihleri de farklılaştı. Öyle ki MHP bile kimi yerlerde Alevilerden oy aldı. Bazı Aleviler, Refah/Fazilet partisi çizgisi ile ilişkiye girerek gizli şeriatçılarla bile işbirliği yaptılar.

1999 yılında yapılan genel seçimlerde bu dağınıklık açıkça ortaya çıktı ve bölünen Alevi oyları etkisini iyice yitirdi. Ayrıca CHP de bu yüzden Meclis dışı kalarak TBMM"nin yasama ve denetim işi darbe yedi.

2002 başlarında ise, Alevi toplumu siyasal bölünmenin zarar getirdiğini yeniden keşfetme sürecindedir. Alevi toplumunun etkili olabilmesi için yeniden sosyal demokrat kanatta yoğunlaşması kaçınılmaz görünmektedir.

oezsu 25.06.2005 19:43

SIRAT
 
"Sırat köprüsü cehennemin neresindedir, üstünde mi altında mı?"

toprak67 25.06.2005 19:48

atatürkü göstermis oldugu yol
 
sayin arkadasim okadar yazmisinki dogrusunu istersen okumadim hepsini ama atatürkün
göstermis oldugu din yolu inanc yolu v.s. diye baslayip´da sonra örnek kisiler olarak müslüman alimlerini gösterirsen ozaman su boslugu nasil kapatalim aciklarmisin kisa ve öz lütfen!!!

mademki atatürkün herhangi bir dine meyili vardi, ve bilhassa bu din´de islam ise ozaman neden bugün anayasa bir laik anayasaya cevirildi?

oezsu 25.06.2005 19:49

Bak güzel...
 
kardesim, hepsini okuyamadim bu arada...!

ben kendini Hz. Ali ´nin ardindan gidiyor sananlarin "Cem´lerine " de katildim meraktan!Hz. Ali´nin A´sindan haberleir yok!

Sorry, Hz. Muhammed´i en cok dinleyen, ve anlayan Hz. Ali´yi ayiramazsiniz!

doenertier 25.06.2005 19:54

I S L A M
 
Der Islam ist keine neue Religion, sondern der abschließende Höhepunkt und die Erfüllung der selben Grundwahrheiten, die Gott durch alle seine Propheten allen Völkern offenbart hat, Eine Lebensweise versinnbildlicht durch Frieden - Frieden mit Gott, Frieden mit sich selbst und Frieden mit den Geschöpfen Gottes durch Ergebung in Gott und Bindung an seine Rechtleitung.

oezsu 25.06.2005 19:57

Soruyla ne alaka?!
 
Glaube du hast die Zeilen durcheinander gebracht! ;)

doenertier 25.06.2005 19:59

SIRAT ist
 
Sirat: Die Brücke, die über den tiefen Abgrund der Hölle ins Paradies führt, war in Persien gut bekannt und wurde dort Chinavad die Verbindung genannt, nachzulesen im Buch „Dinkart” der Zoroastrie

oezsu 25.06.2005 20:02

Danke für deine...
 
Aufklärung!! :))

Wo ist denn diese Brücke? Haben wir eine Leitung zwischen der Hölle und die Welt und die Brücke befindet sich dort? Wo ist die Hölle? Woist Himmel? Was verstehe ich unter all diesen Begriffen?

Yunus Emrenin sirat aciklamasi :"Sirat kildan incedir, gidip üstüne evler yapasin"!

Bu kadar acik....!!!

turgayatacan 25.06.2005 20:15

anlam veremiyorum bu soruna
 
Sözlük´de yaziyor neden okumuyorsunuzki?

SIRAT KÖPRÜSÜ:

Cennet"e gecilmek üzere, Cehennem üzerine kurulmus, mahiyeti kesin bilinmeyen köprü.

Buna, yalniz sirat da denir.

Herkesten önce ben ve benim ümmetim Sirat köprüsünden geceriz. Sirat üzerinden gecerken peygamberlerden baskasi birsey söyliyemez. Onlar da; "Ya Rabbi! Ümmetlerimize (bize iman edenlere) selamet (kurtulus) ihsan eyle (ver)" derler. (Hadis-i serif-Tezkire)

Büyük kurban aliniz ve kesiniz! Cünkü kurbanlariniz, sirat üzerinde sizin bineklerinizdir. (Hadis-i serif-Riyad-un-Nasihin) Sirat köprüsü, Allahü tealanin emri ile, Cehennem"in üstünde kurulacaktir. Herkese, bu köprüden gecmesi emr olunacaktir. O gün bütün peygamberler; "Yâ Rabbi! Selamet
(kurtulus) ver!" diye yalvaracaklardir. Cennetlik olanlar, köprüden kolayca gecerek, Cennet´e gideceklerdir. Bunlardan bazisi simsek gibi, bazisi rüzgar gibi, bazisi kosan at gibi gececektir. Sirat köprüsü, kildan ince, kilictan keskindir. Dünyada iken İslâaiyet´e uyanlar, nefislerine hakim olanlar, Sirat´ı kolay ve rahat gececektir. Nefislerine düskün olanlar, Cehennemlik olanlar, Sarat´tan gecemeyip, Cehennem´e düseceklerdir. (Mevlana Halid-i Bagdadi)

Ehl-i sünnet alimleri (Resulullah efendimizin ve O´nun sohbetinde yetismis Sahabe´nin
yolunda olan mübarek insanlar), İslami bilgilerden hicbirine, akil ermedigi icin, karsi gelmediler. Böylece, kabir azabina, kabirde Münker ve Nekir denilen iki melegin sual soracaklarina, sirat köprüsüne, kiyametteki teraziye hemen inandilar. Akil ermedigi icin olmaz demediler. Cünkü bu büyükler, Kur`an-i kerime ve hadis-i seriflere uydular. Akli bu iki temel kaynaga bagladilar. Anliyabildiklerini anlattilar.Anliyamadiklarina öylece inandilar.
Anlayamadiklarina, aklimiz ermedigi icin anliyamadik dediler. (Ahmed Faruki)

oezsu 25.06.2005 20:19

Neden anlam veremiyorsun o.T.
 
ohne Text

doenertier 25.06.2005 20:20

Laiklik
 
Kadim Atatürk öyle büyük bir insan ki. Din ve Devlet islerini kisisel emellere alet etmeden Laikligi secmistir. Laiklik kisa anlamiyla din ve devlet islerinin birbirinden ayrilmasidir. Nüfus kimliklerimizde de ISLAM yazilmasi mübahtir Laiklige engel teskil etmez.

oezsu 25.06.2005 20:20

Pardon yanlisla bastim..
 
neden anlam veremiyorsun?

Sirat nerededir o zaman?

herhangi bi köprü varda, o köprüdenmi gececegiz?

doenertier 25.06.2005 20:21

Bil ve ögren diye o.T.
 
ohne Text

turgayatacan 25.06.2005 20:23

okumadin yada anlamadin yazilanlari
 
Basdan sona kadar okudnmu sen?

doenertier 25.06.2005 20:49

Du bist seelisch schwer beschädigt Junge
 
ohne Text

balikiz 25.06.2005 21:10

uyanik
 
Elbakara suresinin 3. ayeti kerimesini nasil yorumluyorsun peki?

Ama yorumlamana gerek yok, sen zaten kedine göre bir din dikis nakis ettin.

xbaburx 25.06.2005 21:23

galvaniye
 
yazdıgım yazıları ustun körü peh yine aynı seyleri gevelemiş diyecegine nedenlerini sıralamaya calsıtıgım batı ilerlemeciliğinin ve aslında islam ulkelerinin neden ilelrlemek istemediğinin madde madde eleştirisini yap..özelleştirelim konuyu.sen bana nerede haksız ve yanlıs bilgiler verdiğimi söy6le ben de sana nerde ytanıldıgını söyeleyeyim..word sayfasyıla 10 sayfayı askın yazı yazı var orda.ve batının tum gelişim evrelerine dokunan ifadeler var..mesela batının bilim asıgı cevrelerinin nasıl aynı zamanda para asıgı oldugu gercegi sanayi devrimini nasıl atesliyor..icad yapan köse oluyor..ama islam ulkelerinde bir para duskunlugu yoktu(R)mesela yani bir zamanlar yoktu..ve bu para duskunluguyle gelistirilen sanayi modeli yani sanayinin kendisi toplumu nasıl deiştirdi..turgay ve don kardes cok iyi ornekler vermişler..matbaa mesela..uc bes zengin gelişme ve ilerleme yaygarasıyla toplumun kökünü deiştiremez islam ulkesinde..yani tum toprakları bosaltıp sanayiyle tarım yapıp geri kalan halkı sehre surup fabrikalarda curutmeyi akledemez.akledenlere de izin vermez.. matbaa ornegi bunu gösteriyor..

buyur bakalım istiyosan sanayi devrimini sitiyosan cografi kesifleri istiyosan aydınlanma ya da ilerlemeciligi reformu ronesansı irdeleyelim..hepsinin nasıl cıkıp geliştigine ve nasıl bunların sonucunun islam ulkelerinin basına bela kesildigini az çok anlattım yazılar da ama..istiyosan detaylandıralım..

batıyı deli eden isalma ulkelerini amerikanın yuzde 99 unu yok ettikleri gibi talan edememeleri..300 yıldır direneme gucunu hic yitirmemiş bir medeniyeti bu denli asagılayabikmek ve geri kaldıgını idda edebilmek için salaktan öte olmak gerek..

avrupa islam ulkelerindeki ilim ve fenni gelişmeyi 400 yılda algılayıp 300 yılda sindirebilmişken muslumanların bunca gelismeyi ne sekilde ve ne kadar cabuk sindirip karsıt görüs geliştirebildigini de göz ardı etme bence..

hade buyur..


Alle Zeitangaben in WEZ +2. Es ist jetzt 15:37 Uhr.